21 Mart 2009 Cumartesi

''Alemlerin En Siberine Düştüm Bir Zamanlar ''Yazı Dizisi: 1.Bölüm

Bu dizi La Paragas'ın bir sosyal hizmet projesidir !

Dört evvel zaman önce, şaşkın ördek günlerde, hiç bilmediği bir aleme düştü bir adam; reel denenin kurduydu da, sanal denen alem nasıl bir yerdi ki hele.. .Önce, kıyısından köşesinden baktı. Sonra, ilgisini çekmeye başladı. Sonra, alemin haleti ruhiyesine şöyle bir göz atıp, sosyolojisi üzerine gözlemler ve ona dayalı düşünceler de oluşturunca kafasında, başladı yepyeni bir hayat; eğlenceli, meraklı, sınırda bir heyecan... Sonra da, oturup bir profil yaptı. Aha da şöyle yazdı, kendini nasıl anlatıyor bölümüne:


Sonrası:

Anket defterlerine yanıtlar yazan okullu çocuk heyecanıyla gelmiştim buraya; ama gerçeğin tokadı fena şapladı suratımda... Gerçek hayata nal toplatır bir sahtelik ki sormayın gitsin.... Orada, hiç değilse gözlerine bakıp yakalayabiliyorsunuz... Burada, tam bir altı kaval üstü şişhane... Herkese,´´ yapıştımı bırakmayan bir ısrarcılık´´ gömleği giydiren hakim anlayış, ya da gerçekten yapışıp da bırakmayanlar (Burada kastedilen kadınların gözüyle erkekler...Gerçi zararlı haşeratı engelleyici aeresoller de var sistemde:)

Bunun yanı sıra; gerçek tavrını ortaya koyan, ne istediğini bilen, ama umarsız bir çığırtkanlık içinde kaynayıp giden ve bunların tümüyle farkında, hayatın sıradan insanları... Umarım yolları kesişir. Onlar, hayatın matrisinin dışında bir çabayla yaşarken, burada başka bir matrisin içindeler. Ben kendi hesabıma o ölüyor diye son bölümü seyretmediğim, bana kendimce bildiğim ama buradakilerin bir kısmının ne dediğini anlamadığım konuları anlatacak ve beni matristen uzak tutacak Triniti´yi arayan, dengeli bir duruşun yanında sınırda yaşamanın heyecanını da seven, buraya toy gelip sonra da biraz büyüyüp ilk yazdığı profilin romantizminden uzaklaşan, bütün eleştirdiği konuların aynı zamanda da gerçekliğini kabul eden birisi.

Büyümeden öncesi:

Hayallerimin peşinden koştum hep... geçmişten sesler, geçmişten yüzler... Yırtılmamış sevinçler,ve saklı hüzünler yaşadım hep... Ölümsüz idim. Mihenk taşı en büyük aşk... En bi şeydim işte... Sonra bir kış gecesi ansızın... Yıllardır aynı daktilonun,aynı tuşunda kaldığımı anladım birden... Acımasızca geçen mevsimler geçmiş, olan olmuştu... Farkında değildim. Mahalle bakkalı yoktu. Arka bahçedeki dut ağacı yoktu. Oysa ben, aynı aşkı aynı aşkla sevmiştim hep... Şimdi de, dağ başında bir kelebeğin peşinden koşuyorum. İyiyim...


2.Bölüm: ''Aradığı arkadaşı nasıl anlatıyor bölümüne de aha bunları yazmıştı''...

Büyümeden öncesi kısmındaki dizeler, Rıfat Fahir İskit'indir.

20 Mart 2009 Cuma

Bir Femur Kırığı Sürecinin Ohh..Be'si!..


Geçen yıl bugünlerde... Çok keyifli bir cumartesi gününde, çok hoş bir balık lokantasında kızkardeşim, eşi, ben, erkek kardeşim, çocuklar rakı balık muhabbeti yapmıştık. O gecenin yıldızı Tırtıl bizi gülmekten kırıp geçirmişti. O keyifli günün ertesinde öğle üzeri yine bir araya gelmiş, mangalı da yakmıştık. Ben bilgisayarımla, kızkardeşimin eşi mangalla meşgulken, çocuklarda dışarıda oynuyorlardı. Aradan kısa bir süre geçti ki,Tırtıl'ın ''çok acıyor!'' diyen ağlama sesini duydum. Nasıl olduğunu kimsenin konuşmak ve hatırlamak istemediği için bilmediğimiz, bilmekte istemediğimiz bir şekilde ufacık bir kaza sonucu kanapeye yatırdığımız Tırtıl'ın alt tarafını soyduğumda; sadece diz kapağında ufak, her normal çocuk düşüşünde olabilecek bir sıyrık, sağ bacağının üst yan tarafında da yine benzer bir sıyrık vardı. Bana kalsa bir şey yok deyip belki de akşamı edecekken, bu konularda çok hassas olan kızkardeşimin eşinin önerisiyle tanıdık bir özel hastaneye gittik. Film odasına aldıklarında, ilk diz kapağınınkini çektiler ve sonuçta bir olumsuzluk yoktu. Tam içime su serpilmişken, kalça bölgesinden bir film çektiler ki sonuca bakan doktorun yüzü anlatmaya yetti herşeyi... Sonradan öğrendik ki bu bir femur kırığıymış.

O anki hissiyatlar, olayı anneye haber verme anı ve ötesi ayrıntıları, dışa vuran kaygıları, üzüntüleri bir dosta yazılmış mektuptaki duygularımı; bir gün, tarihe not anlamında yazmak istiyorum. Ama bu blogu bazen Tırtıl da okuduğundan, bunu bir süreliğine erteliyorum.

Kısaca femurdan söz etmem gerekirse: Ameliyatını yapan doktorumuzun da dediği üzere, bizim başımıza gelen kendilerinin de ilk kez karşılaştıkları türden bir kırıkmış. Femur(başı) kırıklarının önemi şurada: Büyüme çizgisi denen yeri ve o hassas kapsulü içinde barındırması... Ve bizim kırığımızın tam da o noktada idi... Konuyu daha açamıyor ve olumsuz sonuçların neler olabileceğini, tüm yaşamı etkileyecek ne tür riskler içerdiğini Tırtıl faktörünü göz önünde tutarak yazamıyorum. Bunu yaşayanlar ve başına gelenler bilirler. Ve google üzerinden; dilerim kimsenin başına gelmez ama hayat bu; eğer birileri ihtiyaç duyup arama yaparsa ve bu yazıya ulaşırsa, bir faydası da olsun istiyorum.

Biz ilk yattığımız hastanede ameliyattan bir gün önce, ameliyatta gerekli görülen vida, platin levhalar ve benzeri malzemenin gelmesini beklerken, doktor anneyi görüşmeye çağırdı. Anne döndüğünde odanın dışında, camın kenarına oturmuş ağlıyordu. Dışarı çıktığımda doktorun anlattığı olası riskleri ve bunun gerçekleşme oranını söylediğinde, gök kubbe üzerime çöktünün pratikteki karşılığının ne olduğunu o gün anladım.

Olayı duyup ziyarete gelen kuzenimin eşi, kendi annesini aynı yerden ameliyat eden doktorla da bir konuşsak deyince; o gün, ilk doktorumuzun anlatımıyla olayın ciddiyetini de fazlasıyla anlayınca, tanıdık ne kadar doktor varsa ayağa kaldırdık. Onlar vasıtasıyla tüm ortopedistlere ulaştık nerdeyse... Gelinin önerdiği doktorun siz yapsanız bu ameliyatı teklifimize verdiği yanıt: ''Fakülteye gidiyorsunuz, ameliyatınızı Yılmaz Tomak'a yaptırıyorsunuz. Sonunda da çocuğunuzu sapasağlam bir halde elinden tutup götürüyorsunuz.'' olunca; bu kez anne ilk olarak çok dostu, ablası saydığı bir prof'u aradı. Onun, Yılmaz Tomak'ın kendisinin de öğrencisi ve herşeyden önce çok iyi bir insan olduğu temelinde bir sürü övgü dolu sözü üzerine karar verildi. Yine tanıdık, üniversitenin farklı bölümlerinde çalışan doktorlardan da gelen olumlu referanslar sonucunda, sabah o özel hastanede ameliyata girecekken, o an şehir dışında bir toplantıda olan anne arkadaşının '' aradım, sizi fakültede bekliyorlar'' telefonu üzerine, o gece Tırtıl'ı hastaneden alıp bir ambulansla üniversite hastanesine götürdük.

Femur kırıkları konusunda uzman ekibin de ilk kez karşılaştığı bizim olayımız, parçalı bir kırıktı. Bunu çok önemli bir not olarak belirtmek isterim.

Çok başarılı geçen ameliyatın ardından önce göğüse kadar alçı içinde, alçı sonrasında bacağa takılan aparatla uzun bir süre yatağa mahkum olan Tırtıl, yaz sonunda son tellerin alınmasıyla yürümeye başlamıştı. Aklıma gelmişken yine bilgi anlamında şunu belirtim: Bu ameliyat tedbir anlamında vida, platin ve benzeri yedek parçalar hazır edilmesine rağmen hiç biri kullanılmadan, orjinal kırıkların toparlanmasıyla gerçekleşmiştir.

Ve dün bir yıl sonra, bu ameliyatın sonuçları açısından en önemli kontrolü vardı. Beklenen bu önemli sonuçta şudur: Ameliyat kemiklerin kaynaması, yerli yerine oturmasıyla başarıya ulaşmış olmuyor. Bu yerin önemi dolayısıyla, o bacağın büyümesi için bölgedeki kan akışının devam ediyor olması gerekli. Bu kırığı gelecek açısından önemli kılanda bu. Ve burada patolojik bir olumsuzluk olup olmadığı da ameliyattan sonraki altı ay içinde belli oluyormuş genelde.

Ve dün hayatımın en gerilmiş anını yaşadım. Bilgisayardaki filme bakan, sonuç ne olursa olsun sözünü edeceğim düşüncelerimin değişmeyeceği, ameliyatın olduğu gün çekilen ilk filme bakışından duygularını ve mesleğine sevgisini hissettiğim... O bakışta, herşeyden önce yaptığı eserle gurur duyan, ona bakarken duygularını paylaşan bir heykeltraş, bir sanatçı keyfi gördüğüm. Ve o gün, dünyanın neresine gitsek daha iyisi olmayacak duygusunu bize, sadece o duruşuyla hissettiren, o güveni veren; herşeyden önce, çok ama çok insan; ameliyat evresinde doçentken bu genç yaşta prof ünvanını aldığını dün öğrendiğim Prof.Dr.Yılmaz Tomak'ın ağzından dökülen sözcükler bir anda tüm korkuları kaygıları silip, o gerilimin bütün zembereklerini boşalttı. O an, bütün bir gerilimli yılın patlama anıydı. Tüm aile, ki en çok da kendini bu olayın sorumlusu addeden amcanın, yani hepimizin kendimizi çok ama çok kötü hissedeceğimiz bir geleceğin ışıldama anıydı. Ağızdan çıkacak sözcüklerin olumsuz olması demek bir tükeniş ve mutsuz bir gelecekti.

Hayatımızda hiç kimseye minnetimiz olmadı, minnettarlık duygusu yaşayacağımız şeyler de olmadı. Ama hayatımda ilk kez bir insana minnettarım; ve hepimiz aynı duygular içindeyiz. Bu kişi: Bize bir yaşam bahşeden, olmazı olur yapan, çok başarılı bir doktor olmaktan çok çok daha ötede, çok ama çok büyük bir insan: O.M.Ü Ortopedi ve Travmatoloji bölümünden Prof.Dr. Yılmaz Tomak'tır. O, yüzlerimize yeniden kocaman bir gülücük konduran, başta Tırtıl olmak üzere, hepimizin kahramanıdır. Onu ve ilgilerini hiç bir zaman eksik etmeyen, son derece sempatik ekibini hep şükranla anacağız.

18 Mart 2009 Çarşamba

Mr.Brooks


İzlerken kendi hakkında sürekli kararlar oluşturmama sebep olan. Bir türlü nereye konumlandıracağıma karar veremediğim. Sürekli, yüzümde iyi ve eğlenceli bir sinema tadı yaratan tebessümün eksik olmadığı bir zevkle izlediğim. Aslında ne kadar doğru bilmem ama; Kevin Costner'in oynadığı anti kahramanla birlikte, Demi Moore' un oynadığı sıradışı polis karakterine ironik bir sevgi duyduğum. İki karakterin istenilen gibi değil de istedikleri gibi olma duruşlarındaki dikliğe ve gözükaralığa sempatiyle baktığım. Kevin Costner'in William Hurt'la vücut bulan ötekisi ile barışık, sakin konuşmalarından felsefik düşünceler çıkarmaya çalıştığım. Seri katil, polisiye, cinayet filmlerinin tümü üzerine sanki bir kolaj sunan. Belki mükemmel demiyeceğiniz ama ironik bir şekilde ilginç, eğlenceli ve kendine has bulacağınız. Belki de sırrı Kevin Costner'in ağzından dökülen:"Tanrım, değiştirebileceğim şeyler için değiştirme cesareti ver, değiştiremeyeceğim şeyler için ise kabullenme gücü. Ve bu ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için de bilgelik ver'' cümlesinde yatan ...

Üzerine hiç kötü şeyler düşünemediğim bir keyifle izlediğim. Demi Moore' un neden polis olduğu sorusuna verdiği yanıt üzerine düşündüğüm. Bazen heyecanla, bazen tebessümle, bazen içim acıyarak, bazen de merak ederek izlediğim ve sevdiğim. Karanlık ve klostrofobik bir havası da olan, ilginç ve zeki bir filmdi. Ben izleyin derim. Hatta mümkünse arkadaş grubunuzla birlikte... Çünkü üzerine çok konuşursunuz.

17 Mart 2009 Salı

Sanatın ve Sanatçının Dostu La Paragas: Ezgi'yi İftiharla Sunar



Ezgi: Sevgili arkadaşım, süper güzel, Gülüşü Muzur,Ruhu Huysuz ve Tatlı Kadın'ın kendi kadar güzel,henüz üniversite öğrencisi yeğenidir.Ve bu kayıt tamamıyla amatörce ve ev koşullarında yapılmıştır.Yakın zamanda hazırlanacak demosunu yayınlamak umuduyla,Ezgi'yi sizlerle buluşturmak ve beğenilerinize sunmakta bizim için bir gurur kaynağıdır.Ne mutluki bize; sanat hayatının ilk basamaklarındaki sanatçılar, tüm büyük medya organlarından gelen teklifleri ellerinin tersiyle itip La Paragas'ı tercih ediyorlar:))Biz de; resmini koysak alemi sallar güzellikteki sevgili Ezgi'ye başarılar dilerken,onun yıldızının; birgün, çok ama çok yukarılarda; ve çok parlak ışıldayacağını biliyoruz.

Şarkının aslı Şebnem Ferah'ın'' Sil Baştan'' dır.

16 Mart 2009 Pazartesi

Masalcı...


Bir zamanlar; yani eski zamanlarda... Hani birileri şefkat olup dillerinden masallar anlatır, ruhlarımızın ışıklarını yakarlardı ya! Akıl defterlerimize notlar düşer, iz olur, yol açar, yaşamı fark ettirip o yaşama aşık olmamızı sağlarlardı ya! Tam o günleri,o tadları unutmuş; nerede eski masallar, masalcılar derken, günlerden bir gün; bir masalcı, ki ne muhteşem bir masalcı çıkıverdi karşımıza... Hepimizi akşamları dizinin etrafında toplayıp; insana , onu var eden duygulara dair bir sürü güzelliklerin olduğu masal ülkelere götürdü . Ve en önemlisi, bizlere; hâlâ güneşin altında el ele yalnayak koşan hayran gözlü çocuklar olduğumuzu hatırlattı...


Seni Seviyoruz Masalcı:))

La Paragas


''hâlâ güneşin altında el ele yalnayak koşan hayran gözlü çocuklar''cümlesi Nazım Hikmet'in ''Biz Hâlâ''adlı şiirindendir.

15 Mart 2009 Pazar

3.Resim Geldi...


Yine Naz Özsamsun tarafından, öğretmenin ana hatlarını çizdiği resmin yağlıboya ile renklendirilmiş halidir.

14 Mart 2009 Cumartesi

Tuttum Zamanı!.. Müslüm Baba Seni Seviyorum.




İki gündür Müslüm Babanın son albümü Sandık'tan Tutamıyorum Zamanı adlı şarkıyı dinliyorum. Ben bu adamı acaip seviyorum. Önüme gelene şarkıyı yolluyorum.

Gülüşü Muzur, Ruhu Huysuz ve Tatlı Kadına dün msn den yollamıştım. Gripti ve keyfi yoktu. Onu bir dergiye kapak yaptım ve dünyanın bir çok ünlü kentindeki bir çok bilboarda resimlerini koydum. Gülüyor...

Bu şarkı yüzünden arkadaşlarıyla kayıklara içmeye gitti.

Üzerine Dondurma Konmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın o ara online' dı... Önceki Müslüm albümünden Artakalan sevdiği şarkıydı ve bir günün tamamında sadece onu dinlediğini biliyorum. ''İster misin?'' dedim, ''Lafımı olur,'' dedi.

Zamana daldım şarkıyla ve dışardaki yağmurla birlikte: Arabayı şehrin en yokuşlarından birinin tepesinde park eder, sulu karlı akşamlarda iki kadehi torpidonun üzerine çıkarır, yağan yağmura, çalan müziğe, lakırdılarımıza katık ederdik Buzbağı. Yağan yağmurdan sakınıp da kapşonlarına, şemsiyelerine, sevgilililerine sığınarak yürüyenlere bakar, kendi sıcağımızın keyfini çıkarırdık.

Ya da konyak ve çikolatalar alır, dışarıda lapa lapa kar yağarken sıcacık bir tren kompartumanından akıp giden ağaçlara ve zamana, çağıl çağıl derelere, her geçilen evdeki hayat öykülerine, durulan her istasyon binasının muhteşem yalnızlığına baka baka, eski kente giderdik.

Uzun zamandır ikisini de yapmadığımı fark ettim bugün. Yığdığım odunlara çakmağı çaktım ve onların çıtırtılarına karışan Müslüm Babayla, tutamadığım ama bundan da çok memnun olduğum zamana bakıyorum. Bir düş (üm) var, ona gülüyorum. Trenin saati geçti. Akşama yemek olmasa, yağmurun altında içmek vardı.

Ya da şimdi, şu anda olduğu gibi Müslüm Babaya odun çıtırtıları eşlik ederken, yanağımı sol elime yaslayıp masaya koyulmuş dirsekten destek alarak tutamadığım zamana, o zamanı anlamlı kılan tüm yol arkadaşlarıma bakmak...

Bakıyorum.

13 Mart 2009 Cuma

Mutlu Mutlu Mutluluk Yazdım...

Mimleri seviyorum. Çünkü bunları değerli kılan, mimlerin kendisinden öte o mimlerin geldiği yerler... Onların satır aralarında yakaladığım, gördüğüm derin kimlikler, ki o kimliklerin dünyalarında var olmak bana değer katıyor. Dün sabah Sevgili Ateş Böceği "Sence mutluluk ne?" diye sorarak, bana bir mutluluk yaşattı. Ben de oturup mutlu mutlu bu yazıyı yazdım. Bakalım birlikte, ne imiş bence mutluluk?

Mutluluğun insanın bakış açısında saklı olduğuna inanırım. O bakış açısı ve hissediş, doğduğunuz aile ve o ailenin ilişki içinde olduğu çevreyle doğru orantılı olarak gelişir. Mutluluk da diğer olumlu, olumsuz bir çok duygu gibi öğrenilen bir şeydir, ben öyle düşünürüm.

Birileri size oturup anlatmaz bunları, siz tanık olursunuz, zamanın kumbarasında biriktirirsiniz, öğrendikçe çoğaltırsınız. Sormazsınız kendinize ben mutlu muyum diye, doğal bir akışkanlık halinde yaşarsınız... Soru, mutsuz anlarınızda gelir, neden ya da niye diye.

Aslında boş dolu bardak klasik cümlesinin yorumunda bulur kendini mutlu olma hali... Ben o cümleye kabul gördüğü, bir çok insanın değerlendirdiği, seslendirdiği anlamda bakmam. Genel kullanımında boş tarafı görmezden gel telkininin yattığını düşünürüm. Kendine bir rüya hali yaratmaktır bu... Eğer bakış; daha doğrusu yorum bu olursa, doluluk da gerçek değerini ve mutluluk halini barındırmaz içinde... Boş taraf da bizim gerçekliğimizdir. Onla baş etmeyi, kabullenmeyi, direnmeyi ve dik durmayı bildiğimiz, öğrendiğimiz gün bir anlamı vardır dolu tarafın da.

Evet mutluyum. Hayatımın her evresinde mutluydum. Yaşadığım ve yaşamakta olduğum hayatı şöyle nitelerim: İçinde acılar, kederler, yenilgiler, üzüntüler, bazen ufak da olsa kaygılar olan mutlu bir hayat; içinde düşlerin, hayallerin olduğu bir gerçeklik hali...

Mutsuzluğunu anlat dendiğinde yaşadığım ve anlatabileceğim hiçbir şey yoktur. Bu, hayatımda acılar yoktur anlamına gelmesin. Fazlasıyla vardır. En sevdiklerimden bir çok kişi mezarlardadır. Ayrılıklar vardır. Doğalının, olması gerekenin olmadığı ve bu olmamazlık hali yüzünden yaşam anılarında eksiklikler kalmış insanlar vardır. Ve bu hal onların suçu değildir. Evet bazen oturup düşündüğümde, bu durum fazlasıyla da acı verir. Ama tüm bunlar, genel anlamda kendimi; mutluluk kavramından baktığımda, mutsuz diye niteleyebileceğim olgular değildir. Her biri, kendi hissettirdikleri ile tanım bulan anlardır bende...

Otursam, bu yazı yerine acılarım deyip bir yazı yazsam ve hayata sadece oradan baksam. Bir de damardan bir arabesk koyup yanına da bir şişe açsam. Öyle hissetsem. Hayatla oyunumuzda ortaya çıkan bazı sonuçların nedenlerini ona yüklesem. Hayatın bir yalancı, bir dolandırıcı olduğunu düşünsem: Ya kafama sıkıp giderim ya da captaiin'in dünkü yazısındaki gibi, bir urgan yeter. Oysa biz hayatla  her gününde bir sürü bonus olan, çok keyifli bir oyun oynuyoruz.

Mutluluk hem çok kolay hem de çok zor elde edilebilir bir olgudur. Tıpkı tek gerçeğin, algıdaki gerçek olduğu kuramsal doğrusu gibi... Tıpkı aynı somut halin farklı algılarda farklı anlamlar bulan gerçeklikler olarak dile dökülmesi gibi... Mutluluk her günün içinde saklanmış ve gün boyu öncül ve artçılarıyla devam eden bir devrim halidir, hem de sürekli bir devrim.

Bir kahve fincanındadır, demli bir bardak çaydadır, bir merhabada, bir şarkının en güzel sözcüğünde, bir e-postada, bir kadının en sıkıntılı halinde yüzüne oturtabildiğiniz tebessümde, bir bakışta, taşrada bir sokak arasında o gün keşfettiğiniz bir dondurmacıdaki bir tabak dondurmada, bir ağacın üzerindeki kuşta, yüzünüzü okşayan rüzgârda, önünüzde yürüyen iki sevgilide, söylediğiniz kışkırtıcı bir cümleye bir kadın tarafından söylenmiş tek bir sözcükte ''Deli,'' dedir.

Bir doğum gününüzde, hiç ummadığınız bir sürprizle tüm yasakları delip riskler alarak, arkadaşlarınızın, 12 eylül paşalarına ayrılmış yemek odasında, onların masalarına donattıkları sofradadır. Bir cezaevi karanlığında, hiç unutamadığınız, adı aklınıza yazılı bir genç kıza, bir öğretmene yazılmış bir küçük kardeş mektubundaki, ''Buralarda kayısı ağaçları çiçeklendi,'' cümlesindedir. Çağrıldığınız ziyaret bahçesinde, bin yıl düşünseniz aklınıza hiç gelmeyecek, izinizin kaldığı okul arkadaşınızın elinde bir kutu kuru pastayla sizi görmeye geldiği andadır.

Bir ayna üzerine yazdığınız bir cümleye, baş ucuna bıraktığınız bir tek güle bakıp, ona izler bırakarak yönlendirdiğiniz yerdeki hediyeye gitmeden, yan odada oturmuş kucağınıza en pijamalarıyla gelen kadının dolanmış kollarının dudağınıza kondurduğu tutkulu öpücüktedir. Bir tren penceresinden baktığınız akıp giden zamandadır. Bir vapur güvertesinde yanınıza oturacak düştedir. Binlerce mekânda binlercesini içtiğiniz biralardan birini hepsinden farklı yapandadır.

Her sorusuna yanıtlar verdiğiniz minicik bir çocuğun, bir gün bir sorusuna bilmiyorum dediğinizde; onun kocaman yüreğinin ses tonundaki, koca koca anlamlarla yüklenmiş ''Sen harika bir babasın,'' cümlesindeki, teselli ediştedir.

Bunların her biri birileri için hiç bir anlam ifade etmezken birileri için çok şey ifade edebilir, eder! Mutluluk elimizin altındadır. Bulamadığını iddia edenlerin aradıkları yerler yanlıştır ...Suçlu bizizdir...Suçlu ne yaşam, ne öteki, ne de kaderdir.

Andre Gide'ın muhteşem bir sözü vardır: Yasam çok zalim bir ögretmendir. Önce sınav yapar, sonra dersi verir.

Ben o sınavları hep sevdim; ve hayatla eğersiz ve hiç küsmeyen bir arkadaşlığımız var. Ben onu olduğu gibi seviyorum, o da beni...


O an hissettiklerimi bir blog yazısı yapmayı düşünerek not aldığım çok taze bir mutluluk örneğimin giriş kısmını, o anki kelimelerim ve başlığımla buraya taşıyayım ki benim için mutluluğun ne kadar emek verilerek elde edilmiş bir kolaylık olduğuna örnek olsun. Aşağıdaki yazımda her bir cümle, her ifade ettiğim, tek başına da bir mutluluk anıdır ve bunların toplamı da sadece o gün yaşanmış kocaman bir mutluluktur. O ânı yaşamak, ondan tat almak sadece o günlük bir şey değildir de aynı zamanda!. Zamanın kumbarasındaki kocaman bir anlar birikmişliğidir .



Bir Fotoğrafla Ayaküstü Bir Gönül İlişkisi...

Bir fotoğraf gördüm... Kalabalık;  gülüp eğlenen kadınlı erkekli bir kalabalık... O Fotoğrafın içinde bir fotoğraf gördüm: Gözüm önce takıldı, sonra baktı, sonra gördü... Görünce, daha çok baktı. Kalabalığın içinden kadını ayırıp tek kişilik bir fotoğraf yaptım. Gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerinin içine baktım. Tanıyordum. Tanıdım... Tanıdı... Kalabalıktı, mutluydu... Ona seslendim: ''Bir insan onca kalabalığın içinde ancak bu kadar farklı ve tek durabilir, ruhun bambaşka, bu çok hoş!..''  ''Aşırı sıcak ve dumandan ötürü bir parça bayılmış olmanın da etkisi var o ruh üzerinde desem,'' dedi. ''Ben gördüğünü okuyabilecek biriyim desem,'' dedim.

O fotoğraf şimdi  gözümün ucunda, düşümde...

 

Mutluyum.



İLETİŞİM İÇİN

mucanberk@hotmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP