28 Eylül 2011 Çarşamba

Cenneti Gördü

Öncesi


Kanter içinde bir buzkesmişliğin izleri donmuştu pencerenin üzerinde... Loş odanın buz tutmuş camından, binanın hemen önündeki sokak lambasının aydınlattığı kar yığınına bakıyordum. Gecenin mavisine huni çizmiş sıcak ışığın içinde dans eden kar tanelerinin, uçuşan keyfine yudumluyordum içkimi: Shot viski ve bira... Sert adam hallerine ne de yakıştırırdım ikisini...

Birden, kar tanelerinden birine bindirilerek, en serseri akşamlardan bir bara yollandım. Derinlerden gelip odanın tamamını dolduran şarkıyı söyleyen kadını getirdim gözümün önüne; nefesini ensemde hissettim, göğüs uçlarını sırtımda; ve geride kalmışlığına çektim buzz gibi biradan bir yudum. Sokağın bir başından öbür başına göz atarken, silahımın kılıfının içinde ve omuzumda asılı olduğunu farkettim. Ona ihtiyaç duymayalı ne kadar da uzun zaman olmuştu. Barut kokusunun uzağına düşmüş olmanın huzuruyla pencerenin önünden ayrılıp deri kanapenin üzerine oturdum; biraz kaykıldım ve kafamı geriye, kanapenin baş kısmına bıraktım. Gözlerimi kapattım. Zamanda yol alıyordum ki "Hadi bakalım kolay gelsin" diyen telefonun ziline hareketlendim.

Gecenin bu vaktindeki telefonlara telaşım uzun yıllar öncesinden başlamıştı; uzun bir süre, geceleri fişten çekmiştim telefonu. Bana söylenmeyen ama hisettiğim ölüm haberini aldığım bir gecenin yarısında, tirtir titreyerek kalkmıştım yataktan. Ankara'nın ayazında, sağdan soldan bulunan tektipi giymiş, nöbetçi amirinin jipinde, gecenin fermuarını açan bir hızla bırakılmıştım otogara.

Oysa uyandırıldığımda bana söylenen, yılbaşı iznine gönderildiğimdi. O koşullarda ve gecenin o yarısında mümkün olmayan bu izni yememiştim elbet! Yol boyu otobüsün camına dayadığım kafamdan binbir kaza sahnesi geçirmiştim; beni görmeye gelirken yolda kaza geçirdikleri üzerine senaryolar kurmuştum. Kimler ölmüştü ki? Arabamıza olan güvenimden ve babamın sürücülüğünden teselliler yaratıyordum. Sabahın en ayazında şehrimize vardığımda bindiğim taksi ve duraktaki herkes tanıdıktı. Bana bir şey hissettirmeseler de biliyordum, emindim, ama kimdi, kimlerdi? Cevabı kapıdan girip annemin yüzüne ve yerde üzeri örtülü olana baktığımda almıştım. Arabayı sağlam görünce anlamıştım; gelen cennetti.

Ben ölümü hissediyordum. Henüz 9 yaşımdayken, oluşan telaşın ardından halam komşu evdeki telefona koşarken de, yakınlarımızı haberdar etmek için gecenin bir yarısına yollanırken de hissetmiştim. Dişlerim kontrol edemediğim bir ritimle takırdarken, tir tir titremişti bedenim.

Telefonumdaki ses tanıdıktı ve telaşlıydı. Kaygılarımı yenmeye çabalayıp iyi şeyler aklıma getirmeye çalışırken son viskiyi yolladım aşağıya; onun önce ısıtıp sonra yaktığı tüm hücrelerimi de birayla soğuttum. Arabaya atlayıp olay yerine giderken iyimser mesajlar yolluyordum aklıma. Dişlerimin takırtısına inat bedenim sıcacıktı. "O daha gencecikti" diye tekrarlar uçuşuyordu aklımda. "Lütfen Tanrım"ların altını ısrarla ve tekrar tekrar çiziyordum.

Evinin önünde gördüğüm sirenin mavisi, ekip, ambulans ve olay yeri inceleme buz kesmeme yetti. Titremem durdu. "Neden.. neden!" diye çarparken ellerimi torpidoya; üç gün önce anlattıklarını, anlatıklarımı ve neşesini düşündüm. Olay yeri inceleme yakışıklı bedeni taşırken cennetin merdivenlerine, ceset torbasından ekip arkadaşlarına attığı mesaja kulak kesildim: " Bir yemeği anlamlı kılan, mekânın çok yıldızlı olması değildir! Bir yemeği unutulmaz yapan; gözlerinde ve sözlerinde yok olduğunuz kişinin sizde bulduğu anlamdır. Defalarca tekrarlanmış çeşit çeşit hallerden bazılarının tüm öteki yaşanmışlıklardan farklı olduğuna inanan bir saplantılı, Ikea'da şahane bir kadınla bir yemek yemiş, tutmuş koparmış."

Onca ceset görmüş gözümden yaşlar dökülürken, kahretsin diyen aklımın klavyesini aldım. Tuşlarından, bu gencecik ve yakışıklı bedenin tebessümlerini de ekleyerek, uzun bir süredir benimle paylaştıklarından yola çıkıp miras bıraktığı kelimelerini akıttım.

"Okuyunca ne cevap yazacağımı bilemedim. Nerede durmam gerektiğini ve nereden durup da bakmam gerektiğini bilmeden, duygularımdan yola çıkarak, bence bir cevap yazmak istemedim. İlk aklıma gelenlerden ve duygularımdan bir şeyler karalayacakken, "Dur!" dedim, "10 a kadar say sonra yaz!" Yani sonraya bıraktım.

"Araf nedir, bilmem ki ben, sanal aleme takılmaya başlayınca bildim kelimeyi, özellikle kadınlar tarafından ona yüklenen anlamı. Yok anam, araf bana göre, bana dair durumları anlatabilen bir şey değil; ben ötekini düşünen, onun için iyi olduğuna, onun iyi olduğuna sevinen bir bukalemunum; elbette elinden tutup, yanına çekip alan olmak isterim. Ama onun için üzülmek de istemem. Bir yazı, belki çokca yazı yazacağım. İlk aklıma gelen yazının başlığı şu idi: "Güzel kadınlar tanıyan bir adam tanıyorum." Neyse kesim burada; dedim ya, düşünüp, zararsız, kafa karıştırmayan, yanlış anlaşılmalara yol açmayacak bir cevap yazmalıyım. İyi bak kendine. Öperins"

Bütün bu kelimeler bir sahne yazarken aklıma, aklından bir kadın ses yankılandı: "Araftayım demiştin bir kere.. o yüzden dedim öyle."

Sese durdum, ceset torbası zamana gülümsedi, anlar resmi bir geçit yaptı ve aklımın klavyesinden döküldü kelimeleri: "Demişimdir; alemin diline bulaşmış popüler bir kelimeyle benim olmayan bir duruma ıslık çalmak, kendi kelimelerimle uzun uzun anlatabileceğim bir halle dalga geçmek için kullanmışımdır. Ama özüm der ki: "Araf beni anlatmaz" Bir de, şu sanal aleme bulaştığım günden beri en çok duyduğum cümle: "Yüreği aşkla dolu güzel adam..."

Hımmm! Bu cümleyi bir daha duymak istemediğim bir yol çizmeliyim. Bir kadının teninden ve nefesinden uzak durmalıyım. Yüreğine değmemeli, yüreğime değdirmemeliyim, hep sakınmalıyım. Çünkü benim şartlarımdan bakınca bir ilişkinin arkası yok... gerçek bu. Bildiğim ama yok saydırılan gerçek. Zaten o yüzden hayatın kenar mahallelerinde ıslık çalarak kendi halimde dolaşıyordum. Ben yine aynı kenar mahalleme dönmeliyim.

İki küçük kadeh limonçello türevi, şimdi markasını hatırlamadığım bir içkiden içtim. Çok da keyifliydi içimi. Birleşmiş dudağımın sol yanını yukarı doğru kaldırarak ve dolu dolu gülümsüyorum. Sarhoşluğa uzak, çakır bir masal akıtıyorum promtırımdan ... güzel bir masal... hani bi yemek masasında "ben beş yılda bir kez bile karşılaşsam, sanki o beş yılın her gününde onları yaşamışım gibi hissederim" diyen adamın masalından..."

21 Eylül 2011 Çarşamba

Bizim Evin Vespa'sı

Bizim evden beş küçüğe sorduk: Aklınıza gelen ilk kelimelerle yazın; "Bizim evin Vespa'sının sizde yarattığı duygu ne?"

Bir sırık kişi yazdı ki: Hiç bir fikrim yok:)

Bir sırık kişi yazdı ki: Özgürlük... Spontanlık

Bir sırık kişi yazdı ki: İnsanın rüzgarı iliklerinde hissetmesidir. Rüzgara kafa tutuşudur... Tutkudur... Arkana aldığın kişinin sana sarılmasını sağlayarak gezebilmektir.
Bir "gençkız" kişi yazdı ki: Vespa bana eski filmlerdeki motorluları hatırlatır. Nedense üzerinde kendimi huzurlu hissederim.

Bir küçük kişi demişti ki: Görmek istemiyorum onu.

Bizim evin Vespa'sı ilk geldiği günkü neşesinden uzak. O biraz ve bir suçlu gibi mahzun. Oysa hiç suçlanmamıştı ki...

15 Eylül 2011 Perşembe

PKP Gecikir; Ama Gelir

Eşine az rastlanır bir durum sanırım; çünkü daha önce hiç başıma gelmedi: Varşova Merkez Tren Garı'nda yaklaşık bir saattir ayakta dikilmekteyim. Bir dizi aksilik sonucu, 14.50'deki Olsztyn trenini kaçırdım. Sonraki tren 17.10'daydı; ancak nasıl olduysa rötar yaptı. Ben Olsztyn trenini beklerken önümde Bialystok treni durdu. O da yaklaşık bir saat gecikmiş: Bunu o ana kadarki uzun bekleyişim sırasında, kolumdaki Galatasaray bilekliğimi farkederek yanıma gelen bir Türk'ten öğreniyorum.

Kendisi Türkiye'de bir turizm acentasında çalışırken, tanışıp aşka tutulduğu bir Polonyalı turistle evlenmiş. Daha sonra yıllarca okuyup, uğrunda üniversite sıralarında dirsek çürüttüğü mesleği bir kenara itip, karısının yaşadığı kente Bialystok'a iki Türk arkadaşıyla beraber yerleşip kebapçı açmış. "Üç Türk bir araya gelince ne yapar? Kebapçı açar!" diyor. Bir de benim için önemli olan bilgiyi veriyor bu arada: "Sanırım sabah erken saatlerde garda ufak çaplı bir yangın çıkmış, bu yüzden seferler sarkmış".

Polonya'da otobüs, tren farketmez tüm seferler çok dakiktir, o benden daha tecrübeli, iki yıldır Polonya içinde yolculuk yapmasına rağmen ilk kez böyle bir şeyin başına geldiğini söylüyor.

Abimizi Bialystok'a uğurladıktan sonra çaresiz bir köşeye kıvrılıyorum. Ertelenen seferlerin yarattığı aşırı kalabalık yüzünden üst kattaki geniş salonda oturacak yer bulmak imkansız. Birkaç kişiye Olsztyn treninin tam olarak ne kadar rötar yapacağı hakkında bilgisi olup olmadığını sorduktan ve benden fazla bilgileri olmadığını öğrendikten sonra şansımı Information'da denemeye karar veriyorum. Aldığım cevap 1.5 saatlik bir rötar olduğu yönünde..

Saat 19.00'u aşıp, tren hala görünürde olmayınca bir kez daha perondan ayrılıp üst kattaki Information'ın yolunu tutuyorum. Israrlı çemkirmelerim üzerine şef görünümlü bir adam geliyor. 1-2 yere telefon ettikten sonra trenin tam da o anda perona yanaştığını söylüyor. Gerçekten şanssız günümdeyim! Peronu terk edip gitmem, az daha treni bir kez daha kaçırmama neden olacaktı çünkü! Koşar adımlarla alt kata, peronların olduğu yere geri dönüp sonunda beni Olsztyn'e götürecek trende yerimi alıyorum.


Önceki treni kaçırmış olmama rağmen biletim yanmadı; çünkü Polonya'da aldığınız herhangi bir tren bileti 24 saat geçerliliğe sahip. Örneğin Varşova'dan Olsztyn'e günde 3 sefer var. Aldığım Olsztyn biletini böylece dilediğim bu 3 seferden birinde kullanabilirim.

Tıka basa dolu bir tren. 50 yaşlarında bir baba, akranım iki oğlu ve babanın yakın bir arkadaşından müteşekkil bir kompartıman. Babanın yolluklarla dolu kocaman bavulu. İkram edilen votkalar, biralar ve oğulların koridordan geçen kızlara "yabancı" bir arkadaşları olduğunu söyleyip hava atma çabaları...

Bana özel olan duygularsa, tek başıma çıktığım her tren yolculuğunda olduğu gibi yabancı topraklarda kendi başına yolculuk etmenin getirdiği kendine güven, özgürlük hissi ve mutluluk...

2 Eylül 2011 Cuma

Sen Gölge Et Sinop

Öncesi

Isınan hava ve iki saatlik dolaşmanın oluşturduğu harareti soğuk içeceklerle dindirme telaşıyla buluşma noktamıza doğru yürürken, bir yandan da, kaldırımların yürüyen bant haline getirilmesi noktasında iflah olmaz bir fantaziye sahip Alp'in, bir gün bu kararları alabilecek makamlardan birinde olduğunda hayata geçirmesi muhtemel projesi üzerinden geyik yapıyorduk. O esnada kardeşin arabası gözüktü. Bu kez klima ile sarmaş dolaş olunup, amca/dayıya şükranlar sunuldu. Hatta alınmış bisküvilerden hangisini tercih ettiği sorulurken, buz gibi kolası da açılıp eline verildi. Ve hatta bisküviler bizzat Alp tarafından anne şefkatli ifadeler eşliğinde tek tek yedirildi. Bu direksiyonu bırakmasın da başımıza bir iş gelmesin diye mi, yoksa yağcılıktan mı yapıldı, bilmiyorum!

Çevre yoluna çıkılması ile birlikte mahalle baskısından kurtulunca tadı çıkarılmaya başlayan soğuk içecekler ve kliması kıvamında trip'e eşlik edenler, ayçiçeği tarlaları oldu. Henüz uyku halinde de olsalar çok güzel fotoğraflar verdiler bize. Uçsuz bucaksız sessizlik ve duruşlarındaki şefkat etkileyiciydi.


Güzergah, güzel manzaralar eşliğinde seyahate olanak tanıyan, hangi noktada dursam da fotoğraf çeksem karmaşaları yaratan, asla tek karede kalamayacağınız, yazıya fotoğraf olarak hangisini koysamın tatlı telaşını yaşayacağınız keyifler katan bir yeşile ve upuzun akan bir nehire sahip.


Başlangıcından denize döküldüğü deltaya kadar bir sürü uygarlığın ayak izlerini sunan eşsiz güzellikteki Kızılırmak boyunca, yüzer otel halinde düzenlenmiş bir nehir gemisiyle turlar düzenlense fantazimizi bolca köpürttük. Sırıklar bu nehrin üzerinde taşımacılık yapılmasına olanak vermediğini söylediler. Biz yine de pek çok alternatif geliştirdik. Sonuçta Hitler'in cetveli çizip iki şehri birleştirerek "yol buradan geçecek, işte bu kadar!" tavrından hareketle düşünceler ürettik. Bugünün dünyasında bu nehir üzerinde hareket edebilecek 40-50 yolcu kapasiteli, lokantalı- barlı yüzer araçlar yapılabileceği üzerinde fikir birliği sağladık. Artık bundan gerisini araştırmak bu fikirle ilgilenecek yatırımcılara, yöneticilere ve özellikle Turizm Bakanlığına kalıyor!


Bilmeyenler için altını çizmeliyim ki güzergah üzerinde, ülkemizin çok çok bilinen popüler ören yerleri kadar tarih ve gezilebilecek alan var. Üstelik, olası seyahat akşamlarına eşlik edecek nehrin sunduğu balıklar, eldeki kadehlerden akarak ruhları katmerleyecek içkiler, ayışığından denize düşen yakamozların yarattığı romantizm, kamaralardaki sarmaş dolaş uykular da cabası.

Kızılırmak boyunca süregiden bu üretkenliğimizi, eski zamanlardan ışınlanmış satıcıdan aldığımız mantar tabancalarımızı sıklıkla ateşleyerek, fotoğraf çekmek için durduğumuz noktalarda tekrar tekrar kutlamayı ihmal etmedik.

Adını aldığı Durak Han görülmeye, Sırık Kebabı da tadılmaya mecbur olunası Durağan ile eski evleri ve kalesi muhteşem Boyabat'ı zaman darlığından es geçtik. "Dranaz'dan gidelim, yeni yolu kullanmayalım" cümlelerimiz tüm gayretlerimize rağmen ağamız tarafından kaale alınmayınca, yeni yoldan giderek vardık Sinop'a. Kardeşi sanayi sitesinde bırakarak arabayı alıp daldık, tersane güzergahına.


Tüm yol boyunca yeme konusunda yaptığımız projeksiyonlarda; "önce Teyze'nin Yeri'nde yarımşar porsiyon mantı yiyelim, sonra da Barınağa gidelim" önerim kabul görmediği için arabayı otoparka bırakıp Barınağa gittik.

Sinop; Diyojen'in aksine "gölge et bana , kurbanım sana" dedirtecek kadar güzel, şirin, sakin ve eğlenceli bir kent. Bizim sırıkların "yaşayacaksan burada yaşayacaksın" diyecek kadar çok sevdikleri, dünyada hiç bir yerle eşleyemedikleri bir yer...


İnsanda yarattığı huzur ve sunduklarıyla açıkcası bende yarattığı duygu da bu... Yazın tatilcilerin gelmesiyle birlikte 24 saat eğlenen ama bu eğlentiyle kimselere rahatsızlık vermeyen, kışınsa başka başka güzellikler sunan bir yer burası. Aslında kent algısı Sinop'taki huzuru ve dinginliği anlatmaya yetmiyor. Birçok kişinin küçük bir sahil kasabası vurgusuyla betimlediği hayale belki de en çok uyan yer burası.


Yol boyunca hayali kurulan mekanda uygun bir masaya konuşlandıktan sonra siparişler verildi: İki büyük- bir küçük pizza, iki bira ve bir kola... Şahane manzara eşliğinde bol esprili bir keyfile yenildi, içildi. Hatta ikinci bira siparişleri geçildi.


Aslında tüm bunlardan önce: Girdikleri her ortamda dikkat çeken bizim sırıkları izlemekte olan kızların bu keyifleri uzun sürsün diye, masanın kızlara dönük kısmını sırıklara bırakma inceliğini gösterdim. Bunları sırıklar kızları kessin diye değil, kızlar mutlu olsun diye yaptım. Bu cümlemin altını çiziyorum! Adamlar harbiden çok yakışıklı... Sipariş kısmında kola vurgusunu da özellikle yaptım. Bira içerek günaha girenin ben olmadığım belgelensin diye!


Barınak Kafe'nin pizzasının kendine özel olduğunu bilerek ve kabul ederek gelmelisiniz buraya. Onun pizzasını, iyi yapılmış İtalyan Pizzalarıyla kıyaslamamalısınız. Tarzı Amerikan Pizzalarına daha yakın olan bu pizzayı özgün ve buraya ait bir tat olarak değerlendirmeniz de yarar var. Mekanın en az 35-40 yıllık olduğunu ve kalitedeki ısrarını sürdürdüğünü de özellikle vurgulamalıyım.

Pizzaların ve kızlara sunduğumuz seyir zevkinin ardından, kısa ve sadece sahili kapsayan bir tura başladık. İlk hedefimiz; benim, konumu itibariyle dünyanın en güzel kütüphanesi diye tanımladığım "Sinop Dr. Rıza Nur Halk Kütüphanesi"ydi.


Bizim çocuklara müthiş bir okuma hevesi geliyor Sinop'a ve buraya geldiklerinde. Burada yaşasalarmış Oxford'u kazanmaları işten bile değilmiş! Hakikaten insanı kıpırdatan ve orada olma arzusu yaratan bir kütüphane bu. Mesela oturduğunuz çalışma masalarından birinden göreceğiniz manzara şu:


Kütüphaneden sonra Aşıklar Caddesi'nin kenarındaki Barış Manço Parkının önünden yürümeye devam ettik. Burada şahane bir espri geldi sırıklardan ama yazmıyacağım.


Bu caddenin üzerinde trip boyu pazarlık konusu yaptığımız süper mantıcı var. Sinop Mantısının hamurun biçiminden öte en belirgin farkı, üzerine yoğurt yerine bolca, dövülmüş ceviz dökülmesi... Olur da bir gün yolunuz düşerse, Vedat Milor'dan not almış bu şirin mekanda size tavsiyem, karışık mantı tercih etmeniz . Yani yarısı yoğurtlu, yarısı cevizli...


Yürümeye aynı cadde üzerinden devamla, Sinop Kalesi içinden geçip Barınak ve diğer kafelerin olduğu sokaktan yalı kahvelerinin olduğu ve onlardan birinde oturduğunuzda size şu manzarayı sunan alana geldik.


Bu kahvelerin en eskilerinden biri olan, hemen caminin dibindeki Yalı Kahvesi'nde kahve içme fikrini hayata geçiremedik. Çünkü hedef noktamız, dünyanın en iyi dondurmalarından birini yapan pastaneydi.


Dondurmalar kilosuna -paraya kıyılarak- 300tl verilen gerçek salepten yapılıyor. Türkiye'nin en güzel salepleri de Sinop'un şahane ilçesi Ayancık'ın yaylalarından elde ediliyor. Şen Pastaneleri 86 yıllık bir gelenek. Yalıdaki kahvelerin bir üst sokağında. Meyveliler sorbe kıvamında ve şahaneler. Benzerlerini ancak Roma'da yiyebilirsiniz. Fiyatları sudan ucuz. Gördüğünüz ölçekteki bir dondurma 2 TL. Sıcak ve keyifli bir gezintinin ardından serin bir mekanda, hepimizden 5 yıldız alan şahane dondurmaları tatmak süper. Sırıklar istemedi ama ben gerçek bir limonatanın tadını bu kez de es geçemedim.

Dönüş yolunun dar ve keyifli virajlarında arabaları bir bir sollarken, arkadan gelen ve genç bir kız tarafından kullanılan aracın cesaretine hayranlığını sıklıkla vurgulayan kardeşin takdir cümlelerine arkadan gelen ifade şu oldu: ""Napabilirim dayı, istersen dur öpeyim kızı."


Sırıklar, eski yolda kalan Mal Gölü çeşmesinde duralım da kafamızı yıkayalım deyince, amca/dayı işlerini tamamladığından ve dolayısıyla randevu verdiği kimse kalmadığından, bu kez kırmadı onları, denizin dibinden giden yeni yoldan ayrılıp eski yola daldı.

Bu arada Mussano, Alp'e sordu: "Buraya niye mal gölü demişler ki? Buna bir yanıtları yoktu. Fırsatı kaçırmak da bana yakışmazdı: "Mallar kafasını yıkasın diye..." Mussano'dan "Yatın!" uyarısı gelse de ardına takdir cümlesini eklemeyi ihmal etmedi: "Hazırlıksız yakalandık."

Sonraki hedef normalde Muşta'da yenecek dünyanın en güzel sütlaçlarından biri olurdu ama akşam sofrada olmak gerekiyordu. Ki iki kez nerede olduğumuz sorulmuş, varma saatimiz hesap edilmişti.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Vezirköprü Üzerinden Trip'e Devam

Öncesi

Cilayı bir sonraya bırakıp, kavurmalı yumurta üzerinden laf çakmalara da duyarsız kalmaksızın yeniden koyulduk yola. Hedef Vezirköprü idi. Elin oğlu bir tek taş için dünyanın öbür ucuna giderken, bizim, burnumuzun dibindeki geçmişe neden uzak kaldığımız üzerine düşünceler ürettik. Neden okullardan yakın çevreye sıklıkla ve daha çok öğretmen tarafından turlar düzenlenip gezi ve beraberinde tarihe, tarihsel varlıklara sahip çıkma bilinci geliştirilmez üzerine sorgulamalarla Vezirköprü'ye vardık. Lezzetin her geçen dakika çoğaldığı ve daha hissedilir olduğu menemenin verdiği keyifle süreç içinde, klimaya ve arabanın içindeki iklimsel koşulların olumsuzluğuna pek takılmadık. Ancak arabadan inip kardeşi sanayi sitesine müşteri ziyaretine uğurladıktan sonra üzerimizdekileri azaltmamızdan anlıyorum ki, yeni iklim koşulları bizde alışkanlık yapmıştı. Yok yok, hayır, hava gölgede epey serindi.

Vezirköprü'ye gelip de adına yapılmış parktaki heykeline selam çakmamak olmazdı.Tarihin önemli sadrazamlarından Köprülü Mehmet Paşa aynı zamanda önemli makamlara gelmiş hemşehrilerin kendi yörelerine yaptıkları katkıların güzel de bir örneğiydi. Belki de Vezirköprü'nün önemli ana arterlerden birinin üzerinde yer almamış olması korumuştu eserleri. Tüm belkilere rağmen halkın duyarlılığı da hissediliyordu.


İlçe ilginç. Modern binaların baskın çıktığı alanlardan uzaklaştığınız andan itibaren zamanın geri sardığını ve başka bir yüzyıla ışınlandığınızı hissedebiliyorsunuz.


Elbette geçmişten kalmış eserlere el atarak onlara işlevsellik kazandırıp güncel kullanıma sunan insanlara da saygı duyuyorsunuz.


Mesela burası 1622 yılında Fazıl Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış bir medrese. İçinde, ülkenin muhafazakar iktidarının oluşturduğu önyargılara rağmen geniş bir yelpazede, tanıdığınız ve sevdiğiniz yazarların, düşünürlerin kitaplarını da barındırıyor olması, mekanla kurduğunuz ilişkiyi ve ilçeye duyduğunuz sıcaklığı katmerliyor.


Okulların açık olduğu dönemlerde, kütüphane olarak kullanılan medresenin geniş koridorlarına yerleştirilmiş çok sayıdaki bilgisayarı ücretsiz kullanabilen öğrencileri görmek sevindiriyor insanı. İlçenin yöneticilerine duyduğunuz saygıyı artırıyor.


İlçenin zamanı durdurmuş çarşısında dolaşırken, tezgah yaptığı seyyar arabasında her türden bayramlık oyuncak, patlayıcı, mantar tabancası ve mantar bulunduran eski bayramlardan ışınlanmış bir satıcı ile karşılaşmak çok hoştu. Hemen, ailenin tüm çocukları(!) için seçilen tabancaların yanına, kutu kutu cephaneler eklendi. Fakat, yol boyunca tekrar tekrar hayıflanacağımız, pişmanlık ifadelerimizi sıklıkla tekrarlayacağımız üzere, tezgahın ve satıcının fotoğraflarının çekilip akıp giden zamana bırakılması ihmal edildi. Ancak bir tesellimiz var ki, bu türden dükkanların manyağı olan ben, zamanı durdurmuş bakkalı -bu kaçıncı gelişte- es geçmedim.


Aslında bu trip esnasında en çok istediğim: Şu bedestenin içindeki taş binada yer alan lokantanın fotoğraflarını çekmek, orada bir eski zaman keyfi yaşatmaktı sırıklara... Gelin görün ki ramazandı ve ilçe küçüktü.


Vezirköprü'de kardeşin bize verdiği süre iki saatti. Sürenin sonlarına yaklaşırken sırıklar aradı telefonunu ve tamamdır dediler bizim işimiz. Ağanın eli tutulmaz elbet; dedi ki bir yarım saat daha size... Bu yarım saati sokak aralarına ayırdık. Bu sokak aralarından birinde yer alan bir eski zaman hamamına gittik.


Hamamın dumanı üzerindeydi. Bir program yaptık, soğuk ve karlı bir kış günü için... Eski Taş Han'ın restorasyonu ile oluşturulmuş konaklama alanının eskilik kokan odalarında kalacaktık ve elbette bu hamamda terlemeye gönülden razıydık.


Kardeşten gelen "siz ilçenin çıkışına doğru yürüyün ben geliyorum" telefonunun ardından içecek bir şeyler almaya karar verdik. Yıllardır, bu güzergahı kullandığım iş seyahatlerindeki olmazsa olmazım; uzun minareli camisi olan benzinlikteki büfede içtiğim dünyanın en iyi soğutulmuş kolalarının eşdeğerlerini, ilçedeki Şok'ta bulmak hoştu. Elemanların yaklaşımındaki kalite ve iyiniyetle birlikte markaya takdirlerimizi sıklıkla ifade ederken, marka değerini de yüceltmeyi borç bildik. İyi soğutulmuş içecekler, nelere kadirdi yarabbim!

Elimizde torba ilçe çıkışına doğru yürürken ve aramızda dedikodu yaparken kardeşe telefon açıp, "Biz neredeyse vardık, Sinop girişinde bekleyelim seni" demeyi de ihmal etmedik. Hemen geliyordu da!


Yazı Sinop ile sonlanacak; Ayçiçeklerine bayılacaksınız , yola muhteşem manzaralar sunarak eşlik eden Kızılırmak ile ilgili fantazilerimizi bir duyan olacak belki! Yalı kahvelerinin manzarası, orada olma isteği yaratacak ve sanırım tatil planlarınıza eklemenize sebep olacaklar bu küçük kenti.



devamı için buradan lütfen...

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Öylesine Bir Trip

Üç önceki akşam yemeğinde; "Yarın Vezirköprü, Durağan, Boyabat üzerinden Sinop-Gerze istikametine gideceğim." diyen amca/dayının, yani küçük kardeşin "İsterseniz siz de gelin," tonundaki davetkar sesine iki sırık "Okeydir." deyince, doğal olarak "davete" icabet ettim. Elbette benim gidebilmemin bir ön koşulu var: Araçta benim dışımda birilerinin olması... Bunun sebebi de kardeşin trafikteki kural dışı hareketlerine "kibarca" müdahale etmem ve çıkan tartışmaları da yine aynı "nezaketle, hiç laf sokmadan, karşıyı tahrik etmeden" uslubunca sürdürebilmem!

Yemekte malum kişi "Sabah en geç 7,5'da hareket, ona göre!" diyerek ultimatomu verince, masadaki herkesi geren bir durum hasıl oldu.

Bugüne kadar 3'ten önce yatağa girmeleri mümkün olmamış.. hazır kahvaltı masasına onları çağırmakla görevlendirilen ufaklıkların gelip gitmelerine "Tamam ya!" diyerek yanıt verip her seferinde uyumaya devam etmiş... Olaya müdahil olmak zorunda kalan büyüklerin: "Şuramıza kadar gelen öfkemiz hazır gelmişken geri göndermek olmaz" diyerek üzerlerine bir kova su dökmenin hafifliğini hissetmeye meylettiği her anda Çavuş'un-ki bu kişi anne/hala oluyor- son derece nazik, 9 şiddetindeki bağırtısıyla en erken 11'de uyanabilen iki sırığın nasıl kalkabileceği idi. Ancak sabah, şaşılacak bir biçimde zamanında kalkıp hazır olmalarıyla birlikte, amca/ dayı tarafından oluşturulması muhtemel terör de otomatik olarak ortadan kalkmış oldu.

Daha önceki yazılarda sıklıkla vurguladığım gibi ısı anlayışı mevsim normallerinden oldukça farklı olan kardeşin klima ayarlarına sessiz kalmak zorunda kalacağımızdan, kalın giyeceklerimizi de yanımıza alarak yola koyulduk. Daha ilk mola noktamıza varamadan da kışlıkları giydik. Bu esnada arkadaki sırıklardan gelen "Keşke botlarımızı da alsaymışız" serzenişlerine yürekten katıldım. "Olsun! Dışarı çıkınca ısınırız" tesellileri de ancak kısa bir süre için yeterli olabildi. Erken kalkmanın yorgunluğu üzerine çöken Alp'e Mussano'dan uyarı geldi: "Uyuma oğlum ölürsün!" Bu dakikadan yemek yemeyi planladığımız ilk mola yerine kadar iki kuzen sürekli birbirlerini kollamaya başladılar. Allaha şükür ki bu güzel yaz sabahında arabanın içindeki iklimsel koşullara yenik düşmeden, sağ salim -vazgeçilmez- mola yerimize vardık. Hayalleri akşamdan kurulmuştu ve umut olmadan yaşanamazdı!



Burası bizim üç kuşaktır geldiğimiz bir menemenci. Onlardan aldığımız tereyağlarına rağmen henüz aynı tadı yakalayamadık, o derece bir lezzet yani. En son gittiğimizde ortak kararımız lezzetin sırrının ocaktan geldiği idi. Şimdi eve propanlı ocak alma fikrini hayata geçirmek üzereyiz. İşin sırrının burada olduğu kanaatindeyiz, deneyip göreceğiz. Üç kuşaktır devam eden mekanın dış cephesinde büyük harflerle yer alan, biraz da öteki dükkanlara nispet yapar bir edayla göze sokulmuş, kendine özgü bir de "atasözü" var: "İyi yaparsan altın, kötü yaparsan nal toplarsın!"

Ankara'dan gelirken solda, Samsun'dan giderken sağda olan Çakallı'daki bu menemencinin adı İnanç Kardeşler, namı-diğer Muhtarın Yeri... Biz dört kişi, iki kişilik iki tava, kola ve çay söyledik. Domates, salatalık, zeytin ve turşudan oluşan tabaktan istemedik. Üzerinin cilasını da iki sırığın duyurmalarına rağmen yapmadık; süreçte devam edecek ve an itibariyle karar oluşturamadığımız Sinop Mantısı-Pizza ikilemi yüzünden. Cila kavurmalı yumurta oluyor ki, maaile gittiğimizde olayı brunch'a çevirip finali et ile yaptığımızı belirtmeden geçmiyeyim. Olur a, yolunuz bu taraflara düşerse boş geçmeyin.

Yazı Vezirköprü, Sinop hattıyla devam edecek; bir dondurmadan söz edeceğim ki sormayın gitsin! Benim gözümde konumu itibariyle dünyanın en güzel kütüphanesi ile de tanışacaksınız. Ve pizzasıyla ünlü bir mekanla...

devamı için buradan lütfen...



22 Ağustos 2011 Pazartesi

Dün Gece


Ayaklarımızı sarkıtarak, akıp giden zamana fotoğraflar çektik...

Yaramaz çocukların evden izinsiz telaşıyla ama zamana kayıtsız neşesiyle dondurmalar yedik...

Biz tam beş kişiydik: Karadut-böğürtlenli magnum, beyaz çikolatalı magnum, antepfıstıklı magnum, çilekli lungo, orman meyveli twister...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP