an'larım... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
an'larım... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Temmuz 2023 Pazar

Demir Ağlar Ördük

Dün blogları okurken iki yazı fena tetikliyor beni. O nedenle yazıya onlara yazdığım yorum cümlelerimle başlamak istiyorum:

Bir de son fotoğraf hadi durma sen de sizin ortancaları çek dedi bana, uymak mecburi. İşim çok; kırlangıçlar da akşam uçuş eğitimlerinde sürekli mesaj veriyorlardı; hadi durma Marteniçkanı bağla diye... Zeytin ağacımızda karar kıldım, şimdi hemen çıkıyor ve bağlıyorum.

Teşekkürler Sevgili Şule.

Bugün yazımı Altın Gün eşliğinde yazmayı düşünüyorum ki şu an açtım linki, dün akşam görmüştüm yeni konseri yazınızda... Arte'ye biraz uzak kalmışım demek ki...

Teşekkürler Sevgili Okul Arkadaşım.

*
Kahvaltı yapmıyorum. Bugün bayram çocuğuyum. Gün bana neler sunacak bilmiyorum; ekstra bir beklentim olmadığı gibi hoş bir bayram coşkusu elinden tutulmuş çocuk gibi sürüklüyor beni.

O coşkunun planına teslimim.

En afacan çocuk duygumla ve bir an öncenin telaşıyla bahçe kapısına yönelmişken kendimi arka bahçede ve zeytin ağacının altında buluyorum. Ben leyleklere umut bağlamışken en sevdiğim kadın kırlangıçlar da olur diyor.

Bir kaç gündür akşam saatlerinde, güneş battıktan sonra kırlangıç bebeleri Tornado savaş uçakları gibi havada varyasyonlar yaparak ve son sürat, ve çevik hareketlerle uçuş eğitimindeler.

Üstelik hemen üstümdeki çatıda yaşıyorlar ve uçuş hatları göz hizamda...

O halde eylem zamanı!

Bağlıyorum genç zeytin ağacına; günlerdir sol bileğimde taşıdığım ve enn sevdiğim kadının günler öncesinden bana getirdiği Marteniçkamı.

Hemen arkamdaki erik ağacının altında ise bir aslan yatıyor: Bitsy. En uzun yaşayan ama asıl evimizin olduğu yerdeki yeni binamızın bitmiş ve taşındığımız halini göremeden aynı toprağa gömdüğümüz aslan parçamız, gözü kara bir terier, benim diyen kurta nal toplatır,

öykülerinden kitap yazılır.


Dış kapıya doğru ilerlerken ortancalarla selamlaşıyoruz. Hal hatır sonrasından espriyi patlatıyorlar; diyorum toplu fotoğrafa eyvallah, çekiyorum, ancak iki tanenizi seçin ki blogdaki alan darlığı nedeniyle hepinizden söz edim ama sembolik bir fotoğraf olarak onu kullanim yazımda.

Gülümsüyorlar...

Sayısızca çekiyorum ve konu mankeni olarak, mutabakatla, bir çifti uygun buluyoruz ve o pozu yazıya taşıyorum.


Sırt çantamda tavsiye konusunda çekimser olduğum ama bayılarak okuduğum tuğla var. Dün yağmur sabahın güzelliğine çiselerken ve ben 40 yıldan aşkın bir süre önce kaybettiğimiz babamın -imar uygulamaları nedeni ile- artık halkımızın kullanımına emanet kadim çamlarının altındaki bankta oturmuşken, bu şahane kitabın uçan halıya dönen sayfalarına binerek gittiğim -ilgi alanımdaki coğrafyalarda- yer yer savaşların ortasında kalarak ama daha çok yazarın engin bilgisinden yararlanarak bir film gibi izlediğim romanda, bir kez daha kayboluyorum.

Ve güneş dürtüklüyor beni...

artık seninleyiz, diyor.

istikamet net; ağır adımlarla, sabahı soluyarak varıyoruz Afiyet'e.

Ve kitapla birlikte seçimlerimizi yapıyor, her zamanki masamızla da kucaklaşıyoruz.

Hımmmmm... pastalarımız enfes, üzerine yudumladığımız çayımız da... Lakin sol yanımdaki masadaki sohbet!

İçinden akan cümleler kulaklarımı dikiyor.

Üzerinde Samsunspor forması olan bir abi bu; sanki bana bayramın hediyesi. Ortak bir sohbetin kapısını biraz sonra çalacağım mutlak. Kitaptayım ama kulağım orada. An bulunmaz bir hint kumaşı ki abinin de çok mutlu olacağı kesin:


Bir kaç dakika sonra kendisinden genç bir çocuğun anlatacaklarının ve tanıklıklarının onu çok, ama çok mutlu edeceğini, geçmişin tadına götüreceğini, şaşırtacağını ve bu yerden bitme bana bir lütuf mu diye düşündürteceğini ve konu üzerindeki özlemi ve dili neredeyse pas tutmuşken tümünün o çocukla birlikte -bir kaç dakika içinde- altına dönüşeceğini, ikisinin de çaylarının soğuyacağını ama umurlarında olmayacağını...

O abinin bir tehlike uyarısı için sözünü edeceği köprünün aslında kadim bir geleneği olduğunu söylemediği için çocuk...

henüz bilmiyor Abi.





2.Bölüm Ahşap Traversler Ve Demir Yolu Kardeşliği için buradan lütfen...

30 Haziran 2023 Cuma

O Zaman Bu Zaman San Sebastian


Pasta dolabı muhteşem,

her biri sanat harikası.



Kışkırtıcı,

ukalalık yok;

son derece sıcak bir iletişim oluşuyor, pastalarla aramızda.


Kullandığımız sessiz dil ortak,

sıcak ve esprili.


Orman meyveli cheesecake'i gözüme kestiriyorum; San Sebastian göz kırpıyor.

Selam çakıyor, sevdim seni diyor, ardına tez zamanda bir masada seninle sohbetin dibindeyiz, merak etme'yi ekliyorum.

Onu şimdilik bir başka zaman için bırakıyor...

ve "Limonatanız var mı?" diye soruyorum;


olmadığını öğrenince...

Kahve aklımdan geçse de...

"Çay lütfen," diyorum.





4 Haziran 2023 Pazar

Şımartan Bir Keşif


Güne dair geniş bir planım var,

hevesliyim de!

Şehire inmek ve biri bira, diğeri kahve için olmak üzere iki mekânda takılmak ve eğer sezon devam ediyorsa da bu eylemler öncesinde Düş Evi Oyuncuları'nda sahnelenmekte olan oyunu izlemek.


*

3 Haziran Cumartesi


Saçlarım için berberime doğru yürüyorum, aheste ve az önce aldığım kaşarlı milföylerin tadını çıkararak... Oradan dönüşte duş, akabinde hayal edilenlerin hayata geçirilmesi ve günün akşamında ise önceki yazıda bahsedilen şirin pastanede San Sebastian...


Saçlarda işlem tamam; teşekkür edip ellerine sağlık dedim berberime. Fikrim gökyüzü ile istişare halinde; hava yağdı yağacak. Tedbirliyim; alaylı meteorolog evden çıkarken koklamıştı havayı. Geldiğim caddenin paralelinden, yeşillikler içinden ve bulvara kestirmeden iniyorum.

Az önce, eğer doluysa berbere işinin bittiğinde haber vermesini söyleyerek yürüdüğüm ve  banklarında kitap okumaya bayıldığım minik parkın önünden geçtim.

Hedefimde enn sevdiğim kadının önerdiği ve geçen gün olmadığı için alıp yiyemediğim kaymaklı dondurma var.

Adımlarım aheste; coğrafyanın tadını çıkarıyorlar.

Yağmur ufak sinyaller gönderiyor.

Yağmurluksa sırt çantamda istirahat halinde.

Aptal ıslatan denir mi, gökten düşen küçük ve hoş damlalara?

O zaman ben aptalım; sevdim ufak dokunuşlarını, yağmurun.

Şehire inme fikrinden gittikçe uzaklaşıyorum. Şahane bir dinginlik bünyemi ele almakla kalmıyor, büyük de bir keyif bahşediyor bana. Mutluyum; şahane gün ben buna derim. Teşekkürler Cumartesi.

Süzülüyorum Tarım Kredi Kooperatifi'nin düzenine ve dekorasyonuna bayıldığım marketinden içeri. Şımartan tatlar rafında kalıyorum. Göz göze gelinen ilk an ve etkileşim içe düşen bir kor kadar yakıcı.

Aklım alınmış durumda.

O halde elde var bir!


Alışverişi kaymaklı dondurma, bir paket kesme şeker, bir litre yarım yağlı süt ve yeni tanıştığım, o ilk bakışma anında beni etkilemeyi başaran paketle tamamlıyorum.

Bulvardan tekrar ayrılıyorum, dondurmaya yumulmuş durumdayım; onu öneren enn sevdiğim kadına sevgiler yolluyorum.

Ve elbette blog dostlarıma özellikle kaymaklı dondurmayı şiddetle öneriyorum!

Bağ bahçeler arasında keyifle yürürken yeni tanıştığım paketi de açıyorum; çünkü dondurmayı az önce bitirdim, kutusunu da çöpe attım.

İlk defa gördüğüm bir marka Elle. Ayakkabı çantayı elbette biliyorum ama bu ne iş? Paketin içindeki her bir minik top da ambalajlı.

Yırtıyorum ilkini.

Bir ısırık...

Hımmmmmmmm!!!

Gittim ben!

Tamam minik topun dışı çikolata kaplı, alt gofret, ama gofreti aşınca da içeride akışkan bir çikolata; sup kıvamından bir tık daha şelale ve muhteşem bir kombinasyon.

Bitter tercih etmiştim çünkü o henüz raftayken, göz göze geldiğimiz o ilk anda, bir ışık yakmıştı zihnimde!

Denizin kıyısına iniyoruz; damaklarım fena şımarık; hep birlikte zevk içinde yüzüyoruz.

Sonra fikrim beni uyarıyor, heyecanlanıyorum. Damaklarım bir ortaklık teklif ediyor, tereddütsüz kabul ediyorum.

Ve yolumun üzerindeki ilk markete girip 4 gramlık minik paketlerdeki Nescafe Gold'lardan alıyorum.

O arada wafer ball'ları ufak ufak götürmekteyim...



Günün Ruhları Dürtükleyen Saatleri



Kanepedeyim, televizyon açık. Şaşkınım çünkü tekrar edeceğim üzere, uzun zaman sonra bir diziyi, dolayısı ile bölümlerini peş peşe izliyorum. Dördüncü sezona bu akşam geçeceğim; belki de beşinciye giriş yapacağım. Başta kadın karakter olmak üzere ikilinin ilişkilerine hastayım. Kadın karakter -benden ırak- hayal kurdurmalık. Lakin ufacık bile bir imrenmem yok, ah keşke diye bir kıyasım da. Sadece şansıma gülümsüyorum, bazı benzerliklere tebessüm ediyor, 10 yılı aşmış süreden bir çok enstantaneyi gözümün önünden geçiriyor, sürekli gülümsüyor, onca yıllık iyi ki'lerime yeni iyi ki'ler ekliyorum.

Sonra, bir sonraki sezon için ara veriyor ve Wafer Ball paketini elime alır almaz kurduğum hayali hayata geçirmek üzere kupaya süt doldurup üç minik şeker atarak onu mikrodalgaya yerleştirip, süreyi de iki dakika yirmi saniyeye ayarlıyorum. O krema tadında köpük oluştura dursun, ben bu kez dört gramlık Nescafe Gold'u, çok az sıcak suyla çözüyorum ve mikrodalganın ötmesinin ardından kahveyi süte usul usul eklerken bir yandan da karıştırıyorum.


Diziyi kaldığım yerden başlatıyorum. Biraz önce enn sevdiğim kadınla gezi planları yapmıştık ve tüm konuşma bir görsel olarak akmıştı zihnimden.

Wafer Ball'ı alıyor paketten ve çıkarıyorum minik ambalajından.

Yarısından ısırıyorum. Ortasındaki sıvı çikolata dilimin üzerinde yayılırken, bir yudum sütlü kahveyi gönderiyorum içeriye... Minik topun dışındaki katı, içindeki sıvı çikolata ve gofretin sütlü kahve ile buluşma hali muhteşem, ardından bu kez sadece bir yudum daha kahve ile damağı temizliyorum ve az önce zevkten ölmüş damağı yeni kombinasyon için hazır hale getiriyorum.

25 Mayıs 2023 Perşembe

Gündüz Rakısı

20 Mayıs Cumartesi

İskele Kafe sezonu açmış. Oysa bir kaç hafta evvel ne kadar üzülmüştüm ve üzüntüm onun işlevini terk ettiği kanısıyla yokluk duygusunu yaşamam üzerineydi. Uzaktan bir yıkım halinde olduğunu fark etmiş, artık kafenin yerine balık tutkunlarının olta attıkları bir hizmet alanı oluşturulduğunu sanmış ve kızmış, durumu enn sevdiğim kadınla da paylaşmıştım. Bir kaç gün sonra yıkılan küçük ve mutfak özelliği taşıyan bölümünün yeniden inşa halinde olduğunu görmüş, ancak bunun da başka bir görevlendirme için olduğunu sanmıştım.

Taa ki bugün tüm ışıklarının yanıyor olduğunu görene kadar.

Evden başka bir amaçla çıkmış olsam da an itibariyle fikrim, hedefine İskele Kafe'yi yerleştiriyor. Göz temasımı kesmeden ona doğru yürüyorum. Meydandan sola dönüp yürüyüşüme devam ediyorum. Yaklaştıkça anlıyorum ki boşa kızmışım ve yiteceği için de boşa üzülmüşüm. Çünkü mutfak kısmında çalışanlar var; tuvaletler kısmı da tıpkı mutfak gibi yenilenmiş.

"Bir limonata lütfen!"

En uç masaya yürüyor ve konuşlanıyorum. Elimde enfes bir kitap var. Manzaram doyumsuz ancak paylaşılacak fotoğraf tercihimi farklı kullanmaya karar veriyorum. Limonata muhteşem, keyfim gıcır ve sonrasında akşama devamla kendimi iyice şımartma kararındayım.

Yaz kendini iyice hissettiriyor. Denizden gittikçe uzaklaşıyorum. Tavuklu nohutlu pilav arabası her zamanki saatinde aşçı kepli ve önlüklü sahibi ile mini parktaki standart yerine doğru gidiyor. Bir an gideceğim noktadan vazgeçip, pilava takılmayı düşünüyorum ama kısa sürede diğer tercihimin daha keyif verici olduğuna karar veriyorum;

ve şimdi sevdiğim pastane Afiyet'in verandasındayım.

Her birinden ikişer tane olmak kaydıyla dört çeşit kuru pasta seçiyorum ve bir de çay; fincanla diyorum ve daracık ve tek yönlü, elbette parke taşlı Lozan Caddesi'ni boydan boya göreceğim ve her zamanki, son masaya oturup kendi ada'mı yaratıyor ve kitabımı açıyorum.


21 Mayıs Pazar

Enn Sevdiğim Kadın'la neredeyse her akşam telefonla konuşsak da uzunca sayılacak bir süredir dipdibe olmamıştık. Dolayısı ile birlikte bir rakı masasında da buluşamamıştık. Dedi ki bir telefon konuşmasında "Öğle rakısı olsun bu."

Kabulümdür, dedim.

Bir an gözümde canlandı masa; özlemenin tadı had safhada. Heyecan fırından yeni çıkmış, dumanı üzerinde somun tadında.

Bir kez daha- ilk buluşmasına gidecek çocuk dünden razı ki bayılıyor bu telaşa.

Evden çıkıyor saat 13'e yaklaşırken. Tam bahçe kapısını açmak üzereyken güller arasındaki tomurcuk bir gül ile göz göze geliyor:

Muhteşem, pırıl pırıl ve kırmızının âlâsı.

Yeşil yaprakları enfes.

Usulca, incitmeden, üşendiği için mi yoksa heyecandan mı bahçe makasına gerek duymadan ve sapını çok uzun tutmadan narince, özenle ve düzgünce koparıyor onu ve sırt çantasına saklıyor. Hoplaya zıplaya, ilk buluşmasına giden çocuk tadını gram eksiltmeden, biraz da geç kaldım endişesiyle, en sevdikleri mekâna doğru coşkulu adımlarla yürüyor. Ve saat 13'ü geçirmeden mekândan içeri kıvrılıyor.

O'nun sırtı dönük. Sessizce yaklaşıyorum. O kadar güzel ki.. Sarıldık, öpüştük ve şimdi karşısındayım. Kelimeler içimden kopuyor, özlemenin tadı muhteşem. Bu kaçıncı kere ama yine de muhteşem bir ilk buluşma. Gülü uzatıyorum. Gözlerimi geri almaya hiç niyetim yok ki onların da ondan bana geri dönmek gibi bir niyetleri yok. Bu lezzetten çıkmaya ise niyetsiz mi niyetsizim.


O kadar yok olmuşum ki donatılmış masadan tek bir fotoğraf bile çekmek gelmiyor aklıma. Kelimeler cıvıl cıvıl. Gözlerim doya doya o güzelliğe bakıyor. Laf lafı açıyor. Tiflis burnumuzda tütüyor.

Söze Çanakkale de katılıyor.

İkimiz de iki şehirde de yaşayacağımızı hayal etmiyor, yaşayabiliyoruz diyoruz. Hani O oradaki Üniversite'ye nakil olabilse hemen yarın kamyonu yükleyebilecek gibiyiz. O kadar çok konuşuyoruz ki iki şehir üzerine. Ve bende de o kadar kazınmış ki yılların çok çok uzağında kalmış Savarona anılı Çanakkale;

her noktasını sanki dün oradaymış gibi, üstelik yıllar yıllar önce bir ilkokulluyken tanıdığım karakterlerinin resimlerini birebir çizecek kadar net akıtırken dilimden;

amcamların ev sahibinin gelini Pakize Suda'yı bile magazin basınını atlatırcasına döküyorum çocuk gözlerimden, masanın üzerine.

Orduevi tam karşımda, hafta sonu İstikâl Marşı için bandocular caddeye döndüler ve şu anda günün popüler şarkılarını çalarak geliyorlar sanki... Kordondan yürüyerek vardığım mini golf sahasının artık olmadığını öğreniyorum enn sevdiğim kadından. Mezelerin tadı damaklarımızda, saatler saatleri kovalamış ve bizim durasımız yok; kelimeler ardı ardına. O halde biten 35'liğin üzerine bir 20'lik daha... Bu akşam beyin yoktu ama diğerleri tam tekmil yerlerini almıştı masada. Arnavut ciğeri bu kez bir tık iri parçalar halinde ve ekstra baharat dokunuşlu haliyle bambaşka şarkılar söyledi damaklarımıza.

Onca saat su gibi akıp gitmişti yine,

bi cila da gerekliydi sanki!

"Bira lütfen."

13'de oturduğumuz masadan anca saat 22'ye yaklaşırken ve yeni bir rekor kırararak kalkabildik. Yakın istasyona gitmeyip yolu uzattık. Ara sokaklarından birine daldık ki evin ve park yerindekinin fotoğrafını çekmeden olmazdı;

ki sahibinin hikâyesini anlatmak da bana farzdı.

Anlattım.


Uzak istasyona doğru yürüyorduk, sular seller gibi konuşuyorduk. Engin'lerin evinin önünde durduk. Artık eskilerin yerini yenilerin aldığı mahallemizdeki, çocukluktan kalmış nadir -yazlık- evlerden biriydi kendisi.

Işıl ışıl ve kocaman mağazalardan birine girdik sonra, bakındık, eğlendik.

Yıllardır dikkatimi çeken ve bana çok yakın, sevimli ve henüz adım atmadığım ama her an atacağım butik ve minik pastanenin önünden de biraz önce geçtik.

Kelimeler bitmedi,

anılarımda yeri derin Meteoroloji Bölge Müdürlüğü'nün peşkeş çekilen muhteşem alanına yapılmakta olan AVM'yi eleştirdik.

Onunla temaslı yürümek, gecenin güzelliği, konser planları yapmanın ve hayatımın en güzel günü, akşamı, gecelerinden birinin muhteşem tadıyla ve hafiften leyla ama tenlerimizi hisseden adımlarla bizim istasyona vardık.

Tren gelene kadar dışarıda kaldık.

Güldük, konuştuk, sarıldık, vedalaştık ve o trene binerken ben trenin önümden geçişine kadar bekledim...

Ve hayatının en güzel masallarından birini yaşamış çocuk tadıyla

ve zıplayan adımlarla ve en afacan gülüşlerimle doğrudan sahile inerek,

denizin kıyısından eve doğru yöneldim.



Devamı, Türkiye Yüzyılı'nın İki Günü

12 Mayıs 2023 Cuma

Cuma Baharında Mitinge Giden Adam

Yani durum normal, ben aptal aptal gülüyorum an itibariyle. Zaten bu ara yolda yürürken, bir yerde otururken, alışveriş yaparken yoldan gelip geçen herkese iyi geliyorum, eminim. Ne de olsa insanların birbirlerine selam verip gülmediği bir ülkede yaşıyorlar ve en azından aklından geçenlerin, okuduğu satırların, hayalini kurduğu mekânlar ve bazı hinliklerin tadıyla baktığı yerin farkında olmadan gülümseyen bir şaşkının, -kendilerine- gülümsediğini sanıyorlar.

22 Şubat 2023 Çarşamba

Sağaltıcı Üçlü



Ülkeme kışın en karası düşmüşken;

ve ben kitap okumuyor, eğlenceli hiçbir şey izlemiyorken;

altında kaldığım göçükten inatla kalkıyor, yürümeye başlıyor ve yazları tadını çıkardığım soluk alma noktalarımdan birinin verandasında;

kışların en soğuğu bir akşamda,

her zamanki üçlümle birlikte kendimi sağaltıyorum.




2 Ocak 2023 Pazartesi

Güzeldi Be!

Kardeşle alışverişe çıkıyoruz. Şef bu yıl hindiyi boş veriyor, kuzu kolda karar kılıyor ve onu üçe böldürüyor. Tüm bu eylemlerden önce enn sevdiğim kadına uğruyor, yeni yıllaşıyor ve de hediyeleşiyoruz.

Hava çok güzel, tropikal coğrafyada yeni yıl!


Niyetimde viski içmek var ve içi şirin şekerlemelerle dolu ve ellerimize az önce enn sevdiğim kadın tarafından tutuşturulan geyikli, karlı ve çam ağaçlı minik bardakları kullanmayı düşünüyorum.

Özellikle yılın ikinci yarısında gösterdiğim yüksek performansdan kaynaklı olarak sağlam bir bilanço ile kapatınca 2022'yi, bu gece benim gecem havasındayım. 


Evdeyim ve küçük kardeş arıyor; vakti saati tamam araması bu. Geliyoruz, diyorum. Kapıdan giriyoruz ki kokular miss, şef yine döktürmüş; 3 saatte fırında pişmiş kuzu kol fırından çıkmış ama fırın kabının üzerindeki folyo yırtılmış olsa da yağlı kağıt duruyor. Sanırım şef son dokunuş olarak onu dinlendiriyor.

Uzun bir yazlık sinemalar muhabbeti yapıyoruz Mussano'yla, pek çok anı anlatıyorum ki bunları aslında eskiden oldukları yerleri fotoğraflayarak yazmam da lazım.

Mussano yemekten biraz sonra eve çıkıyor.

Bir süre sonra da kardeş az uyuyacağım diyerek yatak odasına çekiliyor ama dönmeyeceği kesin.

Şimdi salon bana kalmış durumda ve konseptim eski televizyon yılları, TV 8'de O Ses Türkiye açık..


Binanın en sevdiğim dairesindeyim, dibi bahçe, açık mutfaklı salonun televizyonun karşısındaki kanepesine yerleşiyor, viskimi, Schweppes mandalinamı, suyumu ve çerez tabağımı da sehpanın üzerine konuşlandırıyorum. Tüy gibi hafifim ve olağanüstü bir keyif bünyeye hakim. Saatler saatleri kovalıyor, normalde izlemediğim programı uyumlu buluyorum anla ve hoşuma gidiyor. O kadar keyifli bir zaman ki hiç bitsin istemiyorum. Uzun aralıklarla kalkıyor, boşalmış bardağıma iki parmak Jack Daniel's koyuyor, iki buz atıyor ve televizyonun karşısına kuruluyorum. Gece boyunca sadece eksilenleri tamamlamak için kalkıp mutfak tarafına geçiyor, o kısa süreli anların dışındaki tüm zamanı kanepede geçiriyorum. Ve inanılmaz bir huzurla akıp geçiyor saatler, en iyi yılbaşı gecelerinden biri olma payesini alması mutlak.


Saat tam 00:00 olunca elbette tek tuş ve Enn Sevdiğim Kadın ki telefon açılmıyor, yaklaşık bir haftadır süren bir gripal durum var ve yatmış olacağını düşünüyor ve kısa bir çaldırmanın ardından kapatıyorum telefonu. Kapatmamla da o arıyor.

Kurulmuş bir cümlem yok.

Dilimden dökülenler net, çok yürekten ve kısa... ve beni bile şaşırtıyorlar, ancak kopup gelen o şiirsel sıralamayı şu an hatırlamıyorum ama özü şuydu:

Sürekli aklımda ve kalbimde olduğun için çok mutluyum, seni seviyorum, iyi yıllar.


Sonra MTV'ye geçiyor, son kez ki sanırım dördüncü, bardağa iki parmak jack koyup iki de buz ekliyor, bunu zamana yayıyor, son yudumun ardından aslında devam edecek keyifte ve potansiyelde olsam da boşları bulaşık makinesine koyuyor ve kardeşi uyandırmadan kendi daireme çıkmak üzere asansöre biniyorum.

Elbette şıp diye uyumuyorum, dünya alem, daha çok da bizim alem ne durumda diye bloglara bir göz atıyor, biraz kitap okuyor, sonra da tüm ayartma çabalarına rağmen şeytana uymuyorum ve uyuyorum.

16 Aralık 2022 Cuma

Ayaklarımı Yerden Kesen Camdan Süzülen Güneş Mi?

Kardeşe, "Sabah beni berbere bırakabilir misin?" diyorum. "7:30'da aşağıda ol," diyor. Krize dayanamayan berberim uzun bir yokuşun epeyi yukarı bir noktasından girilen sokaktaki küçük bir dükkâna taşındı. Başta yadırgadım ama sonra bulunduğu coğrafya hoşuma gitti. Üstelik minik ve bir mimarın adı verilmiş şirin bir de park var, havalar sıcakken oturup kitap okumuştum.

7:30'da aşağıdayım. Hava kapalı ve soğuk. Üstelik 9'dan önce açmıyorlar dükkânı. Buna seviniyorum bir yandan, kocaman bir cami var bölgede; onun merdivenlerinden çıkılan, aynı zamanda üst ve yan sokaktan da girilebilen, içinde bir çay ocağı, alana serpiştirilmiş masalar olan minik ağaçlı, sarmaşık güllü, park tadında keyifli de bir alan. Kahvaltı yapmadan geliyorum çünkü yokuşu tekrar çıkmak gerekse de biraz aşağıda şahane bir fırın-pastane var. Kardeşle vedalaşınca doğrudan oraya yürüyorum.

"İki kol böreği; biri kıymalı diğeri peynirli lütfen,"

"Bir de şu üzerinde toz şekerler olan içi kakaolu ay şeklindeki milföy pastadan lütfen."

Çay ocağının olduğu kısıma doğru yokuşu yürüyorum. İçeri geçip bir büyük çay lütfen diyor, yağmur izleri olan dış masalardan birine oturuyorum. Çayımla birlikte böreklerin peynirli olanından başlamışken ve işi ağırdan alırken ana caddenin yokuşunu inen bir Patpat'ın, yokuşu çıkıp sol sokağa dönmeye niyetlenen araca fren yapmasına rağmen ve ıslak olduğu için yerler çarpması ile birlikte herkes olay mahalline yürüyor. Sonra ambulans, ardından polis derken, halkımızın olay yorumlarının yanı sıra hukuk bilgilerini de dinlemek durumunda kalıyorum ve ikinci ama bu kez küçük bir çay istiyorum.

Sırt çantamda biri bitmek üzere olan iki ince kitap var.

Bir iki çevre turu daha atıyor, berberin tam karşısındaki bahçe duvarına oturuyorum ve sonra berberim görünüyor. Elinde kahvaltılıkları var. Tüm ısrarlarıma rağmen önce saçlarım kesiliyor; teşekkür ediyor, ellerine sağlık deyip hayırlı işler dileyerek bu kez eve doğru yokuşu inmeye başlıyorum. Ayaklarım kısmen yerden kesik. Dün akşam enn sevdiğim kadın arayınca uzun uzun ve çok keyifli konuştuk, bir sürü şeyden ve vizyondaki filmlerden bahsettik ki o Kurak Günler'in altını sürekli çizdi, ısrarla önerdi. Ona bir süredir hayal ettiğim bir planımdan söz ettim. Dedim ki bir kaç gündür fikrim dürtüyor beni, bir dahaki haftasonu, masayı salonun denize bakan Fransızına kuralım, balıkçıya balık, salata, kalamar, tatlı sipariş verelim, midyeciden midyeler alalım ve Leyla'nın beyazından açalım.

Nedense fikrim bir seçenek olarak rakıyı sunmadı bana?!

Acaba deniz, gece, mum ışıkları, müzik nedeniyle mi rakıyı iteledi fikrim, diye düşünmedim. Enn Sevdiğim Kadın salatayı biz yaparız dese de kabul etmedim. Anlaştık.

Sonra bu çookkk tatlı kadının hayatımda tuttuğu alan ve kıymeti üzerine düşündüm ve çok sevindim. Onca yıl sonra bile defalarca, çok hoş ve farklı mekânlarda yaşanmış bir eylemin sanki ilkmiş gibi bir heyecanla konuşulması bile insanı nasıl bir hoşluğa sürüklüyor gibi bir sorgulama içine de girmedim! Çünkü onunla ne yapıyorsak yapalım, her sefer -taze- bir ilk benim için.

Ne kadar farklı düşünmeye çabalasam da duygum bu.

Oysa dünyayı kaç kere turlayacak kadar yolculuk yaptık, birlikte uyuduk, birlikte zaman geçirdik.

Tamam, pandemide kurallara uyduk, fiziken olsa da fikren uzak düşmedik.

Sonra şöyle düşündüm: bu benim iyi bir insan, sevgili bir kul olmamın Tanrı tarafından ödüllendirilmesi galiba.

Berberden çıkıp eve doğru yokuşu inerken ayaklarım yerden kesikti, berber işini hallettim diye mi sevinmiştim pek anlayamadım. Ay çöreği almak için mahallemizin en iyi ay çöreği yapan pastanesine girdim, aldım ve ona evde blog okurken ve yazarken bir kahve eklerim diye düşündüm.

Bunun, direk filtre kahve şekersiz mi yoksa sütlü ve şekerli filitre kahve mi olacağı konusunda bir fikri bünyede tartışmaya meydan vermedim.

Cadde çok hoştu, çok hoş kadınlar vardı ancak hiçbiri ile ilgilenmedim. Eve gelir gelmez doğru duşa girdim. Berber giysilerimi makineye attım.

Sonra, dün bir milyon kere Lila Downs-Mercedes Sosa düeti dinlemiş olmamın üzerine yeniden laptopu açıp, piyasalara şöyle bir göz gezdirip, bir yandan oraya bakarken bir milyon kere daha Lila Downs ile Mercedes Sosa'nın Yaşama Sebebi adlı düetlerini dinledim.

Bu sabah bütün bunları yazmayı kafaya koymuştum. Görüldüğü üzere verdiğim tüm sözleri tutmuş oldum. Üstelik hava hiç öyle hissettirmezken berberim "20 derece bugün," demişti. Bir alaylı meteorolog olarak onu ciddiye almamıştım. Sanırım o sırada enn sevdiğim kadınla kuracağımız masanın ve akşamın ön izlemesini yaşıyordum.

Şu an güneş var, ve öğle yemeği için planlar yapıyorum.

Kahve-ay çöreği fikrimi bekletiyorum...

Ve Cesaria Evora Paris 2004 konserini, iş arası yapıp bayıla bayıla dinliyorum.

10 Aralık 2022 Cumartesi

Sabahın Körü

Uyanıyorum. Ruhum gıcır gıcır, uyku keyifli. Yanımdaki kitaba uzanıyorum. Buraya Kısıldık Sanırım ilk öyküsü Kayboluş'la hüp diye çekip alıyor beni. Satırlar yok oluyor ve ben bizzati odaların bir kenarında dikilmiş kısa ama güçlü öykülerin sıradan karakterlerinin görünmez bir izleyicisiyim. Üsluba ve gözlem gücüne tapmış, hiç tanımadığım, adını ilk kez duyduğum yazarın müridi olmuş durumdayım.


Günlerden yakın zamanda bir gün Leylak Dalı öğretmenimizin bir önceki yazısını okurken bir an gözlerime inanamıyorum. Roy Jacobsen'in bir kitabını görüyorum ki bayıldığım iki romanı Görünmeyenler ve Beyaz Deniz'in devamı olduğunu anlıyorum satırlarından ve ben bunu nasıl atladım telaşıyla "Büyük kazancım Rigel'in Gözleri, çok teşekkürler. İkisini okurken bir üçleme olduğunu bilmiyordum ya da dikkatimden kaçmış. İlk işim onu almak, hemen şimdi" şeklinde bir yorum yazıyor, yoruma aldığım yanıtla da ferahlıyorum çünkü kitap yeni yayınlanmış ve dumanı üzerindeymiş.

Yapı Kredi saygı duyduğum bir yayınevi, benim internet kitapçımsa başka bir yerdi, memnundum ancak anladığım krize yenik düşmüştü. İçim soğuk olsa da kitapları D&R'ın internet kitapçısından almaya başlamıştım ki fiyatları piyasanın en ucuzuydu. Bu kez dedim Sezar'ın hakkı Sezar'a; Yapı Kredi'den alıyoruz. 150 TL üstü kargo yok ve Roy Jacobsen, İtalo Calvino'nun ilk romanı Örümceklerin Yuvalandığı Patika ile Cesare Pavase hariç hiçbirini tanımadığım yazarların kısa kitaplarını tümüyle göz göze geldiğimiz anlardaki hislerime dayanarak seçiyorum. Kısa kitapları seviyorum çünkü kalın ve güçlü kitaplar sürecine girdiğimde enfes ara sıcak oluyorlar. Bir de fark ettim ki efsane geziyi peş peşe yazmaya başlayınca benim ayaklarım yerden kesilmiş ve bir balonla başka başka diyarlara ve zaman dilimlerine uçuyorum ben. Bir sürü anı ben ben diye çırpınıyor. Zaman dilimim değişti, kalbim başka türlü ve çok tatlı atmaya başladı ki sırası gelmediği halde bir kez daha İzmir'e dönüyorum. Çok özel bir ânı ve çok özel karakterlerini yazıp, dizinin İzmir kısmını sonlandırıp, daha aksiyonlu, canlı ve kalabalık beldelere doğru hızla akmak istiyorum.


Bu tadımlık, kısa seyahatler tadındaki kitaplar alımındaki ilk kazancımsa Aslı Akarsakarya; henüz iki öyküsünü okumuşken ve sabahın köründe, yerimde duramıyorum. Sabah erkeninde, henüz üzerlerinde çiğ izleri varken üzümlerin, o halleri için bağa koşan dedem gibiyim. Ama içim ışıl ışıl. Müthiş bir anlatım, pek tatlı, çok keyifli bir mizah ki alttan alttan... Bir ziyafet sofrasına servis edilen ara sıcaklar ya da enfes tadımlıklar mutluluğu saçan cümlelerle bezenmiş öyküleriyle zaten son yazılarımla dumanaltı olmuş başımı fena döndürüyor. Dayanamıyorum ve klavyeyi alıyorum elime...

Gün ışımaya yakın, İzmir'in ve henüz yazılmamış o ânın tüm renkleri zihnimde ve pırıl pırıl, yazıp bir kenara atarmıyım emin değilim, ancak dün akşamdan beri bana yaşattığı keyif inanılmaz ki karakterlerin küpelerinden emprime kıyafetlerine, ayakkabı renklerinden gülümsemelerine kadar her şeyi o andaymışçasına bir saflıkla hatırlıyorum.

Bir şat filitre kahve hazırlamalı, bir kupada bir şatlık kahveye yer kalacak kadar boşluk bırakılmış üç şekerli sütü mikrodalgada bir taşım kaynatmalı, sonra da kahveyle buluşturmalıyım!

Ve şu efsane geziden de bir an önce kurtulmalıyım... mı?

2 Aralık 2022 Cuma

Nerede Kalmıştık?

İki artı bir filmli hafta sonunun ardından yeni hafta da pek keyifli başlıyor. Öğleden sonraları işi kapatıyor, hoplaya zıplaya yemeğe çıkıyorum. Mesafeleri hiç uzatmadan da yemek sonrası dönüp, bir filtre kahve yapıp, şöyle de bir uzanıp laptop'da iki ayrı sayfa açarak biraz iş, biraz gündem, biraz bloglar şeklindeki günlük mesaime devam ediyorum. 11 gün önceki ve üç ay sonra kontrole gelmeli sol bacak sorunumda M.R'ım çiçekler gibi; bütün bağlar yerli yerinde ancak doktorum bir kez daha benim rahat duracağım konusunda endişeli, hissediyorum. Aslında ben de endişeliyim çünkü yürümelerim esnasında bazen eski zamanlara gidiyor, bazen geleceğe hayaller kuruyor, yeni bir proje, ya da seyahat planları üzerine düşünüyor ve ben onların tadına kendimi öyle kaptırmış oluyorum ki zamandan kopuyor ve de sanırım o esnalarda hızımın da farkında olamıyorum. Bunu nereden biliyorum, çünkü farkındalığım ayaklarımı yere bastırdığında, ben de "Bu ne hız ahbap?" deyip frene basıyorum. Ancak uyarıları görmezden geliyor ve süre konusunda sanırım kantarın topuzunu yine kaçırmış oluyorum.

Ve benim bu keyif anlarımın faturasını ödemek de bacaklarımdan birine düşüyor!


Bugüne kadar yükümün bedelini ödemek hep sol bacağa nasip olurdu. Sanırım bu kez sağa eziyet vermişim: Bacak ya greve çıktı ya bana ikaz veriyor; acıya dayanabilirsem diz bükme aralığım fena! 20 santim var mı acaba? Deniyorum, o beton dökülmüş gibi feryat ediyor. Diğer kısımlarda bir şey yok. Ayağı yere bastığımda ise diz bölgesi feryat figan. Palyatif tedbirler, buz, yataktan çalışma falan dersem, keyifler keka! Lakin ev hapsindeyim ve üç gün geçti; tüm tedbirler de  boş çıktı. Ayak yüzeyindeki nehirler, ovalar yok oldu bu arada; ayak şişti parmak hareketleri çok şükür,  ancak kısıtlı. Yeme içme yatakta... Havam iyi yalnız; iş güç, sosyal hayat tümüyle  bilgisayarda ve eksikliklerini hiç hissetirmiyorlar. Sinemayı mecburen boş geçtim. Doktorsuz çözülemeyeceği ise kesin, ikna oldum. Giriyor nete ve randevu alıyorum ancak ben o güne kadar dayanabilir miyim? Çünkü bir hafta sonraya.

Kardeşi arıyorum, akşam uğra erkene aldırabiliyor muyuz bir bak, diyorum.

Önceki akşam hastanedeyim, arabaya nasıl soktum bacağı kısmı tam bir mühendislik hikâyesi. Film istense de ben MR diyorum, çünkü destekli yürüme esnasında bile ayağı bastığımda Babıda (babannem) mezarında acı çekiyor. Uzun zamandır görmediğim, Prof. olduğundan bi haberken çok sonra haberdar olduğum, karşımda annesi ile oturmakta olan ve sıklıkla göz göze geldiğim, Liseden mi diye düşündüğüm kadının Aysun olduğunu bile annesinin muayenesinden sonra arkalarından bakarken hatırlayabiliyorum. Aslında süreç içinde göz göze geliyoruz ama bende maske var ve benden bir hamle gelmeyince  sanırım o da bir tereddüt yaşıyor. 

M.R işim tamam. Benden önceki, tekerlekli sandalye ile gelen tatlı çocuk anne ve babası ile. O bir takım söküm eylemleri esnasında ağlarken ve hatta bağırırken ve ben de yanaşırken bandaj yapılan odaya, bizim Tırtıl'ın yıllar önceki operasyonunu hatırlıyorum. Bu tatlı çocuğun ve ailenin Yılmaz Bey'i bulmuş olmalarına çok seviniyorum. Çünkü doktorumuz, bundan 14-15 yıl önce henüz 7-8 yaşındaki Tırtıl'ın ameliyatında olmazı olur yaparak bizim ebedi kahramanımız oldu!*

Onlar çıkıyorlar. Durduruyorum, gözleri yaşlı, cesaretinden dolayı kutluyorum, senin sayende korkumu yendim diyorum, biraz da tuttuğumuz takımların muhabbetini yapıyoruz, ağlama bitiyor ve  annesi mutlu mutlu gülümsüyor. Baba eşyaları toparlıyor. .

Sonuç itibariyle bandajım yapılıyor. Bu hayatımda bir ilk. Bir fotoğrafım benim de olmalı! Sol bacakta da bir sorun yok, suçlu yine benim! Kemikler, bağlar bahçeler yerli yerinde. Doktorum  Başöğretmen edasında. Bense dersini çalışmamış çocuk kıvırtmalarında anlatıyorum: "Çok da yürümüyorum,  müzede kitap okuyor, eskiden sinemaya yürüyerek gittiğim halde bir duraklık mesafeyi bile trenle gidiyorum," diyorum. AVM'de yürüyen merdivenleri kullandığımı, üst geçide asansörle çıktığımı söylememe rağmen o sadece gülüyor. Sonuçta yine sıvı biriktirmişim ki M.R.'da gördüğüm şekliyle kendisi sevimli bir göl. Küçük bir kulübe yakışır. Minik bir iskele, bir de sandal. Hatta küçük bir balık üretme çiftliği haline getirebilirim.  O reçeteyi yazarken ben hayallerime devam ediyorum. Bandajımı sevdim, şu an mesela gayet rahatım. Günde üç tane olmak üzere bir minik hap içiyorum, ödem için. Yataktan çalışmaya ve yeme içmeye devam ki Dünya Kupası maçlarını da laptop'dan izliyorum. Doktorum bir sınırlama yok dedi ama bir de gülümseme ekledi ki ona çok anlam veremedim. Kardeşim araba kullanmayı bırakmış olmama biraz kızdı ama, hayatımda sıkıntı istemiyorum, dedim. Maçları izlerken de ilk bandajlı bacak fotoğrafımı tarihime kayıt düşmek üzere çektim. Bir de güldüm tabii ki! Onca yıl atla, koş, zıpla, kora kor maçlar oyna bir şey olmasın ama yıllar sonra düz yolda arıza ışığın yansın.




*Tırtıl'ın hikâyesi ve doktorun muhteşem başarısı.


19 Ekim 2022 Çarşamba

Sahibini Bulan Düş

Yanındayım...

Uyurkenki seni izliyorum; dibine çektiğim bir sandalyeden... Yüzünün bütün kıvrımlarına,
uykunun sıcağında gördüğün düşe, tebessümüne gülüyorum. Yatağın içindeki hareketinden, yüzünün altındaki ellerinden, sıcağına gömülüşünden, huzurundan... huzur buluyorum. İzlerinden seni seviyorum, öpüyorum. Ve seni günlük hayata teslim edip, başucuna sıcacık poğaçalarla bol sütlü bir kahve bırakıyorum.

2008


15 Ekim 2022 Cumartesi

Ara Sıcak Tadında Hastane Yollarında

1.Bölüm


Randevu günü öncesindeki gece sabahı ediyorum.

Diz benimle kapışmış durumda.

Altındaki yastığı alıp bacağı uzatmaya yelteniyorum, o bana ağrı engeli koyuyor. Sen inadım inat yapıyorsan ben de o eşiği aşıyorum, diyor ve uzatıyorum bacağımı. Lakin bu da başka bir sorun çünkü sırt üstü yatmak bana uzak. Dizse bana kan kusturmaya yemin etmiş, nedir benim senden çektiğim intikamı peşinde sanki. Yıllardır diyor, dağ dere tepe yürürken, koşarken, zıplarken, şut atarken, pedal çevirirken, merdivenleri hoplaya hoplaya çıkarken beni hiç düşündü mü?

Bir an içim acıyor kıymetli dostuma.

Onca futbol maçı, onca basketbol maçı, yenen tekmeler, bisikletle gidilen mesafeler, atılan şutlar, sıçramalar, smaç yaparak atılmış, tribünleri ayağa kaldıran, oradaki sevgiliyi gururlandıran keyifli sayının ardından güvenle çemberde asılı kalıp yere inerken onun yastıklığına sığınmalar geliyor gözümün önüne.

Muhtemel ki onda da gençlik ateşi vardı ve onun da umrunda değildi o zaman dünya; ama!.

Okşuyorum yoldaşımı, ağrısını dindirmek için jel sürüyorum, bir de Volteren SR atıyorum ağzıma.

Sonra sızmışım. Kısa süreli olsa da...

Oğlan duşakabine bir sandalye yerleştiriyor. Evin diğer bölgeleri ile dört gündür bir bağım yok. Tek ayak üzerinde dört beş sağ bacak zıplamasıyla yatak odamın banyo kapısına erişiyorum.

Sıcak su iyi geliyor.

Bu kez ıslak ayakla zıplama korkusu. Ama geleceği düşünerek olmasa da seçtiğim ahşap görünümlü yer döşemeleri konusunda kendimi alkışlıyorum; çünkü kaydırma engelleri var. Sekerek ulaştığım yatağımın üzerindeyim.

Diz kendini biraz salacak gibi.

Oğlana seslenip buzu istiyorum. Yastığın üzerine bir havlu, üzerine jel şeklindeki buz, dize ince bir bez sargı, hoop havluyu sarma.

25 dakika sonra tık yok.

Bu bir mucize.

Kardeşin gönderdiği araç gelmek üzere. Sol bacağı zor da olsa basacak durumdayım. Biraz bahçede oturabiliriz. Neredeyse beş gün olmak üzereyken açık hava.

Arabaya yürüyorum. Yolda sohbet iyi; genç sürücümüze geçtiğimiz yerlerin eski hallerini anlatıyorum.

Bunları şimdi uzun uzun yazmayacağım tabii ki! Belki bir gün bugünkü fotolarını çeker, çocukluk günlerimden başlayıp geçmişlerini anlatırım.

Hastanedeyiz ve ben tekerlekli sandalyedeyim.

Hep merak etmiştim.

Şimdi doktorun odasına... Yürüyerek giriyorum içeri. Önce dinliyor beni. Sonra elle gerekli kontroller.

Bir de röntgenden görelim.

Bir kat aşağı, sonra tekrar yukarı.

Benim bacak çok da şakacı.

Yine aynı şey: Doktorun ifadesiyle filmdeki durum anki halimden iyi. Kemik sistemimde bir sorun yok. O halde sabah akşam jel ve Volteren SR'e; 20 gün sonra tekrar bakalım.

Önceki geceyle kıyaslanmayacak bir uyku.

Bu kez dersimi almış durumdayım.

20 gün sonraki gelişme nasıl olur şimdilik bilmiyorum. Belki bir de MR ile görelim denir.

Sonu nereye uzayacaksa varım.

İki bacağım, iki güzel dostum; ballandıra ballandıra anlattığım gezmelerimin, spor keyiflerimin, galibiyet sevinçlerimin, izlediğim konserlerimin, filmlerimin, oyunların ve çileli anlarımın can dostlarından ikisine de; siz olmasanız ben olmazdım, dedim ve onları yatağımın en keyifli noktasına uzattım.

Ve bu sabah ben onlardan erken uyandım ama hiç ses etmedim. Onlara duyurmadan haklarınızı asla ödeyemem, dedim ve bundan sonra onları elinden geldiğince doktorlara düşürmemelisin, diyerek, kendime ayar verdim.

Bugün uyandıklarında bir söz vermeyeceğim, düşüncemden de bahsetmeyeceğim; solun durumuna bakacağım ve duruma göre bir iki gün içinde sinemaya götüreceğim onları... Hatta yıllar yıllar sonra patlamış mısır bile alabilirim, onlar için.

Elbette David People'ın terasında pasta-kahve keyfi ve yeni dönem kararlarımın kutlamasını da yapacağız birlikte...

13 Ekim 2022 Perşembe

Ara Sıcak Tadında

Geçen hafta cumartesi dışarı çıktım, değişen tansiyon ilaçlarımın takibi gereği günlük ölçüm için doktoruma gideceğim. Bizzat kendisi ölçmek istiyor.

Düştüm yola.

Ayak sinyal veriyor ama ben çivi çiviyi söker modundayım.

Dönüş yolunda o yalvarıyor, ben umursamıyorum. Mesafenin çok uzak olmaması ölçüm de her gün kaç kilometre yürüdüğümü hesaba dahil etmiyorum.

Sonuç itibariyle o gün öğlenden beri sol bacak grevde.

Allahtan bilgisayar icat edilmiş. İşi oradan hallediyor, aynı anda da sosyal yaşama katılabiliyorum, dolayısı ile günler kolay geçiyor.

Doktordan randevu aldım elbette ama o da bu cuma gününe.

Bu arada Amsterdam vizyona girdi. İzleyip yazacaktım oysa; sözünü de vermiştim.

Halime acıdıklarından mı yoksa bana kıymet verdiklerinden mi bilmiyorum; bugün bir baktım seans sayısını düşürseler de ikinci haftaya uzatmışlar.

Seviyorlar beni demek; mahcup olmamı istememişler.

Bu sabah youtube'a niye bakma gereği duydum hatırlamıyorum ama o benim durumumun farkındaymış ki önüme bir gezgin gencin Tiflis çekimlerini koydu.

Bu tip pek popüler olmayan, kendi halinde şehirleri seviyorum.

O gencin gittiği taşrada bir minik yerleşimdeki kuleler onun kadar benim de ilgimi çekti. O sonra benim en bayıldığım bir şeyi daha yapıp trenle bir başka şehire geçti.

Bu arada Tiflis Gar'ına bayıldım.

Bir kaç videosunu daha izledim gencin. O arada bir ışık yandı bende; Tiflis Bakü hattı için. Erivan zaten plan dahilindeydi ki pandemiye mağlup olmuştu.

Öğlene doğru telefonum çaldı.

Salonda şarzda unutmuşum, tek ayak üstünde de yetişemezdim.

O beni hep sabit telefonumdan arar.

Oğlana seslendim, getirdi. Tahmin ettiğim üzere enn sevdiğim kadındı. Hızla yürüyordu. Eski bir apartmanı bir kez daha incelemişti ve anlatıyordu. Laf lafı açtı tabii ki ve bir başka toplantısı için başka bir noktaya gitme yolundaydı. O arada başka binaları da konuştuk.

Sabah izlediğim videoları ona atmıştım ve haberdar ettim.

Hani bizim kaldığımız ve bayıldığımız evden Spar'a doğru yürürken minik ve eski bir manav vardı ya, dedim. Onun içinden de çekim yapmıştı genç. Sonra Tiflis-Bakü treninden söz ettim.

Bu sabah en kararsız kaldığım şey söz konusu reklamı yayınlamaktı ki sürekli baskı yapan vicdanıma da hak verdim. Kripto para benimsediğim ve ilgilendiğim bir uğraş değil. Yayınlanma süresinin son 15 dakikasına kadar bekledim, tartıp biçtim.

Sonra şöyle bir ses çınladı içimde; Lösev ve Darüşşafaka bağışçısı olarak zaten reklamdan elde ettiğin gelirleri de onlara aktarmıyor musun?

Çok zor bir dengeydi; reklam yazısı yüzünden sebep olup da bir tek kişinin hayatını kaydırırsam düşüncesi.

Biraz da o nedenle bu yazıyı öylesine yazdım; o blogrollardan kalksın ve ikinci sıradan itibaren görünmez olsun, diye.

Haaa... bir de dün bir şarkıcıya ilk kez rastladım Spotify'da ve bayıldım ve saatlerce dinledim.

Dün akşam enn sevdiğim kadınla gitmeyi düşündüğümüz, Michelin yıldızı almış fine dining restoranlar üzerine konuşurken ve fiyatları görünce ne o kuş mu konduruyorsunuz manasında da eleştirirken, ona da söz ettim Güler Özince'den. O zaten biliyormuş. Şarkı şöyleyiş tarzını çok sevdim ve en çok tekrarı da şu şarkısına yaptırdım... ve az önce yüklediğim videosuna da bayıldım.



Yazının devamı için buradan lütfen...

2 Ekim 2022 Pazar

Masal Bu Ya...

Bir varmış bir yokmuş...

Adı Türkiye olan bir ülkede bundan yıllar önce, o ülkenin başkentinde çok güzel, çookkk tatlı bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. O sırada ülkenin bir başka önemli, Kurtuluş Savaşı'nın tohumlarının atıldığı, Bandırma adlı vapurun limanına yanaştığı şehrinde dünyaya gelmiş bir erkek çocuğu da yeniyetme arkadaşları ile basketbol oynamaktaymış. Ve bu genç mini miniyken 6'yı giyse de sonraki hayatında serpilip geliştikçe bile hep 14 numaralı formayı giymiş. Lakin kız çocuğunun dünyaya geldiği tarih çok önemliymiş ve o gün artık ülke parlamentosunun ara tatil sonrası yeni yasama döneminin başlangıç günü olarak oy birliği ile kabul edilmiş.

Aradan yıllar geçmiş. Develer tellal iken pireler berber olmuş. Ve yıl bundan 10-11 yıl önceye varmış.

Yüreği hep taze ve çocuk kalmış kahramanımız artık güzel kadınlar tanıyıp güzel aşklar yaşamış deli-kanlı ama tecrübeli bir adammış. Yazılar yazmaya başlamış blog denen mecrada ve topraklarının nadasta olduğu bir dönemdeymiş tam da o sırada.

Tiyatro oyunları, opera, bale ve konserlerin hiçbirini kaçırmazmış. Fakat aşk tarlası ekilip biçilmez dolayısı ile ürün vermez kıraç bir toprak haline dönmüş. Kader bu ya, adı Devlet Opera ve Balesi olan bir kurum onun yazılarını fark etmiş, kendi sosyal medya hesaplarında paylaşmaya başlamış ve teşekkür içeren çok hoş mektuplar yollamış kahramanımıza.

O sırada ülkenin başkentinde doğan ve işi dolayısı ile artık Bandırma Vapuru'nun limana yanaştığı ve bu ülkenin bağımsızlığı yolundaki ilk adımın atıldığı şehirde yaşamakta olan prenses ise kurumun paylaştığı yazıları okuduktan itibaren La Paragas adlı blogu takibe almış ki o sürecin masalını merak eden kıymetli okurlar isterlerse dört bölümlük yazıyı aşağıda linkten okuyabilirler.*

Ve şimdi bu kısa girişi daha fazla uzatmayarak hemen bu Cuma'ya dönüyoruz. Cuma bu uzun, 10 yılı aşmış masalın en kıymetli ve önemli günüdür ve o seriyi daha önce okumuş olanlar önemini hatırlayacaklardır muhtemelen.


*

Enn Sevdiğim Kadın tatilden döndü. Cuma akşamı enn sevdiğimiz mekânda buluşacağız ve gecenin saati 00:00 geçtiğinde onun doğum günü başlayacak lakin o yol yorgunu ve bu daha önceden planlanmış bir akşam değil. Durumu değerlendirdiğimde gün ve saat açısından erken kutlama lakin masalın perilerinin ne planladıklarını da bilemeyiz!

Saat 18:00 18:30 arası için anlaştık lakin iş çıkışını falan da düşününce ben bunu 18:30 19:00 olarak değiştirip her zamanki masamız için rezervasyonu yaptırıyorum.

Neredeyse her gün konuşsak, mesafeler tatili boyunca  hep sıfır olsa da bu akşam önemli. Tarih Eylül'ün 30'u. Saat yaklaşınca evden çıkıyorum. Sırt çantamda okurken çok sevdiğim, araya tatilin de girmesiyle O'na da aldığım ama bir türlü teslim edemediğim iki kitap var ve an itibariyle çiçekçimdeyim.

Minik bir demet istiyorum hanımefendiden. O arada da laflıyoruz, o bu kez çok zarif ilaveler yapıyor bukete, müdahale etmiyorum.

Hoplaya zıplaya, liseli çocuk adımlarımla varıyorum enn sevdiğimiz mekâna. Saat 18:45 ve ben masamızdayken ve onun yoluna bakarken tam da restoranın önünde biriyle rastlaşıyor ve sohbette. Ahh benim ince kalpli zarafetim.

Şu an içeri giriyor ve mekân tayfasının yüzlerinde güller açıyor. Ben ayağa kalkıyorum. Siyah, mini ve streç elbiseli; üzerinde kolları kıvrılmış bir kot gömlek; bileğinde her birinin anlamı ve hikâyesi olan aksesuarları; uzun siyah saçları ile kesin asılmam gereken enfes bir kadın bana doğru yürüyor.

İki dakikada, tek cümle kurmadan, ama dayanılmaz gülümsememle işi bağlıyorum. N'aber diyor, sarılıyor, öpüşüyor ve ben saçlarının kokusunda yok olurken bu enfes güzellik şimdi masada ve tam karşımda. Bir süre tutulmuş dilimin açılmasını bekliyorum. Sonrası sular seller gibi. Rakının klasiklerden oluşan siparişimizi veriyoruz.

Yeni Rakı yok.

Dışındaki her marka rakı var.

Olsun.

O halde Ustaların Karışımı...



Ahh o gülüşü ama!

İyi, diyorum, soruyorum; "Senden n'aber?" Masa donandı, rakı tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lakin yeni garson su ve buz kısmını dengeleyemedi ama olsun. İlk çınla sohbet başlıyor. Saat 18.45 ya da 18:50. Sular seller gibiyiz. Konuşan benin kurduğu cümlelere şaşkınım. O kadar kendinden emin ve rahat ki. Kurduğu cümleleri hayranlıkla sanki ben dışardan beni izliyormuş gibi dinliyorum. Alkış bana. Enfes bir sohbetin kapısını fena güzel açtım. Cümlelerim başka ama duygularım ve anlatılarım kendinden çok emin ve ona, ona olan sevgime yönelik. O'na özgürlük alanları açıyorum. Benimle olan birlikteliğinin olası yüklerini ve zorunluluklarını öyle hoş cümlelerle üzerinden alıyorum ki... Tekil ve olası hayatımı nasıl çizeceğimi de içeren çok emin, çok hoş, çok anlamlı, içten ve açık yürekli sözcüklerle dolu cümleler kuruyorum. Kendimi dinliyorum şaşkın ve bu ben miyim, diye. Akşamı feth etmiş bir komutan kadar gurur duyuyorum kendimle. O'nun tüm kışkırtmalarına rağmen bir milim anafikirden vazgeçmeden sanırım kalelerini bir kez daha feth ediyorum. Vallahi şahaneyim.

Şu ânımı es geçmiyorum. Diyorum ki dün, bu akşamı düşünürken: "En çok istediğim şey keşke şarkı söyleme becerim konuşmalarım kadar güzel olsaydı. Sana Erol Evgin'in Bir Tanem Söyle Canım'ını bu akşam söylemeyi o kadar kalpten istedim ki."

Sonra yıllar yıllar önce, ben ve en iyi iki arkadaşımdan biri ile biz tıfılken şarkıyı İzmir Fuarı'nda Hisseli Harikalar Kumpanyası'nda dinlediğimizi, çok etkilendiğimizi... O efsane gezinin dönüşünde tam da evlerimize döneceğimiz kavşağa yaklaşırken şarkının çaldığını ve enn arkadaşımla ikimizin de ağladığımızı anlatıyorum.

Öyle güzel bir akşam ve sohbetteyiz ki sanki daha dün tanışmış bir çift gibiyiz.

Bazen ânın dışına çıkıp tepeden bir yerden bizim masaya bakıyorum. Bu nasıl bir şey diye düşünüyorum. O ara uzun süredir mekânda görmediğimiz, daha önceki bir zamanda kendisinden "En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rastgeldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı." cümleleriyle söz ettiğim mekânın da sahibi aileden hanımefendinin bizzat kendisi iki ara çayı ile yanaşıyor ve açık olan buraya, diyerek onu enn sevdiğim kadının önüne diğerini de benim önüme bırakıyor ki gülmemek elde değil. Onca müşteri içinde ve aradan uzun bir zaman geçmişken açık çayı hatırlamaktaki incelik hepimize şahane geliyor.

Finale yaklaşıyoruz gibi. Günü diğer aya geçirmeyeceğimizi sanıyorum ben. O kadar şeyden söz ettiğimiz bir akşam ki. Benim dilim fena çözüldü, çok eski defterlerimden çok eski karakterler ve niyeler masamızı ziyaret etti. Güzel yaşadığımı bir kez daha hissettim, hiç yalansız ve samimiyetle söz ettim ta eskilerden, tıfıllıktan, ilk gençlikten. O çocuk gelişerek bu adam olmasaydı şu an ne bu mekândaydım ne de bu şahane kadın karşımdaydı diye düşündüm ve bunların altını açık yüreklilikle çizmekten de hiç çekinmedim.


Nehir gibi akıyordu cümlelerimiz ki tam o sırada Enn Sevdiğim Kadın'ın telefonuna mesaj geldi. Gün artık yeni ayın ilk gününün tam da ilk saniyeleri; saat 00.00'ı belki de 1 saniye aşmıştı. Enn can arkadaşlarından biri tarafından yeni yaşın kutlanmasaydı. Ekmeğime yağ sürülmüştü ve bu fırsat kaçmazdı. Kaçırmadım!

Yine zamanın durduğu bir akşamdı ve biralar gelsindi.

Geldiler.

Cümleler bitmedi.

O halde ikinci biralar da gelsindiler.

Mekân boşalmıştı. Bir kaç masa ki onlar da biz gibi kadim müşterilerdi. Bir ara bu akşam ayıklanmış karpuz dilimleri yoktu demiştim ki onlar da masada yerlerini almışlardı.

Yeni gün epey yol almış bizse yine neredeyse altı saati bulmuştuk. Bir taksi istedik. Enn sevdiğim kadın itiraz etse, taksiciler tanıdık olsa, bana kıyamasa da yok dedim. Evine vardık. Taksici ince adam, ben de manevra yapim diyerek bizi yalnız bıraktı. Sarıldık, öpüştük, vedalaştık. Taksideyim ve dünyanın ennn mutlu adamı olarak ayaklarım yerden kesik. Zaten yakın olan mesafe çabuk bitiyor. Eve yürürken telefon açıyorum ve geldiğimi söylüyorum. Seni seviyorumlar, istemsizce ve kalpten dile geliyor. İyi geceler bu şenliğe katılıyor ve enfes bir uyku gereğini gerektiği gibi yerine getiriyor ve beni uyutuyor. Uyurken bile kalbimin her şeyi ele aldığını, bünyemin tüm duyargalarının açıldığını ve mutlulukla çalıp oynadıklarını hissediyorum. Elbette, evet elbette tüm bu cümbüşün elebaşılığını yapanın kim olduğunu biliyorum.

Bu arada masa numarasına dikkat! Ki bunu yıllar sonra hep o masada oturmamıza rağmen yeni fark ettim, muhtemelen sohbette eskiye yer veren cümleler olmasa yine de fark etmeyecektim !


*Tefrika 1.Bölüm


10 Eylül 2022 Cumartesi

Sıradan Bir Günün İzleri

"Bu filmi izlemeliyim gibi hissettim bir an. Fakat bizde tek seans ve saat 20:00 olarak oynayacak, cumartesi pazardan birinde olabilir bu kez belki... Hayat ne derse o elbette, bir de bakmışım ki yarın sinemadayım. Bekleyip görelim. Fragmanı özellikle izlemedim, sürpriz olsun," diye yazıyorum; Filmgündemi'nde gördüğüm ve cuma akşamından itibaren saat 20'de gösterime girecek film için.

Gün şimdi perşembe, sabah yağmur var. Berberim ekonominin geldiği nokta ve o noktanın getirdiği yüksek kira artışları nedeniyle epey yukarıya, dik bir yokuşun belli bir noktasından sonra girilen bir sokağa ve daha küçük, tek katlı bir dükkâna taşındı. Kardeşi arıyorum ve sabah işe giderken beni bırakmasını söylüyorum, sabah olunca da tekrar arıyor ve bu kez de beni beklememesini söylüyorum çünkü yağmur var ve beni traş eden genç adam da şehrin bir ucundan, 15 kilometre mesafeden iki araç değiştirerek geliyor; dolayısı ile güneşin açacağı bir saatte gitmek işime geliyor. Bu sebeple de bir öğle keyfi yapabilirim. Çıkıyorum evden saat 12'yi geçe, istikamet berber, o sırada aklımdan yemek noktaları geçiyor.

Saçlarımı kestiriyorum. Daha önceki gelmelerde aynı sokağın cadde geçişinden sonraki devamında dikkatimi adıyla ve sevimli verandası ile çeken lokanta ile kendi mıntıkamdaki bir iki yer arasında tereddüt yaşatırken zihnim bana, direnç koyuyor ve adı da ilgimi çeken Özgür Şef'e giriyorum. Tabildot 40 TL, coğrafyadaki genel fiyatlara göre uygun ki bizim mıntıkada içinde et ya da kıyma olan yemekler 50-60, tavuk döner 45, iyi bir mantı ise 45'den başlayıp cinsine göre 60 TL'ye kadar uzuyor.

Fiyatlar uygun da acaba yemekler nasıl?

Çalışanların Özgür Şef dışındakileri kadın. Bu iyiye işaret. Ben sanırım saati biraz kaçırmışım, söylenene göre 25 dakika sonra fırındaki yemekler çıkacak ve beklemeyi göze almazsam tezgahta olanlara razı olmam gerek. Soteye benzer bir şey görüyorum ki tavuk taşlıkmış. Enteresan. İstiyorum. Çorba seçeneklerinden mercimek uyar bana, pirinç pilavı lütfen, bir de cacık.

Mahalleyi sevdim. Mekânı da. Girişiyorum yemeklere ekmeğimi bana bana ki tavuk şaşlık şaşırtıyor beni çünkü enfes. Elbette diğerleri de...

Gün cuma oluyor. Yani dün, evde temizlik var ve ben çalışmalarıma kardeşin dairesinde devam ediyorum. Sinema kafamda net. İş yoğun, piyasalar güçlü şirketler bazında uçuyor, doların geldiği nokta ile eşitlendiler; sabreden ve serinkanlı dervişler için sayısal olarak da çoğaltılmasına olanak verdiler ki bu da süper bir durum. Lakin ülkenin durumu o kadar güzel değil. Bugün işten biraz kaytarabilirim. Üşenmiyorum ve yemek için bir kez daha Özgür Şef'e gitme kararımın peşine takılıyor ve yokuşu tırmanıyorum. Bu kez Nohut, Ezo Gelin çorbası, pirinç pilavı ve cacık kombinasyonu yapıyorum ve bayıldığım verandada aynı masama oturarak ve mahalle içi sokağın tadını çıkararak götürüyorum. Sinema için 18:30 gibi evden çıkarım düşüncesindeyim. Ödememi yapıyor, ellerinize sağlık diyor ardından mahallenin derinliklerine dalıyorum. Elbette her yer apartman, alıştık artık. Sakinlik hoş ve ne kadar apartmanlar olsa da yine de bir mahalle tadı var. Sinekli Bakkal'a kadar uzayıp geniş bir tur atarak bulvara varıyorum ve uzun zamandır gelmediğim ve bulvar kafesi tadını sevdiğim Bebek Pastanesi'nin dış masalarından birine çöküyorum.

Juan José Saer ki kendisi Arjantinli bir yazar. Yara İzleri adlı romanını çıkarıyorum, trileçe sipariş veriyorum ve o arada bir yaşıma daha giriyorum çünkü artık karamel soslusunun yanı sıra frambuaz soslusu da varmış. Karamel soslu lütfen, diyorum, o ara üzerine bir top dondurma koydurmayı düşünüyorum ama gerçeğe dönüştürmüyorum ve sakin akan bulvarın kenarında, enfes bir havada kitabıma eşlikçi trileçenin keyfini yaşıyorum.


Ödeme yaparken de hanımefendi ile biraz laflıyoruz, çünkü meze dolaplarını boş görüyorum ve soruyorum. Sebep belli. Çıkınca yolu uzatıyorum yine... Elbette sokak araları; çünkü alt kesimde iki geniş bulvarın arasında kalan bölgede eskinin köy halinin izlerine rastlamak mümkün. En azından eskinin ağaçlarının çoğu korunmuş durumda. O sırada sokağın köşesinden, sırt çantası ile ve pateniyle ve pateninin parke taşlar üzerinde çıkardığı sesle ve köşeyi dönmesiyle birlikte gittikçe hızlanan çok tatlı, 12-13 yaşlarında bir çocuk hayran bakışlarım arasında yanımdan geçiyor. Dönüşü tren hattının da olduğu bulvardan yapıyorum. Toplumun açılıp saçılmış haline, genç kızların şort ve etek boylarına, göbeği açıkta bırakan "çaput parçalarına" falan bakınca da artık başımıza yağacak taş da kalmadı çok şükür diye düşünüyorum. Copacabana, Cannes ve benzeri bilumum popüler hatlar bizimkilerin yanında muhafazakar kalmazsa adam değilim; gururlanıyorum ve bu sessiz başkaldırıya helâl olsun, yürüyün kızlar diyesim bile geliyor. Eve varınca uzanıyor, bilgisayarı dizlerime alıp açıyor, ne var ne yok diye memlekete ve piyasalara göz atıyor, saat 18.05'de son verileri alınca da sinemaya gitme hazırlıklarını planlıyorum. O ara ev telefonumdaki aramalardan, telefonun uzun uzun çaldığından söz ediliyor. Alıp bakıyorum, çok az kişide numarası olan telefona. Yanılmıyorum tabii ki... Evet, Enn Sevdiğim Kadın. Arıyorum. İzmir Fuarı'nın Basmane kapısındaki bir mekânda, birasını yudumluyor. Uzun uzun konuşuyoruz.

Geçen gün incelediğim üzere anılarımda çok özel yeri olan küçük şehire uçuş aktarmalı ve iki uçuş arası 15-16 saatten fazla. Otobüsle Ankara, sonrasında uçaksa mantıklı. Bundan da söz ediyorum. O sırada geçen yıl gerçekleştiremediğim ama gerçekleşse kalmayı düşündüğüm taş otelin gecelik fiyatı da konuya dahil oluyor. Enn Sevdiğim Kadın da pandemi öncesi İzmir'e son gidişimizde kaldığımız otelin fiyatını söylüyor. Hem de geçen yılla kıyaslayarak ki geçen yıl bu mevsime göre artış dört kat. Tabii ki akıl almıyor.

Enn sevdiğim kadın akşam Tarkan konserini izleyecek. Ben de birazdan sinemaya gideceğim, öylesine uzanmış ve yazılar okuyarak vakit geçiriyorum, kitabı elime alınca da rehavet bastırıyor. Ben direniyorum çünkü gelmekte olanın farkındayım. Az kestirmekten zarar gelmez derken ve belki de temizlik kokusunun etkisiyle derin ve tatlıca sızmışım. Uyandığımda saatin gece yarısına vardığını düşünüyorum. Baktığımdaysa 20:33 olduğunu görüyorum.

Film kaçtı.

Bugünse hava enfes, bu öğlen de bir Özgür Şef yapabilirim, yolu yokuş olsa da sevdim valla, bu kez bir yerlerde dondurma da yerim belki. Belki de başka fikirler aklımı çeler, kimbilir. Bizim mahallenin esnafıysa bir süre kusura bakmasın... Hımmmm hem de soracağım adı Özgür mü diye. Elbette adı aşırma noktasında bir sözüm olamayacak, çünkü yakıştırdım mekâna. Gün ne getirir bilinmez ama sinemaya, Arthur Rambo'ya bu akşam giderim diye umuyorum.

30 Ağustos 2022 Salı

Hayata Ve Sevmeye Dair Bir Kaç Dakika

Eylül'ü severim. Benim için özel bir aydır. Kısa sürelileri ayrı tutarsak tatil kapsamına girecek seyahatlerimin hepsi Eylül'dedir. Babamın öleceği Aralık ayından önceki -ki en efsane seyahatlerimden biri- 12 Eylül darbesi nedeniyle tamamlanamamış olsa da, %2'lik kısmı eksik kalsa da Eylül ayınının biri sabahında marşa basmamla başlamıştı.

Enn Sevdiğim Kadın'ı tatil anlamında uğurlamaların hepsi de Eylül ayına dairdir.

Ve o uğurlamalardan biri daha yaşandı dün gece.

Öyle güzeldi ki!

Bu sabah ilk noktasına, baba evine vardı. Bunu belirten mesajı telefonumdaydı.

Bu yazı yazılmasa ne olurdu?

Üstelik aklımda hiç yoktu.


Sabah birden, yatağa uzanmış dünyada ne var yok bakarken fark ettim ki içimden kelimeler akıyor. Zaten iş de bayram tatilinde. Tembel akan kelimelerin kafa bulduran şırıltısına kulaklarım kesildi ve yaz oğlum dedi.

Oysa olağan bir akşamdı. Maç izledim, sonra bir başka maç izledim ve saat O'nu alma vaktine vardı ve ben kardeşin dairesindeydim.

O'nu alma vaktine varış pek hoşuma gitti.

Arabayla giderken ve onun mıntıkasına yaklaşmışken ve kardeş uzunca bir tırı sollamışken ve ben andan başka bir tat alırken O'nu aradım, bulunduğumuz noktayı bildirdim, bir kaç dakika sonra da kapısının önündeydik.

Bir yanıyla ne kadar olağan ve sıradan bir süreç.

O henüz binadan çıkmamıştı. O ara motosikletli bir kurye aradığı bloğu sordu. Onun ardından ben de binaya girdim ve enn sevdiğim kadının dairesinin önüne vardığımda O evden çıkmıştı ve sırt çantası sırtında, ondan daha büyük bir çanta da omuzundaydı. Elbette vermemekte ısrarcı oldu ama çantayı aldım. Çünkü O enn kıyamacağım insanlar listemin başında.

Bagajlarını yerleştirdik ve lojmanlar bölgesinden ayrıldık.

Arka koltuktan bir anahtar uzattı bana. Evinin. Sonra sohbet ede ede, otobüs saatine vakit olduğu için ağır bir hızda garajlara vardık.

Şaşırtıcıydı ortam.

Nerede eski canlılık, ışıl ışıl haller diye düşündüm.

Garipsedim.

Ama O çok güzeldi.

O, ben ve kardeş şen şakrak sohbet ettik. Artık yok olan efsane otobüs şirketinden konuştuk ve o seyahatlerin tadından...

O sırada otobüs perona yanaştı. Ben bagajlarını verdim.

Sohbeti koyulttuk.

Tüm bu süreçte O'nun bu anlarını bir masal gibi zihnime kaydettim. Ne kadar güzel, sıcakkanlı, iyi yürekli ve hımmmm... bir kadın olduğunu bir kez daha teyit ettim. 10 yıl sonra bile aynı kadını ilk gün heyecanı ile seviyor olmam üzerine düşünmedim. Her karşılaşmamızda daha yeni tanışmışız ve ben onu ilk kez uğurluyormuşum duygum; hiç bir zaman yerini bir başka, taaa eskiden gibi ve bu kaçıncı kere hissini yaşatacak bir duyguya yollamadı beni.

O ara kardeş elemanlarından birinin başına gelen, oldukça dramatik, arabada ağlamakta olan bir müşterinin, bir genç kızın epey pahallı bir telefonunu kaybetme olayını anlatıyor. Sonra onun bulunmasını ve hafta sonu taksi şoförlüğünü ek iş olarak yapan elemanının bahşişe boğulmasını...

Bu hikâyenin en hoş tarafı bu tür olaylar için taksicilerin kendi aralarında özel bir hat oluşturmalarıydı.

Elbette eski otobüs yolculuklarının tadından söz ettik. Çok derin yolculuk anıları bırakan Ulusoy'un yok oluşu üzerine arşivdeki, naftalinlenmiş pek çok anıyı ortaya döktük. Varan'dan girip Boss'dan çıktık. Ulusoy'un domates çorbasının ve üzerine kaymak ekletilmiş ekmek kadayıfının ve tabii ki Bolu Dağı tesislerinin altını çizdik.

Sonra da sarıldık, öpüştük ve enn sevdiğim kadın otobüse bindi.

Biz alanı terk etmedik.

Otobüs yolculuklarını ve garlarını özlemiş miydik?

Sanırım özlemiştik.

Uçak hiçbir zaman yolun tadını, yolda olmanın tadını vermiyordu. Oysa akıldan geçenlerle akıp giden yolun tadını senkronize etmek, o sırada bir şeyler atıştırmak, bir fincan çay ya da kahve içmek, sorunları kilometrelerce arkada bıraktıran bambaşka bir keyifti.

Saat 00:30'a iyice yaklaşmıştı. En sevdiğim kadın otobüsten indi, alanı terk etmeyen bana ve kardeşime bir kez daha sarıldı, öpüştük.

Çok şanslıydık çünkü bu kadar içten sarılan ve sarıldığı insana çok ama çok iyi gelen, yanağından makas almalık, kalbi bu kadar samimi, çok güzel bir insan bulmak zordu.

Otobüs kalktı.

Biz arabaya geçtik.

Ben O'nun evinin anahtarını cebimde mi diye kontrol ettim.

Hız limitlerini aşmamaya gayret ederek ve gecenin ışıklarını birbir geçerek eve doğru yol alıyorduk ki kardeş soda içmek istedi ve bana da sordu. Portakallı ya da limonlu bir şey al dedim; Schweppes diye de marka telaffuz etti içimden bir ses; ona aktardım.

Gecenin sessizliğinde yağ gibi akarken üç harfli, Schweppes'imi ağır bir keyifle içtim.

Kardeş üç harflisini park ederken ben binaya giriş şifresini tuşladım. Birbirimize iyi geceler diledik ve o evine girerken ben asansörün tuşuna bastım.

Derin ama salak ve asla körü körüne aşık olmayan, aynı kadını 10 yıldır aynı heyecanla seven ve mutlu bir adam tadında uyudum.

Uyandığımda O'nun mesajını gördüm. Gülümsedim ve hemen yanıtladım.

Sonra da içimden aktığı gibi, sanki ilk ve tek sevgilisini yazan bir çocukluk heyecanıyla bu yazıyı yazdım.

22 Ağustos 2022 Pazartesi

Günahım Var Boyumdan Büyük

Üç yıl önceden beri yapmayı çok istediğim bir şey var: Konuşmak.

Kadıköy'e ilk indiğim anda tost yediğim kafedeyim. Telefon çalıyor. Fark ediyorum ama telefonu açmıyorum. O'nu gördüm ve dışarıdayım.

                                                                                                           2012

                                                                                        Felekten Bir İstanbul Çaldım
                                                                                                                                                                                                               


Soğuk bir ilk an. Sanki onca kelimeyi tüketen biz değiliz. Bir yerden lafa girmeli de nereden? Üzen ve çok keyifli bir süreci yerle bir eden benim. Biraz kem kümle birlikte yürümeye devam. O halde hava ısınana kadar bizi bu âna getiren süreci gözden geçirebiliriz.

*

Yıl 2008'in ikinci yarısı, blog dünyasını nasıl keşfettim pek hatırlamıyorum. Bir sinema sitesinde film yorumları yazarken bir süre sonra bu blogu oluşturuyor ve yazmaya başlıyorum. O sırada Blograzzi adlı, blogların üye olduğu bir platformu fark ediyorum. Üye oluyorum ve bir kaç kez de La Paragas günün blogu seçiliyor. Bu benim ve blogun diğer bloggerlar tarafından daha çok fark edilmesini sağlıyor. Elbette platform sayesinde ben de başka blogları keşfediyor ve ilgimi çekenleri ya blogroluma ekliyor ya da takibe alıyorum. Dolayısıyla çok kalabalık olmayan, aynı çemberde, birbirleri ile daha önce tanışmış, içinden kitabı basılan yazarlar çıkaracak bir gruba bir taşralı olarak dahil oluyorum.

Yazmak ve bu platformdaki iletişim mutlu ediyor beni, duygusal anlamda zorlu bir süreçteyim ve daha çok çocukları düşünmekteyim. Onlar anneleri ile yaşarken, ben ayrı evde, şehrin karmaşasından uzak, erkek kardeşimle birlikte baba ocağımdayım.

Hayat böyle bir şey sanırım: eğer bu süreç yaşanmasa bugün Buraneros kimliği ile yazan bir blogger kesinlikle olmayacaktı.

Derken... günlerden bir gün Blograzzi'deki posta kutumda yazılarıma vurgunun yanı sıra "Sana kelimelerinden aşık olabilirim," yazan bir mesajı okuyorum.

Yazılarından çok etkilendiğim biri ve zaten çoookkkk keyifli ama bütünüyle yazılara dönük olsa da bir gaz birikmesi var aramızda ki bu çok cesur mesajla da ilk kibrit çakılıyor. Sonra bu keyif msn'e taşınıyor, mesajlar da e-posta yoluyla gelip gitmeye başlıyor. Ayaklarımsa gittikçe yerden kesiliyor. Medeni durumum, henüz boşanmamış ve ayrı yaşıyor olmam, mesafeler bütün açıklığıma rağmen sorun teşkil etmiyor.

Mutluyum. Bu bir düş. Ve bu ilişki Düş'e Alt Yazılar başlıklı, karşılıklı mesajlarımızdan oluşan bir seriyi başlatıyor ve bu iletişim bana çok iyi gelmekle kalmıyor dönemdeki bir çok yazıma da yansıyor.

İstanbul'da buluşma hayalleri kuruyoruz. Ve İstanbul'da buluşma hayallerim gittikçe yeşeriyor. İlk buluşma için mekânlar gözümden akıyor, O'na üzerine epey konuştuğumuz, Görünmez Kentler adlı kitabından çokça cümleyi yorumlarımıza taşıdığımız bir yazarın, Italo Calvino'nun çok özel, onu da şaşırtacak, belki de çok az insanın elinde olan, o günüm üzerine yazdığım yazıda* "Arabadan inildi yağmuru hissetmeksizin! O'nun için aramanın keyfi, telaşı, heyecanından öte ne yağmur görüldü, ne çamur, ne belirsizlikler, ne başka bir şey, ne sorular... Aslında kitabı ona gitme fikri kafasında oluştuğunda, haftalar öncesinden görmüştü... ''Daha özel bir şey bulur muyum?'' diye aranmıştı uzun bir süre daha... Hiç bir kitapçıdaki hiç bir kitap, o kitabı aşamadı. Tekti!" cümlelerini yazdığım kitabı ona götürmek üzere büyük bir heyecanla satın alıyorum ve her şey yolundayken de sanırım hayatımın en büyük hıyarlığını yapıyorum. Bir mailini yanlış yorumluyorum; hep yüz yüze görüşmeye alışmış ve yüz yüze görüşmeyi savunan biri olarak...

Aslında o süreçte bir serseri mayınım. Tecrübem olmayan bir havada flörtöz çiçek tohumları uçuşurken ben neymişim delisi oluyorum sanırım. Normalde gülüp geçeceğim cümlelerine kastını aşan anlamlar yüklüyorum belki ve bana hiç yakışmayan bir şey yapıp başka bir limana dümeni kırıyorum. Dedim ya gerçek hayatın kurdu, insanları görünmez bir alemde acemi bir çocuğa, serseri bir mayına dönüşmüş durumda. O limana gidiyorum, hoş zamanlar, unutulmaz anlar ama sorun olan mesafeler... derken liman bana kapanıyor ve o zaman benim ayaklarım, iyi bildiği ve döndüğü gerçek dünyasında yere basıyor.

Ve aradan yıllar geçiyor. O o günlerden sonra yazmıyor. Bir an sebebinin ben olduğumu düşünüyorum ki bu da üzüntümü katmerliyor. Ve 2012 geliyor. Normal hayatımdaki sorunlar tek tek çözülüyor, radikal kararlar birbir uygulanıyor, hayatım normale dönüyor, bir düzen oluşmuş durumda ve yükselme dönemi her alanda sürüyor. Enn sevdiğim kadınla henüz normal konularda ve yazışma düzeyinde bir iletişim olsa da aramızda tez zamanda karşılıklı kadeh kaldıracağımız kesin gibi. Hissediyorum. Ama öncesinde geçmişten bir kalbi tamir etmem, defterleri kapatıp zihnimde son noktaları koyup onları hayatımın güzel kadınları rafına yerleştirmem gerek, çünkü O'na tavrım dışındaki geçmişim pırıl pırıl.

Belki de hayatımın tek günah çıkartma eylemi için hazırım. Elbette İnciraltı Meyhanesi bir ukde olarak kalıyor.

Kafeden çıktığımda telefonum hâlâ çalıyor ama açmıyorum ve yanındayım. Gerçek alemde yüz yüze ilk an ve an itibariyle ne diyeceğini bilemeyen, fazlasıyla mahçup bir toyum ben. Bir husumet gütmediği belli ki teklifimi kabul etti... diye düşünüyorum.

Kem kümle başlayan birlikte yürüme aşaması... Gerçeği de kelimeleri kadar temiz, narin ve çok hoş.

Onun arkadaşları ile rastlaşıyoruz yolda, ayak üstü bir sohbet. Geç saatte buluşabildiğimiz ve günün tamamını kullanamadığımız için bir Kadıköy mekânına çöküyor, bira, patates ve midye tava siparişi veriyoruz. Doğrudan özür dilemesem de dolaylı yoldan bir takım gerekçeler sunuyorum. Kırgınlığının ve aslında çok haklı olarak kızgınlığının emarelerinin konuştukça yok olduğunu seziyorum. Uzun zamandır beklemekte olan ve çok severek aldığım, hayatımın enn güzel hisleri ile enn güzel süreçlerinden birini yaşatan kitabı O'na uzatıyorum. Yazarın ikimiz tarafından da bilinmeyen kitabına şaşırıyor, bunu ifade ediyor. Ve kitap hakkındaki yazımdan bir ânı hatırlayarak kalkıp bana doğru uzanıyor ve yanağıma hayatımın en güzel, en anlamlı öpücüklerinden birini konduruyor.

Elini tutuyorum ve özür diliyorum.

Mekân ve yiyecekler sarmadı bizi, sohbet koyu. Aramız da yumuşadığına göre başka bir yere.

Bu kez şarap söylüyoruz. Ve adam gibi yemek.

Aşkın önsözünü kağıt üzerinde de olsa çookkkk keyifle yaşamış iki insandan aslında yaş olgunluğunu da gözeterek daha serinkanlı davranması gereken ben, onunla yüz yüze olmasalar da yaşanmış güzel ânların anıları eşliğinde, daha çok bir günah çıkarma ve vicdan temizleme merasiminde onun gözlerinin derinlerine dalmışken, kaybettiğimin ne olduğunu da aslında anlıyorum. Ve bir anlık kararımla aramızdaki onca kelimeye yazık etmişliğimi düşünüyorum. Düş'e Alt Yazılar'dan O'nun öfkesi ve isteği üzerine cümleleri kopya almadan silmiş olmanın pişmanlığını yaşarken, fark etmeden bıraktıklarıma da sevinemiyorum. .

Şimdi Kadıköy Ulusoy'un önündeyiz, tebessümle birbirimize bakıyoruz. Sanki onca kelimeyi birbirlerine yazan biz değiliz. Ve şu an gerçeğiz. Oysa yazdıklarımız da gerçekti. O halde biz neyiz ve yaşadığımız neydi?

Bu bir son. Bir el sıkışma. Ve yanağıma bir enfes öpücük daha...

Otobüsün kalkma saatine var. Yanağımda da bir öpücük var. Yürüyorum tüm süreci zihnimde akıtarak ve denize bakan bir banka oturuyorum.

Uzunca karşı kıyıya bakıyorum.

Ruhum huzura eriyor.




*Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Durum Üzerine...

Günün Finali...

7 Ağustos 2022 Pazar

Ateşin Tam Ortasında

Öncesi


Bütün duygularım, heyecanlarım, keyiflerim bu bölüme başlamadan önce neşeli bir el birliği ile üç güne dair enfes bir seçki hazırlamışlar. Ve bana "Gözlerini kapatır mısın lütfen", diyorlar. İçimi -her dinlediğimizde- cayır cayır yakan, yangın yemiş kalplere  ikimizin de çok uzak olmadığı zamanlardan, Murathan Mungan seçimi,  Müslüm Baba albümü Aşk Tesadüfleri Sever'den seçilmiş şarkılarla...

**


Evveliyat

Onun nöbet akşamlarından biri.  Gecenin sessizliğini hastane koridorlarında bir an öncenin telaşlarıyla yürüyen benim. Odasının önünde duruyorum. Şimdi masasının kenarında... Çay içip soluksuzca konuşuyoruz. Oysa evimdeyim; ekranın karşısında. Ellerim tuşlarda ve görsel hiç bir veri yok ama kelimelerimiz diz dize.

Ateşimiz gün geçtikçe yükseliyor, kalp çeperlerimizi aştı aşacak. Ekranda görüntü yok, kelimeler messenger'da; sessiz gibi görünseler de sessiz değiller. Bir süre sonra gününe göre bazen bir kadeh rakı, bazen bir kadeh şarap, bazen bira, bazen kahve tokuşturuyoruz. Ve ufaktan ufaktan da oltaya geliyoruz ki şahane bir evre.

Duyguları bu kadar örtüşen iki insanın yaşamadan bırakamayacağı bir coşkunlukta zaman...

İkimiz de işlerimizden ''eve'', "MSN'de bir bekleyenim var," duygusuyla dönüyoruz. İçgüdüler olumlu bir coşkunluk içindeler. Öyle ki gitmeyi planladığımız mekânda rezarvasyonu haber için aradığında onun o an Harbiye-Elmadağ coğrafyasında olduğunu söylüyorum ve biliyorum. Arkadaşları ile bir bara gidiyorlar.

Hımmmm... bir de yüz yüze geleceğimiz İstanbul buluşmasında evin kapısını açarken biraz utangaç ama daha çok hınzır bir gülüşle bahsedeceği, paspasın altına bırakılması hayal edilen anahtar meselesi var!?


**

İstanbul dönüşü, hatta yol boyu kalbim cayır cayır yanıyor. Bir boşluğu mu dolduruyorum bilmiyorum. Bugünden o güne bakınca bir açıklama yapabilir miyim halime ondan da emin değilim ama çok mutluyum; aşk ateşim yüksek ve antibiyotik alasım yok. Ve önümüzde şeker bayramı var! Ankara Ankara güzel Ankara marşını koro halinde söylüyor tüm hücrelerim, ki şehri özel severim. Elbette bayramı bayrama çevirmek gerek! Çünkü Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın bayram için ailesinin yanına gelecek. Yoksa bir taşla iki kuş mu?

Çocuk heyecanlarımız ayakta, plan yapmıyoruz, her şey spontane gelişecek. Ekran coşkumuz yerinde, aşk hayatından memnun ve İstanbul'un sıcaklığı tazecik. Özlemekse ennn bayıldığım şey çünkü onunla ilişkim başka türlü, büyük de bir laf etmişliğim var hakkında, sonraki yıllarda ve blogda: "Özlemek, tek tek de çok anlamlı olan, ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de, aslında dibinde olmaktır. Hatta içinde..."


Ankara Bayramı

Yola çıkarken arıyor, ben 24:00 otobüsüne biniyorum. Penceremden yansıyan görüntümde muzırca gülümseyen bir çocuk var. 17'lik. Ona bayılıyorum. İlk gördüğünüzde "Ne kadar soğukk bu," diyeceğiniz kesin. Ama o size kapılarını açtığında listenizin üstlerine çıkaracağınızsa daha kesin. Bugün ortağı ile müthiş bir planı hayata geçirecekler. Evden kaçmış çocuk tadında bir günü bir eve kapanarak yaşayacakları ise kesin.

Kendime not: Ben ortaklaşmayı bilen bünyeler için iyi bir partner miyim acaba? Yoksa ortaklaştığım kaba göre mi şekil alıyorum?

Bunu bir gözden geçirmeliyim.

Otobüsüm sabah 6 gibi Ulusoy'un Söğütözü terminalinde. Kuzen Oğuz beni almak için orada. Plan dahilinde ve an itibariyle bir aşama tamam. Bir kaç saat sonra perona boş bir otobüs yanaşıyor. İstanbul'a gidecek. O arada ben dönüş biletimi ayarlıyorum. Aynı alanda şimdi çok güzel bir genç kadın var. Abisiyle birlikte. Çok göz alıcı. Kendimi zor tutuyorum. Biraz uzağımızdalar. Otobüsün kalkmasına biraz daha var ama nedense genç kadın abisiyle vedalaştı ve otobüse geçti. Abi aracına bindi ve uzaklaştı. Genç kadın koltuğunda. Otobüsün kalkma saati iyice yaklaşırken iniyor. Salonu geçiyor ve şimdi bilet bankosunun önünde. Elindeki bileti veriyor. Şimdi yeni bir bileti var. Salona dönüyor ve bir koltuğa oturuyor. Gözlerim hep onu izliyor. Hiç pas alamıyorum. İstanbul otobüsü kalkıyor. Biraz sonra genç kadın da kalkıyor. O halde biz de kalkabiliriz. Burada durmanın da bir manası yok.

Derken gülümseyerek bize doğru yaklaşıyor.

Ahh benim dayanılmaz cazibem işte! Müthiş bir kucaklaşma. Fıstık bizim arabada. Şimdi halaların bi tanesindeyiz. Kahvaltı masası hazır... bizim için. Evi bize terk ediyorlar. Üst katta enfes bir yatak odası var; ağaçların dallarının pencerelerine dokunduğu.

Atıyoruz kendimizi. Kalkmaya hiç gönlümüz yok gibi... Belki de ya sonrası olmazsa gibi. Gözlerimiz ıslanırcasına, aynı yatakta, ikindiye kadar, sımsıkı, çocukça, bıcır bıcır..

Günün ruhları dürtükleyen saatlerine doğru çıkıyoruz evden. Bir şeyler yemek için. Atakule'ye yürüyoruz.

Yarın ölecekmişiz gibi.

Bir İtalyan pizzacıya çöküyoruz. Mutlu çocuklar festivali çerçevesinde dilim pizzalara takılıyoruz.

Gelsin biralar...

Bazen pizzaları almaya o gidiyor, sanki aynı evde yaşıyoruz da o beni şımartıyor. Şefkat dolu, sevgi yüklü her bir saniye.

Bünyeye mıh gibi çakılacak ve hep kalacak olağanüstü vakitler.

Halamı arıyorum. Dışarıda olduğumuzu eve dönmelerini söylüyorum. Kuleye çıkıyor, alanda biraz turluyoruz. Akşamın ruhları dürtükleyen saatleri başladı.

Çankaya'dan aşağıya küçük adımlarla, zamanı geri sararak yürüyoruz.

Aç gözlü,

ardı yokmuş gibi,

temaslı.

Halaların bi tanesi anlayışlı. Eve dönmemişler. Bir kaç saatimiz var.

Susamışçasına...

Zaman akmış.

Kuzen arıyor.

Halamla vedalaşıyoruz.

Şimdi Ulusoy Söğütözü'ndeyiz.

Benim 15 dakikam var.

Kollarımız çözülüyor.

Sıcaklığı bende kalıyor. Gözünden iki damla düşüyor.

Ben dilimi ısırıyorum.

Gözlerim habersizce ıslanıyor. Sıfır noktamızdaki otobüs yavaşça hareket ediyor. Şimdi kendi otobüsümdeyim. 17'imdeyim ama artık biliyorum.

Otobüslerimiz zıt yönlere doğru yol alıyorlar.

Kilometreler aşıldıkça daha fazla uzaklaşıyoruz birbirimizden...


3.Bölümü için buradan lütfen



18 Temmuz 2022 Pazartesi

Nerede O Eski Bayramlar

Bayram müjdesi, İstanbul'dan dönen kardeşin Tırtıl denetiminde gittiği tahlilden çıkan sonuç neticesinde anlaşıldığı üzere C-19'la aralarında bir kankalık ilişkisi kurulmuş olmasıydı. Muhtemelen uçakta ya da havaalanında bulaşmıştır diye düşündük. Nedense gittiği düğünde olabileceğine pek ihtimal vermedik. Oysa düğüne ben de davetliydim ama hediyemi onla göndermiş, gerisini telefonla halletmiştim. Acaba bir kez daha mı sıçradı çekirgem, diye düşünmekteyim!

Onun önceden ve telefonla hallettiği kurban işi doğal olarak bana havale oldu. Araba kullanmakla vedalaştığım için direksiyona Tırtıl, co-pilot konumuna da ben geçtim. Biraz izledim ki bizim oğlan fena değil, hatta umduğumdan da iyi lakin araba da otomatik, diye düşünerek yine de geçer not verdim. Ve navigasyondan da destek alarak vardık köye.

Oysa eskiden olsa babıda (babannem) ile ben hayvan pazarına gidecek, babıda satıcıların homurtuları arasında hayvanları seçecek ve kesinlikle koç olacaktı alınanlar.

Pazarlığa damardan girişecek, el sıkışılacak, uzun süre kollar sallanacak sonuçta satıcı pes ettirilecek ve muhasip olarak ben de babamdan teslim aldığım paraları ödeyecektim. Sonra bagaja yerleştirilecek koçları eve getirecek ve kocaman bahçeye salacaktık. Bir iki gün de olsa onlarla sohbet edip vakit geçirecek, isim takacak, birbirimize alışacaktık.

Kesilmeleri üzse de bunu yaşamın bir gerçeği olarak kabul etmeyi çoktan öğrenmiştik.

İşin bir başka hoş tarafı daha vardı. Uçaklardan atılan mesaj kağıtlarını toplamak. Türk Hava Kurumu'nun uçaklarından atılan... Ve her koşulda, kapıya kim dayanırsa dayansın ekarte edip hayvan derilerini kapı teslimi yapmak üzere Türk Hava Kurumu'na götürmek ve bundan ekstra bir keyif almak.


Evi bulmamız zaman alsa da, Mamur Dağı'nın eteklerindeki Çukur Köyü'nün sokaklarında biraz uğraşsak da olay yerine varıyoruz. Büyük baş hayvanda hisseye girmişti kardeş lakin karantina nedeniyle evde kalıp gelemediği için de vekaleti bana vermişti.

Hayvanların sahibi ve kesecek olan bir oto tamircisi, bir usta daha var orada ve beni onunla da tanıştırıyor. Sektör üzerine konuşuyoruz. Çocukluğumdan başlayarak, onun adlarını bile duymadığı efsane karakterleri sıralıyorum. Elbette iş ahlakını, usta çırak ilişkilerinin ve de taze ustaların kendilerini yetiştirenlere duydukları saygıyı falan da ekliyorum uzun ve çok keyif aldığını hissettiğim sohbete. Usta şaşkın. Şu an bunları anlatabilecek bir ikinci kişiyi bulman çok zor diyerek kıymetlerinin altını çiziyorum. O yaşıma şaşırıyor. 6 yaşımda adım attım diyorum ve ne güzel ki efsaneleri gördüm ve yedek parçacıların en efsanesi de sünnetimizde kirvemiz oldu bizim.

Derken kesim için bizim hayvan calaskalın altına getiriliyor.

Teknoloji diyorum.


Vekaletleri veriyoruz ve kesim tekbir eşliğinde başlıyor. Ortam çok güzel, yokuş aşağı bir köy, adını da oradan alıyor ama dağa göre çukurda olsa da bulunduğu nokta itibariyle bayağı bayağı dağ eteği... Tırtıl bakamıyor. Olay yerinden uzaklaşıyor. Ben kaşarlanmışım sonuçta, kesimi baştan sona izliyorum.

Çok güzel kızlar var, evin kızları, 16-18 arası yaşlarda ve kumraldan esmere bir skala. O sırada bir zaman yolculuğu, Babannem sahne alıyor, benim 18'li yaşlarım, kadınlarla diyaloğa gireceği kesin, alttan alta yoklayacağı da... Ben şu desem kesin orada işi bağlayacak, o nedenle şakasını bile yapmıyorum.

Tırtıl kesimden sonra sahaya yanaşıyor, gözüme kestirdiğim, gerçekten çok beğendiğim bir kız var. Üstelik saç renginden ve gözlerinden yola çıkarsam ki öyle yapıyorum, kesimi yapan ustanın kızı olduğu kesin. Tırtıl'a "Şu kız çok güzel değil mi?" diye soruyorum. Evet, diyor, amcana söyleyip işi bağlatalım diyorum. Gülüyor. Çünkü babıdanın tavrını taklit ettiğimi anlıyor.

Hızar makinesine benzer bir alet var. Etleri sıyrılmış göğüs kafesleri onunla kesiliyor. O süreçte biraz dolaşıyorum. Semaverde odun ateşi. Miss gibi çayların habercisi.


Kazlara doğru yürüyorum. Minikleri etrafta oynaşta. Tavuklar ve civcivler dönüş yolunda, onlar yoldan sağa kıvrılıp kaybolurken avare bir civciv bir anda görmeyince ailesini panikliyor ve aranmaya başlıyor. Çok tatlı bir panik ve sürekli sesleniyor. Aradığı bir ses... "Hey yanlış yerdesin!" diye sesleniyorum. Kesim alanına geliyor çünkü ben oradayım. Aramızda zor da olsa bir yakınlaşma oluyor. Kalkıyorum, o da peşime takılıyor. Seslere yaklaştık, sağa kıvrıldım mı tamam. Duruyorum, ailesini bulduk. Teşekkür ediyor, vedalaşıyoruz.


Çayı "gelinim" getiriyor. Oğlana aynen bu şekilde anlatıyorum. Bunun da bir canlandırma olduğunu anlıyor. Ahh diyorum talihsizler, Babıda'ya yetişmeniz zordu ama anneme yetişebilirdin ki babıdadan sonra tüm anlatıklarım onun işiydi.


Şu anla geçmişin farklarından yürüyorum. Hayvan evden epeyi uzakta kesildi. Parçalandı ve etler kuşbaşılara varana kadar düzgünce kesilip poşetlendi. Her şey torbalarda.

Oysa küçük baş hayvanlar olacaktı. Bizle bir kaç gün vakit geçireceklerdi, sonra yıllardır aynı olan kasap gelip kesecekti. Babıda ve anne onları yiyeceklerimiz ve dağıtılacaklar olarak parçalatacak, bize kalanları da planlarına göre doğrayacaklardı. Annem mutfağa geçecek, kavurmayı yapmaya başlayacak, sonra kuyruk yağının kuşbaşı kesilmiş halini tavada kıkırdak haline getirecek ve sonraki günlerde, miss gibi tereyağı eritilmiş minik tavada o kıkırdakların üzerine yumurta kırarak bizi zevkten öldürecekti.

Bir bayram sofrası klasiği olarak kavurma sofrada olacak elbette, gelinler salataları yapacak, masayı donatacaklardı ve elbette ekmekler kavurmanın tencerede kalan yağına batırılacak ve Selahattin amcamlar ve dört erkek kuzen, Enver amcamlar ve iki kız kuzen, halamlar ve iki erkek kuzen sözün hiç eksilmediği o sofrada imrenilen aile olmanın tadını çıkaracaklardı... Annemin yufkalarını kendi açtığı enfes baklavası ve dolangeri ile de dibine vuracaktık hayatın. Elbette el öpmelerin her birinde verilecek bayram harçlıkları kağıt paralardan olacaktı. Ve elbette şımşıkır bayramlıkları ile ufaklıklar arada bir  ceplerinden çıkarıp sayacaklardı paraları.


Etlerle dönüyoruz eve. Covid'li şef maskesiyle. Biz de takıyoruz eve girmeden ve etleri şefe teslim ediyoruz. Bir süre sonra arıyor, kavurma hazır. İnip alıyorum. Enfes. Babıda ve annemi asla aratmaz bir beceri... Lakin ıssızlık! Ziyaret etmek için gideceğimiz, ahşap konaklarına ve kocaman bahçesine bayıldığımız Firdevs Hala ve Şişko Enişte yok! Babamın ilk ustası Ayı Mahmut'un zarif kızı Leman Teyze ve bayıldığım ahşap evleri yok. Mevlüt Enişte ve Remziye Hala, dolayısıyla onun dillere destan tatlıları yok... Kapıları çalan, sokağa çıkar çıkmaz da topladıkları paraların hesabını sevinçle yapan mahallenin çocukları yok...

Yani kısaca ve öz: Nerede o eski bayramlar...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP