Doğum Günü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doğum Günü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2022 Pazar

Masal Bu Ya...

Bir varmış bir yokmuş...

Adı Türkiye olan bir ülkede bundan yıllar önce, o ülkenin başkentinde çok güzel, çookkk tatlı bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. O sırada ülkenin bir başka önemli, Kurtuluş Savaşı'nın tohumlarının atıldığı, Bandırma adlı vapurun limanına yanaştığı şehrinde dünyaya gelmiş bir erkek çocuğu da yeniyetme arkadaşları ile basketbol oynamaktaymış. Ve bu genç mini miniyken 6'yı giyse de sonraki hayatında serpilip geliştikçe bile hep 14 numaralı formayı giymiş. Lakin kız çocuğunun dünyaya geldiği tarih çok önemliymiş ve o gün artık ülke parlamentosunun ara tatil sonrası yeni yasama döneminin başlangıç günü olarak oy birliği ile kabul edilmiş.

Aradan yıllar geçmiş. Develer tellal iken pireler berber olmuş. Ve yıl bundan 10-11 yıl önceye varmış.

Yüreği hep taze ve çocuk kalmış kahramanımız artık güzel kadınlar tanıyıp güzel aşklar yaşamış deli-kanlı ama tecrübeli bir adammış. Yazılar yazmaya başlamış blog denen mecrada ve topraklarının nadasta olduğu bir dönemdeymiş tam da o sırada.

Tiyatro oyunları, opera, bale ve konserlerin hiçbirini kaçırmazmış. Fakat aşk tarlası ekilip biçilmez dolayısı ile ürün vermez kıraç bir toprak haline dönmüş. Kader bu ya, adı Devlet Opera ve Balesi olan bir kurum onun yazılarını fark etmiş, kendi sosyal medya hesaplarında paylaşmaya başlamış ve teşekkür içeren çok hoş mektuplar yollamış kahramanımıza.

O sırada ülkenin başkentinde doğan ve işi dolayısı ile artık Bandırma Vapuru'nun limana yanaştığı ve bu ülkenin bağımsızlığı yolundaki ilk adımın atıldığı şehirde yaşamakta olan prenses ise kurumun paylaştığı yazıları okuduktan itibaren La Paragas adlı blogu takibe almış ki o sürecin masalını merak eden kıymetli okurlar isterlerse dört bölümlük yazıyı aşağıda linkten okuyabilirler.*

Ve şimdi bu kısa girişi daha fazla uzatmayarak hemen bu Cuma'ya dönüyoruz. Cuma bu uzun, 10 yılı aşmış masalın en kıymetli ve önemli günüdür ve o seriyi daha önce okumuş olanlar önemini hatırlayacaklardır muhtemelen.


*

Enn Sevdiğim Kadın tatilden döndü. Cuma akşamı enn sevdiğimiz mekânda buluşacağız ve gecenin saati 00:00 geçtiğinde onun doğum günü başlayacak lakin o yol yorgunu ve bu daha önceden planlanmış bir akşam değil. Durumu değerlendirdiğimde gün ve saat açısından erken kutlama lakin masalın perilerinin ne planladıklarını da bilemeyiz!

Saat 18:00 18:30 arası için anlaştık lakin iş çıkışını falan da düşününce ben bunu 18:30 19:00 olarak değiştirip her zamanki masamız için rezervasyonu yaptırıyorum.

Neredeyse her gün konuşsak, mesafeler tatili boyunca  hep sıfır olsa da bu akşam önemli. Tarih Eylül'ün 30'u. Saat yaklaşınca evden çıkıyorum. Sırt çantamda okurken çok sevdiğim, araya tatilin de girmesiyle O'na da aldığım ama bir türlü teslim edemediğim iki kitap var ve an itibariyle çiçekçimdeyim.

Minik bir demet istiyorum hanımefendiden. O arada da laflıyoruz, o bu kez çok zarif ilaveler yapıyor bukete, müdahale etmiyorum.

Hoplaya zıplaya, liseli çocuk adımlarımla varıyorum enn sevdiğimiz mekâna. Saat 18:45 ve ben masamızdayken ve onun yoluna bakarken tam da restoranın önünde biriyle rastlaşıyor ve sohbette. Ahh benim ince kalpli zarafetim.

Şu an içeri giriyor ve mekân tayfasının yüzlerinde güller açıyor. Ben ayağa kalkıyorum. Siyah, mini ve streç elbiseli; üzerinde kolları kıvrılmış bir kot gömlek; bileğinde her birinin anlamı ve hikâyesi olan aksesuarları; uzun siyah saçları ile kesin asılmam gereken enfes bir kadın bana doğru yürüyor.

İki dakikada, tek cümle kurmadan, ama dayanılmaz gülümsememle işi bağlıyorum. N'aber diyor, sarılıyor, öpüşüyor ve ben saçlarının kokusunda yok olurken bu enfes güzellik şimdi masada ve tam karşımda. Bir süre tutulmuş dilimin açılmasını bekliyorum. Sonrası sular seller gibi. Rakının klasiklerden oluşan siparişimizi veriyoruz.

Yeni Rakı yok.

Dışındaki her marka rakı var.

Olsun.

O halde Ustaların Karışımı...



Ahh o gülüşü ama!

İyi, diyorum, soruyorum; "Senden n'aber?" Masa donandı, rakı tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lakin yeni garson su ve buz kısmını dengeleyemedi ama olsun. İlk çınla sohbet başlıyor. Saat 18.45 ya da 18:50. Sular seller gibiyiz. Konuşan benin kurduğu cümlelere şaşkınım. O kadar kendinden emin ve rahat ki. Kurduğu cümleleri hayranlıkla sanki ben dışardan beni izliyormuş gibi dinliyorum. Alkış bana. Enfes bir sohbetin kapısını fena güzel açtım. Cümlelerim başka ama duygularım ve anlatılarım kendinden çok emin ve ona, ona olan sevgime yönelik. O'na özgürlük alanları açıyorum. Benimle olan birlikteliğinin olası yüklerini ve zorunluluklarını öyle hoş cümlelerle üzerinden alıyorum ki... Tekil ve olası hayatımı nasıl çizeceğimi de içeren çok emin, çok hoş, çok anlamlı, içten ve açık yürekli sözcüklerle dolu cümleler kuruyorum. Kendimi dinliyorum şaşkın ve bu ben miyim, diye. Akşamı feth etmiş bir komutan kadar gurur duyuyorum kendimle. O'nun tüm kışkırtmalarına rağmen bir milim anafikirden vazgeçmeden sanırım kalelerini bir kez daha feth ediyorum. Vallahi şahaneyim.

Şu ânımı es geçmiyorum. Diyorum ki dün, bu akşamı düşünürken: "En çok istediğim şey keşke şarkı söyleme becerim konuşmalarım kadar güzel olsaydı. Sana Erol Evgin'in Bir Tanem Söyle Canım'ını bu akşam söylemeyi o kadar kalpten istedim ki."

Sonra yıllar yıllar önce, ben ve en iyi iki arkadaşımdan biri ile biz tıfılken şarkıyı İzmir Fuarı'nda Hisseli Harikalar Kumpanyası'nda dinlediğimizi, çok etkilendiğimizi... O efsane gezinin dönüşünde tam da evlerimize döneceğimiz kavşağa yaklaşırken şarkının çaldığını ve enn arkadaşımla ikimizin de ağladığımızı anlatıyorum.

Öyle güzel bir akşam ve sohbetteyiz ki sanki daha dün tanışmış bir çift gibiyiz.

Bazen ânın dışına çıkıp tepeden bir yerden bizim masaya bakıyorum. Bu nasıl bir şey diye düşünüyorum. O ara uzun süredir mekânda görmediğimiz, daha önceki bir zamanda kendisinden "En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rastgeldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı." cümleleriyle söz ettiğim mekânın da sahibi aileden hanımefendinin bizzat kendisi iki ara çayı ile yanaşıyor ve açık olan buraya, diyerek onu enn sevdiğim kadının önüne diğerini de benim önüme bırakıyor ki gülmemek elde değil. Onca müşteri içinde ve aradan uzun bir zaman geçmişken açık çayı hatırlamaktaki incelik hepimize şahane geliyor.

Finale yaklaşıyoruz gibi. Günü diğer aya geçirmeyeceğimizi sanıyorum ben. O kadar şeyden söz ettiğimiz bir akşam ki. Benim dilim fena çözüldü, çok eski defterlerimden çok eski karakterler ve niyeler masamızı ziyaret etti. Güzel yaşadığımı bir kez daha hissettim, hiç yalansız ve samimiyetle söz ettim ta eskilerden, tıfıllıktan, ilk gençlikten. O çocuk gelişerek bu adam olmasaydı şu an ne bu mekândaydım ne de bu şahane kadın karşımdaydı diye düşündüm ve bunların altını açık yüreklilikle çizmekten de hiç çekinmedim.


Nehir gibi akıyordu cümlelerimiz ki tam o sırada Enn Sevdiğim Kadın'ın telefonuna mesaj geldi. Gün artık yeni ayın ilk gününün tam da ilk saniyeleri; saat 00.00'ı belki de 1 saniye aşmıştı. Enn can arkadaşlarından biri tarafından yeni yaşın kutlanmasaydı. Ekmeğime yağ sürülmüştü ve bu fırsat kaçmazdı. Kaçırmadım!

Yine zamanın durduğu bir akşamdı ve biralar gelsindi.

Geldiler.

Cümleler bitmedi.

O halde ikinci biralar da gelsindiler.

Mekân boşalmıştı. Bir kaç masa ki onlar da biz gibi kadim müşterilerdi. Bir ara bu akşam ayıklanmış karpuz dilimleri yoktu demiştim ki onlar da masada yerlerini almışlardı.

Yeni gün epey yol almış bizse yine neredeyse altı saati bulmuştuk. Bir taksi istedik. Enn sevdiğim kadın itiraz etse, taksiciler tanıdık olsa, bana kıyamasa da yok dedim. Evine vardık. Taksici ince adam, ben de manevra yapim diyerek bizi yalnız bıraktı. Sarıldık, öpüştük, vedalaştık. Taksideyim ve dünyanın ennn mutlu adamı olarak ayaklarım yerden kesik. Zaten yakın olan mesafe çabuk bitiyor. Eve yürürken telefon açıyorum ve geldiğimi söylüyorum. Seni seviyorumlar, istemsizce ve kalpten dile geliyor. İyi geceler bu şenliğe katılıyor ve enfes bir uyku gereğini gerektiği gibi yerine getiriyor ve beni uyutuyor. Uyurken bile kalbimin her şeyi ele aldığını, bünyemin tüm duyargalarının açıldığını ve mutlulukla çalıp oynadıklarını hissediyorum. Elbette, evet elbette tüm bu cümbüşün elebaşılığını yapanın kim olduğunu biliyorum.

Bu arada masa numarasına dikkat! Ki bunu yıllar sonra hep o masada oturmamıza rağmen yeni fark ettim, muhtemelen sohbette eskiye yer veren cümleler olmasa yine de fark etmeyecektim !


*Tefrika 1.Bölüm


9 Ocak 2020 Perşembe

Bugün Bir Tırtıl Dünyaya Gelmişti

Ne de iyi etmiş ne de hoş gelmişmiş...


Benim küçük oğlum ki adı Tırtıl'dır; birlikte uyurken, sırtımı dönmeme bile izin vermezdi. Sıcak kanlı ve girgin bir çocuktu, çok da sempatik; yolda durdurulup sevilen cinsten. Hayvanlarla arası müthişti, insanlarla da; sokakta, pazarda, nerede olursa olsun rast geldiğimiz sokak köpeklerine sarılır, öper, okşar, dili döndüğünce sohbet eder, nasihatlerinin ardından vedalaşırdı. Bahçede otlayan, pek çok yetişkinin yaklaşmaya korkacağı koca ineklere yanaşır, toparlar, küçük oyuncak arabasını burunlarının üzerinde yol olmuş beyaz tüylerinde sürer, ilginç gelen kuyrukları ile oynar, arada bir okşar, arabayı burun deliklerine sokar, sonunda da boyunlarına sarılabildiği ölçüde sarılıp yanaklarından şapur şupur öperdi. Bir hatalarını gördüğünde de ayar vermekten vaz geçmez, nasihat eder, elindeki küçük pet şişe ile de ufak ufak vurur, nasihati aldıklarına karar verince de başlarını okşardı.

Şaşardık ineklerin tepkisizliğine, onlar araba buruna geldiğinde, garaja girmeye hazırlandığında şöyle dönüp bir bakar, yeme işini bırakır, sanki "Çocuk işte!" dercesine gülümserlerdi. Bir gün kaz yavruları alındı eve... onlar büyüdüler tabii ki, büyüdüklerinde bizim Bitsy'den bile ürkütücü oldular. Önlerine kattıklarını kovalamaya başladılar!

Ah Bitsy ya! Bir efsane ve bilge Bitsy: Çok uzun yaşadı, ne hikayelere imza attı, yıllar yıllar sonra bir gün fena acılar içinde kıvrandı, indim başına, yandaki kız öğrenci yurdundan tatlı bir genç kız ki veterinerlik son sınıftaydı, geldi, baktı, muayene etti ve hocasına götürmemizi önerdi. Götürdü iki kardeşim hocanın muayenehanesine, profesör hocamız daha fazla acı çektirmeyelim, dedi. Uyuttu. O zaman kadim evimiz eski halinin sonlarındaydı, yerine yeni giysilisini yapıyorduk, bizse bir diğer parselin içinde ama caddenin kenarındaki, ilk biten çok katlı binamızda geçici olarak, oturuyorduk. Bitsy'yi, en uzun ömürlü efsaneyi o gün için, inşası bitene kadar geçici olarak terk ettiğimiz kadim evimizin güzide bir köşesine gömdük, bir kaç yıl önce. Şimdi üç kardeş, giysilerini değiştirmiş, yeniden doğmuş ama ruhu ve hikayesi çok eski evimizin katlarındayız. Bitsy de son can dostumuz olarak bahçemizin en nadide köşesinde, bir zeytin ağacının altında.

Aslında bizim canlarımız diye bir yazı yazsam, ne efsanelerle birlikte bir hayat bizim ki bakın, deyip, fena hava atarım! Daha bir haftalık taze askerken mesela evden, kız kardeşin kaleminden gelen bir mektupla göz yaşları döktüğüm ama sonunda çok da güldüğüm bir Turbo hikayemiz var ki, enteresan! Ya da bu aslında insanmış denen başka bir efsanemiz, Miço'dan söz etsem; bayramlık koçlar yüzünden, onların peşine gittiği bir esnada trafik kazası geçirmesinin ardından, onu doktora yetiştirebilmek için, daha taze ehliyetli bir çocukken içimden geçirdiğim, şimdi trafik durdursa, bak çocuk köpeğe çarpmış ve de ağlıyor diye düşünse, endişeleri yaşayarak yetiştirdiğim andan, onu karanlık bir odaya koyun, dört beş gün orada kalsın önerisine uyduğumuz, bebe mamaları ile beslediğimiz evreden bahsetsem, uzar gider bu yazı.


Tırtıl, gurbette ilk yılı olan, minicikken bir soruma verdiği yanıtla koca bir ders almama, bunu da bir yazıya*, sonraki bir yanıtıyla da aynı konuda ikinci bir yazıya sebep olacak kadar da düşünce ve sorgulama yeteneğine sahip;  sol ayağı müthiş, klas ve de teknik, lider ruhlu, ceza yayı üzerinden sol ayak içi ile gamsızca ve kendinden çok emin plaselerle çok şık goller atan, girdiği ilk seçimde kuvvetli ve enfes bir propaganda ile oyları silip süpürüp, okul başkanı olduktan sonra ilçe başkanlığını da bir ilköğretim öğrencisi kız çocuğuna özellikle bırakıp başkan yardımcısı olan, Saray'dan gelen uçak biletleri ve davetle ili temsilen oradaki bir toplantıya katılmış, Saray gören, Saray Sofrasına oturmuş bir küçük Reis'tir, aynı zamanda. Üstelik kendisi o aralar, bizzat gidip, ben çalışmak istiyorum, diyerek başvurduğu, bildik bir mekanda okul dışı saatlerde çalışıyordu da. Belediye Başkanlığı seçim sürecinde de hep sahadaydı ki başkanı seçimi kazandı! Her ne kadar aynı yönde ama çatışan siyasi fikirlere sahip olsak da... gençlik diyor, sonrasında geleceği yeri de öngörebiliyor, hep sakin kalmayı başarıyorum, yani.. alevlendirmiyorum!

Ben güya, kısa bir yazıyla, okul başkanı olduğu geçen yılda tüm seçim vaatlerini -mesela kızların kullandığı alana boy aynası koydurmak gibi-  yerine getiren, yine vaatlerinden biri olan, okulunun futbol takımını, amcasının sponsorluğundan da yararlanarak, önce ilçe sonra da finalde benim Lisemin takımını yenerek ilk kez il şampiyonu yapan küçük oğulun, Tırtıl'ın doğum gününü kutlayacaktım. Ah ben işte, şu kalemi elime alınca dur durak bilmeyen ben... işte! Daha neler neler yazardım oysa! Bakın kazlar meselesini unutacaktım az kalsın, ördeklerden ise hiç söz etmeyeceğim. Bu kazlar büyüyünce büyük tehdit oldular ve insanları kovalamaya başladılar. Hiçbirimiz yanaşamaz hale geldik. Öyle de sevimli bir çete tehdidi ki gülsek mi ağlasak mı arada kaldık. Ama başlarına bir bela musallat olacağından, onları önüne katıp sürüyecek, ayar verecek, parmak sallayıp saygıya davet edecek kişiden henüz haberleri yoktu!



Hala sohbet ettiğimizde, o yılları konuştuğumuzda, deriz ki: Şu kazlar ya, bir tek Tırtıl'la nizama giriyorlardı, bi tek ondan tırsıyorlardı.

Fakat benim yakışıklı oğullarım ve geniş ailenin yeni nesil yakışıklıları bana bir kötülük yaptılar, buna bir kuzenimi de katabilirim: Ailedeki 1.86 ile en uzun boylu insan bendim, geniş ailenin 3. kuşağının ilk çocuğu olarak uzun yıllar liderliğimi sürdürdüm. Sonra halamın oğullarından ikincisi geçti beni, sonra da 4.kuşaktan gelenler yüzünden, otoyolda nal toplayan Ferrari'ye döndüm. Küme düşmedim ama zirveye baya uzak kaldım. Şu an itibari ile sıralamadaki yerim altıncılık. Liderse Mussano. Hepsi de 1.90'nın üzerinde. Çok da yakışıklılar. Yeminle! İkili üçlü gezdiklerinde, teyzeler durdurup, allah nazarlardan saklasın demiyorlarsa, iki gözüm önüme aksın!

Tırtıl Oğul'un bir hedefi vardı, siyasete yakındı, liderlik vasfı güçlenmişti, hocaları güçlü İngilizcesi ve Tarih nedeni ile bu yönde ilerlemesini öneriyorlardı ki aile genlerimizde var bu; sosyal bilimlere yatkınız.  Dershaneye yazdırdım, her ebeveyn gibi... zorla!  Her ne kadar karşı olsam da sistem insanı düşüncede ve vicdanen zorluyor, ne yazık ki!. Tıpkı Anadolu Liseleri sınavları öncesinde olduğu gibi ki ona iki ay para ödememe rağmen bir gün bile gitmedi. Birlikte oturan bir aile de değildik ve bir düzen kırılması içindeydik. Üniversite içinse iki kere gitti ve yine bıraktı; ikna edemedik, ne abisi ne ben. Kendine güveniyordu, kendim çalışacağım, dedi. Sipariş ettiği kitapları aldım. Dedim o zaman bana öyle dandiklerden olmayan beş üniversite yaz, sınav sonrası görüşelim senle.

Ben yazdım sonuçta, beşlik listeyi. En başa iki önemli ve kadim Üniversiteyi koydum. Şimdi istediği ve beni de kıskandıran şehirde, İzmir'de istediği üniversitenin, istediği bölümünde. Fakat son sınavdan çıktığında dediği, matematik soruları kolaydı ama sonraya bırakmıştım, cümlesini cevapsız bırakmadım. Ya.. dedim, gitseydin dershaneye matematikten başlardın sınava! Şikayetçiyim sanılmasın, kulaklara küpe olsun benimkisi ki bu oğlan bilir işini! Kendini bilmese, emin olmasa, olmasak; sınavdan iki hafta önce, amca yeğen yapmazlardı bir Orta Avrupa turu; hesap kitap adamı kardeşim, vermezdi ödülünü peşin peşin!

Laf aramızda; bir de harmandalı oynar ki, yakıştıra yakıştıra... Atatürk görse alnından öper. Mezuniyet töreninde yakıp yıkmışlığı vardır, Yelken Kulübü.

Ama yıllardır sakladığım bir şey var ki ona dair,  bugün paylaşmazsam çatlarım. Muhtemelen de kızar!!! Ama ben için öyle bir andı ki... öyle gülmüştüm ki... kişisel tarihim için şuraya not düşmezsem, yazık ederim.

Bir gün, onlar anne evindeyken, Mussano ile MSN'den yazışıyoruz, Tırtıl'ı ekmemiz gereken bir eylem yapacağız, muhtemeldir ki ona fazla bir filme gideceğiz, Mussano da lise başlarında muhtemelen. Uyardı, Tırtıl yanımda ve okumayı çözdü, açık etme. Aslında yazmayı da halletmişti; kelimeleri ayırmadan cümleler kuruyor, sesli harfleri de hiç kullanmıyordu.

Yine çok uzatıyorum farkındayım, son sadede geliyorum. İlkokula başladıktan bir süre sonra, MSN üzerinden arkadaş sohbetleri arttı doğal olarak, aynı evde olmayınca denetlemek de güçleşti tabii ki... dedim şifreni bana da ver. Verdi. Bir gün girdim, bakim dedim bizim oğlan neler yapıyor?

Gördüğüme çok güldüm. Olduğu gibi kopyaladım ve muhtemelen 11-12 yıldır da saklıyorum. Kısmet bugüneymiş!

sanalika gibi kendi adamını yapıon
hayvan alıon
evin oluo
para kazanmak için paintball futbol tenis bide kumar oynuon
sevgilinle öpüşebilion



*Bir yazı Saflık.

***Ev kılığını değiştirme aşamasına gelmişken, arka bahçedeki son etkinlik: Performans Alanos

9 Ocak 2009 Cuma

Tırtıl Sen Bizim Herşeyimizsin...

9 ocak 2001 de doğdu.

Daha yeni yürümeye başladığında; bahçede büyüttüğümüz kazlar başta kadınlar olmak üzere herkesi taciz eder bir hale gelip önlerine kattıklarını oraya buraya sürüklerken, köpekler bile esas duruşta selam çakarken dört kişilik kaz çetesine; başı her sıkışan ''Tırtıl imdat!'' demiş, o da her seferinde '' imdat Tırtıl geliyor!'' nidalarıyla her biri bir yana kaçan kazları önce bir araya toparlayıp sonra da tek ayak üzerine getirip; ''Bir daha yaparsanız ağzınıza biber sürüp sizi öcüye teslim ederim'' diyerek cezalandırmıştır.


İnek möölerini ineklerin bakıcısını kastederek, ''Anne bak Nuriye deel diyolar'' diye tercüme etmiştir...

İneklerin kuyruklarını atlanacak ip, burun deliklerini de araba park edilecek yer bellemiş; hiç hayvan ayırımı yapmaksızın, hiç çekinmeksizin sevmiştir. Hayvanlar da tabi ki onu...

Bitsy'nin kafasında pet şişe çalıp, onla şarkı söyleyip oynamayı eğlenceli bir hobi yapmıştır.

Üç yaşında amcanın farkedip yardımcı tekerlekleri sökmesiyle iki tekerlekli bisiklette uçmayı becermiş; beş yaşında kendi kendine okumayı, sonra sesli harfleri kullanmadan yazmayı öğrenip, sonra onları da aralara yerleştirmeye başlayarak işi tam anlamıyla çözmüştür...



Abisinin ben okuldayken kurcalamasın diye girişe koyduğu şifreyi gizli sorusuna bakıp, oradaki en nefret ettiğim şey sorusundan yola çıkarak, dersane yazıp kırmış; hatta hazır girmişken şifresini de değiştirim, bu sefer de o giremesin diye düşünüp sonra bir daha hiç kullanmama izin vermez olasılığını göz önüne alarak bundan vazgeçmiştir.

Kendi aramızda bizim Bitsy'ye uygun bir köpek bulsak da torunlarımız olsa muhabettlerimiz onun dinlemesine takılmış ki; hiç haberimiz yokken internette pet arkadaş diye bir site bulup Bitsy adına profil oluşturmuştur. Ve yazmış ki bir de profile: ''Evde temizliğe bile yardım ediyor.''


Geçen yıl (2008); birinci sınıfın mart ayında bütün bir yaşamını etkileyebilecek berbat bir yerden bacağı kırıldı...

Doktor olasılıkları önümüze koyduğunda bütün bir sülale geleceğimiz kararmıştı. ''Ve şaşıyorum bu çocuk bu acıya nasıl dayanıyor'' demişti .

12 mart 2008 de kalp ameliyatından bile zor denen bir ameliyatın altından hepimizden daha yürekli bir şekilde çıktı...

Gövdesinin yarısından aşağısı alçılı bedenle bir buçuk ay, sonra iki ayak arasına takılı aparatla 1,5 ay hiç mızmızlanmadan, yatağının içine koca bir dünya kurmayı başararak; elleriyle top oynayıp, yattığı yerden kumandalı arabayı odalara sokup çıkararak, kapılara çarptırıp kahkahalar atarak ve film izleyerek geçirdi...

Olası sonuçlar yüzünden darmadağın olmuş herbirimizi onca sıkıntısının arasından o teselli etti, yıkılmış ruhlarımızı o ayağa kaldırdı ...

Hep güldü... Hiç birşey olmamışcasına esprilerini peşi sıra dizdi...

Ayakları arasındaki aparat alındıktan sonra, ''Abimin mezuniyetinde olmalıyım'' diyerek; yürümeyi yeni öğrendiği günden çok daha zor koşullarda, üç adım yere basıp yüz adım kucakta, ah zavallı çocuk bakışlarını hiç takmadan aslanlar gibi törene geldi...

Aparat alındıktan sonra bütün çabalarımıza rağmen ayağının üstüne basıp yürüme çalışmalarına başlamazken, sürekli kontrollerden birine gittiğimizde, '' Doktorumun odasına yürüyerek gireceğim'' diyerek benim de desteğimle gerekeni yaptı. Ve bunu çok sevdiği ve güvendiği; gerçekten çok iyi doktor ve çok iyi insanı mutlu etmek için yaptı.

Usul usul yürümeye başladığı yaz başından bacağının içindeki tellerin alınacağı eylül ayındaki ikinci ameliyata kadar ki sürede; hiç bir şeyi yokmuşcasına keyifle yüzdü, bir ayağını süre süre koştu, yürüdü ...

Eylül başı ikinci kez ameliyathanede yine bir ameliyatın tüm evrelerini geçirerek bacağın içindeki son telleri aldırdı...

Geçen eğitim yılının ikinci yarısının nerdeyse tamamında gidemediği okulda eksik kalan matematiğine rağmen bu yılki deneme sınavlarının ilkinde 1 matematik sorusu eksiğiyle Türkiye 157.si oldu. Ama ikinci sınav için hedefi belliydi... Ve geçen haftaki sınavda ben sormasam o söylemez bir rahatlıkla elime sınav sonuç belgesini tutuşturdu; sınıf, okul, ilçe, il, bölge, Türkiye hanelerinin hepsinde 1. yazıyordu...

Her oğul kendi ailesine güzeldir, her çocukta güzeldir. Ama Mussano'yla bazen konuşuruz; Tırtıl doğduğu günden beri... Ben ona derim ki: ''Ya Mussano! Oturup bir liste yapsaydık, biz böyle böyle bir çocuk istiyoruz diye; Tırtılı ifade edebilir miydik? Yanıtımız, edemezdik olur her seferinde...

Bugün oğulun doğum günü... Ama bu doğum günü bizim için ilk doğduğu günden bile çok, ama çok değerli... Çok çok zor, geleceğe fazlasıyla kaygılı günlerdi son bir yılda yaşadıklarımız...


İyiki doğdun Tırtıl... İyiki varsın... Ve tanıdığımız en yürekli adamsın...

Seni Seviyoruz Başkomserim...

Hepimiz

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP