31 Mart 2025 Pazartesi

BİR Günlüğü 14- ENN


Sevdiğim Kadın,

dün telefon açtın ya bana...

Yine ayaklarım yerden kesildi.

Ses kulağımın dibine geldi,

ben de oraya...



Kenara çekildim sonra...



Etrafını saran çocuklardaki coşkuyu izledim.



Biliyor musun, oradaki mezarlığı severim ben,


daha önce de söylemişimdir,
muhtemelen.



Onun yamaca yaslanmış, ağaçlar arasına saklanmış haline,

bayılırım ben.


Ve elbete dağın tepesindeki bir gözeden çıkıp kasabanın orta yerinden yokuş aşağı tam gaz akan çağıl çağıl suyla ayak üstü sohbetlerimize de...



Ahşap köprüleri asla unutmam.



Birden düşündüm;

babadan devir mesleğin bana kazandırdıklarını...



Ben yeni yetme bir delikanlıyken,

ve iş peşinde koşarken,

mesela bir yaz gününde okullar tatilken,

yan yana geçmiş olmamız da muhtemel.



Sen yaz tatili için gelmiş bir kız çocuğu,

ben de yeni yetme bir delikanlıyken...



İki gündür zihnimde sen,
gözlerimdense bir film akıyor...
Her şey canlı...

 

günlük işlere dokunabiliyorum,

mesela bu yazıyı akordsuz yazabiliyorum,

ve garip bir şey var,

ben yine de seni siyah, parlak,

etek boyu dizlerinde elbisenle;



traktörün sürücü koltuğundan -bana-

gülerken, görüyorum.




Çocukların senle paylaştıkları anı kıskanıyorum,

gülüşlerine ve koşuşturmalarına, ölüyorum.



Ne çelişkiler içeren bir durum değil mi?



Kumrular tepemde, ben uzakta ve denize dalgınken,

kendimi yakalıyorum.



Bazen kendimi yazmaya başlamışken buluyorum.

Akan cümlelere şaşırıyorum.

 

Şimdi bir şarkı seçmeliyim, sözü olmayan.


O müzik seni anlatmalı bana...



Becerebilecek miyim hayal ettiğimi...



bilmiyorum.

İnadımsa elinden geleni ardına koymuyor,

biliyorum.

Ve bir kez daha altını çizmek istiyorum ki,

sen aradığındaki telefon konuşmamıza,

bayılmıştım,


bayıldımmm.


Velhasıl anladım ki ben...

yani ben...

ben yani...

seni gerçekten,

yürekten,

ama çok yürekten,


seviyorum.



29 Mart 2025 Cumartesi

BİR Günlüğü 13- BİRA

Dünkü yazı bir sürü an, anı ve manzara sunuyor bana...

Musluğu bozuk, dağ başındaki bir çeşmeden akarcasına kelimeler dolaşıyor zihnimde...


Ne kadar çok hikâye biriktirmiş olduğumu düşünürken,
zamanı istediğim anlara geri sarsam istiyorum.



Ve ömür diliyorum hayattan.



Çok değil,



varsa kalbini kırdıklarım,

onarmak istiyorum.




Hayatıma dokunmuş her avuca,
özel cümleler bırakmak istiyorum...



Bir koşu gidip bira alıyorum...

Ve bir paket yoğurtlu ve mevsim yeşillikli patates cips...

Ve Nazan Öncel'e başvuruyorum.



Sözleri iyi geliyor...



.

28 Mart 2025 Cuma

BİR Günlüğü 12- DÖKÜLMECE

Yıllar yıllar önceki bir sürece dair... Yıllar yıllar önce yazılmış... Ama gün yüzünü şimdi görmüş bir yazı...

**


Yaa, senin anlatım dilinin özel bir tadı var. Seni ilk tanıdığım günden beri bu tadı alıyorum, hissediyorum ama bir türlü tarif de edemiyorum...

Nahif, hüzün benzeri alışageldik ve tek sözcüklerle tanımlamak güç.

Bir gün bu dilin verdiği tadı, hissiyatı tarif edebilecek sözcükleri bulup cümleleri kurabilirsem; sanırım o zaman oturup derin tasvirleri olan bir roman da yazabilirim.

Güzeldi yani,

şansı kenara bırakıp ihtimalin tadını bilen ve seven biri için...

Sabah kurmayı düşündüğüm bir oyun ile bu yazının genel-anlamına gün boyu güldüğümü de belirtmeliyim.




Güzel sorular... da!

Şu meseledeki gibi sanki cevapları da:


Aynı kelimenin farklı karakterlerde ya da aynı karakterin farklı ruh hallerinde farklı anlamlar yüklenebilmesi hali...

Nüansları görmek lazım, doğru cevaplar için.

İyi bir sohbetin çok lezzetli bir konusu olabilir ama!

Not alim




de... kaç şişe şarap gerekir ki acep?

Düşünmeye değer.

Şişe sayısını yani...

Filmi izlemediğim için oradaki durum üzerine edecek bir lafım yok,



Çekilebilirim.



"Yenilmek," "daha iyi yenilmek," benzeri ifadeleri senden öğrendiğimi itiraf etmeliyim, çünkü en sıklıkla senin yazılarının içinde rastladım.

Aynı kelimenin farklı hallerdeki farklı anlamlarını öğrendiğim günden beri kastettiğini en iyi anladığım ifade edişlerden biri oldu bu,

teşekkürler.

Bir de  bir yoruma bıraktığım cümledeki gibi olmalı sanırım,

yaşamda zenginleşmenin doğru yolu...

Cevabın ancak yaşarken ve yaşatırken verilebileceği, hatta belki o zaman bile eksik kalacağı soru halleri olsa gerek bunlar,

öyle değil mi?





Şöyle demişti çocuk: "Yaşamayıp da pişman olacağıma, yaşayıp da pişman olayım," ki ben kastedilen pişmanlığı da genel tanımının ötesinde bir anlam ile olumlayarak alıyorum.

Amma yazdım yahu...

Sıksam suyunu çıkarırdım sanki.




Günün sözüydü benim için; yaşamayıp da pişman olacağıma, yaşayıp da pişman olayım, cümlen...

ve elbette buradaki "pişmanlık" kelimesinin genel tanımının ötesindeki anlamını biliyorum.

Sağolasın.



Şarap şişesi ve kelime sayısı birbiriyle yarışa girer sanki,

gibi geldi bana ve bitmez bu sohbet...


ama yine de edilmeden bilinmez tabii.

26 Mart 2025 Çarşamba

BİR Günlüğü 11- MERTLİK

Yıl 1977 ya da 1978, sınıftayken ve dersteyken bir haber geliyor,

Demirel başbakan.

Alpaslan Türkeş uçakla gelmiş,

parti otobüsü ile de Çiftlik Caddesi'nden geçecekmiş...



Bu iki lider hakkında binlerce olumsuz cümle kurabilirim!

Ama!


Birisine bakınca da "zemzem suyuyla" yıkanmışlardı demekten kendimi alamıyorum!



Çiftlik, "kurtarılmış" bölgemizin ve şehrin en önemli ve en popüler caddesi.



Sınıf boşalıyor,

diğer sınıflar da bir araya gelince caddeye çıkıp asfalta yatıyoruz.



Otobüs D.S.İ tarafından geliyor ve Çiftlik'ten geçecek.

Mecburen duruyor.



Polisler bizi asfalttan kazımaya niyetli,

bizse asfalta yapışmış durumdayız;



asfaltla birlikte kazınabilirsek ne âlâ.

Otobüs anons yapıyor,

bizde tık yok. Ve sonuçta caddeye girmiyorlar, polisler çekiliyor ve üst yollara doğru çıkıyorlar.


Zafer bizim!



Önceki gün traş olurken, berberdeki genç çocuklarla gündemi konuşuyoruz. Geçmişi anlatıyorum. O günün önemli yanı benim açımdan o otobüsün caddeye girmek konusunda ısrarlı olmaması, ve Alpaslan Türkeş'in itidalli davranmasının yanı sıra anlayış göstermiş olması.

Elbette o yaşta ve o olay anında böyle düşünmüyorum. Bir zafer kazandık diye değerlendiriyorum.

Ve sohbette olduğumuz çocuklara bunun altını çizerek diyorum ki:

Bir de şimdiki adama bakın.

Ve bir kaç gündür yaşananlara...



O yıllarda miting konusunda rahatlıkla izin talep edebiliyorduk,

ve o izinler veriliyordu.

İstasyon Mahallesi'nden başlayan ve Cumhuriyet Meydanı'na ulaşan bir güzergâh ayrılıyor, bütün fraksiyonlar oluşturduğumuz kortejle meydana kadar yürüyor, yol boyu ve orada istediğimiz sloganları atıp marşlar söylüyor, konuşmalar yapıyor;

sonra da yine topluca mahallerimize ulaşıyorduk.



Ve eminim ki şu an eğitim sisteminin içine edenler, o kuşağın kültür ve bilinç düzeyinin kenarından bile geçemezdi!

Diyorum...


*Fotoğraf, Enn Sevdiğim Kadın tarafından çekilmiştir.

24 Mart 2025 Pazartesi

BİR Günlüğü 10- PENFRIEND

*...



Mina rakastan sinua,* diyor bir gün. Uçuyorum fakat bir yandan da dilin Orta Asya Türkçesi ile benzerliğini düşünüyorum. Dünyamdaki bir numaralı kız oluyor Anne. Ne hayaller kuruyorum. O günün koşullarında tek iletişim olanağımız gitmesi ve yanıtın gelmesi toplamda neredeyse 30 günü bulan mektuplar. Ama okul dönüşlerimde apartmanın bize ait posta kutusundaki, günlerce yokladığım o renkli zarfı görmenin tadına da paha biçemem. Yüzüm ışıldıyor, yüreğim küt küt atmaya başlıyor, sanki asansör gitmiyor sanıyorum. Kapıdan girişim, defterleri kitapları bırakışımdaki hız anlatılamaz. Tüm ayrık otlarımdan kurtuluyor, kolamı alıyor, yanına da mutlaka tatlı bir şey buluyorum. Yaşamımın en güzel halleri hanesinden bir ritüel bu. Avrupa ile erişilmez bir bağ! Sanki mektubu okumuyor, Anne ile yan yana kucak kucağa sohbet ediyorum, neredeyse kokusunu duyuyorum. Hatta bir yaz o İrlanda'ya dil okuluna gitmeyi düşünüyor, ben İngiltere'yi düşünüyordum ancak o yılların koşullarında, döviz çıkarma miktarlarına koyulan sınırlar yüzünden ben gidemiyorum. O bana İrlanda Cork'tan mektuplar atıyor...


Cümlelerini de içeren uzunca bir yazı yazıyorum, başlığı Pen Friend'lik Müessesi olan... Yazı elbette geçmişte yaşanmış pek çok şeyi de tetikliyor. Üzeri çizilmiş pek çok an var. Ve bunların hepsi, babanın çok çok erken ölümüyle birlikte, sadece hayallerde yaşıyor.

Sonra günlerden yakın bir zamanda bir gün sevgili blog arkadaşımız Şule ve sevgili eşi Finlandiya'ya gidiyorlar. Ve Şule bunu blogunda yazıyor. Aslında hayat bu yazıyı okumamla birlikte önüme bir fırsat da bırakıyor.

Henüz liseliyken ve sık mektuplaştığımız, birbirimize müzik kasetleri, plaklar yolladığımız 16'lık yaş sürecinde, İrlanda Cork'daki bir yaz okulunda Anne ile buluşmayı hayal ediyorum, bunu Anne ile yazışıyoruz.

Benim bir korkum var, babamın erken öleceği hissi bu... Bu nedenle içgüdülerim beni sürekli kararlarımdan geri döndürüyor. Anne bana sürekli yazıyor, ben bir süre sonra arkası olamayacağı için bu enfes arkadaşlığın... ve kafamdaki karmaşalar ve okulla ilişkilerim yüzünden; yazmayı bırakıyorum. Bir kaç mektup daha yazdıktan sonra benim nedensizliğim ve sessizliğim yüzünden o da bırakıyor.

Ve yaş yerini bulunca da kurduğum bütün planlarımı hayata geçirebilmek için askerliği aradan çıkarmaya karar veriyorum.

Ve kader bir kez daha bana o hayallerin hepsini çöpe at diyor,

çünkü henüz askerliği aradan çıkaramamışken ve 20 günlük taze bir askerken babam ölüyor.

Sonra...

Elbette yıllar yıllar sonra,

ve çok yakın bir zamanda, yani sevgili Şule ve sevgili eşinin Finlandiya'ya gittikleri ve yazısında bahsettiği zamanda, o üniversitenin sitesini tıklıyorum; bir de ne göreyim, Anne o üniversitede profesör,

aynı soyadı taşıyor.

Ve hâlâ çookkkk güzel bir kadın ve geçmişte yaşanmış enfes bir sürecin karakteri olarak,

beni sıcacık bir gülücükle başbaşa bırakıyor.

Lakin çok sayıda aynı ad soyadla karşılaşıyorum, bu da bende bir tereddüt oluşturuyor. Fakat fotoğraf da ısrarla O benim diyor. Şimdi bendeki fotoğrafını arayıp bulmam, artık elde olan fotoğrafla birlikte bunu bir kaç kişiye onaylatmam,

ve bu defteri de kapatmam gerekiyor.

Ve belki de Enn Sevdiğim Kadın'la ikimizi, pandemi öncesi planladığımız ama pandemiyle birlikte iptal etmek zorunda kaldığımız, trenle İskandinavya turu ve belki de bir penfriend ziyareti bekliyor!


*Seni seviyorum'un Fincesi

22 Mart 2025 Cumartesi

BİR Günlüğü 8- EKONOMİ

Benimki biraz da gökyüzüne bakarak ıslık çalmak! Oysa içimden neler geçiyor...



2023 yılı Temmuz'unda şöyle yazmışım:

Uzun zamandır, balık halinin de içinde bulunduğu güzel ve sakin parkın ıssız ve hoş bir yerine konuşlanmış, özellikle kareli mavi masa örtüleri ve mimari yapısı ile dikkatimi çeken Balık Evi'ne gitmeye karar veriyorum; ve ne var bizim Paribu Cineverse Piazza'da diyerek de internet sitesine giriyorum.

Mutluluk tavan çünkü bana göre uzun bir aradan sonra,

aslında bir kaç ay,

bingo!

Pırıl pırıl bir Başka Sinema filmi vizyonda; salon 6 ve koltuğum D-3 ile hasrete son. Lakin fiyat da 70'TL'ye gelmiş. Kaçınılmaz olarak bir tereddüt yaratıyor önce, sonra nelere alışmadık, alıştırılmadık ki diyerek ve ona hayat da bir tane mottosunu ekleyerek ve "Filmi sinemada izlemek, salonun kokusunu hissetmek de pek hoş be!" çığırtkanlığı ile, kendimi trende buluyorum.

Bu arada Başka Sinema, filmlerindeki fiyatı artırsa da sektörün diğer paydaşlarının fiyatlarının 135.00 TL olduğunu görüyor, daha bir kaç ay önce, Eylül 2022'de izlediğim film sonrası yazdığım yazıdaki 44. TL'ye varan fiyata çüşş demişken, aynı kategoride fiyatın 135.00 TL'ye varması ile 44 TL'nin zaman aşımıyla nasıl da masumlaştığını fark edip, bir yandan da zorunlu olarak yaptığı artışa rağmen hâlâ seyirci dostu konumunu koruyan Başka Sinema'ya şefkatlerimi gönderiyor,

ve ülkemizin -diplomasız- baş ekonomistine de ne desem bilmiyorum.

Diye yazmışım,

bugün merak ettim biletlerde son durum nedir diye...

2025 itibariyle 250.00 TL'cik olmuş!



O halde,

Dinleyelim bakalım Timur Selçuk yıllar yıllar önceki efsane şarkısında neler söylemiş!




15 Mart 2025 Cumartesi

BİR Günlüğü 7- TUTKU

Oktay Mithat Paşa Kız Lisesi'nin erkek öğrenci almaya başlayan orta kısmından sınıf arkadaşım. Ele avuca sığmayanlar ekibinden... Ben Şanlı Lisem 19 Mayıs'a devam ederken, O Sanat Lisesi'ne devam ediyordu. Sonrasında ise Polis olmayı seçmiş olduğu ve artık İstanbul'da yaşadığını öğrenmiştim. Uzun yıllar görüşemedik, oysa İstanbul/Aksaray Emniyet Müdürlüğü'nde görevliymiş ki iş için İstanbul'a gittiğimde Aksaray'daki dayımların mağazasına uğrar, kuzenlerle de epeyi laflardık. Sonra onun emekli olduktan sonra bir yurt dışı hikâyesi var. Velhasıl aradan uzun yıllar geçtikten sonra, yabancı uyruklu sevgilisi de ölünce, ülkeye geri dönüş yapmış ve arkadaşlığımız kaldığı yerden devam eder olmuştu.

Şu aralar arabasına aşık, bir de bisikletine.


Heveslisi çok, poz poz fotoğraf çekiyor, gelen geçen. Önünde duran, poz verip çektiren insan sayısı bol. Sosyal medyada epey popüler olmuş. Dedim fotoğrafları parayla çektir, dedi ki yoh yoh.


O zaman dedim, hazır temizlenip parlamışken BMW, ben fotoğrafları çekip blogumda yayınlayayım. Ama demedim biz BMW'ye doğduk diye. Özellikle radarla olan maceralarımız dilimin ucuna gelse de...

Geçti o gözükara yıllar oldu mazi, deyip sustum.


Arabasına şiddetli bir tutku ile aşık arkadaşımın sosyal mecralarda yayınlanan BMW'sinin fotoğraflarının tadını çıkarışını dinledim zevkle. Sonra araba pırıl pırıl haliyle aynı yerinde kaldı, o bisikletiyle devam etti, ben de yürümeye devam. Evin önünden geçerken fikrim değişti, yolu uzattım, derken benden önce bisikleti ile yola çıkan Oktay'la tekrar karşılaştım. Deniz Kızı Kafe'nin karşısındaki parkta oturuyordu. Migros'a koştum, soğuk içecekler ve kuru pastalar aldım. Anılara ve memleket hallerine bir girdik, kolaylıkla çıkamadık.


14 Mart 2025 Cuma

BİR Günlüğü 6- SEVMEK

Mezarlığın önünden geçerken öğretmenimizin mezarını ziyaret edip etmediğini soruyorum kardeşime ki mezarı bizim ailenin mezarlığına yakın.

Sonra öğretmenimizin kıymeti üzerine konuşmaya başlıyoruz.

Ölmeden bir süre önce sınıf arkadaşlarımla birlikte evinde ziyaret ettiğimizde o yardımcısı tarafından odasında hazırlanmıştı. Salona girdiği anda günaydın diyerek bizi ayağa dikmiş, sağol dedikten sonra da mini mini birler halini alarak, şahane sohbet etmiştik.

O gün vasiyet etmişti; cenazeme gelin, diye.

Gülseren Kaya: Hayatıma derin izler bırakan, nikahıma dahi gelerek beni mutlu eden, kıymetli ve enn sevdiğim kadınlardan biri!*


Ben ilkokulu bitirince kardeşim başlamıştı, dolayısı ile ikimiz aynı öğretmenin öğrencileriyiz.

 Kadınlı erkekli ziyaretimizde, 

sıradan bir giyimle öğrencilerinin yanına geçmeyi düşünmemişti.

Onu her zamanki saç modeliyle ve gülen yüzle görmek hepimize iyi gelmişti.

 

Sonrası muhteşem bir sohbetti. Cenazeme gelin demişti. Biz öğretmenimizin ölecek olmasını zihnimizden silmiştik. O gün mini mini birler olarak girdiğimiz evden de yetişkin insanlar olarak çıkmamıştık. Onun yüzündeki "Sizinle hep gurur duydum çocuklar," ifadesi muhteşemdi.

Biz öğretmenimize ölümü yakıştırmasak da O, o gün vasiyet etmişti...

Gülseren Kaya hayatıma derin izler bırakan, nikahıma dahi gelerek beni mutlu eden, kıymetli ve enn sevdiğim kadınlardan biridir!

Evet aile büyüklerim açısından da şanslıydım; giriş katı bir kiralık evde ve kenardan bir mahallede 8 nüfus yaşıyorduk ama evdeki kültür düzeyi tepelerdeydi; bu şanstı ve zihinsel olarak çok iyi beslenmemizi sağladı.

Annemin öğretmen olarak Gülseren Kaya'yı seçmesi olağanüstü bir güzellikti biz için. Kitap okuyan, hayata soldan bakan büyüklerimizin katkısı ile birlikte nitelikli bir öğretmenin elinde yetişmemiz; yaşamımızın sonrası için de kesintisiz bir devrim oldu, hepimiz için.

Sonrasında yaşamı ilmek ilmek ördük ailece. Önce bir apartmandan daire aldık ki bu bir anlamda sınıfsal bir sıçramaydı da...

Sonra yürüdük gittik.

Taa ki ben 20 yaşımda ve henüz acemi birliğinde askerkene kadar... Çünkü baba öldü.

Artık sorumluluk bendeydi. Küçük kardeş Lise bir ilk yarıda okulu bıraktı, mağazaya geçti ki yaş 15.

Müdür muavini ve öğretmeni Pembe Hanım çırpındı bırakmasın diye ki o öğretmenin yeri de çok özeldir biz için.

Şimdi halamdan sonraki en büyük benim. Bir sürü kuzenim var. Ama aileden ve öğretmenimizden aldıklarımız hâlâ bizi bir arada tutuyor; Kahraman dedem ki demiryolu aşkımın sebebidir ve babıda'nın, - minikken dilimin o kadar döndüğü, anlamı babanne olan bir deyiş- kurdukları düzen, aşıladıkları sevgi nesillerdir kazaya uğramıyor.

Şu an  halam 1 numarada bense 2...

Bu bağlanmışlık nedeniyle ve her zaman etrafı kıskandıracak ölçüdeki sevgilerimizle,  iyi ki bu geniş ailenin çocuğuyuz der, bundan gurur duyar, içimizden de asla bir kötü çıkarmayız...

  

11 Mart 2025 Salı

BİR Günlüğü 5- MUTLULUK

Adeta bir yaz günü. Güneş pırıl pırıl. Fotoğraf makinem sırt çantamda.

Evden çıkıyorum. Deniz beni çağırıyor,

özlemiş.

Oysa bütün gün birbirimize bakıyoruz. O çalışma masasındaki beni görüyor, ben de masamda çalışırken onu.

Uzun bir yürüyüş planlıyorum. Sahil boyu martılar. Bir başka denizde bu kadar var mıdırlar?

Şüpheliyim.

Ve insanımız...

Şahaneler, onları beslemekten büyük keyif alıyorlar.

Ve çocuklar...

Diğer canlıları da beslemek konusunda aileden aldıkları eğitimin hakkını veriyorlar.

Ve elbette bizim Disko. Mahallemizin yakışıklısı. Yine denizin içinde ve bir oraya bir buraya koşup duruyor.

Önümde yürüyen iki genç kız.

Hayata meydan okuyorlar... Lakin bir tanesi beni de ayar ediyor.

İki genci durduyor.

Mini etek eyvallah.

Göğüsleri açık eden bluz, eyvallah.

Ama o sigara ne... Neyin meydan okuması bu.

Kesinlikle tutucu bir insan değilim, kıyafetine saygım sonsuz,

lakin beni bile ayar eden bu şımarıklığa, Ramazan günü ne gerek var?

Biraz saygı...

Bi kenarda otursan bir kaç dakika, içsen sigaranı, sonra kalksan ve arkadaşınla devam etseniz yola...

N'olur?


Bu kadar martı başka bir denizde var mıdır, emin değilim. İyi beslendikleri kesin ki daha önce fotoğraflarla sunmuştum sofralarını ve keyiflerini... Yine kalabalığız, yine coşkulu...

Kadrajıma bir aile giriyor. Ailece martıları besliyorlar. Ağaçlar yaşken eğiliyor ve bizim sahilde bu eğitim sürekli devam ediyor.

Dikkat çekici bir sahiplenme ve dikkat çekici bir paylaşım;

diğer canlılarla.

Oyun parkı cıvıl cıvıl, kuş seslerinin yanı sıra çocuk sesleri, gülen insan yüzleri... Kimin sıkıntısı var anlaşılmıyor bile...

Bu, denizin iyileştirici etkisi. Mesela şu abi. Az önce yanımdan geçen. Kafasında binbir problem. Etrafla pek ilgisi yok. Kendi dünyasında... Ama ortam ona çözüm yolunda taşlar döşüyor.

Şu banktaki gitar çalan genç.

Onun bir vakti var. Havanın yağmadığı her zaman, ki yaz kış fark etmiyor.

O bankta...

Denize karşı enfes şarkılar söylüyor. İstekleri kabul ediyor. Gözü aç değil.

Ruhu da...

Ama çocuklar... Oyun parkındakiler de, denizin kıyısındakiler de, hayata dokunmayı öğreniyorlar.

Hayvanların da insan olduklarını biliyorlar.


Uzunca yürüyor, evden uzaklaşıyorum ve Oktay ile rastlaşıyorum. Benim ortaokul arkadaşım. Bisikletle dolaşıyor. Ve bir arabası var. Eminim ki kız arkadaşını o kadar sevmiyor.

BMW'si çok enteresan; renk yeşil, özel boya... Ama rastgelinecek yeşillerden değil ve metalik.

Turuncu ile ortaklar.

Nikel çamurluk ağızları ayna gibi.

Evi yukarıda olmasına rağmen BMW her zaman sahilde ve aynı yerde. Gelen geçen onunla fotoğraf çekiyor.

Bir dahaki yazılarımdan birinde BMW'nin fotoğrafı söz.

Hatta ona diyorum ki fotoğraf çektirenlerden para al.

Kabul etmiyor. Kendisi emekli polis.

Banklarda sohbete devamken biz...

Bisiklet yolundan bir kadın sesi geliyor.

O halde bana eyvallah,

10 Mart 2025 Pazartesi

BİR Günlüğü 4- KADER



10- 11 Eylül 1980 günleri, 19 sonu-20 başlarındaki iki genç Marmaris'tedirler, Kuşadası'ndan çıkarken rastlaştıkları bir doktor çiftin çocukları da onlarla takılmaya başlamıştır, oradan beri. Ve aileyle Bodrum'dan beri aynı mekânlarda konaklamaktadırlar ama gençler gecelere aktıkları için o çocuk da onlarla gelmektedir. Çocuk dediğimiz de 16-17 yaşlarındadır.

Bu ekip 10 Eylül günü her gittikleri yerde yaptıkları gibi barlar sokağının bir başından girip, hiçbir barın hatırı kalmasın diyerek öte baştan çıkmaktadırlar. Ama o gün bir barda takılı kalırlar. Barın arkasındaki kadın çok güzeldir. İsveçlidir ve bir Türkle evlidir. Garip bir şekilde de bu satırların yazarının İsveçli Penfriend'ine benzemektedir. Çok ahbap olurlar, iyi çocuklardır ve kolay iletişim kurabilmektedirler.

11 Eylül

Kadına bir hediye alıp o gece sadece o bara giderler, barda çalışan ODTÜ'lü bir genç de vardır. Onu da ihmal etmezler.  İçmeler mevkinde bir diskotek görmüşlerdir ve oraya gitmeye çoktan karar vermişlerdir. Bir süre sonra bu isteklerini bardaki kadınla paylaşırlar; Christina oraya gittiklerinde kendi adını vermelerini söyler.  Vedalaşıp giderler ve ne tesadüftür ki diskoya girdikleri anda  Another Brick In The Wall çalmaktadır; pistte yukarıdan aşağıya bembeyaz, tek parça pantolon bluz giymiş siyahi bir genç adam, tek başına dans etmektedir. Şu tepelerdeki mor lambaların yeni çıktığı, buralarda henüz olmadığı zamanlardır. Nefis bir mekânda nefis gece yaşamışlardır.

Bu lezzetle Marmaris'e dönerler ve bir işkembeciye girerler. Çıktıklarında arabanın başında biri epey iri yarı iki genç adam durmaktadır. Enn arkadaşı Buraneros'a döner der ki: "Olum seni burada da buldular." Buraneros da der ki "Yapılacak bir şey yok, soldaki benim." Aslında şakalaşıyorlardır. Ve zaten onlar da oraya çalışmaya gelmiş Termeli çocuklardır. 55 plakalı arabayı görünce hasret gidermek için beklemişlerdir.

Gelinir ve yatılır.

12 Eylül

Sabah askeri bir cip sokağa çıkma yasağı dahil pek çok yasağı bildiren anonslarla geçmektedir; hemen denizin dibindeki toprak yoldan. Buraneros dışarı çıkar arabanın radyosunu açar ve darbe olduğunu, ikinci bir emre kadar bulundukları yeri terk edemeyeceklerini, içki satışının yasak olduğunu öğrenir. Kaldıkları yere döner ve en arkadaşına "ihtilal olmuş," der. Sizinkiler mi yapmış' dır gelen cevap.

O gün için planları daha aşağı doğru inmek, Mersin'den de Kıbrıs'a geçmektir. Ama anlaşılmıştır ki tatil bitmiştir.

Gün içi dışarı çıkamayan çocuklar kağıt oynamaya karar verirler. Yan tarafta kalan iki kızı fark etmişlerdir aslında; ama zaten onlar erkenden çıkıp gece geç vakitte dönmekte oldukları için, o ana kadar kızların bir önemi olmamıştır onlar için.

Bu kez mecburen kızlarla konuşma ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu türden işlerin sorumlusu da Buraneros'tur. Kızlara yanaşır oyun kağıtları olup olmadığını sorar. Olmadığını söylerler ama yandaki bir evi tarif ederler. İhtiyaç duyduklarında oradan almaktadır onlar da...Buraneros gider ve o evden kağıtları rica eder. Kağıtlarla döner. İki kişilerdir ve üçüncü zaten "küçüktür",  kızlar da iki kişidir zaten. Buraneros kızlara "Birlikte oynayalım mı?" teklifini yapmak üzere dışarı çıktığında kız sayısının üç olduğunu görür. Yine teklifini yapar ve kızlar da kabul ederler. Buraneros Berrak'la, en arkadaşı da Leyla ile eş olur ve pişti oynamaya başlarlar. Laflar lafları açar, oyun biter sohbet başlar.

Leyla Berlin Üniversitesi'nde okumakta olan bir  kızdır ve Kürttür. Berrak oraya babasıyla gelmiştir. Orada tanışmışlardır. Maria ki Ria diye kısaltılmıştır adı, Leyla'nın üniversiteden arkadaşıdır. O gün Buraneros'la Berrak arasında İstanbul'da buluşmanın planları da yapılmıştır; özellikle o günlerde popüler olan bir mekâna gitmek için... Ve Berrak'ın dahili numarası 55'dir.  Amerika'dan yeni dönmüştür ve önemli bir şirkette çalışmaktadır.

Kızlar ortak kullanılan dolaptaki şarapları fark etmiş ve kendi aralarında "A aa biri şarap alabilmiş," diye konuşmuşlardır. Hayata zaten antenleri açık olan Buraneros da bunu duymuştur. O şarap aslında dışarı çıkma yasağı olduğu için duvardan duvara atlanarak ulaşılan bir restorandan gidip de alınmıştır.

O günün akşamı

Avlu tabir edebileceğimiz bir yerde, o mekânda kalan sakinler yazlık sinema tadında sıralanmışlardır televizyonun karşısında... Netekim Paşa da konuşmaktadır siyah beyaz camda. Hemen onların sağ tarafında da tahminen biri 23 diğer ikisi 22 yaşlarındaki üç genç kız ve 19-20-17 yaşlarında 3 genç erkek oturmaktadır; tahta bir masanın etrafında... Şarap içilecektir de nasıl olacaktır bu. Sorun Berrak'ın babasıdır. Ondan çekinilmektedir ve gecenin önemi dolayısıyla diğer insanlara da ayıp olmasın endişesi vardır.

Biraz sonra masaya bir demlik, bir çaydanlık, çay kaşıkları, ve çay bardakları gelir. Çözümü Ria üretmiştir. Acayip gülünür ve şaraplar keyifle içilir. Kızlar denize girmeyi teklif ederler gecenin bir yarısında, denize girmek için yolun ötesine geçmek gerekir, sokağa çıkmak yasaktır ya! Oğlanlar korkarlar, ailelerine ulaşamamışlardır ve karşılıklı endişelerin ne boyutta olabileceğini tahmin etmektedirler.

Gecenin finali duygu doludur.

Çocuklar sabah erkenden yola çıkabilmek için gerekli olan izin kağıtlarını alıp Ankara'ya varmak zorundadırlar, çünkü beşten sonra sokağa çıkma yasağı vardır. Aslında o gün, özellikle Leyla ile enfes siyasi tartışmalar yapmış, pek çok ülke üzerinden şahane şeyler konuşmuşlardır. Bugün Buraneros o gün söylediği pek çok şeyin gerçekleşmiş haline tebessüm etmektedir.

Ve o gün, onların geldiği yöne devam etmeyi planlayan kızların yarım kalan tatillerini tamamlamak adına, geliş yönünde topladıkları tüm kartpostal ve hediyelik eşyaları kızlara verirler. Kızlar da onların gidemeyecekleri ama kendilerinin geldikleri yönde topladıklarını. Aslında dönüşte askere gidecek olan Buraneros nedeniyle 1982 yılında yapılacak Avrupa turunu, birlikte yapmak üzere anlaşmışlardır. Üstelik Dünya Kupası İspanya'dadır. Ama kader ağlarını örmüştür ve Buraneros da zaten buna hazırdır.

7 Mart 2025 Cuma

BİR Günlüğü 3- DOĞMAK

1981 yılında yaşanan bu içerik ilk olarak 22 Nisan 2009 yılında bu blogda yazılmıştır. BİR Günlüğü konsept olarak ortaya çıkıp yazılmaya başlayınca da, yıllar önce bana hazırlanan büyük ve çok riskli bir sürprizi içeren yazı, bu konsept altında da tazelenmeli düşüncesiyle ve ufak düzeltmelerle  yıllar sonra -son kez- tekrarlanmıştır.




Günün akşama dönen saatleriydi. Binbaşıyı evine bırakıp arabayı park ettikten sonra yukarı, subay gazinosuna doğru çıkmaya başlamıştım ki arkadan gelip koluma giren Aziz'le birlikte yürümeye başladık. Naber, nasılsın, nasıl geçti gün, muhabbetiyle ağaçlı yoldan yürüyüp gazinonun kapısından içeri girdik. Altı kişilik şahane bir çeteydik. Hem efendi, hem fırlama, biraz serseri, alabildiğine gözü kara, altı farklı şehirden, altı gencecik çocuk.

Her günü, her akşamı aksiyon yüklü altı asker.

Biz Aziz'le orduevine girdiğimizde, diğer dört adam ortalıkta yoktu. Ve garip bir şekilde canım sıkkındı. Aziz, ''Sen otur tertip, ben işlerim var onları halledip geliyorum,'' dedi. Ben, o an orada bulunan diğer çocuklarla, klasik asker deyimiyle alt devrelerle sohbete başladım. İzmirli, köle diye seslendiğimiz, çok sevdiğimiz, çok uyanık bir garson vardı. Yine alt devre, Tokatlı, Türk Sanat Müziği söyleyen, Orduevi eğlencelerinin ve eski kentin kızlarının sevgilisi, İbo'da oradaydı.

Bizim çetenin elemanları ortalıkta olmadığı gibi, biraz sonra o ikisi de kayboldu; ve ben, orduevinin oturma salonunda yapayalnız kaldım. Belki bu ilk kez olan bir şey değildi, ki çoğu zaman, şehir dışında ya da görevde olduğumuzda eksik oluyordu kadroda... Ama o gün, canım sıkkındı işte!



Babamın öldüğü, koğuştan izine gidiyorsun diye kaldırılıp otobüse bindiğim geceden henüz bir yıl geçmişti. Askerlikle ve babanın zamansız ölümüyle yüklenilmiş sorumlulukların, vazgeçilmiş hayallerin ortasında bir yerdeydim. O çete, benim o süreci kolay geçirmemin en önemli ögesiydi. En atak, en fırlama çağında bölünen hayatıma katılıp, yaşamı hiçbir şey olmamışçasına sürdürmemin en büyük dayanağıydı.

Hava kararmaya başladığında sadece Aziz benim olduğum yere gelip gidiyordu ki bu da gayet normaldi. Komutan (Tuğgeneral) orduevine yemeğe geldiğinde ya da büyük protokol yemeklerinde bütün düzenden sorumlu olan oydu. Saat sekize yaklaştığında, henüz çetenin diğer elemanları ortalıkta görünmüyordu. O ara, Aziz yanıma geldi, ''Tertip yukarıda az işim var, gel senle beraber gidelim,'' dedi. Orduevinin alt binasından çıktık. Kurulu olduğu yamaç dolayısıyla yıkılma riski olduğu için kapatılan üst orduevine doğru yürümeye başladık. Üst orduevinin sadece cuntacı generallere ayrılmış bölümü kullanılabilirdi ve oranın sorumlusu da Aziz'di.

Sadece onlar gelirlerse kullanılan, tugay komutanı dahil hiçbir üst ya da alt rütbeli subayın kullanamadığı bu odalar ve salon: Bizim askerliğimiz süresince, bir kez hizmet verdi cuntaya...

Biz Aziz'in ana kapıyı açmasıyla binadan içeri girdik, oranın sorumlusu olarak her akşam kontrol ediyordu ve her gün temizleniyordu odalar; her an gelirlermiş gibi... Üst kata çıktık, ana salona doğru yöneldik; burası, geldiklerinde yemeklerini yedikleri salondu ve olağanüstü güzel tabakları, kadehleri, çatalları, bıçakları vardı.

Mobilyaları anlatmama da gerek yok sanırım.

Kapalı ve karanlık salonun önüne geldiğimizde, Aziz kapının anahtarlarını bakındı, çıkardı, elini kapıya uzattı ve ''Aa açıkmış,'' dedi. Biz içeri girdiğimizde, birden ışıklar yandı ve alkış kıyamet koptu. Muhteşem bir masa hazırlanmıştı... Yaş pastaya kadar her şey vardı... Eski kentte bulunması mümkün olmayan Doluca Moskado'yu, kim bilir kaç gün önceden ayarlayıp, bulup buluşturup, masaya koymuşlardı. O zor koşullarda, onca riski alıp, bütün nöbet yerlerini ve nöbetçileri ayarlayıp, bana netekim paşa ve avanesine ayrılmış salonu açmışlardı. Masaya zor oturdum, bir konuşma yapmaya çalıştım. Gözyaşılarımın ve hıçkırıklarımın izin verdiği kadar konuştum; sadece sizi seviyorum diyebildim...

Her biri, bir hediye almıştı: Bir küçük kutu kibrit, bir tadelle, sevdiğim gazozdan bir şişe, Moskado, bir resim çerçevesi ve benzeri küçük küçük sembolik hediyeler... Hepsini bir torbada hâlâ saklarım; hayatımın en anlamlı ve en değerli hediyeleri olarak...

Bir yirmi Nisan akşamıydı.

5 Mart 2025 Çarşamba

BİR Günlüğü 2- MİHRİ

Mihri'yi tanımayanlar için daha önce yazılmış uzun bir yazıdan kısa bir özet!


"Yine akşamları buluşuyor, oyunlara devam ediyor, saklambaça körebe, hatta futbol falan da ekliyoruz. O her zaman pırıl pırıl. Yüzündeki ufacık çilleri ile çok tatlı. Beni ne kadar sevdiğini hissediyorum. Duygularını anlıyor ve seviyorum. Havalıyım. Çocukça... Aşık olmak bir zayıflık durumu sanki. Karizmayı çizdirmek bize yakışmaz. Oysa iyi kalpli ve romantik bir evin çocuğuyum. Bugünden bakınca bir odun alıp kafamda paralayasım geliyor. Halimi aslında hangi kelime ile anlatabilirim onu da bilmiyorum. Oysa şımarık bir çocuk olmadığım gibi iyi kalpliyim de...

Sonra bayram geliyor. Birbirimizle bayramlaşıyoruz. O ortada yok. Türkan bayram kartları hazırlamış, özenle her birimizin adına yazmış zarfların üzerini ki birini bana veriyor. O an açmıyorum. Hepimiz dağılınca açıp okuyorum. Bir kutlama ve siz hitaplı. Ama içimi yıllardır her aklıma geldikçe yakan bir cümle de var içinde: "O sizi çok seviyor. O başkasını sevse bile ben yine de onu severim diyor."

İçim cızz ediyor elbette, ama yeniyetme şımarıklıklarım bunu başarıyla perdeliyor. Sonraki yıllarda hep aklıma geliyor. Gitsem, arasam bulsam, onu bir pastaneye davet etsem, ellerini avuçlarıma alsam, gözlerine baksam, sözlerimi döksem ve özür dilesem....

Bunu çok kere, aklıma her düştükçe, delicesine istiyorum. Ama sonra... sonra diyor ve vazgeçiyorum. Ve sonraki yılların hiçbirinde, hiçbir yerde karşılaşmıyoruz. Biz şehrin dışında yazlık niyetiyle yaptırdığımız sonra sevip kaldığımız bir yere geliyoruz. Ortaokul ve lisede ben çok daha aktif bir hayatla haşır neşir oluyorum ama; aklıma O her geldikçe; onu üzdüğüm için kalbimden bir sızı bana, hep onu hatırlatıyor, merak ediyorum. Bir yanımla da aslında ne kaçırdığımı biliyor ve o yaşanmamışlık için belki de hayıflanıyorum.

Bilmiyorum."
***


Dişçimdeyim. Kendisi uzun yıllardır komşum. Randevulaşıyoruz ve verilen saatte oradayım. Giriş katında, çok hoş düzenlenmiş alanda bir koltukta oturuyorum. Çalışan kızlar dikkatimi çekiyor, mekânın huzur veren bir ruh hali var. Ve müşteri ifadesini pek yakıştıramasam da, müşteriler ıssız, ve bir güven duygusu ile sessizce ve hoş düzenlenmiş bir alanda bekliyorlar. Kasa ve her şeyle ilgilenen bir genç kadın var, bankonun arkasında. Abartısız, hoş şıklığı ile dikkat çekiyor, yaklaşımı güler yüzlü. O ara doktorumun beni beklediğini söylüyor, asansörle o kata çıkıyorum. Komşumla iki lafın belini kırarken o yol haritamı da oluşturuyor. Asistanı, çok tatlı ve ölçülü genç kıza da teşekkür ediyorum. İkinci randevum veriliyor ve ben başka işlerim için caddeye çıkarken önünden geçtiğim turuncu takımlı genç kadına hoşçakalın diyorum.



Ertesi gün.

Mekâna giriş yapıyorum. Turuncusu ölçülü ve güzel takım elbiseli genç kadın gülümsüyor, hal hatır soruyoruz. Ben koltuklardan birine geçiyorum lakin genç kadın bana yabancı gelmiyor. Elbette benden yaşça çok küçük, farklı zamanların gençleriyiz ama heyecanlanıyorum, çünkü bu yazının başlığındaki isme inanılmaz derecede benziyor. Onun kızı olduğunu düşünüyorum ve sözde soğukkanlıyım. Doktorum çağırana kadar genç kızın tüm mimiklerini inceliyorum.



Kan mı çekiyor ne?

Bu durum dişçime gittiğim süre boyunca devam ediyor. Devam ediyor ancak heyecan da bende gittikçe yükseliyor. Sürekli zihnimle irtibat halindeyim ama heyecan komutayı ele almış durumda. Ona uysam yandım.

Genç kadınla aramızda tatlı, güleryüzlü bir iletişim de gelişiyor bu arada. Ben Mihri'nin kızı değilse bile akrabalarından birinin olduğunu düşünüyorum. İlk aklıma gelen Gülşen Abla.

Bu arada Mihri'yi düşünmekten geri kalmıyorum. Elbisesinden, yüzünün tatlı çillerinden, hippi tarzı askılı çantasından, sakinliği ve şirinliğine kadar tüm detayları hatırlıyorum ve kendisini olağanüstü derecede ve tekrar edeceğim üzere bankodaki hoş kıza benzetiyorum. Bu aradaki gelip gitmelerimde genç kızla ilişkimiz gelişiyor ama daha önemli bir gelişme oluyor.



Çocukluk mahallemizdeki caddede yürürken bir anda fotoğraf stüdyosu olan bir arkadaşıma uğramak geliyor içimden, oysa bir yerde keyfini çıkararak yemek yemeyi düşünüyorum,  yolumu değiştirip o caddeye iniyorum. O sırada bir pastanenin önünden geçiyorum; ilgimi çekiyor ve içeriyi de süzüyorum. Bir kadın var, biz yaşlarda... Biz bu kadını tanıyoruz diyorlar tüm hücrelerim, nefes alışverişim yükseliyor, çünkü O, cesaretim arkama saklanıyor. Onca yıla rağmen yüz hatları ve beden beni onaylıyor. Ömer hemen komşusu, onun kapısından içeri süzülüyorum. Ömer'le sohbet koyu ancak bendeki kalp atışları 8 silindirli Amerikan arabası gibi. Ömer'e sormakla sormamak arasındayım, Ömer bizden bir kaç yaş küçük ancak çocukluktaki o fark bir türlü kapanmadığı için Ömer benim gözümde hâlâ çocuk. Sormuyorum, çünkü peşimden hemen koşup anlatacağını biliyorum.

Pastaneden içeri girmeyi istiyorum. Eğer tanırsa nasıl bir tepki alacağımı bilmiyorum. Ceren'in bir sözü gelip zihnimin baş köşesine oturuyor. Çünkü bir yazımı okurken O demişti ki bırakın öyle kalsın, daha hiç dokunmayın.

Üzerine gitmeyi hem düşünüyor hem düşünmüyorum. Nasıl bir sonuç ortaya çıkar bilmiyorum ve bu yazıyla birlikte bu konuyu kapatmayı düşünüyorum. Bir sonraki randevuda merak dayanamıyor. Bankodaki güleryüzlü genç kızla diyalog halindeyiz, işim bitiyor. Vedalaşırken bizi ziyaret edin, diyor. Ben de sizi birine çok benzetiyorum diyorum ve adı Mihri olan bir akrabanız var mı diye soruyorum.  Benim çok özel çocukluk arkadaşlarımdan biridir kendisi derken; Gülşen Abla sizin anneniz mi sorusunu da hemen cümlenin ardına ekliyorum. Ve yüzümde bir gülümseme ile trene doğru yürüyorum.

Ne demişti -üstelik benim bayıldığım ve yine bir yazımda kullandığım- şarkıda Müslüm Baba?


AŞK TESADÜFLERİ SEVER!



2 Mart 2025 Pazar

BİR Günlüğü 1- GOGAN

Biz eskiden her yaz ana-baba memleketine giderdik. O sabahlara uyanmak, yolun heyecanı, yazın ortasında bile tir tir titretirdi bedenlerimizi... Ta ki bagajları yerleştirmenin ardından, motor ısınsın diye çalışmakta olan arabanın koltuklarına oturana kadar. Heyecanla el birliği yapmış, henüz uykuların sonlanmadığı, gün ışığının geliyorum dediği, çalar saat görevleri de yapan horozların uyku mahmurluğunda gözlerini ovuşturdukları saatlerde...

Bagajda her zaman jantlara geçirilmiş, hazır vaziyette çift istetme olurdu. Ben babamın arkasındaki tarafta yani arabanın solunda otururdum.

Güzergâhımız belliydi. Ben Ankara üstü gitmeyi isterdim, çünkü yolun tamamı asfalttı. Babam o yolu tercih etmezdi çünkü yol uzardı. Gerçi onun tercih ettiği yol daha fantastikti. Bir masal gibi... Bir kısmını Yeşilırmağın kenarından, onunla yarenlik ederek giderdik. Tokat'a yaklaştıkça heyecan artardı. Şehrin çıkışındaki rampanın kenarında CimCim vardı çünkü.

Tokat Kebabı'nın erbabı.

Onun hazırlanışını, patlıcan, domates, biber, sarımsak ve etlerin şişlere geçirilişini, o şişlerin en tepesine koyulan kuyruk yağlarını, o şişlerin sıralı olarak asıldığı bir başka demirin taştan ve özel fırındaki yolculuğunu izlemek muhteşemdi.

Üzerleri cızırdayan yağlarla ahbap olmuş kebabın, hazır bekleyen ve elbette fırında hafifçe ısıtılmış lavaşların üzerine dağıtılması, ortalığa yayılan fırın görmüş sarımsak kokuları, başlangıçtan sona kadar doyumsuz bir ritüeldi.

Oturup da lokantada yemezdik ama!

Çünkü bizde ritüeller bitmezdi.

Tüm pişmiş malzeme arabanın bagajında hazır bekleyen tepsiye boşaltılır, tepsi önceden hazırlanmış örtülerle sarılır ve kolektif bu lezzetler bagajda yerlerini alırlardı.

Rampa ile birlikte Tokat'tan çıkılır, toprak yolda virajlar alınır, güneş çoktan tepeye varmış, arabanın bütün camları açılmış olurdu ve Çamlıbel'e varılırdı. Henüz askerden yeni gelmiş ve bekâr babamın Çamlıbel rampalarındaki anıları elbette dinlenirdi.

Yol açma çalışmalarında çalışmaktan yorulan Karayolları araçları arıza yapar, henüz genç ve bekâr babam da onları tamir edermiş. Orada kaybolan bir kol saati vardı babamın, elbette henüz dünyada olmayan bizim bilmediğimiz... O saatin hikâyesi her seferinde mutlaka dinlenirdi. O anlatırken ben o ânları gözümde canlandırırdım. Çünkü babamın gençlik fotoğraflarından bilirdim saati.

Ve sonra araba bir ağacın altına park edilir, Çamlıbel'in zirvelerindeyken biraz daha tepeye, bu kez yürümek gerekirdi. Çünkü orası içilebilir su akan bir çeşmenin ve minik bir topluluk olan ağaçların serinindeydi. Tatları iyice birbirine geçmiş etler ve sebzeler ve tümünden geçen tatlarla zenginleşmiş lavaşlara küçük lokmalık dürümler yapılarak yemek insanı zevkten öldürürdü.

O sırada aşağıda, yolun kenarında ve güneşin altındaki arabanın içinde ve kutularında olsa da plaklar; bir kısmı güneşin ısısından erirdi; Malatya'ya varınca ilk iş olarak halam amcamların evinde onları ütüyle düzeltmeye çalışır, başarılı olamayınca da halam ve ben bir plakçıya gidip eriyen plakların yerine yenilerini alırdık..

Malatya'da bir gece, Ziraat Bankası müdürü olan amcada kalınırdı ki amca sürekli tehdit almakta, siyasi baskılara maruz kalmaktaydı. Çünkü ondan kredileri, sonra bir bomba ile öldürülecek olan ünlü aşiret liderine ve şürekasına vermesi istenmekteydi. O ise bankanın kuruluş ilkeleri doğrultusunda küçük çiftçiye ve köylüye ait kredileri sahiplerine vermekteydi.

Sonuç itibariyle de iktidar değişir değişmez de sürgünü yemişti kendisi..

Elbette Malatya'ya varmadan önce ve kebabları götürdükten bir kaç saat sonra özellikle arabadaki çocukları çok sevindiren bir nokta vardır.

Gürün.

Hem aslfatla ve ana yolla buluşma noktasıdır hem de balıklı göl vardır orada.

Bir yeşil cennet.

Yolun bütün sıcağı, tozu toprağı orada son bulur. Sonrası Malatya üzerinden Elazığ, Harput'a doğru tırmanış, uzun köprüye ve gürül gürül akan ırmağa varmadan geçilen film karelik enfes köyler, nihayetinde Fırat'ı köprüden geçerken nehri seyretmek ve yeşil, yemyeşil Pertek.

Çarşıdan geçiş ve dede evine varış.

Dayı, yenge, annane -ama üvey- çünkü biz ortada yokken öz olan ölmüş, içimde nasıl bir boşluktu kendisi ki üveyle bile dolduramamıştım. Fotoğrafları dışında hiç görmediğim ama sevdiğim... Ve tabii ki kuzenler, her yaz buluştuğumuz arkadaşlar, evin hemen önünden geçen, İran, Nepal, Irak coğrafyasına giden turist araçları.... Ahhh!... bağlar elbette, her taraftan gelen şırıl şırıl sular ve Süpergeç Dağı'nın saklı vadisine yürüyüşler...

Kısaca bahsettiğim bu coğrafyadan bana kalan en büyük hatıralardan biri ise gogan'dır. O, o coğrafyada taşın adıdır, bildiğimiz, kızdığımızda yerden alıp savurduğumuz taşın! Ama bir çocuk için gogan sıradan bir taşla sınırlandırılacak sıradan bir şey olamazdır. Gogan başka insanların, arkadaşların bilmediği, sohbet edilebilir, özel ve kıymetli bir silah arkadaşıdır.

Özellikle bağlara giderken yandadır, cesaret verir. Ve Süpürgeç Dağı'nın zirvesinden vadiyi ve içinden akan incecik suyu keyifle izlerken, bir yandan Gogan'la sohbet dünyalara bedeldir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP