1.Bölüm
Ben Aşkı İlk Defa Sende Tanıdım...
Ne yazık ki filmin etkisinden kurtulamayan biz, kapısında "Akraba ve Damsız Giremez" yazılı Ozzi Club Bar'ı atladığımızı filmin etkisinden usul usul çıkmaya başladığımız esnada fark ediyoruz. Alın size bir ukde daha. O kadar yoğun konuşuyoruz ki filmi. En çok da Cem Yılmaz'ı. Toplumun farklı ve de düşünceleri bazında tutucu bir kaç kesiminin tepkisini çekecek, muhtemelen sosyal medya üzerinden topa tutulacak bir filmde rol almasının risklerini bilerek, tüm konforlardan uzak, gişe yapması zor bir filmin içinde ve afişinde yer almak, çok değerli kanımızca. Bunu bir sanatçı tavrından ziyade şefkatli ve büyük insan olmakla eşliyoruz. Oyunculuksa ezber bozan cinsten.
Barı unutmak ziyadesiyle üzüyor bizi. O barda olmalıydık. Konuşarak yürüyoruz. Buzları unuttuk çoktan. Konuştukça film de büyüyor, Kars da. Sanki tam da burada Italo Calvino'nun muhteşem kitabı Görünmez Kentler'deki cümlesini bir kez daha yazmam gerek: "Size bir kenti sevdiren; onun doksan dokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır."
Artık oturmuş karakterlerimizden biri olan 1.adam yoğun bir şekilde Rusya'dan demir çelik ithal edip, oraya canlı hayvan satıyor, işleri iyi. Bunu bir kez daha vurgulamalıyız ki ilk bölümde hikâyenin genel planlamasını yaparken altını çizdiğimiz genel durum üzerinden sinemanın açılmasındaki temel nedeni ortaya koyabilelim. Bu vurguyu sinemanın ilk günüyle birlikte tasvir etsek iyi olur sanki. Şehrin ileri gelenlerinin katıldığı açılış törenini, dönemin kültür algısını ve Kars'ın o günkü demografik yapısını da öne çıkarmalıyız bence. Hımmmmmm... bu noktada bilimden yararlanıp döneme ait pek çok fotoğrafı da taramamız gerek. Aslında hikâyeyi kurarken bütün sahneleri de birebir yaşıyorum, lakin bu benim tasavurumla sınırlı, bilimsel ve tanıksal bir gerçekliği yok. İçimden bir ses, topla pılını pırtını düş bu işin peşine diyor açıkçası. Karabağ Otelinde bir odan da senin olsun! Günlerce kal orada.
Tam da buraya izninizle bir kahkaha efekti koyuyorum. Kusura bakmayın. Gülmem kendimedir. Yazma konusunda hayallere dalma, bir şeyi çok isteme, neredeyse yapma noktasına gelme ve ardından da her şeyi orada bırakma halimi ben biliyorum da siz bilmiyorsunuz. O nedenle yani.
(Bazı gerçeklikler üzerine düşünsel olarak güzel hikâyeler kurabilen, bunu gerçekmiş gibi başkalarına anlatıp hava atan biriyim ben. Gelin görün ki konuşurken bunca başarılı gerçeklik algısı yaratabilen şahsım, göründüğünün ve yarattığı algının dışında, eylemsel olarak, fena halde de tembel.)
Çok zor da olsa döneme ait tanıklar bulmamız gerek sanırım. Sanki bir yerlerde birisi var; o günü yaşayan, kuruluş aşamasının tüm evrelerini, o günkü Kars'ı, dönemi, o günün tüm devlet erkanı ve sosyetesini bilen birisi. Bizzat o günün içinde olan birisi. Sonuçta bizim kurduğumuz bir hikâye olduğuna göre bu, bir karakter daha yaratabiliriz di mi? Ne dersiniz? Benim fikrimce yaratacağımız yeni karakter için iz süreceksek, yeniden İstanbul'a dönmemiz gerek. Katılır mısınız bana? Bu arada rüzgârın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçurmadığı, uzaklara bakan, narin, zarif ve alımlı kız henüz Konya'da.
Barı unuttuk ama sanki bir yerlerde oturup da bu filmin tadını çıkarmamız gerek. Böyle düşünerek yürüyoruz; Atatürk Caddesi'nin otel yönüne doğru giderken sağda kalan kaldırımında. İnsanın aynı anda aynı şeyi düşündüğü bir yol arkadaşının olması muhteşem. O zaman ilk gördüğümüz anda vurulduğumuz, ayrıntıları bir başka yazıda olacak Kılıçoğlu Pastanesi'ne. Hava sert. Buzlar havanın hakkını veriyor. Bu şahane. Gece muhteşem. Sonuçta Doktor Jivago küçücük aklımda caddeleri ve mekânlarıyla olağanüstü yer etmiş bir film. Sıcacık ama lezzeti eksik pastaneye giriyoruz. Artık tanıdık bir mekân. Selamlaşma. Tercihimiz bu kez kış bahçesi. Filmin duygusal etkisi ile verilmiş bir karar. Ah bilinç altı! Çaresizlik hissi. Kalabalığa sığınma ve ondan güç bulma, onunla kalabalıklaşarak izlenen filmin etkisinden kurtulma psikolojisi. Güzel bir hissiyat.
"İki limonata, bir keşkül ve bir cheesecake lütfen."
"Limonata gerçek bir limonataysa ama."
Hani ben ikinci yazının son bölümünde bir karakter daha katmak için yanıp tutuşuyorum, dedim ya. Her şeyi onunla mı başlatsak, diye de düşünmüyor değilim açıkçası. Üstelik hiç ipucu vermeden. Yalnız bu karakter biraz önce bahsettiğim döneme tanıklık etmiş, bizzat içinde olmuş kişi değil. Ancak o kişi ile bir bağı da olsun istiyorum. Sizce de hikâyeye gizem katmak açısından bu iki karakteri ana hikâyenin içine dahil etmek güzel olur mu? Aslında içimdeki tembel ne istiyor biliyor musunuz? Bu hikâye bir romana evrilse ve girişinde şu cümleler olsa: "Bir adam kendini yazar sanarak yaptığı bir geziyi ballandırırken, açık camdan içeri süzülen kadim bir rüzgâr taşıdığı meçhul mektubu yumuşakça masanın üzerine indirdi." Sakın gülmeyin, sonuçta tartışarak geliştiriyoruz bu hikâyeyi.
Bütün yazarlık tavsiyelerinde örnek olarak verilen giriş cümlelerinden aşağı kalır bir yanı var mı? Bence yok.
Yalnız farkında mısınız, onca satır geçtik ve gramofon hakkında bir tek söz etmedik. Hiç mi merak etmediniz? Hiç hatırlatmadınız ve de uyarmadınız. Hani ana karakterimiz oydu.
Bunun üstelik de altını çizmiştik en başta. Gramofon deyince düşündüm de şöyle bir cümleyle mi başlasa her şey: "3250 senesinin güzel bir akşamında, içeriyi sızan ılık bir rüzgâr, birbirinin sıcağına sığınmış genç aşıkların kulağına kadim bir gramofondan yayılan "Papatya gibisin beyaz ve ince, Eziliyor ruhum seni görünce, İsmin dudaklarımı yakıyor neden, Nedir bu çektiğim senin elinden." sözcüklerini bırakıyordu. Önce tanımadıkları, son derece yabancı bu sese şaşıran aşıklar, sonrasında birbirlerinin kuytusuna iyice yerleşerek, istemsizce teslim ettiler yılların ötesinden gelen bu şarkıya ruhlarını. Romantizmin tarih tanımaz gücü ele geçirmişti çünkü onları..." Lütfen ama!
Şu an kendimi hikâye içinde hikâye olan ve kendini yazar sanan adam konumuna yerleştirip onun gibi düşünmek istiyorum. İzniniz olursa... Hani birinci adam sinemayı yanında kalan iki oğluna iş kurmak için açmıştı ya! Onlardan bir tanesi hâlâ yaşıyormuş olsun bence... Sarsıcı olmaz mı? Şaşırtıcı olur üstelik. Güçlendirir hikâyemizi. Yalnız hangi şehirde olacağı konusunu iyice düşünmem lazım. Çok iyi düşünmem hem de!
4.Bölüm.
Ters yüz
1 saat önce
Zor insan olduğun kesin.. biraz da anlaşılmaktan korkan mı demeliyim yoksa?? Yoksa, "Ne kadar anlaşılmaz dönemeçlere salarsam okuyanı ve eğer yine de okuduğunu anladığını anlarsam o zaman doğru yoldayım" diye mi düşünüyorsun bilemem.. Ama ben, yazdıklarını her okuyuşumda farklı değişik anlamlar çıkarttığıma göre acaba okuduğumu anlamıyor muyum dersin??
YanıtlaSilBen sizin ellerinizden öperim, Sevgili Gülsen Öğretmenim:))
YanıtlaSilSarsıcı!
YanıtlaSil"Bir adam kendini yazar sanarak yaptığı bir geziyi ballandırırken, açık camdan içeri süzülen kadim bir rüzgâr taşıdığı meçhul mektubu yumuşakça masanın üzerine indirdi."
Döndüm, döndüm okudum bu paragrafın tümünü.
4 ün kapısını çalıyorum şimdi...
Siz okumayı bitirince bazı detayları e-posta ile atacağım size. Bu olay sanırım bir insanın başına gelebilecek, daha doğrusu önüne bırakılacak ve hayatta sanki hiç olamayacak bir şey ki ben gibi biri için olağanüstü bir şans ve çok kıymetli. Hâlâ beni bulmuş olmasına inanamıyorum:)
SilBunu yazmak size yakışırdı da o yüzden seçilmişsiniz.. :)
SilMaili beklerim. podcastte nasıl okuyacağım konusunda istişarede (aman kelimeler benden büyük) bulunuruz :)))
Maili sabah yazarım ve yollarım, kelimeler kısmıyla ilgili de bir iki sözüm olacaktır elbette:))
SilBeğen butonu yok...
YanıtlaSilMalesef yok:)
YanıtlaSil