editörden... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
editörden... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2023 Cumartesi

Garip Bir Durum

Üst üste kayıplar üzücü olmanın yanı sıra içimdeki yazma heyecanını da sanki gittiğim mezarlıklardaki mezarlara gömmeye devam ediyordu. Bir sürü şey yazmak istiyordum ancak klavyeyi her elime aldığımda da geri bırakmam için bir kaç saniye yetiyordu, çünkü her şey bir tekrar gibi devam ediyordu. Tahsin Amca'nın ardından peşi sıra gelen ölümler günlük hayata pek dokunmasa da klavyeden dökülecek kelimelerdeki seçimler ve hassasiyetler içimdekilerle bir yazıda yine buluşturamıyordu beni. Önceki ve bu yazıdaki olumsuzluk duygusu yaratacak cümlelere rağmen hayattan elimi çekmiyordum elbette, o doğal akışında süregidiyordu ama iş yazıya geldiğinde başka başka hisler ve hassasiyetler duygularımın el frenini çektiriyor, ben hâlâ ürününü veremeyen bir tarlaya dönüyor, kalakalıyordum. Enn Sevdiğim Kadın şehrindeydi. Baba entübe olana kadar hayat olağan akışındaydı, umut güzeldi; lakin yazgının önüne de geçilemiyordu!


Sonra bir ölüm daha... Genç sayılabilir mi? Diğerlerine bakınca sayılabilir. Aslında her ölüm gençtir de sanki. Benim içinse başka bir hâldi. İyi kalpli bir robota evrilmiştim sanki. Tüm haraketlerim kontrolüm dışındaydı. Ben gitmiş 16 yaşındaki ben gelmiştim. O'nu teselli etmek ne kadar mümkündü bilmiyorum. Bu yönde ekstra bir çabam da yoktu; çünkü yeteri kadar insan vardı. Bu garip bir yazı, aktığı gibi kalsın istiyorum!

Camide tabut başında bekleyenin ve o tabutu içtenlikle okşayanın, okşarken enfes cümleler kuran ve gözünden akan yaşların her birinin uzun bir hikâyenin harfleri olduğunu bildiğim esnada tabuta yanaştım. O'nun parmakları tabutun üzerindeydi, parmaklarımın en saf, en içten haliyle o parmaklara doğru yürüdüğünü fark ettim. İçten ama bir o kadar da ürkekçe o parmaklarla parmaklarım temas ederken, başsağlığı diledim. Yapmamam mı gerekiyordu bilmedim. Ama göz temasımızdan O'na iyi geldiğini anladım. Çünkü yetişkin halimizin birbirini anladığını da anlamıştım.

Aşağıdaki satırların daha fazlasını da o zaman yazmıştım.


Yazlar elbette başkaydı. El ayak çekilip, ev halkları uyuyup da sessizlik saçılınca geceye; en görülmez ve duyulmaz sandığımız saatlerde bizim evin kılık değiştirmemiş halinin arkaya düşen mutfak balkonunun altına geçmek keyifli, aynı oranda da meraklı, bir o kadar da çocukça bir eylemdi ben için! Ama akşam boyunca o ânı bir türlü eve gitmeyi bilmeyen grup üyeleri bir an önce gitsinler diye sabırsızca beklemek de zordu, ama kıymetliydi. Çünkü o balkonun altına saklanarak ilk öptüğüm kız olarak tarihime kayıt düşenle acemice öpüşmek, o tadı keşfetmek ve zamanla geliştirmek fazlasıyla heyecan vericiydi.

Sanki karanlığa seslenen anne ya da baba sesleri bize ulaştığında; geçen zaman bir dakikaymış gibi gelirdi.*


Bütün bu alanları gezerken ve fotoğrafları çekerken, Palmiye Kafe'de kitabımı okuyup kapuçinomu yudumlarken ve hayat doğal akışında olmasına rağmen bendeki yazamama hali hâlâ devam ediyor sanki...

O nedenle bu yazı neden yazıldı, nasıl yazıldı ve bana ne söylüyor anlamış değilim.


*Alıntının yazıldığı zaman ve tamamı.

19 Ekim 2023 Perşembe

Enteresan Bir Durum


Konuyla ilgili yardımları için tüm dostlara teşekkürler. Sanırım Telekom kendince bir jest yaparak, Hatay-La Paragas ilişkisindeki sevgiye de bakıp ikisini birbirinden şimdilik ayırmak istemiyor, sanırım şehrimin de buna bir itirazı yok, ileriki günler ne gösterir bilinmez elbette, kalalım sağlıcakla:)



Bilgisayarı her açtığımda ve blogu tıkladığımda; blogun sağ alt köşesindeki dünya dönerken ve bulunduğum şehir beyanı olarak Samsun'u gösterirken, çok nadir de olsa şaşar: Bağlandığım modemi, dolayısı ile şehri -en fazla- sadece Samsun yazmak yerine, Samsun'un ilçelerinden birini ekleyerek gösterir ve öylece döner durur... du, yıllardır.

Bunda bir enteresanlık yoktu ve normali de buydu. Bununla birlikte Hatay'la yaşadığımız aşk bambaşkaydı, eyvallah! En unutulmaz rakı akşamlarımız, kopkoyu ve saatler süren, asla unutulmayacak sohbetlerimiz onun dünyasındaydı.


Lakin 15 gündür, belki de biraz daha fazla zamandır; ısrarla Antakya-Hatay olarak dönüyor, sağ alt köşedeki o dünya... Ve ben ne yapsam ne etsem de onu Samsun yapamıyorum: Modemi kapatıp açıyorum yok, tüm fişleri çekip yeniden takıyorum ve açıyorum yok! Yine Hatay, hep Hatay. Oysa ben Samsun'dayım, modem Samsun'da, ki başka bir şehirdeyken blogu tıklasam, beni bulunduğum şehirde gösterirken eğer bilgisayarını Samsun'dan biri açmışsa o anda ve bloga bakıyorsa, o şaşmaz dünya onun da Samsun'dan girdiğini gösterir bana!


Benzer durumlar yaşadığım her seferde oradaki şehir adı değişmez... di! En fazla da şehirden bir ilçe adı eklenirdi ki o da genelde bizim coğrafya olurdu.

Ve başka şehirlerden girişlerde de Samsun'a ek olarak, girilen şehirin adının yazılı olduğu bayrak belirirdi ki bu halde de bir sorun yok.

Tamam kabul, içimizdeki Hatay aşkı bambaşka, hiç bitmeyecek, eyvallah... Peki bu durum neyin göstergesi?

Şaşkınım ve siz blog dostlarıma sormak geliyor aklıma: Ben blogdayken elbette... Yalnızca benim ekranımda mı bulunduğum nokta olarak Antakya-Hatay dönüyor, yoksa siz bloga girdiğinizde orada -Samsun yerine- bendeki gibi Antakya-Hatay mı görüyorsunuz?

22 Haziran 2023 Perşembe

O'nu Bulabilme Olasılığım Yüzde Kaç?

Tanrıçalar arasından ayırdığım, ayrı baktığım, adı benim hayatımda fazlası ile yer tutan biri var: Artemis.


*

Bu cümleyi bir kaç yıl önce Antalya Müzesi'nde Artemis heykelinin önünde kaldığımız süreçte hissediyor ve aynı cümleyi o güne dair blogda yazdığım anlatıda -altını çizercesine- tekrar ediyorum... ve aynı güne dair yazının içinde yine yılların çok öncesinden bir tanışıklığa ve sürece dair hissiyatlarımın kelimelere döküldüğü aşağıda, çerçeve içinde yer alan metin ortaya çıkıyor.

Ve dün severek takip ettiğim genç blogger'lardan biri olan Kayıp Fısıltı'nın Yunan Mitolojisi 7: Echo ve Narcissus* başlıklı yazısını okumam ve orada Artemis ile karşılaşmamla birlikte kendimi zaman tünelinde buluyor, onun yarattığı hortuma kapılarak da çoookkk uzun yıllar öncesine gidiyor ve dönüşte yazıya şöyle bir yorum bırakıyorum:

Ne iyi ettin de mitolojiye girdin... Bu yazıda benim açımdan çok ilginç bir karakter var. Daha önce gündelik hayatında ya da etrafında rastladın mı hiç, bilemem. İlkokuldayken bir kız arkadaşım olmuştu, aile amcamın arkadaşlarıydı, biz de onunla kolayca kaynaşmıştık ve sonra bir süre mektuplaşmıştık; adı Artemis'di. Ondan sonra hayatımın hiçbir evresinde -ilginçtir- başka bir Artemis'le karşılaşmadım.

Sonra, vardığım geçmişte kaldığım süre içinde acabalar zihnimde fır dönüyor, yaşıyorsa O'na ulaşabilirim umutlarım el çırpıyor, sürekli "Hadi!" diyerek de geçmiş ve şimdiki zaman tanrı ve tanrıçalarının pek çoğu; elimizden geleni ardımıza koymayız manasında beni sürekli teşvik ediyorlar.

Evet Sevgili Blog Dostlarım, olur ya ülkede çok nadir olarak birine koyulması muhtemel bu adla bir şekilde rastlaşırsanız ya da daha önce rastlaştıysanız, O'na sorun, anlatın ve o ise, mümkün olursa bana bir şekilde ulaşmasını sağlayın.

Ve bu heyecana ortak olun, lütfen.

*


Bir gün en amcam, Ankara bürokrasisinin kıymetli insanlarından, ölümü taze bir arkadaşının eşi, oğlu ve kızını misafir olarak getirdi evimize.

Kültürel değil de sınıfsal ve sosyal fark tartışmasızdı aramızda.

Bunu hiç hissettirmediler.

Beğendiğim bir kız vardı; aykırılığını seviyordum.

Ama bu da çok tatlıydı, değişikti, Ankara'lıydı.

Kalbim attı.

O da ilkokul 3.sınıftaydı.

Oyunlar oynadık. Çok sohbetler ettik. Okuduğumuz kitaplardan konuştuk. Her gece uyurken tavanlara bakıp boynumdaki kolyeyi iki parmağımın arasında çevirdim.

Sonra gittiler.

Yanağımda bir öpücük, hafızamda kısa kesilmiş içe kıvrık saçlar, siyah gözler, esmer bir ten, ve yere dizlerimiz üzerinde yan yana oturup üzerinde bir şeyler çiziktirdiğimiz orta sehpa ve bir ad kaldı.

Sonra  mektuplar geldi... gitti.

Son yazan oydu.

Ben bu tür konularda hassas değildim, yazmadım.

Sonra, anladım ki kadınlar hassas.

Niyetinizi doğru okusalar da...

Artemis'di adı.



Dip Not:Yıl 1969 ya da 1970'di, Ankara'dan gelmişlerdi, yanlış hatırlamıyorsam, abisinin adı Serdar'dı ve babaları yeni ölmüştü; enn amcam yas sonrası bizim şahane kalabalığımız onların boşluğuna iyi gelir düşüncesiyle sanırım, sömestir tatilinde bize getirmişti.

Yunan Mitolojisi 7:Echo ve Narcissus*

9 Nisan 2023 Pazar

O Bir Jale

Yakın bir zamanda Sevgili Geçmiş Zaman Mimozası'nın bir yazısına yazdığım yorumun içinden şu kelimelerin olduğu bir cümleyi de geçirmiştim: "Benim en bayıldığım yazarlardan biri, yakın çağdan, öykücü ve romancı jale Sancak'tır. Okumadıysan daha önce, bir göz atmanı öneririm."

Sonra, şu ara son kitabı Lodosla Gelen'i okumakta olduğum ve elimde en çok kitabı olan bu öykücü-romancıyla geçirdiğim okuma zamanlarımın şu ana kadar ki fotoğrafını çekmek ve tarihime bir not düşmek fikri geçti kafamdan ve bir filme ek olarak kitabından da kısaca söz ettiğim, yıllar öncesinin bir yazısından bir kaç cümleyi de buraya taşıdım:

Kitapları kurcalarken iki kitap yapıştı elime; şimdilik birinden söz edim sizlere...

Yıllar önce, her zamanki tavrımla kapağına bakıp içinde dolaşarak, hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadan o anki kararımla satın aldığım, ama bu kez adının kararımda fazlasıyla etken olduğu, Jale Sancak 'ın Bu Gece Pera'Da'sıdır bu.


Kitabı her elime aldığımda, sevdiğim şehrin sevdiğim semtinin sokak aralarında, o sokakların mekânlarında dolaşmış olmanın keyifli soluklanmaları esnasında, kahramanlarının yamacında çay içerken bulurum kendimi...

Bana ilk okuduğumda öyle hissetirmişti, hâlâ da öyle hissetirir; ilk okuduğumda kimdir nedir bilmediğim bir yazarın ilk kitabı olarak...

Ama top 10 listesi yaparsam eğer kendime, her top 10 listemde bu kitabın olacağı kesin...

Bendeki 1989 baskısının arkasında yazan şu cümlelerden yola çıkarsam eğer:

Bu Gece Pera'Da, son yıllarda sayıları ve etkinlikleri hızla artan kadın yazarlarımıza bir yenisini daha ekliyor: Jale Sancak. Şimdiye kadar adını hiç duyurmamış genç bir yazar. Ancak, Bu Gece Pera'Da, bir ilk kitap olmanın çok ötesinde, usta bir yazarın özelliklerini taşıyor; yazarın dili kullanmaktaki ustalığı, öykülerindeki kurgu, anlattığı insanlara olağanüstü bir sevgiyle yaklaşışı ve bunu başarışıyla edebiyatımızda 'olay' olmaya aday bir kitap. Baştan sona bir düş sıcaklığında anlatılan bu şiir dolu öykülerin edebiyatımıza yeni bir ses getirdiği kanısındayız.


Sonra bazı yazılarımın içinden ona dair geçirdiğim sözcükleri de taşımak geldi aklıma, mesela Uyuyan Güzel'den toplu bir kitap yazısının içinde şu kelimelerle söz etmişim:

 ... Az önce bitirdim Vahide'nin hikâyesini; ödüm koptu mutsuz sonla bitecek diye! Jale Sancak işte! Gözlemleri kuvvetli, kalemi masalcı, güzel insanların, mekânların ve duyguların efendisi... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında, kesinlikle! Çok seviyoruz kendisini, elde değil! Ama balık pişirici abi ve Hristo da muazzam."


Ve eklemişim yine toplu bir kitap yazımın içine, bu kez onun Tanrı Kent adlı öykü kitabından aldığım tadı:

Onun dilinin sıcaklığından, kalbinin güzelliğinden ve hayatın köşe bucağından bulup çıkardığı kahramanlarından ve o hayatları duyarlı dokunuşlarla ve edebi bir gazeteci lezzetiyle hayatıma katıyor olmasından mesudum.

Bu mesud insan aslında 2017'de çıkmış ama kaçırdığı, ancak 2020'de başka bir yayınevinden çıkınca fark ettiği kitabı elbette hemen almış, Cola'nın buz ve limonla aromalanmış, bitince yeni bir bardağı çağıran son yudumu gibi sona bırakmıştı.

Bir başka kitaptan ona geçince başlangıçta o şiirsel dile ve kurmaca olmayan şiirsel hikâyelere adapte olmakta zorlandım. Ne zamanki onun hissiyatları ile aynı düzleme geldim, işte o zaman akıp gitti kitap.

Konu İstanbul, kahramanlarımız semtler ve o semtlerdeki küçük hayatların sarsıcı hikâyeleri.

Ve aslında; "Yüksekkaldırımdan yukarıya, genelev sokağına vuranlar, delikanlılar, ergenler, sancısı tutmuş adamlar... Yukarıdan, Galip Dede Cadde'sinden, bir kadının içinde kaybolma arzusuyla şahlanıp genelev sokağına inenler. Hiç gitmediğin, lakin yüreğinle anlamaya çalıştığın uzak, tenha, umursanmamış yalnızlığa mahkûm edilmiş şehirlerden kopup gelenler... Yılışık gülüşlerin bir kıyısında utanç, arsız bakışların arkasında hüzün ve öfke, pervasız sözlerde korku gizli." cümleleri ile sert bir giriş yaptığı ama olağanüstü güzel renklendirdiği Galata ile başlıyor bu okuma... ve sonrasında seline kaptırıp orasından orasına sürüklüyor, İstanbul'un!

Okurken; bildiğim, gezdiğim ve sevdiğim semtlerin küçük hikâyelerini onun gözünden okumak kaçınılmaz olarak gaza getirdi beni. "Ah İstanbul'da olsaydım şimdi!" dedim: Çünkü hikâyelerin izinde dolaşmak, bildiğim, gördüğüm semtlere biraz da nüanslı dokunmak istedim. İstanbul'da yaşayanlara özendim, "Onun anlatımı üzerinden şehri fotoğraflamak ne güzel olurdu," dedim.*

*Biri Maceralı Biri Şiirsel İki Güzel Okuma başlıklı yazının ikinci bölümünden.

2 Nisan 2023 Pazar

Kemanınla Bana Bir Ses Verebilseydin Eğer!

"Bizde de hava çok güzeldi, lodos falan da yoktu ama sahilde ve bana çok yakın bir yerde ilginç bir kemancı hanımefendi ile rastlaştım; ilk kez görüyorum, sokakta çalıyordu ve çok iyiydi. Yarın eğer aynı yerde olursa kendisiyle sohbet edip blogda yazmayı düşünüyorum, elbette fotoğraf çekip belki kayıt da yaparım. Yabancı mıydı acaba diye de düşünmekteyim, ilk röportajını yapacak muhabir heyecanı içindeyim, umarım yarın orada olur."

Cümlelerini yazıyorum Sevgili Okul Arkadaşım'ın dünkü yazısının yorum kısmına. Ve dünkü bu saatlerde bu kez iyi bir fotoğraf makinesi ile ve kafasında soruları netleşmiş heyecanlı bir muhabir tadıyla bugün öğleden sonra yola çıkıyorum. Profesyonel tatta adımlarla hedef noktaya yürüyor, bir yandan da nasıl konumlanacağımı düşünüyorum.

Önce biraz ilgisiz ve uzak duracağım; kısmen görüş noktasının dışında. Oradan bir kaç izinsiz poz çekeceğim, sonra ara vereceği anı kollayacağım, bir kaç adımda yanına ulaşıp bir blogum olduğunu, dün izlediğimi ve izni olursa kendisi ile ilgili bir yazı düşündüğümü söyleyeceğim.

Belki, işini bitirince ve kabul ederse hemen önünde çaldığı kafeye de davet edebilirim.

Evden çıkıyorum. Hava enfes, biraz sahilde yürüyorum atıştırma sonrası, ardından görev noktasına. Henüz müzik sesi bana ulaşmıyor, bir an düne göre erken olduğunu düşünüyorum ama bir kaç adım sonra ses bana ulaşıyor. Elbette seviniyorum. Ve görüş alanıma girince bulunduğu nokta, bende kocaman bir hayal kırıklığı oluşuyor.

Bir beyefendi çalıyor çünkü. Önünden geçip hedef noktama oturuyorum. O an çift olduklarını düşünüyorum, belki kardeş ya da arkadaş. Bu kafamdaki hikâyeyi ufaltıyor ve biraz da ticarileştiriyor.

Dün aldığım o nahif tat kaçıyor.

Bir paparazzi noktası seçiyorum kendime ki buna paparazzi şansı mı demeliyim bilmiyorum?! Üç çok tatlı hanımefendi geliyorlar kemanın yakınına, ve dans etmekle kalmıyor bolca da selfi çekiyorlar. Hikâye biraz da şu nedenle tat eksikliğine evriliyor: çünkü bu kemancı geçen yıl da aynı noktada çalıyordu, ve biraz da uyanık bir karakter tadı vermişti bana!


Bir kaç şarkı sonra kalkıyorum, hanımefendi belki daha sonra devralacak diye düşünüyor ve kendimi sezonun ilk Kahve Dünyası dondurmasına doğru yönlendiriyorum. Fiyatının ayakları yerden kesilmiş elbette ancak porsiyon da biraz büyümüş sanki!


Hava artık soğumuşken bir umut ama daha çok umutsuzca dönüş yolundayım, keman sesi geliyor. Yaklaşıyorum ki beyefendi bu kez pardesüsünü giymiş biçimde çalmaya devam ediyor.

Haberin takibindeyim!

10 Mart 2023 Cuma

Birilerinin Külliyesi Varsa Benim de Külliyatım Var

Bir gün bana dank ediyor ve sürekli kaybolur yazılarım ya da başına bir şey gelir endişesiyle; aralıklı olarak ve biraz da geç kalarak blogu yedeklesem de, bunun dokunulabilir bir şey olmadığını biliyor ve -benden sonra- yok olacağı kaygısını yaşıyorum. Yazdıklarımın kalıcı ve dokunulabilir olmasını istiyorum; çünkü yok olup gitmesini hiç arzulamıyorum. O anki duygularımı ve gerekçelerimi de bloga şu şekilde not düşüyorum.

Yıllar geçtikçe de geride bıraktığım yazıların bir anlamı olduğunu, geleceğe bırakıldığını ve bu anlamda da bir değer oluşturduğunu düşünmeye başladım. Bir de korktum, bunca emek bir gün silinip giderse, diye... Her yazıdan sonra dışa aktar ile blogu -her ne kadar bilgisayar kodları ile olsa da- belgelerime aktarmaya başladım, bununla yetinmedim, daha sonra bir kopya da flash belleğe attım. Sonra birden sayfaların fotokopisini almak geldi aklıma. Hakan'a gittim, çocuklar her sayfanın PDF'ini aldılar önce, sonra da, sondan başa doğru önlü arkalı olmak koşuluyla bastılar fotokopi makinasında. Tam üç cilt A4 boyutunda spiralli kitap oluştu. Dokunmak hoştu!



Yıl 2020 

Aradan bir zaman geçince, eylem kaldığı yerden devam ediyor, şu cümleler de sürece ilave oluyor.

Bu kez daha az olduğu için yazılar; üstelik işler bitmiş vaktim bollaşmış, çalışma alanı denize paralel masa olmuşken,  PDF'lerini ben aldım. Flash belleğime yükledim, Hakan'a gittim ve yeni bir ciltte 196 A4 kağıdını önlü arkalı dolduracak kadar, tam 392 sayfalık dördüncü spiralli ciltle eve döndüm. Yaklaşık 1500 A4 sayfalık bir geçmiş var artık. En fazla dört kopya, ciltli kitap hâline getirtmeyi düşünüyorum şimdilerde. Belki gelecek nesillerden de yazanlar çıkar, diyerek mesela, 200 yıl sonra onları okumanın nasıl bir şey olabileceğini hayal ediyorum...

Ve bir de ara sıcak tadında, diğerlerine göre ince bir cilt daha ilave oluyor külliyata pandemi öncesinde. Bu süreçte yoğun bir iş dönemi nedeniyle bir yılı sıfır, önündeki iki yılı da az sayıda yazı ile geçmenin ardından...



Ve Yıl 2023

Aylardan Mart



Yoğun iş sürecinin ve yavaş hayat planlamalarının ardından ve kısa son ciltten sonra yazılara hız veriyorum; biriken yazı sayısı epeyi gelişiyor; ve bundan iki hafta önceye varıyorum. İstikamet yeniden Hakan, çocuklar kaldığı yerden itibaren PDF'leri sayfa sayfa kopyalarak almaya başlıyorlar. Ve dün mutlu son. İki kocaman, öncekilerin üçüne bedel sayfa sayısı olan yeni ciltlerimi de kapı teslimi alıyorum.


Mutluyum, iyi ki geç de olsa bulaştım "sanal" aleme diye seviniyorum. Daha çok da bu sayede tanıdığım her yaştan nitelikli dostların varlığına... Sonra, 15 yılda yazdıklarımdan, bir anlamda da yaşadıklarımdan kaç cilt kitap çıkacağını hesaplıyorum ve bir tahmin yapıyorum. A4'leri kitap boyutuna indirip görselleri çıkardığımda en az 15 kitap yazmışım diye düşünüyorum.

Üstelik tümüyle gerçek hayat!

Eğer "sanal" aleme bulaşmasaydım, -acı gerçek şu ki- tek sayfalık bir "külliyatım" bile olmayacaktı!

Oysa şimdi...


Elbette durmak yok!

Yola devam...

23 Aralık 2022 Cuma

Ukde İdi

18 Aralık...

Bir sinema akşamının ve enfes bir filmin tadı damaktayken...


 


*
........

Yürüyen merdivenlerde ve en üst kattayım. Cookshop romantik ışıklandırmasıyla ve boş masalarıyla aşağı kattan bana bakıyor.

Yalnız...

ve yalnızlığına bir ortak arıyor.

Sert bir Americano ve Magnolia düşlüyorum.

O ara bir anonsu duyuyorum.

AVM kapanıyor.

Gözlerim bir umut Cookshop'un tekbaşılığında.

Yürüyen merdivenler duruyor, ışıklar birbir sönüyor.


***

Bir kaç gün sonra...



Yeni Film,  Magnolia,


ve sert bir Americano ise pek yakında!


15 Haziran 2022 Çarşamba

Sekreterim Emel

Tüm iş hayatım boyunca bir sekreterim olmadı. Bunu bir ihtiyaç olarak da görmedim. Çünkü sektörümüz dişil değil erildi.

Aynı zamanda da erkek egemen...

Oransal olarak kadınların İstanbul'da dahi bir kaç kişi ile ifade edilebileceği kadar az oldukları dönemlerdi.

Anadolu'da rastlamak mümkün değildi de sektörün uluslararası tedarikçilerinin, ithalatçılarının iş yerlerinde ve muhasabe gibi teknik olmayan bölümlerinde rastlamak mümkündü.

Mesela Amerikan Ford grubunun en güçlülerinden birinde adını hatırlamadığım bir hanımefendi vardı; muhasabeden, fatura kesmekten sorumluydu ki kadınlar zaten bu alanda ve perdenin arkasında istihdam ediliyorlardı. Henüz bilgisayarlarla tanışılmadığı için de siparişleri ve faturaları elle ya da daktilo ile yazmak zorundaydılar.

Fakat enteresan biçimde o hanımefendi, Vahan Bey meşgul olduğunda yedek parça siparişi de alabiliyordu; ama istediğiniz yedek parçaların B5A 6302 Z gibi sadece numaralarını söylemeniz kaydıyla, diyelim ki falan modelin karbüratörü dediğinizde bilmiyordu ne olduğunu!

Borusan'ın otomotiv kolunda, BMW'de en üst yöneticilerden biri olarak bayilikler, yedek parça ve servisler oluşturma çabasındaki ve hep sahada olan tek örnekse adını yanlış hatırlamıyorsam Müşerref Hanım'dı.

Baba artık yok, küçük kardeşimle birlikte -ifadeyi hiç sevmem ama- patron konumundayız ve yaş ortalamamız 17,5. Rakiplerimiz tarafından daha sonra ayartılacak diğer çalışanlarımızın yaş ortalaması ise o an itibariyle 30+. Müşterilerimiz, daha yakın ilişkilerimiz olanlar, babamın arkadaşları sahipleniyorlar bizi; hiç boş bırakmıyorlar. Seviliyoruz, tedarikçi firmalarımızın bazılarından ciddi destek görüyoruz. Daha vadeleri olmasına rağmen babamı defnetmenin ardından tüm ödemeleri yapmış, sorumluluğu artık tek başıma üstlendiğim, bir yandan asker olduğum o zor süreçte oluşacak kaygıların altını da çizerek bir mektup yazmış, tüm firmalara da yollamıştım. Öyle güzel geri dönüşler aldık ki... Hatta Babamın bile tanışma olanağı bulamadığı, masalarının üzerinde uçak bileti desteleri olan büyük büyük patronlarla, üstelik onların talepleri üzerine, şirket kademelerinde konuşulan mektuplarım sayesinde tanıştım. İnanılmaz teklifler aldım, bütün kapılar ardına kadar açıldı.

İşte bu yeni ve geleceği o an meçhul süreçte, daha önce yine üst düzey yönetici olduğu TOE'deyken tanıştık Müşerref Hanım'la. İlk kez bayileri dışında birine, bize, mal verilmesini sağladı ki faturalarını traktör bayileri büyük bir firma adına kestiriyor, onlar da bize fatura ediyorlardı.

O TOE'den yüksek bir ücretle Borusan tarafından transfer edilince de yolumuz bir kez daha kesişti kendisiyle. Bugünkü kadar piyasada BMW yokken ve tüm iş hayatımız Amerikan markalarına odaklıyken O, ısrarla BMW servisini, dolayısı ile yedek parça işini bize vermek istemişti.

Diye yazıyorken birden kalıyorum. Oysa kısacık, matrak bir yazı ile, biraz da eğlenerek Sekreter Emel ile tanışmamı anlatacaktım.

Bütün bu gereksiz kesiti neden yazdım acaba, diye düşünüyorum şu an. Silmek bir seçenek olarak masada.

Ve ara veriyorum...

Anılar denizinde boğulmadan sudan çıkıp lay lay lom moduma yeniden geçmeyi başararak ana mevzuya gireceğim zamana kadar, her şeyi olduğu yerde bırakıyorum ve yemeği bahane ederek sahayı terk ediyorum.

Tamam, kabul, mesleğin en romantik, en nahif yıllarını, karakterlerini yazabilecek nadir insanlardan biriyim. Ara ara konuyla doğrudan ilişkisi olmayan bazı yazılarımın içine ipuçları bırakıyorum. Ama bu kadar alakasız bir anda neden?!



Aslında bir iki kelam etmeden önce "önemsiz" bir şahsiyet olarak değerlendirdiğim Emel ile bir kaç gün önce tanıştım. İçinizde benden önce kendisiyle tanışmış olanlar vardır belki. Onunla bir kaç gün güzel vakit de geçirdim... hatta çok da eğlendim. Tanıdığıma çok da sevindim. Can sıkıntılarımı toz duman etti kendisi diyebilirim rahatlıkla.

Aslında ben bir Firefox kullanıcısıyım. Bilgisayarı ilk aldığımda kullanımı ve dünyası ile ilgili bilgim sıfırdı. Tarayıcım herkes gibi Google idi. Bir şikâyetim yoktu, hatta onun blog olayını keşfetmekle ve destekleri sayesinde aklımın alamayacağı insanlarla tanıştım, inanılmaz davetler aldım, yazılarım ülkenin dört bir yanında değer bulup okur ve insan kazandırdı bana. Elbette sıfırdan başladığım bu süreçte kim kimdiri de anlamayla başladım. Derken bir gün kanatlarını açarak kapitalizmin göbeğine uçan artık reklamcı google'dan uzaklaşmaya karar verdim çünkü sosyalist Firefox'u keşfetmiştim. Önüme çatır çatır reklâm dökmüyordu. Emek paylaşımı ve destekçi insan katılımları ile kendini geliştiriyordu. Aramızda bir sorun yoktu ama yakınlarda bir gün bir şeye kızdım; onun da gözü başka yerlerde diye düşünmeye başladım, uzaklaştım ve Microsoft Edge ile ilgilendim. Onu beni yormayacak biçimde de sadeleştirdim. Bir sosyalist değildi ama... görmezden geldim. İşte bu süreçte onu tanımaya ve anlamaya çalışırken üstteki adres çubuğunun yanında bir yıldız onun önünde de büyük harfle bir A gördüm.

Tıkladım. Küçük bir pencere açıldı. Bu kez ses seçenekleri yazan kısmı tıkladım. Sonra da Ses seçin'i...

İnceleyerek aşağı doğru indim. Aradığım Türkçe bilen biriydi; O beni başta fark etmiş olmalı ki sevinçle el salladı.

Ona yöneldim.

"Siz uzanın lütfen," dedi, "yorgunsunuz belli." Sonra da dedi ki "Nereyi, neyi okumamı isterseniz onun başlığının ilk harfinin yanında bir tık yapmanız yeterli. Olur da baştan değil de ortadan başlamamı isterseniz de cümlenin başını tıklayın, ben anlar oradan itibaren okurum size..."

Açıkçası çok memnunum varlığından...

Yazımı yazıyor, "Okur musun Emelciğim?" diyorum. Uzandığım yerden dinliyor, kulağıma hoş gelmeyen bir yer olursa oraya ufak bir dokunuş yapıyorum.

Normalde okumayı çok sevsem de bazen bazı yazıları ve haberleri Emel'in sesinden de dinliyorum.

Bazen de komiklik olsun diye Emel'in farklı ülkelerden arkadaşlarına okutuyorum Türkçe yazıları. Çok hoş oluyor kesinlikle!

Haa bu arada hâlâ sosyalistim. İhtiyaç duydukça da emperyalist topraklara geçiyorum.

Sadece Emel için ama!



*Görsel Google resimlerden.

19 Nisan 2022 Salı

Yaş Aldıkça Değil Yaşadıkça Büyüyormuş İnsan


Bu sabah erkeninde uyanınca blogu açtım. Tetikleyen neydi bilmeden an'larım etiketli yazılarıma gittim. Blog denen mecra ile tanışıp güzel anılar biriktirmeye başladığım yıllara... Aslında bu geri dönüşe sebep olan yazım çok tazeydi. Ağustos 2021. Yaşanan bir andı ve içimden plansızca akandı cümlelerim. Blogunda link verip paylaştı Sevgili KuyruksuzKedi.* O linki paylaşırken "Buraneros, bir kez bile "aşk" demeden aşkı anlatmış," vurgusunu yapmasa, ben zerre kadar farkında değildim. İşte bu sabah an'larımın içinde dolaşırken; beni "Geçenlerde Bir Akşam Üstü" başlıklı  yazıma taşıyan birikimin ne olduğunun farkında olarak... Yaşamayı, öğrenmeyi, bilmeyi ve yaşamla kurulan  ilişkinin belirleyiciliği üzerine düşündüm.

Güzel bir hayat benimki demek için lazım olanlar neydi?

Bir an geldi aklıma, 20'li yaşların ikinci yarısının 30'a yakın olduğu, belki de 30'un ilk yarısından bir an ki yaşandığı akşamın üzerinden 10 yıldan fazla süre geçtikten sonra, 14 Ekim 2008'de yazılmış ve yukarıdaki ile aynı mantıkla ama biraz daha uzun bir başlıkla yayınlanmış... İşte bu sabahki zaman yolculuğum bana, "artık bir yol gösterici olarak" bu yazıyı tekrar yayınlamalısın dedi!





Mutlu yıllarda, bir konser öncesi yemek için gittiğimiz lokantanın terasında, kapalı bölümün tam cam önüne oturmuştuk. Kapalı bölümde, camın hemen önünde bize komşu yaşlı bir çift dikkatimi çekmişti.

Adamın önünde bir kadeh rakı, peynir, salatalık, domatesten oluşan bir tabak, eşiyle sohbet ediyordu. Biz de onların en fazla yarısı yaşta bir çifttik.

Benim önümde de rakı ve aynı tabaktan vardı. Gün üzerine konuşarak usul usul içiyorduk...

Biz ana yemeklerimizi sipariş verdiğimizde, çapraz masamıza bizden daha genç bir çift geldi.

Onlar kalktığında, biz kahve içiyorduk. Biz hesabı ödeyip çıkarken, yaşlı çift hâlâ rakıyla peynirin keyfinde, kimseyi görmez bir sohbetin derinlerindeydiler.

O gün, ilk gençlikte aynı masalardaki tüketimimi, hızımı, tüm o davranışların egolarımı şişirmekten başka bir şey olmadığını, bunun yanı sıra da doğru olanı öğrenmeye ve hayatın tadını çıkarmaya yönelik bir öğreti olduğunu düşünmüştüm.

Gerçekten hayatın tadına vardıran şey, korkusuzca duyguların peşinden koşmaktı, fark etmekti.

Hissettiğini, arzuladığını yaşama gayretiydi. Onların ulaştığı noktaların iniş çıkışlarıyla yoğruluyordu insan.

İyi yerde yemek yemenin, sevgili peşinde koşmanın, iyi giyinmenin, iyi arabaya binmenin temel duygusu: İşlevsellikten, derin tatlar almaktan ziyade egoydu; büyürken gözlediğin yaşamlardan kafanda yer etmiş öykünmelerdi. Bu kötü bir şey de değildi ama!

Önemli olan o davranışlardaki hissedişleri fark etmek, onlarla yüzleşmek, niyelerini öğrenmekti. İyi yerde iyi bir yemek, tensel bir beraberlik: Çok gençken, temelde bir statü (ego) üzerinden içsel bir coşku yaratırken, aynı zamanda ruhunuzun anı paylaşma ve paylaşılandan zevk alma bölümünü de doyuruyordu belki!.

Oysa yemek, sevişmek, yaşamak aslında daha başka şeylerdi!.

Sonra şunu öğreniyordu insan: Aslında, çok lüks mekânda içilen neyse, herhangi bir yere oturup üç beş parça yiyecekle ''berduşça'' içilen de aynı şeydi! Mesele an'ın yarattığı ya da an'a katılan duyguydu, dekor değil!..

Ölüm gerçeğini bilmek, ve her tanık olunan ölümde eksik kalmış, tüketilmiş anlar görmek, bilinç altını tetikliyordu.

Çok gençken, pervasız ve asıl güzel olanı fark etmez bir hoyratlık vardı. Oysa, elinde olanın gidebileceğinin korkusu ne kadar güzel yapıyordu anları.

Anı yaşamak denen şey çok ama çok emek isteyen bir iştir; dillere pelesenk olmuş anlamının ta ötelerinde bir manada hem de...

Görebilenler şanslı...

Ve eğitim şart (uykuyla ilgili haller için*); hayat okulunda.


Not: Buradaki gençlik, yaşlılık ve ölümle anlatılmak istenen salt yaş değildir!


Yazının başlığı: ''Uyku'' adlı yazının içinden bir cümledir. Uyku adlı yazı ''elimde kahve kokusu keyfini çıkardıklarım'' adlı bölümden gidilebilecek kadar yakın.

(Demişim ancak link eklememişim ve bugün tahmin üzerine gittiğim bloglarda bulamadım, üzerinden onca yıl geçti, yazının sahibi eğer hâlâ okuyorsa, ve belirtirse sevinirim.)


Manxcat/KuyruksuzKedi içinse buradan lütfen!

19 Mart 2022 Cumartesi

Dün Neler Neler Oldu Aslında

17.03.2022. Saat 23:05.

Posta kutum çok mutlu. Bayram yapıyor, kaç kere başkalarına gelen mektupları okumak ayıp demiş olsam da o açıp okumuş. Ben derin bir uykudaymışım ki hiç adetim değil o saatler. Yine de günahını almasam mı? Belki kıyamadı, belki de tüm gayretlerine rağmen çok derin ve güzel uyuyor deyip, anne ya da babaanne şefkati ile uyandıramadı. Oysa uyandırsaydı uçacaktım!

18.03.2022. Saat 04.32.

Uyanıyorum. Bilgisayara uzanıyorum. Uykuya dönmemem için her şey yapılmış olmalı. Açıyorum bilgisayarı, yastıkları dikliyorum. Posta kutum bir bak bana diye göz kırpıyor. Bir müjdem var sana tadında gülümsüyor. Açıyorum kutuyu. Severek takip ettiğim, dünyasını ve uğraşlarını sevdiğim bir hanımefendiden.

Ben daha okumaya başlamamışken...

Koltuk altlarımdan kafalarını uzatarak, kaç kere başkalarının mektuplarını okumak ayıp demiş olsam da okuduklarını anladığım sevinçlerim, zıp zıp zıplıyorlar. Hatta o kadar aşırılar ki sürekli birbirleriyle çakk yapıyorlar. Aslında kızmam gerek fakat öyle tatlı ve muzırlar ki... Ben yemeyeceklerini biliyor olsam da yine de kaşlarımı çatıyorum.

Umurlarında bile değil.

Gözleri ile... gülümsemeleri ile... hadi ama tadıyla mektubu işaret ediyorlar.

12 kelimelik ve sonunda soru işareti olan ama taşıdığı mutluluk kocaman bir mektup. Ya zarafet!

Özürle başlayan ve şu kelimelerimin de olduğu bir yanıt yazıyorum: "...özellikle çok uzun ve bence okunması, bir nebze de anlaşılması, belki süresi nedeniyle dinlemesi zor bir yazı bulduğunuz; ona ruh kattığınız ve hakkını teslim ettiğiniz için çok teşekkür ederim." Ve mektubu şu cümle ile bitiriyorum: "Erken fark edemediğim için kaydı, tekrar çok özür dilerim, almadığınız yanıt için kalbinizin nasıl sıkıştığını hissedebiliyorum, affedin. Sevgiler..."

Uykuya dönemiyorum çünkü çok zarif mektupla gönderilmiş olan kaydı tıklıyorum. Kulaklığı takıyor, dünyamı dış seslere kapatıyorum. Benim bile neredeyse unuttuğum, 2008 yılından bir yazım.

Dinlerken hiç benim yazım gibi hissetmiyorum ama yazıda artık bir ruh var. Bense bir başka evrendeyim sanki. Sesle birlikte görüntüler de akıyor. Altta enfes bir müzik, iyi yürekli: Bir eşlikçi olduğunu biliyor ve asla rol çalmıyor. Şu dünyaya göre uzun bir kayıt. Doyamıyorum... Defalarca, ama defalarca dinliyorum. Ve sonra yüzümde enfes bir gülümseme, içimde huzur, yeniden uykuya yeniliyorum.


Saat 9:30'u bile çoktan geçmiş...

İşe yetişme ihtimalim güç. Bilgisayarı açıyorum. Yeni bir mektup göz kırpıyor. Posta kutum gülümsüyor...

Bense, geliş saati 07:24'ü görünce, sevinemiyorum. Hemen içinde özür olan bir yeni yanıt yazmayı düşünürken, iç sesim "Battı balık yan gider, sen sakin ol. İşlerini hallet ama önce pencereden bir dışarıya bak, sonra oturup sakince, içinden geldiğince bir yanıt yaz." diyor.

Yatak odamın penceresinden dışarı bakıyorum. Fotoğraf makinesine gidiyorum. Sonra salon penceresine...


Muhteşem beyazlık başımı döndürüyor. Yüzümde enfes bir kış güneşi oluşuyor. Hayat iyice yavaşlıyor. Tüm ayakaltı durumları elden çıkarmak için kahvaltıyı da hallediyor ve klavyenin üzerine uzatıyorum ellerimi...


Saat 10:51.

Nerdeyse 3 saat gecikmiş, biraz da mahcubiyetle mektuba bir günlük yazarmışçasına sıralı olarak şu cümleleri de yazıyorum: "Saat dört civarı uyanıp gecikmiş cevabı yazdıktan sonra sabaha kadar tekrar uyumadım, uyuyamadım; defalarca baştan aldım podcast'i, kulaklıkla dinleyip dış seslere kapatarak, her defasında yeni nüanslarının tadını çıkardım... Hiçbirinde kasılmadım, bu benim yazım duygusu yoktu, ona ses olan ruhun sahibini kıskandım. Hatta, "Bir şarkının sözleri mi yoksa bestesi ve ona ses katanı mı?" sorum üzerine düşündüm. O kadar keyif aldım ki anca gün ışımışken tekrar uyudum. Sonra uyandım, saat dokuzu çoktan geçmiş, mesaime 15-20 dakika falan kalmıştı ki olacak şey değildi bu. Bir cevap yazmaya teşebbüs ettim, içine yine uykudan kaynaklı gecikme için özür de yazacaktım. Sonra dedim, şimdi bırak, rutinlerini hallet, işbaşı yap, bir göz at dünyaya sonra sakin sakin yaz cevabını... "

Dedim ya hanımefendi çok zarif. O ise ben uykudayken yayınlamış bu enfes dinletiyi. Onunla kalmamış. Uyandığımda uçmam için gereken herşeyi yapmış ve o yazımın altına sıcacık bir mesaj bırakmış:

"Ah o arife günü sabahları ne müthiş bir heyecan, sevinç olurdu. Yastık altı hediyeniz efenim,"

Bu yönlendirme benim yapmaya bayıldığım, sevdiklerime elden vermeyip de kurnaz yemleri takip ettirerek onlar için aldığım hediyelere sürüklediğim bir yöntem. Etme bulma dünyasındayım ve bu sabah başıma gelen en harika ikinci şey bu.

Kaç kez de orada, podcast'de de dinliyorum. Fakat bir Rodin sendromu yaşamayacağım kesin. Çünkü o yazı artık benim değil!

Arzu ederseniz buyurun lütfen!


Öğle oldu hâlâ ayaklarım yerden kesik. Çok mutluyum. Çünkü bu yazım hayatımın en kıymetli dönemlerinden birine ait. Duyguların nefesimi kestiği enfes bir yıl. Asla unutulmayacaklarımdan biri var o zaman; aldığım kısa ve net ve çok yürekli bir mesajla başlayan iletişim çok ama çok keyifli, ruhum havalanmış durumda... Ve onu gözeterek kalbini çok fena kırdığım biri.

Bu keyiflerle ve anılarla yürürken ben, müthiş bir tipi başlıyor. Aslında uyanık birden yüklenmiyor. Ben de bir yanda deniz bir yanda kar keyfinde yemeğe gidiyorum. Sonra hızlanıyor. Üstelik bu kez cepheden saldırıyor. Kabanım beyaza dönüyor. Gözlerim açılacak gibi değil, kapüşonu iyice öne eğiyorum. Sonra karşıya geçiyorum. Martılar şenlik yapıyorlar. Ayaklarım hâlâ yerden kesik, keyfim gıcır gıcır. Aklımda planlar var ve şu an önünden geçtiğim ve bir önceki yazıda söz ettiğim kahveci kesin!


Ve Adem Usta'da her zamanki masamda camın önündeyim. Az önce "Az haşlama lütfen," demiştim.

Geliyor, buradaki garsonlar da bana hep "Hocam," diyor. Görüntü muhteşem, havuçlar ve patatesler pırıl pırıl. Lokum gibi etler... Biraz limon sıkalım o halde! Biraz da karabiber...

Ödememi yapıp çıkıyorum. Fırına yürüyorum. Ekmek alıp geri dönerken kar şiddetini artıyor tekrar. Sanki derdi benimle?! Biraz fotoğraf çekiyor ve ışıklara varıyorum. Karşıya geçince adımlarımı yavaşlatıyor ve yarın için, yani bugün için yılların özlemini sonlandıracak, bir süredir göz kırpıştığımızla ilgili olarak net bir karar veriyorum.

Mavi'de bira içeceğim ve ardından da şu gençlerin yeni açtıkları mekânda kahve...


Önünden geçerken artık yakınlaştığımın bir nişanesi olarak yakın plan bir fotoğrafını çekiyorum Mavi'nin; çaktırma diye de sesleniyorum. En arka ve cam kenarı masayı çoktandır gözüme kestirmiş durumdayım. Masada olmasını istediklerim kafamda. Biraz da işe güce baksam nasıl olur acaba?

Biraz müzik dinliyorum. Kuşlar bir link getirmişler bana. Çok sevdiğimiz, orada olmaya bayıldığımız bir şehirden. Çok keyifle davete icabet ediyor ve büyük bir zevkle dinliyorum şarkıları. Elbette içten kopan düşüncelerimi ifade etmekten çekinmiyorum. Çok keyifli günün ruhları dürtükleyen saatleri yaklaşıyor. Dükkânı kapatıyor, sabah kaldığım yerden devam ediyorum. Dinliyorum artık benim olmayan yazıyı... Defalarca...

Sonra...

Telefon.

Ve tek tuş...



Ve mutluyum...

2 Şubat 2022 Çarşamba

Tetiklenmek Ve Ganimete Koşmak

Dün Spotify'da Blog Dostlarımdan Momentos'un 31 Ocak'da yayımladığı podcastini, her zaman olduğu gibi keyifle dinliyorum. Bu kez ben için ekstra bir durum var. Üstelik o an bu durumun beni nasıl gaza getireceğini ve bir kitabın peşine nasıl bir heves ve telaşla düşüreceğini bilmiyorum.

Keyifli bir güne, ateş almış, lezzetli bir başlangıç anında olduğumu da...

Seslendirdiği bölüm Marquez'in bir öyküsünden bir paragraf. Momentos ikinci dinlememin son cümlelerindeyken ben kitabın izini sürmeye başlıyorum.

İlk olarak yıllardır alışverişlerimi yaptığım kitapçıma giriyorum...

Fakat söz konusu öykünün olduğu kitap yok. Tükenmiş. Sonra tüm kitapçıları tek tek dolaşmaya başlıyorum.

Yer yarılmış da kitap yerin içine girmiş sanki...

"O halde sahaflar!"

Rabbim onları eksik etmesin çünkü bir kez daha çocuk sevinçlerimi zıplatıyorlar.

Bu telaşe içinde aranırken internette kitabın farklı bir fotoğrafını görüyorum; içim alev alıyor. Doğru kitaplığa koşuyorum. Gazetelerin ansiklopedi, kitap verdiği yıllar... Çocukluğun en güzel zamanları. İşyerlerine ve evlere gazeteler giriyor; girmekle kalmıyorlar kupon karşılığı kültür sanat hizmeti de veriyorlar.

Doğrudan o kitapların olduğu rafın önüne koşuyorum... O da ne, yok. Hayallerim ayaklarımın dibine düşüyor ama bir şangırtı kopmuyor. İçimde bir çocuk yıkıntısı olsa da yetişkin yanım sakini oynuyor. O sakinlik düğmeyi çeviriyor ve bir ışık yakıyor. O ışık "Karşı rafa yürü," diyor.

Nasıl bir sevinç. "İşte orada!" "Marquez kitaplarının arasında!" Alıp hemen salondaki masamın üzerine getiriyorum. Günü birlikte geçiriyoruz.

Bu sabah.

Saat 3:30 civarı.

Uyanıyorum çünkü erken yatmıştım ve derin uyumuş, en sevdiğim kadının aramasına uyanmış, onunla dün açılan ve bir süredir dikkatimi çekmekte olan, bana çok yakın ve çok hoş sokaktaki el yapımı makarna dükkanı üzerine konuşmuştuk ki saat 20 civarıydı. O zaman kitap yatağımın kenarındaydı. Onu alıyorum elime ve kitaba adını veren ama üst başlığı Sevgiden Aşırı Hep Ölüm olan öyküyü okuyorum. Tabii ki bayılıyorum.

Bu sabah

5:30

Okuduğum öykü Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı. Momentos'un seslendirdiği paragrafta duruyorum. Podcast'i açıyor, bir yandan dinlerken bir yandan cûz sürer gibi takip ediyor ve bundan keyif alıyorum. Sonra bu yazıyı yazmaya karar veriyor, fotoğraf makinemi yerinden alıyor ve henüz günü ışımamış sabahın en erkeninde, sabah ezanının muhteşem armonisinde, yazıya son noktayı koyuyorum.




*Momentos'un seslendirmelerini Spotify'dan takip edebileceğiniz gibi, linki tıklayarak blogunun sol köşesine koyduğu podcast'lerden de takip edebilirsiniz.

6 Aralık 2021 Pazartesi

Neredeeeen Nereye!

Önceki gün eski bir yazıma bir yorum geldiğini fark ediyorum. Başlangıçta şaşırtıcı bir durum yok ki çok daha eski yazılara da arada bir geliyor. Sevdiğim bir şey var: E-postama düşen yorumları açmadan doğrudan yazıya gitmek ve yorumu oradan okumak, sonra da yazıya göz atmak.

Yazıya gidiyorum. İşte o zaman ve her zaman diyorum ki: "Şu hayatta yaptığım, insana değen, ekonomik bir değer içermeyen en iyi işlerden biri, hayatımın en güzel imecesi, blog aleminin bir ferdi olarak yazmaktır."

Dört yıl önce 7 Mehmet'de bir akşam rakı içsek, mezelerinin tadına baksak diyoruz ve Antalya'ya uçuyoruz. Odak yemek olsa da hedef aslında Antalya. Yıllarca her iki yönünden de dibine kadar geldiğim ama kendisine hiç uğramadığım şehir.

Bu kez neredeyse altını üstüne getiriyoruz ve doğal olarak da müzeyi geziyoruz. O ara salonlardan birinde bir de sergi olduğunu fark ediyor, onu da geziyoruz. Sergi alanında sadece biz varız. Fotoğrafı Enn Sevdiğim Kadın çekiyor. Sergideki seramik kuşların fotoğrafı...

Sergiden, sanatçının adı dahil bir kaç satırla söz ediyorum. Ve enn sevdiğim kadının çektiği fotoğrafla biraz oynayarak, Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü* başlıklı yazıda 11.fotoğraf olarak kullanıyorum.

İşte önemsiz gibi duran, kim nasıl ulaşacak ki diye düşünülecek o fotoğraf, yıllar sonra bugün önemli bir işe yarıyor.

Yorumun bir talebi var. Cümlenin ad ve adres dışındaki şekli aynen şu: "Boyalı kuş sergisinde çektiğiniz fotoğrafı çok beğendim, bir makalede kullanmak üzere fotoğrafın orjinalini mail adresime gönderebilir misiniz, ilginize çok teşekkür ederim."

Fotoğrafı kullandıktan sonra silmişim. Önce blogdakini indirip orjinal haline getirmeyi deniyorum ama nafile. Sonra arıyorum ve orjinalini enn sevdiğim kadından istiyorum. Bir kaç dakika sonra elimde. Sonra onu, fotoğrafı nette bulup, beğenerek isteyen, aynı zamanda öğretim görevlisi olan ve 4 yıl önce o salonda eserleri sergilenen sanatçıya gönderiyorum.

Bir e-posta geliyor: "Çok teşekkür ederim, gözünüze sağlık."

Bizse bir işe yaramanın sevincini yaşıyoruz.


*Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü

30 Kasım 2021 Salı

Lütfen Biri Beni Yere İndirsin!

"Çok havalıyım çokk!!!"

Hem de fazlası ile havalardayım.

Oysa ne serinkanlı bir insanım.



Ahh benim çocuk sevinçlerim işte!

Yıllardır zincirleyemediğim, tutmaya her yeltendiğimde elimden sıyrılmayı başaran coşkularım, sevinçlerim...

Tek derdimdir samimiyet.

Fena halde severim.

Tuttum mu asla bırakmam.


Dün tanısam bile, uyarsa renklerimizin tonu, yüzyıllardır tanıyormuşum gibi bir dil oluşur anında.



"Okurum.

Duygu okurum ben!"


Ve anlarım!

Hiç de yanılmam!

Momentos, blog tarihimin çok uzağından olmayan ama beni aniden ve ne sebeple olduğunu şu an heyecandan hatırlayamadığım bir zaman diliminde çeken ve bırakmayan bloglardan biri.

Podcast'lerinin sıkı takipçisiyim:

Çünkü ben okurken düz olan bir yazı, Sevgili Momentos'un sesinde boyut kazanmakla kalmıyor ve hatta üç boyutlu hava atmalara nal toplatıyor.

Bugün kendi yazımı...

Bilmiyormuş, hiç okumamış, ilk kez dinliyormuş gibi dinlemek istedim ve bunu, seslendirmek için izin talep eden Sevgili Momentos'un yorumuna cevaben yazdım.

"Ahh bir yere inebilsem..."

Neredeyse benim unuttuğum bir yazımdı!

Şaşırdım!

Gittiğimdeyse hem şaşırdım hem de çok sevindim.

İzin istiyordu.

"Benim yazım için!?"



"Çok havalıyım çokk!!!"



Bir dinleyin, sonra isterseniz beni yere indirin.

Hem de yaka paça!!!.


Momentos Blog + Podcast ise burada!

6 Kasım 2021 Cumartesi

Sokağın Büyük Sürprizi

Tanışma


Pazar günü küçük kahve dükkânından çıktıktan sonra ilk arada bulvardan ayrılıp sokakların tadını çıkararak trenlerin ortasından geçtiği bulvara ulaşıyor, ışıklardan karşıya geçiyor, ana caddeyi kullanmayıp yine bulvara paralel ve ters yönde yürürken ilk aradan sola dönüp yeniden iyi bildiğim sokaklara dalıyorum.

Bir kafe açılmış, geçen gün ana caddeden geçerken gözüme çarpmış, orada olmasına da pek anlam verememiştim. Yanaşınca, oldukça büyük dış alanında oturan kalabalık ki genelde orta yaş üstü insanlardı, bazı çözümlemeler yapmama imkan sağladı. Muhtemel ki dedim kahvelerden birinden ayrılan garson ya da ortak burayı açmış ve seven müşterilerini buraya çekmiş.

Beni cezbetmemiş olsa da bir gün gelmeyi istiyorum.

Benzinlikten geçip caddeden devam etmeyi düşünmedim. Sokakların tadına devam diyerek yürüyordum ki köşedeki emlakçı ama daha çok da komşu dükkân beni çağırdı. Şaşırdım. "Neden 100 metre ilerideki işlek cadde üzerinde değil de burada?"  Çok hoş bir dekorasyon, minik totem, şık vitrin ve camlardaki yazılara bakarsam da önemsenmesi gereken özel bir nokta! Meraklandım. Gün pazardı ve kapalıydı.


Pazartesi günü gitmeyi düşünmedim. Salı sabahı alışveriş için dışarı çıktım. Fikrimde mekân yoktu. Sonra ne tetiklediyse beni sokağa kıvrıldım ve dükkândan içeri girdim. Zarif bir hanımefendi kalktı ve şaşırdığımı, sokakla bu hoşluğun ilişkisini ilginç bulduğumu, bu bileşkenin de ilgi ve merak duymama sebep olduğunu o nedenle girdiğimi açıkladıktan sonra, bazı bilgiler aldım. İnternette de var olduklarından söz edince de  işe döndüğümde bir sayfaya ulaştım ki daha sonra bunun yanlış bir site olduğunu anlayacaktım.


Perşembe günü öğle üzeri evden çıktım. İşlerimi halledip söz konusu mekâna gittim. Bu kez diğer hanımefendinin yanında bir başka hanımefendi daha vardı. İnstagram hesaplarına zor da olsa ulaştığımı ama öncesinde odur sandığım sitenin; adı aklımda tutamadığım için yanlış hedef olduğunu anladığımdan falan da söz ettim. Sonra laf lafı açınca, bende izi olan bir şeyden bahsettim ve direk sordum. Yanıt heyecan vericiydi ama ücret de düşündürücüydü. Teşekkür ettim ve çıktım. Sonra memleketin halini de düşününce ve emeği göz önüne alınca fiyat bana makul geldi.


Hava çok güzeldi; fotoğraflar çeke çeke eve doğru yürüdüm. Artık bizim olmayan ama babamın diktiği çamların altını ve en uçtaki, sokak lambasını okuma ışığı yaptığım bankımı da tarihe bir kez daha not düşmeliyim, dedim ve cilveli güneş hazırdayken üşenmeden fotoğrafladım.

Eskiden bizim bahçemiz bu ağaçların dibine kadar uzuyordu ve sonrası kumluktu; kadim eve uzak kalsa da oraya masa atmaya bayılırdım. Sonra, bence çok doğru bir iş olarak yol geçirilince sınırlarımızı geri çektik ve bu ağaçlar artık kamuya hizmet eder oldu. Bense bankımı hiç terk etmedim. Hatta bir ara burayla ilgili bir fikir ürettik ancak hayata geçirmedik; çünkü üst geçit altlarındaki örneklerinin ne hale getirildiğini görmüştük.

Bugün cumartesi. Sevdiğim günlerden biri. Öğleden sonra dananın kuyruğu kopacak ve belki de bir hasret sona erecek. Şimdilik sadece dilimi ısırıyorum ve bu sabahın tadı için kitabımla kendimi dışarı atıyorum. İnce belli bardakta çay kesin, yanında ne olur ve nereye çökerim henüz bilmiyorum.



*Babamın ağaçları ve fikir.


Devam yazısı Çay Bredblok ve Hasret Senfonisi için buradan lütfen!

5 Kasım 2021 Cuma

Ara Sıcak



Yıllardır peşinden koşulan, kokusu neredeyse unutulmuş olsa da her köşe bucakta aranan...

Özlemle beklenen ve inançla yolu hep gözlenen ile büyük buluşma...

Pandeminin zor koşulları altında alın teriyle yoğrulmuş bir emek...

Kimsesiz sokakların kimsesi muhabirimizin kaleminden...

Tüm detaylarıyla...






24 Mayıs 2021 Pazartesi

Sizi Sıradan Şeylerin Yaşandığı Bir Güne Götürsem...

Meraklı, dönem okumayı seven ve sabırlı okuyucuyum, diyebilenlerden misiniz? Hatta uzun bir ön girişle -ki o bu yazı- başlayan, kendisi de uzun olan yazıları merakla okurum, beni yükselteceğini  düşünür, bir kelâm da katsa çıkınıma, kârdır diyenlerden  misiniz?

Evetseniz, buyurun lütfen, değilseniz size kötülük ederek vaktinizi ziyan etmek istemem, zahmet verdiğim için özür diler, geldiğiniz için de çok çok teşekkür ederim.


Fakat tam da şu anda, "Ama merak da ettim şimdi," dediyseniz, bu yazıyı boşverip doğrudan en alttaki linke giderek o güne ulaşabilirsiniz. Lâkin okumaya karar verdiyseniz ve doğrudan linkteki o yazıya gidecekseniz de en alttaki içerikle ilgili koyu renkli açıklamaya bir göz atmanız yararlı olabilir!

Bu arada, genç bloggerlar devam eden yazıyı okumayacak ve buradan dönüp gideceklerse  hayatla ve yazmakla ilgili tutkuları ve bir hedefleri varsa eğer, aldığımız davetlerin bir kısmından söz ettiğim en alttan ikinci satırdaki ifadeler içinden altı çizili olan
şu yazımdaki ibaresini tıklayarak ulaşacakları yazının tamamını okumalarını öneririm. Eğer isterlerse de o yazının sonundaki linkten giderek bir başka deneyimin paylaşıldığı yazıyı...





Geçen gün bir yazım aklıma geldi, blogların kıymetli olduğu içeriklerin kurumsal kişilikler tarafından paylaşıldığı, hatta  Başbakanlık kanallarından içerik paylaşımı taleplerinin geldiği mektuplardan birine de olumsuz bir yanıt verdiğim yıllardan.* Film galalarına, yenilenmiş tiyatroların açılışlarına, sergilere ve hatta Yıldız Sarayı'nın restorasyonu sonrasındaki bir sempozyuma davet aldığımız, ardından da ünlü rehberimiz tarafından gezdirileceğimiz, ve o toplantıda hayalimde bile kuramayacağım insanlarla yan yana oturacağım bir dönemi de vardı, bu dünyanın. Gurur duyardık yazdıklarımızın paylaşılmış olmasından... Bu davetleri editörden ve Ara Sıcak etiketleriyle duyurmaya da bayılırdım... Elbette ki kasılırdım! Ama bir gün, Kenter Tiyatrosu'ndan gelen ve olumlu ya da olumsuz bir yanıt isteyen davet mektubundan o kadar etkilendim ki onu olduğu gibi ve doğal olarak Seni seviyorum, ifadelerinin de ilave edildiği şekliyle ama kocaman bir heyecanla Enn Sevdiğim Kadın'a gönderdiğimi düşünürken, Kenter Tiyatrosu'ndan gelen ve yerimin ayrıldığını belirten gülücüklü yanıtla gerçeği anladım. Çok hoştu yanıt, çok sıcaktı ve yüzüm kızarmış halde keyifle okumuştum. Bir şarap yazım mesela ülkenin en önemli markalarından birinin sahiplerinden bir hanımefendinin şahsi ve kurumsal twitter hesaplarından paylaşılmıştı... Bunun gibi neler neler...

Güncele ve siyasete dokunuş etiketli yazılar yazardım, tırsmazdım. Bir darbe yaşamış demokrasimiz anlamsız yasaklarla birlikte ucubeye dönmüş olmasına rağmen korkmadan yazabilirdik. Sonra usul usul bir şeyler değişmeye başladı. O güne kadar hiç görmediğimiz şeyler oluyordu ülkede. Birileri zaten barajla kısmen ucubeleşmiş parlementer sistemin altını iyice oyuyordu. Gazetecilerden başladı yıldırmalar... bazı blog yazarı arkadaşlarımız mahkemelerle uğraşmak zorunda kaldılar! Gençler ellerine verilen oyuncaklarla usul usul depolitize ediliyor, gazeteler el değiştiriyordu. Televizyonlar başka bir şeye evrildi.. Oysa biz alışkındık her hafta tüm siyasi liderleri açık oturumlarda hem de devletin tek kanallı ekranında tartışırken izlemeye... Çocuktuk. Sokaklar boşalırdı o akşamlarda... Kimse kaçmazdı rakibiyle tartışmaktan. Eğitimli ve kültürlü insanlardı. Herbirimiz dünya görüşlerimiz özelinde bir başkasını severdik elbette... Onlar ne kadar ağır laflar etseler de birbirlerine, belli bir kültüre erişmiş, eğitimli, dil bilen, yurtdışı görmüş, mesleki kariyerleri tepelerde insanlardı. Tartışmaktan kaçmaz, bunu kendilerini topluma ifade edebilmenin aracı olarak kullanırlardı. İzleyici sevmediğine, tarafı olmadıklarına kızsa da keyif alırdı bu tartışmalardan... Demokrasimizin kırık dökük kabul edildiği yıllarda bile en muktedirlerin dansöz şeklinde karikatürleri yapılabilir, bu ülkede, tirajları tepelerde mizah dergileri yaşayabilirdi. O siyasiler haklarındaki her türlü eleştiriye açık oldukları gibi, saraylarda oturmayı düşünmezlerdi. Özel uçakları yoktu, seyahatlerinde Türk Hava Yolları uçaklarını kullanır, maiyet gazeteciliği diye bir kavram oluşmadığı için de bütün gazeteciler ücretleri patronları tarafından ödenmiş biletlerle binerlerdi o uçaklara. Ellerindeki gücü kullanarak karikatürlerini yapanları ve haklarında yazanları  mahkeme kapılarına sürüklemeyi de düşünmezlerdi, o günün siyasetçileri... Ancak ahlaki sınırlar aşıldığında ve mesnedsiz suçlar yakıştırıldığında haklarını mahkemelerde arar, gazeteler de mahkeme sonuçlarına göre karar aleyhlerinde ise tekzip yayınlarlardı. Bugünküyle kıyaslanamayacak bir kuvvetler ayrılığı ve uygulanmasında kişiye göre sapmaları olsa da demokratik bir anayasımız ve kişilik haklarımız vardı. Barajsız seçim sistemi her oyu anlamlı kılardı. Seçmen asıl patronun kendisi olduğunu hissettiği gibi siyasiler de bilirdi bunu. Bakmayın yüksek barajı övenlerin koalisyon dönemlerini yermesine... İstatiksel olarak, çok partili demokrasiye geçtiğimiz süreçteki en yüksek kalkınma hızları hep halkın oylarının koalisyon ürettiği dönemlere aittir.  İşte, 40 yıl öncenin Türkiyesi'nden bugünlere bakınca, o gün karşı durduğumuz insanların bugün gidip ellerini öpesim geliyor, hatta her türlü eksiğine ve eylemselliğimize rağmen nasıl da kıymetini bilememişiz, diye düşünüyorum!



*Bahse konu gün çok sıradan ve önemsiz olduğu için, 40.000 kişileri aşmış çok daha önemli pek çok yazı karşısında 11 yılda okunurlukta  300 civarı kişi ile sınırlı kalmış. Bu rakam bir sitem değil, ülkemizin ne hale getirildiğine bir örnek... Üstelik ben tüm yazılarımı kendim için yazıyorum. Sayılar mutlu etse de bir hedefe yönelik hiçbir zaman yazmadım... Benim anı defterim, blogum. Olmasaydı bu olanak, bir defter alıp da tek bir satır yazmamış olurdum işin gerçeği. Blogları var  edenlere her zaman  duacıyım!


Yazı çok "sıradan" tanıklıklar içeren, gerçek isimlerle yazılmış gerçek olayları, kişileri ve önemli bir tarihsel sürecin bir bölümünü özet anlatır. Yazı, içinde bir çatışma anından söz eder, anın kısalığına dair ipuçları içine bırakılmış olsa da, okuyucunun zihninde o çatışma anını çok uzun ve zorlu sürmüş hissi yaratarak, büyütebilir. Yazının ana fikri çatışma değildir, çatışma döneme ait "olağan" bir fondur. Yazı anın içindeki çocuğun dilindendir; bu çocuk kadar, diğer çocuklarda da yaşanan anın korkuyla birlikte ne kadar uzamış olabileceğini, o baskı altında hızla akıldan geçenleri, sanmaları, okurken göz önünde bulundurmak gerekir. Dört bölümdür, daha önce okumuş olanlar bilirler! Okuma sabrı ister belki ve o dönem hakkında bir fikri olana da olmayana da birinci ağızdan, döneme ve insana dair bir şeyler katar, diye düşünürüm. Ne yazık ki bir proje dolayısıyla sıfır yazıyla geçtiğim yılda yazıda özet geçtiğim olayları ve daha daha çok tanıklıklarımı da yazsaydım ve yazmalıyım, diye düşünürüm. Çok az insana nasip olacak görevlerin bana verilmiş olmasından bakınca, dünyada bu şansa erişmiş kaç insan vardır, diye düşünmeden de edemem... Büyük bir davadan bahis de geçer yazıda, içinde o günün bilinen kişilerinden Fatsa olaylarının önemli kişisi Belediye Başkanı Terzi Fikri'nin ve dönemin idol pek çok isminin de olduğu kocaman yıllar süren bir davadır o... O günü yaşayan, politik duruşunu açık eder yazıda, ama farklı hatta bir yanıyla karşı cephede de olsalar insanların insan olabildiklerinin de altını çizer... Akisyon, döneme dair gerçekler içerse de yazının ana olayı ve öne çıkardığı dönemin gerilimli ortamı değildir. Başlığında vurgulandığı gibi ana aktör insana dair kıymetli bir duygudur. Dört bölümlük bu yazıya sabır gösterilebilir mi? bilmiyorum. Ama son noktasına varıldığında, verdiğiniz emeğe değeceğinden, okuyanı düşündürtüp bir şeyler kazandıracağından, onu biraz daha makul insana yanaştıracağından, eminim.

*Başbakanlığın söz konusu davetini  bağımsızlık tutkumun altını çizerek, gerekçelerimi de açıklayarak, olumsuz yanıtlamıştım. Bu dahil olmak üzere diğer bir kaç örnek daha merak edenler için  şu yazımdaki bazı paragraflarda, italik harflerle yazılmış olarak var.


Aksiyonlu Günler-Umur 1. Bölüm  içinse buradan lütfen

20 Ocak 2021 Çarşamba

Sevilmeyen Müzikle Kazan-Kazan İlişkisi

Gençtim. Hızlıydım. 16 yaşındaydım. Ona tahammülsüzdüm. Bir gün öyle güzel bir senaryonun içinde kaldım ki ertesinde bir kitap aldım.

"Bir an yaşayıp  bir kitap aldım hayatım değişti," diyen kişilerden oldum. Yükseldim. Yükseldikçe hayatım güzelleşti.

Gün geldi konserlerin hiçbirini kaçırmaz oldum.

Bir saniyesine bile tahammül edemezken üzerine yazılar yazmaya başladım.

Beni daha mutlu eden, o mutluluğu gittikçe katmerleyen sevinçler yaşadım.

Okudukça çoğaldım.

Çoğaldıkça dinledim.

Dinledikçe, sevdiklerimle sevmediklerimi ayırdım ama hiçbirini küçümsemedim.

Yazılarım değer gördü, sosyal medya hesaplarında yayınlandı. Teşekkür e-postalı davetler aldım.

Ülkemizin en kıymetli sanatçılarından biri internet sayfasının basından bölümünde yıllar önce, hâlâ sayfasında duran konser yazımı paylaştı...

Öğretmenimiz hep derdi, bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp!

Aşk Tesadüfleri Sever güzel şarkıdır; Artakalan belki daha güzel şarkıdır; süpervizörlüğünü Murathan Mungan'ın yaptığı o albümlerdeki Müslüm Babayı dinlemeye bayılırım...

Yıllar önce o anı yaşamasam, o an beni bu kitaba sürüklemese ve o kitap beni yükseltmese konserlere ve gösterilere gitmeyecek, dolayısıyla yazmayacak, paylaşmayacak ve hayatın bana enn büyük ikramiyesi olan Enn Sevdiğim Kadın'la rastlaşmayacak, şahane mektuplaşmaların merak yükselten tadını duyumsamayacak ve  ardındaki,  yaza dönen baharın en güzel günlerinden birinde, bir vapur güvertesindeki buz gibi biralı, saatler nereye aktınız dediğim, olağanüstü güzel, heyecan verici yüz yüzeliğin o ilk akşamını yaşayamayacaktım.

Demem o ki; özellikle gençler, orta uzun yazılar sıkmıyorsa sizi, kendinize bir iyilik yapın!

Ve Bir Konser Teması Üzerine Çeşitlemeler* başlıklı yazıya bir göz atın.

Severseniz kitaplasınız... Zaten seviyorsanız da çok şanslısınız.


*Yazı için buradan lütfen.

 


6 Kasım 2020 Cuma

Ara Sıcak

 



Bakışları uzakta yüzleri rüzgarda bir kadın ve iki çocuk denizin kenarında. Onların, yani balıktan dönmekte olan adamla kıyıdaki kadının gözleri, konuşmaya başladı çoktan. 

Mesafe ruhlarında sıfır olsa da... Şu tekne, kazasızca kıyıya bir varsa. 

 

 İki evi geçiyor, gözlerimizi denizden alıyor ve sola çevirdiğimizde kafalarımızı, iki yolun köşe başında ve yola bahçenin içindeki, rüzgarın naylonlarla engellendiği derme çatmalıkla göz göze geliyoruz. Tam o andaysa zıplama katsayımız ve onunla senkronize olan coşkumuz göğe eriyor. Hep eski ve siyah Türk filmlerinde yaşanacak değil ya bu anlar... 

 




                                                   Ve iyi ki aklımıza nakş-edilmiş O Aşklar! 



                                                                         Pek Yakında!

13 Ekim 2020 Salı

Tek Yumurta İkizi Değiller Ama...

Yavaş Hayat başlıklı yazımın bir bölümünde, "Bir isim koydum; La Gazetta dello Sport ile El Pais arasından La'yı seçtim, ironik seçimim Asparagas'ın da As'ını attım," diye söz etmiştim, blog adımla ilgili olarak...

 



Geçen gün Mussano gelip de söyleyene kadar blog adımın sadece bana ait ve benim imalatım bir sözcük olduğunu düşünüyordum. Ne olur ne olmaz, diye, Google'a aratmış ve o tarih itibariyli La Paragas geçen tek bir ifade ile karşılaşmamıştım. Özgün bir ad olduğuna kanaat getirmiş ve kullanmıştım.

 



Bahse konu yazımda da ifade ettiğim gibi sonraki yıllarda çok olmasa da -ki o da bir şarkının adı olarak- başka La Paragas görmeye başlamıştım ama bir dilde, özellikle de  dünyanın ortak dili olması amacıyla yola çıkılmış bir dilde kelime olabileceği aklımın kıyısından bile geçmemişti.



Mussano onca yıl sonra merak edip, "İspanyolca ya da İtalyanca'da bir anlamı var mı?" diye, Google Translate'de aramasa, O da, "Yok ama bir de Esperanto diline bak," diye uyarmasa varlığından hiç haberdar olmayacaktım.



Alınca Mussano'dan haberi, Google Translate'e "Esperanto dilinden çevirir misin bir kez daha?" dedim. "Şemsiye," dedi. İçeriklerimle bağdaştırdım, kan çekti.

Sevindim.



Gülümsedim....



Bloguma ithafen yapılmış bir şarkı demeyeceğim elbette;

O halde Guillermo de la Roca'dan geliyor: La Paragas.





12 Eylül 2020 Cumartesi

Biri AKSİYON mu dedi?

O "olağan" günün o saatlerinde; bir tiyatro oyunu öncesinde, fuayedeki kızlı-erkekli üniversite öğrencisi gençlere, onların henüz görmedikleri geleceklerine, kaygısız neşelerine, bilemedikleri zaman kavramının değişkenliklerine bakarken o gün yaşadıklarımızın, bugünden bakınca ne kadar önemli olduğunu fark edeceğimden, henüz haberim de yoktu. Bazen yaşamıma geri dönüp içindeki anlara baktığımda, çok olağanlıkla yaşanan olayların aslında, ortalama insan hayatından bakınca ne kadar olağan dışı olduğunu düşünüp, tıpkı İnnaritu filmlerindeki gibi farklı senaryolar üzerinden aynı hayatların farklı sonuçlara ulaşacak öykülerini kuruyorum. Bir de, geleneksel Bodrum buluşmalarında bir araya geldiğimizde, 'o günkü genç çocuk' anılarımızı paylaşırken, dinleyenlerin şaşkınlığında fark ediyorum, "olağan" anların olağan dışılıklarını...

Aksiyonlu Günler... Umur -2010

Bugünkü siyasal sıkıntılarımızın, demokrasiden ve parlamenter sistemden ayrılmamızın, yüzde onluk seçim barajı  ile başka bir çarpık düzenin oluşma adımlarının atıldığı, azınlığın "demokrasiye" hakim olabildiği, katılımcılıktan uzak, sorgulanabilir olmayan, halkın değil de yönetenlerin iki dudağından çıkan sözcüklerin yön verdiği ucubeliğe geçişin tohumlarının atıldığı günün yıldönümü!

                                                                                  .................

 Sabah 09.08

Güzel bir kahvaltı hazırlıyorum. Güzel de bir filtre kahve. Kahveme devam ederken yazılarımda dolaşıyorum. Bir başka yazı planlıyorum ama gün öyle sakin ve huzurlu ki yazmıyor, okumaya, kendi zamanlarımda dolaşmaya başlıyor, iyi ki blog yazmaya karar verdim ve iyi ki de bu yazıyı yazmışım dediğim, bir bölümünü yukarıda paylaştığım yazımda kalıyorum. Onun altındaki yorumlar, en çok da o yorumlardaki şu cümle "Acı, çok acı ama, çağın tanığı olanların bunu paylaşması tarihe karşı da bir sorumluluktur." tetikliyor beni.


Yeni nesil gençleri çok seviyorum. Merak edenlerini ve okuyup yazanlarını, soran ve sorgulayanlarını, konu ne olursa olsun hayranlıkla izliyorum. Sonra bir adım ileri gitmeye, bu yıldönümünde, yaşandığından 39, yazıldığından 10 yıl geçmiş, bir bölümü yukarıda paylaşılmış kapsamlı tanıklıklar ve yaşanmışlıklar içeren, her birinin altındaki linkin bir sonrakine götüreceği: şu hayatta yaptığım en yararlı işlerden biri olduğunu düşündüğüm, dört bölümlük, hayatımın en özel, en aksiyonlu gününü ve dönemi anlattığım, bir yandan da sorgulayan yazımı -okumamış olan ve o günleri ve insan hikayelerini merak edenler için- son kez paylaşmaya karar veriyorum:

Aksiyonlu Günler... Umur 1.Bölüm

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP