Yazar beni öylesine kışkırttı ki direk aklıma gelen kitabı alıp sahile inmek oldu. İlk fikrim yürüyerek gidip bir kokoreç almak, o hazırlanana kadar iki üç midye götürmek, sonra da banklara konuşlanmaktı. Çünkü yazar bunlar için insanı kışkırtıyordu, dolayısıyla kendimi tutmam mümkün değildi.
Sahile indiğimde kokoreçe gitmekten vazgeçtim, mesafeye bakınca... ama bu akşamlık!
Hemen banka konuşlandım, sokak lambası aynen kitap okuma ışığı gibiydi. Hava olması gerektiği kadar serin, ay ışığı arkada kalmasına rağmen muhteşem, deniz de sakindi. Açıktaki balıkçı teknelerinin ışığı, gökteki yıldızlar, oyun parkındaki çocuklar, siyaset tartışarak yürüyen amcalar, banktaki iki sevgili, bisikletle gezen çiftler, farı ağaçları dolanarak insanların yüzünü sıyırdıktan sonra tekrar yola dönen zabıtanın motosikleti, küçük kızı arkasında ve elinde sigarasıyla yürüyen anne, eldeki kitapla doğru orantılı bir atmosfer yaratıyor, üstelik "Ah kahve!" dedirtiyordu. Aslında bira için de ciddi bir tahrik vardı.
Sayfaları çevirdikçe kendimi kitaptan kopartamıyordum. Bu arada kitap bazı şeyler için insanı öylesine tahrik ediyordu ki hemen bir senaryo yazdım. Anlatsam mı?
Aslında kurduğum şu idi: Misal bir akşam saat 19'dan sonra... Anlatırsam, uygulaması o kadar tatlı olmaz diye düşündüm şimdi. Aklıma düşme hali spontandı. Gerçeği de öyle olmalı. Biraz ipucu versem mi acaba? İpucu veriyorum: Kesinlikle muhteşem bir şey.
Akşam üzeri kanepeye uzanmış ve elime kitabını tutturmuştum: Mahalle Kahvesi. Zaten yazarı geç okuduğum için üzülmüştüm, her siparişe bir kitabını yerleştirmeyi kafama koymuş ve ilkini de getirtmiştim.
Bayağı serinlemiş ve Londra modunda hava eşliğinde kanepede kitap okumak güzeldi. Üstelik üç beyaz çikolatalı, içinde yoğun rom, süt köpüğünde bir damla badem aroması olan kahve keyfi bile yaptım.
Şu bizim sahil kesinlikle pastırma yazında çok daha can. Sait Faik kesinlikle akşamları orada oturmalı, bir cıgara tüttürmeli, başta tekneler olmak üzere, topal kedi, topal kediye hiç üşenmeden arabasına binip yemek getiren, onu arayıp bulan, başka kediler yemesin diye başında durup yemesini bekleyen, geç gelen ve bu nedenle bir tanesinin adı Esile olan ikizlerin babası yan komşuma ve bilcümle aleme dair ne yazılar yazardı, kim bilir?
Hatta gün boyu şehirde işlerimi hallederken, yürürken, trende kitabı okurken, uzun zamandır göz diktiğim ve Bedestanda, ev yemekleri yapan küçük dükkânda çöp kebabı yerken, hep yazacağım yazıyı kurdum. Sait Faik üzerine bir yazı yazmayı kesinlikle kafama koymuştum. Sait Faik'i geç okumamın bir kayıp değil aksine kazanç olduğunu düşündüm ve asla keşke demedim.
Çünkü şu anda onu okurken, biriktirdiğim İstanbul'a daha farklı bir gözle bakabiliyor ve yazarın anlattıklarını daha derinden hissedip, canlandırıp, tadına daha çok varıyorum.
Küçükken, onun yetişkin gözünden baktığım İstanbul'u bu kadar güzel fark edemeyebilirdim, geç kalmış olmama çok memnunum. Hatta yaklaşık 10-15 yıl önce okuduğum ilk ve tek kitabından daha çok tat aldım şu an diyebilirim. Eğer üzerine bir yazı yazabilirsem bir gün; ben de yazımda kıskandığıma vurgu yapacağım muhtemelen.
Röportajı okudum, teşekkürler.
Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekânda, dışarıdaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla...
Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların
donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek bir teklifte bulundum.
Fotoğraf babamın ağaçlarının altında ve Nikon L23 ile çekilmiştir.