12 Kasım 2008 Çarşamba

''Mustafa''yı Mahkemeye Vermişler!..

Çok uzun uyuduğum bir gecenin en erkeninde uyanıp, ufak çaplı bir atıştırmanın sonunda kahvemi alıp güzel ülkemde ne var ne yok diye sörfe çıkıp keyif yapmak niyetindeyken, gördüğüm ilk habere tepkim tam anlamıyla şuydu:Çüşşş!..

Sonra kulağıma küpe şu söz geldi aklıma: Söz manasını dinleyenden alır!..

Elbette bu ilk tepkimin ardından daha anlayışlı halime geri dönüp, düşünmeye başladım. Öncelikle insanların kendilerini rahatsız eden bir konuda mahkemeye başvurmaları kullanılması gereken en demokratik haklarıdır, buna saygım sonsuz...

Koca iki profösörden birinin başkanı diğerinin onursal başkanı olduğu bir derneğin, basın toplantısıyla ya da diğer bir çok etkinlikle anlatabilecekleri bir konuda, üstelik gerçekleri anlatarak insanları aydınlatmak varken bir gerçeğin üstünü örtmeye yönelik sansürcü bir zihniyetle mahkemeye şöyle bir başvuru yapmalarını açıkcası yadırgadım.
"Film içeriği, ayrıca konulara yorumu ile Cumhuriyet ile Atatürk’ün saygınlığını aşındırmaktadır. Bunlar yetmezmiş gibi ’Mustafa’' filminde Türklerin simgesel atasına pofur pofur sigara, ayrıca düşkün bir biçimde içki içirterek, Mustafa Kemal Atatürk’ün saygınlığı düşürülürken, Türk gençliğinin örnek aldığı kişi de manevi olarak öldürülmekte, buna ek olarak Türkiye tarihinin en büyük sigara reklamı, Atatürk kullanılarak yapılmaktadır"
Bu o şahıslardan herhangi birinin bireysel başvurusu olsa bu kadar üzerinde durmazdım. Ama kendilerine koltuk paye etmek adına dernekler kurup, o derneklerin yönetiminde tıpkı eleştirdikleri partilerin, kurumların başındaki insanlar gibi çakılıp kalan ve kendi doğrularını kimseyle tartışma gereği duymadan tüm o kuruluşta bulunan insanların doğruları gibi lanse eden; gücü sırtlarını dayadıkları dernek kurum her neyse ondan alan insanlara uyuzumdur.

Bütün okulların sokak aralarında her saniye görülebileceği gibi fosur fosur sigara içen çocuklara; gidip o sokaklarda gerekirse bire bir konuşarak sigaranın zararlarını anlatmak varken; her ildeki şubelerini en azından ayda bir kez okullara gönderip, oralarda çocuklara sevgiyle yaklaşıp yasakçı bir zihniyet gütmeden bu zararlar konusunda aydınlatmak varken; tüm bunları yapmayıp kendilerini ekranlarda gösterecek çıkışlara başvurmalarını yadırgıyor ama çok da iyi anlıyorum. Bu öyle bir zihniyet ki, hem toplumu bilmez, görmez, anlamaz bir kitle gibi gören şeçkinci bir bakış açısı oluşturuyor hem de bu ülkede söz söylemek isteyen insanı başına gelmesi muhtemel olaylarla uğraşmamak için susturuyor.

Sonra hiç kimseyi telef etmemek için kendi yaşamımı gözden geçirmeye başladım. Doğduğumuz günden itibaren dedenin, babanın, amcaların tiryakilik düzeyinde sigara içtiği bir ailede büyüdük tüm kardeşler. Ve bize telkin edilen şuydu: İçkiyi dozunda olmak şartıyla için ama sigara içmeyin. Dedem inançları gereği alkole karşı olmasına rağmen bunun sağlıklarına zararlı olduğunu söyler ama müdahale etmezdi. Ben bir çok insan gibi kulüp rakısının üstündeki resmi Atatürk zannederdim.

Ve o şişenin üzerindeki resim beni yaşadığım dünyanın dışında çok daha modern bir hayale götürürdü; tıpkı o yaşlarda okunan kitapların sürüklediği gibi...

Babamın saçlarını Atatürk gibi geriye tarıyan taksici bir arkadaşı vardı; hakikaten adam denen cinsten. Onlara gittiğimizde ya da onlar bize geldiklerinde, biz kendi alanlarımızda oynarken benim gözüm o masada olurdu. Çünkü o masalar gündelik yaşamımızın dışındakiler gibiydi. Pikapta o günün sevilen şarkıları çalar onlar keyfile rakılarını içerlerdi. Ve o masaya bakarken ben, kulüp rakısının üstündeki resmin aynısını görürdüm.

16 yaşıma geldiğim yıl ilk kez fuarda bir bira parkı açıldı. Oraya bakar bira içen insanlara öykünürdüm. Bir akşam arkadaşlarla fuara gidecekken babama - bira içebilirmiyim- diye sordum. İçme demedi!.. Ama şunu dedi:-Birayla başlayıp alkolikliğe kadar gidebilecek bir yoldur bu, bugün birayla başlarsın sonunda alkolik olup çıkabilirsin, dikkat et çıkarsın demiyorum çıkabilirsin diyorum, bana sorarsan daha erken derim,ama karar senin-... Ben o gün içmedim. Bu konuşmadan yaklaşık bir yıl sonra ki günlerden birinde babamın hafta sonlarındaki sofrasında bira da olmaya başladı ve ben o masada (ki biz rahat olalım diye o yemeğini yer sofradan kalkar bize bırakırdı masayı)istersem dozunda olmak şartıyla içebildim.

Şu an ailede sigara içen insan nerdeyse yok, ben çok canım isterse bir tane tellendiririm ve bunların toplamı senede iki paketi bulmaz. İçkiyi de çok keyfile içmeyi biliriz,yani alkolik olanımız yok:) Ama içmeye 30 lu yaşlarda başlayıp alkolik olan çok tanıdığım var; ve nasıl yasakçı ve baskıcı ailelerden çıktıklarını biliyorum.

Birde bu yasakçı,varolan gerçeği örtme yok sayma tavırlarına karşı Yaşar Kemal'in bir sözünü hiç unutmam. Kitapların sıklıkla toplandığı yasaklandığı, yazarların içerden çıkıp gün ışığını görmeye fırsat bulamadığı, bizim evde(amcamın)yakılan kitaplarına tanıklık eden küçükler olduğumuz yıllarda şöyle demişti yazar: Eğer kitaplar insanları ideolojik anlamda zehirliyor olsaydı, sansürcülerin çoktan kominist olmaları gerekirdi.

Mesele şudur: Atatürk hiç bir insan gibi kategorilendirilemeyecek kadar büyüktür, dahidir; ama insandır. Atatürk içki de içmiştir, sigara da içmiştir. Bunları yapmış olması zaten bilinen bu gerçeğin gün ışığında olması onu küçültmez, kötü örnekte yapmaz. Mesele onu doğru kavrayıp babamın bize davrandığı gibi davranmayı bilen kurumlar yaratmaktır. Sevgiyle doğruyu gösteren, sevilmenin güveniyle sevene güvenerek doğruyu görmesi için karar kendine bırakılan; ve sonunda o doğruyu gören nesiller için... Yani işin özü bu ülke gibi Atatürk'te hepimizindir. Keşke birileri de bunu görebilse...

Not:Şu kitabı çıkmış aman kaçirmim ya da şu programı yapmış iki elim kanda da olsa izlim demediğim biri olmasına rağmen iyi niyetinden, samimiyetinden, Atatürk ve yurt sevgisiniden ufacık bir şüphem bile olmayan Can Dündar'a teşekkür ediyorum. Çünkü, öyle bir tartışmanın yolunu açtı ki Atatürk'ü tabu yapıp kendi malzemeleri olarak kullanıp popolarının üzerinde yatanların rahatlarını dürttü. Her kes konuşsun ve Atatürk birilerinin tekelinden çıkıp herkesin Atatürk'ü olsun artık.

11 Kasım 2008 Salı

Eğlenerek İzlediğim Bir Filmden Kağıda Dökülenler...MATRIX


O ölüyor diye son filmi izlemedim!


Aslında Matrix' i değerlendirirken, çok gündelik bir işleyişin anlatıldığını görmek mümkün. Filmde görselleştirilenler zaten günlük hayatımızın işleyişinde var olanların farklı bir üslupla, bilim kurgunun heyecan verici ve çarpıcı özelliklerinden yararlanılarak ''büyüklere masallar'' tadında anlatılması(bence)...

Zaten verilen eğitimlerle... Dış ya da iç odakların sürekli algılarımıza yükledikleriyle... Reklamlarla hafızalarımıza giren insanların her alandaki tüketim eğilimlerimize yön vermeleriyle... Çalıştığımız işlerde verilen eğitimlerle görev tanımlarımız ve sınırlarımızın çizilmesiyle... Basamaklara yerleştirilen yemler yüzünden etrafımızdaki insanlara karşı verdiğimiz (dayanışmadan uzak) kariyer savaşlarıyla her birimiz: Yönetim erkini ellerinde tutanların - patronlar, diğer yönetenler, anneler babalar aklınıza kim gelirse- istekleri doğrultusunda; işte, okulda, hayatın tüm alanlarında tanımlanmış sınırlar içinde hareket etmesi istenen, o yönde biçimlendirilen insanlar olarak yaşamıyor muyuz?

Birileri kendi çıkarları için insanlara iyilikler yapmak propagandasıyla toplumların algılarıyla oynayıp bir takım ülkeleri, dolayısıyla dünyayı, kendi doğrularından biçimlendirmiyorlar mı?

Canlı bombalar, bir ideal uğruna büyük kıyımlara yönlendirilebilen insanlar, beyinlerine biçim verilmiş ve robotlaştırılmış kimlikler değil mi? Ve biz, kendi kimlik savaşlarımızı vererek, yaratılan bu Matrix'in duvarlarını aşma çabalarıyla gelenekselin ve önerilenin dışında bir hayata tutunmanın gayretinde değil miyiz?

Matrix film olarak tam da bu gerçeklikleri ortaya koyan, dünyanın işleyişi üzerine felsefi sorgulamalar yaptıran, güç odaklarına karşı mücadele veren Neo'ların, Trinity'lerin, Morpheus'ların bu dünyadaki varlıklarını hatırlatan güzel bir film.

Aslında filme en anlamlı yorumu; filmi izleyenlerden birinin - Yoksa bende mi Matrixteyim?- sorusuna bir başkasının -Evet sen de Matrixtesin- yanıtı yapmıştı.

Sanıyorum ve düşünüyorum ki her birimiz ''Matrix'' de yaşıyoruz. Belki bazılarımız bunu fark edip o düzenin bir parçası olmaya direnerek kendi özgür kimliğini yaratıyor ya da buna çabalıyor; bazılarımız da kader deyip susuyor. Belki de bütün bu çelişkiler doğruya ulaşma yolunda sorgulamalara, yeniden tanımlamalara yol açan heyecanlı ve olması gereken bir işleyiş.

Hayat denen şey de bu belki!

10 Kasım 2008 Pazartesi

Düş...


....hoş ışıklı, dalgalı denizli, dışarıdaki soğuk yüzünden daha lezzetli, camlarında yalnızlığın yağmurları olan sıcak mekânda, kaf dağının tepelerini gezdik. Ardını merakımıza bırakarak... Mumların titrek ama sıcak, ama derin, hem de çok derin ruhlar gibi anlattıklarına gözlerimizi takarak...

O...


Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki
mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar 'üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde
yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi
kayarak Kocatepe'den
Afyon Ovası'na atlayacaktı.


Nazım Hikmet'in Kuvayı Milli'ye destanından...

8 Kasım 2008 Cumartesi

Kill Bill...


Müthiş bir görsellik ve hınç aldıran kavga sahneleriyle, kendi duygularından ve duruşundan emin, kandırılmış ve canı yakılmış kadın öfkesinin hesap soran dışavurumunu derin bir şiddetle anlatan... Kadının romantizme ve inanmışlığa dayalı güven duygusunun tahribatının, öfkeye dayalı bir dirilişi nasıl ayağa kaldırdığını ortaya koyarken; Uma Thurman'ın şahsında, o intikam sürecine saygı duymamızı, taraf olmamızı ve onun her kılıç sallayışı ile birlikte içimizdeki öfkeyi dindirmemizi sağlayan... Kendi adıma, kadına çok yakıştığını düşündüğüm; kendi haklılılığına inanmışlığın intikamcı öfkesinin tüm alt duygularını, ve ''sabırlı'' kavgasını son derece güzel bir estetikle görselleştiren, müthiş şarkılarla bezenmiş, güzel ve özgün bir filmdir. Ben çok sevmiştim.

Soru...


Dünkü soğuğun ve yağmurun inadına pırıl pırıl bir güneş varken, hazır kuş korosu günün bu haline coşmuşken; iki farklı torbaya toplanacak narlardan ağaçtayken yarılmış olanlar, gün batımının masasında içilecek votkaya eşlik için ayıklanıp sıkılmayı beklerken...

Ağacın altındaki masa: Deniz boyu yürünerek gidilen, ta köy zamanı fırından alınmış sıcacık pidelerle poğaçalarla, tereyağıyla, böğürtlen reçeliyle, köy peyniri ve zeytinlerle, sabah koparılmış kabaktan yapılacak girit usulü omlet ve büyük bardakta içilecek çayla ''seni'' beklese mi daha iyi,

Yoksa biskrem yesem mi?:)

7 Kasım 2008 Cuma

Madrugada

''Madrugada'' adlı albümleri bu yıl çıkan, ''The Deep End'' adlı 2005 çıkışlı albümleri ile ilk kez dinlediğimde tam anlamıyla çarpıldığım; dili ne olursa olsun bir şarkıyı yüreklerinizde hissettirmeyi başaran; dinlediğiniz her şarkıda yakaladığınız bir sözcükle kendi hikayenizi yazmanıza neden olan... Müthiş bir yorumla her şarkıyı sahne sahne yaşatıp, derin ve etkileyen sesiyle dünyadaki vokallerin çok çok iyilerinden olduğunu kulaklara sokan Sivert Høyem'e sahip... Dinlerken zaman zaman geçmişin iz bırakmış gruplarını hatırlatan, beni ''Stories From The Street''le vuran, ''Running Out Of Time'' ile bluesun kralını da biz yaparız diyen, sanki geçmişin raflarından alınmış, tozu üzerinde nadide bir parçaymış duygusu yaratan bu albümün: ''Subterranean Sunlight'' la derinlere yollayıp ücraların kilitlerini açtırdığını, ''Ramano''da saksafonların insanı daha kafadan kopartıp eskinin konserlerinden birinin göbeğine attığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bana her dinlediğimde büyük keyifler yaşatan; radyolarda sıklıkla çalınmış ''Hold On To You'' adlı parçasıyla hatırlanabilecek, ülkemizde pek tanınmayan bu Norveçli grubun çok ama çok özgün ve etkili gitar soloları, kuzeyli grupların kendine özgü vuruculuğunu yansıtan davullarıyla bas gitarın sizi rüyalarınıza götürüp tam içine sokacağını... Sonrasında soğuk bir kış gecesinin ıslak sokaklarında sıcağına sarıldığınız bir sevgilinin kucağına bırakıp, çıtırdayan odunların uçuşan kıvılcımlarına eşlik eden şarabın tadını yudum yudum hissettireceğini söylersem de abartmamış olurum... Sanıyorum.

6 Kasım 2008 Perşembe

Motosiklet Günlüğü...

Captaiin için;)



Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin;
savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa,
ve silahlarımız elden ele geçecekse
ve başkaları mitralyöz sesleriyle,
ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa;
ölüm hoş geldi, safa geldi!...



Filmi izlerken sürekli kendi algımdaki Che üzerine de düşünmüştüm!.. Bütün bir militan serüveni anlamlı kılan adamdı Che... İdeolojinin ağır, o tıfıllıktaki bir çocuk için zor litaratürünü kolaylaştıran adamdı... Hayata katmerlenmiş bir duruşun, ruha dokunmayı öğrenmiş bir kalbin, hayatı koklamayı bilen bir bedenin mihengiydi...

Eğer ideolojinin katı, ortodoks ve klişe tavrına başkaldırabildiyse anarşist aklım; bunun önderi Che'nin romantizmidir, ateşi sönmek bilmez latin ruhudur.

Kuramsal gerçekliklerin coğrafyalar aradığının, her coğrafyanın kendi özgün pratiği olması gerektiğinin öğretmenidir Che. Neden Che hâl var, neden Fidel bir başka adam, neden ötekiler yokun cevabıdır da... Neden Deniz hâlâ varken bir televizyon dizisinde, ve yeniden, ve onu hiç görmemiş nesiller bağrına basarken gözyaşı olup, ötekiler yok?!..

Che romantiktir, Che doğruyu söylemekten çekinmez bir dosttur, Che bizim Ernesto'dur. Che durmaz! Süreklidir. Hala her mücadelenin sloganında bin selam gönderilendir o... Savaş anıları dünyanın en güzel kitaplarından biridir; devrimi kitapların sert, totaliter, soğuk havasından çıkarıp romantizmin, hümanizmin harmanında büyütür...

Filmi bir kez daha oğlumla onun olduğu yaşta izlerken, dağlarındaydım(!) hayatımın; ve o günden bakarak dedim ki: Keşke her devrimin bir Che'si olsaydı, çünkü Che (şimdiki zamanın pazarlama mantığından bakarsak!) halkla ilişkiler ''ikonudur'' aynı zamanda... Eğer Ernesto'ların sayısı çok olsaydı ya da iktidar arzuları onların yolunun engelleri olmasaydı, bugün dünya bir başka olurdu. Gülen, birbirlerinin şarkılarını söyleyip coşan insanların dünyası...

Film benim Ernesto' mu anlatmaya yeterli miydi?

Her ne kadar tıpkı tişörtlertdeki Che gibi, sırtını onun adına dayamış ticari kaygıları ön planda bir özgürlük ve serüven pazarlaması olsa da; en azından tişört üzerinde bir resim olmaktan çıkarıp merakları tetikleyip öğrenmek için bir şeyler karıştırmanın yolunu açabilir... açar. Ve gelecek olan Benicio Del Toro'lu filme iyi bir giriş olabilir; az bilenler ya da hiç bilmeyenler için...

Filmi tekrar izlerken farkettim ki bir kez daha: Romantizm ve hümanizm olmadan, özlem(in) bile tadı yok... Güzel günlerdi... Her ne kadar benim Ernesto'mu anlatmakta biraz geri de dursa film. Güzel...izlenesi yani.

İLETİŞİM İÇİN

mucanberk@hotmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP