23 Kasım 2011 Çarşamba

Sırça Kümes

Salondan çıktığım vaktin üzerinden tam 9 saat geçti. 

Ağaçların altından  durağa yürürken  bastığım her taşın, denizin ve gecenin güzelliğini içime çektiğim, treni beklerken aklıma düşen bira  isteğinin sürekli katmerlendiği vakitten,  sabahın camlarını  güneşin ısıtmaya başladığı şu ana kadar  hiç eksilmeyen şap şahane  bir keyif,  aptala dönmüş şaşkın gülümsememin kenarından, en lezzetiyle akıyor. 

Ve ben hala Laura'yı düşünüyorum.

O kadar uzun  yazmak istiyorum ki , o kadar olur yani!

Uzun ve dokunaklı bir tiradın bir yerinde "İyisi mi sen mumları bir an önce söndür" der; anlatıcı ve  aynı zamanda  anıların sahibi Tom. Birikmiş tüm duyguların tavan yaptığı  andır bu!  Zaten tiyatro salonunda bir  izleyici olmaktan çıkalı çok dakikalar olmuştur. Nefes almayı unuttuğunuz, o nefese ihtiyaç duymadığınız, yüreğinizin tümüyle sahnede attığı,  karakter adlarıyla gerçek adların birbirine girdiği,   gerçekteki  kimliklerin yeni bedenler haline geldiği  muhteşem bir andasınızdır; mumlar söner ama siz sönemezsiniz!

Tren penceresinden baktığınız akıp giden zamanda,  bir bira  şişesinin içinde, düşsüz girdiğiniz  yatağınızda  dahi sizi  terk etmeyen bu namuslu sıcaktan, asla kurtulamazsınız.  "Onca saat önce bir oyun mu seyrettiniz, yoksa gerçeğin  içinden mi  geldiniz?" sorusuna yanıt bulamadığınız bir sahiciliktir hissettiğiniz!

Tennessee Williams'ın Can Yücel tarafından çevrilmiş oyununu öyle güzel sahneye koymuştur ki Jason Hale: İlk perdenin sonunda, oyunun tarzı açısından bazı izleyicilerin çıkabileceği gibi bir algıya erişen ve bunu; "bakalım ilk çıkan kim olacak" bilmişliği ile yanındakiyle paylaşan ön çaprazımdaki  kişi, kıç üstü oturmak zorunda kalmıştır. Bırakın oyundan çıkmayı; nefes almayı, aksırıp tıksırmayı bile aklına getirmez bir hale bürünmüştür izleyici.

Öyle bir ikinci perde başlamıştır ki... üstelik de sahnede iki kişi kalmıştır artık.  Etkin karakterlerden ikisi az sahne alıyorlar gibi gözükseler de, öyle bir kurgu, öyle bir oyunculuk gücü vardır ki ortada, öylesine aklınızı ve ruhunuzu ele geçirmiştir ki oyun; siz ,   dekorlar, olağanüstü ışık tasarımı ve kostümlerle desteklenmiş bu oyunun karakterlerinden biri halini almışsınızdır.

Artık rejisörün avuçlarındasınızdır. Oyunun hiç bir anında bu esaretten kurtulamazsınız.  En ufak bir çabanız yoktur zaten olan bitenin dışında kalmaya. Sizinki gönüllü bir tutsaklıktır.

Sahnede her saniyede daha da büyüyen bir isim vardır; tüm izleyiciyi yakıp yıkan Laura'yı canlandıran Gülin Ersoy.*  Böylesine hassas, duygulu  bir karakteri bu kadar sahici oynayıp izleyicinin aklına ve gönlüne çakmak nasıl bir beceridir diye düşünür izleyici. "Her bir seyircinin içini ısıtıp yüzüne şefkatli bir tebessüm kondururken göz ucuna damlalar sıralayabilmek, bir karakteri insanların hayatına bu kadar katabilmek, ve  insanda  o karakteri sarıp sarmalama arzusu yaratabilmek nasıl bir oyunculuktur Gülin Ersoy, söyle bakalım!" diye sorasınız gelir.

Bir BÜYÜK oyuncu da  vardır sahnede: MELTEM KESKİN BAYUR.  Nam-ı diğer Amanda Wingfield.  Kendisine; bu kadar  gerçek ve büyük oynarken dahi kasılmadan, doğallıktan bir saniye bile ayrılmadan, hala ilk oyun heyecanını taşıyarak, bir yandan oyunculuk dersi verirken diğer yandan bu kadar samimi ve sıcak olmak, etrafta örneklerini gördüğümüz  anne hallerinin hepsini bir bedende toplamak nasıl bir beceridir diye sormayı yersiz bulursunuz. Yapabileceğiniz, hayranlığınızı açık edecek şey, elleriniz kızarana kadar alkışlamak olur ki fuayede ellerinin su topladığından söz eden çok sayıda izleyiciye kulak olursunuz.


Ve İrfan Kılınç:   İkili bir sahnede seyirci Laura adına sevinip mutlu mesut olmuşken, herkesi ters köşeye yatırmış olsa da  seyircinin algısında  adı  yer etmiştir. Parlak bir oyuncu olacağı kesindir. 

Ve Orhan Özyiğit: Anlatıcıyken de, Tom olduğunda da salonu eline geçirmiş, öykünün içinde tuttuğu yer ve finaldeki    tirada yüklediği duruş ile izleyicinin yüreğine taşlar döşeyip, dökülen sıvalarını onarmasına neden olmuştur.

Bir oyunda bir fotoğrafın da,  dikkatinizi her seferinde çekmeyi başaran bir oyuncu olmasını aklınız alır mı sizin? Merak ediyorsanız gidin ve bu oyunda görün.  Işığın nasıl rol çalabildiğini, hatta bazen başrolü alabildiğini izleyin. Taraçadaki ay ışığının tadına varın. "Sahnenin farklı köşelerindeki  anların hepsinin nasıl oluyor da farkına varabiliyorum?" sorusunun cevabını bulun...

Başarılı ışık tasarımı için Yakup Çartık'ı, dekorları bile oyuncu yapmayı başaran H. Güven Öktem'i, giysi tasarımları için İnci Kangal'ı, yönetmen yardımcısı Çağman Pala'yı ve bu muhteşem uyumu yaratan yönetmen Jason Hale'ı alkışlamak için, en çok da kendiniz için, -eğer tür sever değil de tiyatro severseniz- bu oyunu mutlaka izleyin.

Her şeyden  geçerim ama o andan geçemem: Laura'nın içinde şimşeklerin çaktığı, dilinin damağının kuruduğu, tabii ki muhteşem oynadığı  sahnede; duygularla  efektlerin senkronize olduğu  an ve yağmur için bile izlenmeye değer bir oyun Ankara Devlet Tiyatrosunun Sırça Kümes'i. Ben kefilim!




...*Gülin Ersoy da başta mürrebiye karakteri olmak üzere başarılı canlandırmalarıyla, yıldızı çok parlayacak bir karakter oyuncusu olduğunu hissettiriyor ve izleyicinin sempatisini üzerine çekmeyi başarıyordu... Sevgili Doktor- 13 Nisan 2010

21 Kasım 2011 Pazartesi

Ufacık Bir Not:

Adını haber kanallarında duyup, gazete kupürlerinde hikayesini okuduğumda  çok etkilenmiştim. Böyle garip bir halim vardır benim. Kanlı canlı, adı şanı büyük, herkesin bildiği -tanıdığı, bünyede ve dünya tarihinde iz bırakmış ünlü insanların yanı sıra; kalabalıkların bilmediği, medyanın parlatmadığı, insanların görmezden geldiği yıldızlar da yazılıverirler gönül defterime... hatta yaşam pusulamın en önemli yol göstericileri, gelişimimin en önemli unsurları, en önemli kahramanları onlar olmuştur.

" Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz kişi, düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylemleri içerseler dahi farklı yorumlar yapıp,  farklı pozisyonlar alabiliyoruz. İnsan algısı özünde  yanlış ve yersiz olan niyetleri  bile algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak,  özüne, duygusuna ve başkalarında yarattığı tahribata bakmaksızın haklılayabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu." cümlelerinin başka bir versiyonunu,  bir kaç gün önce, insani bir çabaya destek veren bir başka yazının içinde de kurmuştum ...

Bu anlayıştaki ısrarı, değişmezliği insan olgusu ile pek bağdaştıramam ben... Elbette ki bu cümleleri yazabilecek olgunluğa, aynı hataları da yaparak, üzerlerinde düşünerek, zaaflarımı çözme yolunda uğraşlar vererek,  ruhlarını zedelediğim insanlardan özür dileyip, özümü eleştirerek, niyelerini de sorgulayarak geldim.

Onun yüzünden, olayla ilgili haberleri iki buçuk yıldır yakından izliyordum.  Ölüm haberini aldığım gün tanıdım onu. Hatta üzerine bir yazı yazmıştım,  tüm içtenliğimle... O güne kadar varlığından haberdar olmadığım bu kadını onca başarılı kariyere karşın; büyük iddiaları olan, kendilerine misyonlar biçip vasıflandıran,  rol model olarak konumlandırıp, oluşturdukları cemaatlerinin gözüne sokanlardan olmadığı için sevmiştim.

Sessiz samimiyetine, hayatıyla ilgili izleri takip ettiğimde ulaştığım noktalardaki saygıya, emeğe ve öğreticiliğe baktığımda bir sürü çıkarım yapmış, o çıkarımlarla biraz daha çoğalmıştım.

En sevdiklerimden biri olan "Otel Rwanda'nın Hatırlattıkları" yazısının içine ; "Bazı abilerin üç beş cümlelik klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının; aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek de farkı olmadığını görmüşler" cümlesini kurduran tanıklıklarımdaki insan tiplerinin hala yer tutabildiği, saf duygulardan cemaatler oluşturabildiği yaşamda, iyi ki onlar var demiştim.

Air France'ın okyanusta düşen ve kalıntılarına ancak geçen yıl ulaşılabilen uçağından toplanan cesetlere yapılan DNA testlerinin sonucunda artık onun da bir mezarı olacağı, özellikle de 24 Kasım Öğretmenler Gününde gömüleceği  haberini aldığımda; Bayram Şekerlerinin ne olduğunu çok iyi bilen bir ailenin üyesi olarak  çok ama çok sevindim.

*Duvarın dibindeki gece sefaları

18 Kasım 2011 Cuma

D Tipi Vize Meselesi

Bilgilerin geçen zaman içinde her ülkeye göre değişmiş olma ihtimali vardır; o nedenle okuduktan sonra özellikle elçiliklerden kontrol edin!

Forumlarda en çok tartışılan, bazı yorumlarla yanlış yönlendirmelere ve korkulara sebep olan önemli konulardan biri D tipi vize olayıdır. Bu vizeyle ilgili olarak iki tez çarpışmaktadır. Bunlardan biri; D tipi vize ile elde edilen 90 günü başka Schengen ülkelerinde geçirme hakkının başladığı tarih ile ilgilidir. Bu 3 aylık hakkın gidilen ülkeye giriş yaptıktan sonra başladığı iddiasıdır. Bu düşünceyi savunan, okuduklarını yorumlamaktan aciz ve çok bilmiş kişiler derler ki (Erasmus yapacağınız ülkeye girişte, Schengen dışı bir ülkeden geldiğiniz için pasaportunuz doğal olarak giriş damgası yediğinden) her 180 günlük vize için verilen 90 günlük kullanım hakkı o an başlar. O günden itibaren ilk 3 ay içinde bir başka ülkeye gittin gittin yoksa sonraki 3 ayda bu hakkın yok. Bu yorum tamamıyla yanlıştır!

Oysa D tipi vize 2010 Nisan'da alınan bir kararla oluşturulmuş, Erasmusları hem külfetten kurtaran hem de Erasmusun temel amacına hizmet eden özel ve yeni bir vize türüdür. Eğer D tipi vizeniz varsa, bu vizenin sizi yönlendirdiği ilk ülkeye giriş yaptıktan sonra (diyelim Polonya); 90 günlük hakkınız şu gün başlar diye bir kuralı yoktur. 180 günlük vizenizin başladığı günden bitişine kadarki süreçte canınızın istediği zaman dilimlerinde kullanacağınız bir haktır bu. Oturma izni gibi vurgusu da aslında vizenin değerini ortaya koyan önemli bir noktadır. Yani Erasmus için gittiğiniz herhangi bir Schengen ülkesinde karakola falan gidip, daha önceki yıllarda olduğu gibi (yani D tipi vize öncesi) bir sürü bürokratik işlemi yapmanıza, bunun sonunda izin beklemenize "Ben geldim, burada da şu kadar ay kalacağım, oturma izni verir misiniz?" demenize gerek yoktur. Bu oturma müsaadesini D tipi vize size başlangıç gününden itibaren verir. Siz sadece ve en fazla "Ben geldim haberiniz olsun" dersiniz, ki hiçbir Erasmus öğrencisinin de gezmek dışında bir başka ülkede bir, iki ya da üç ay kalmak gibi bir fikri ve zamanı yoktur zaten. Ben de gitmeden önce bu konuyu uzun uzun incelemiştim, ki karar henüz taze idi. Olur da gittiğim yerlerde henüz bu tip vizenin ve kararın farkında olmayan ya da anlamını bilmeyen görevlilerle karşılaşırım diye kararın bir çıktısını yanıma almıştım. Gerek oldu mu? Tabii ki hayır.

Ben 180 günlük vize süremin başında, ortasında, sonunda değişik zamanlarda sıklıkla Polonya dışına çıktım geri döndüm. Hiçbir sorun yaşamadım. Çünkü vizede yazılı olan çok girişlinin anlamı da budur. Yani kardeşim der sana, korkma gez ama her 180 günlük vize için verilen 90 günlük hakkını aşma...

İşin ilginç tarafı Erasmus yaptığınızın dışındaki bir ülkeye yaptığınız ilk çıkışı kimin, nasıl bileceği... Siz gittiğiniz ilk Schengen ülkesinden sonra elinizdeki D tipi vizenin size sağladığı avantajla, zaten pratikte tıpkı Avrupa Birliği ülkesi vatandaşı gibi oluyorsunuz. Herhangi bir ülkeden diğerine geçerken herhangi bir sınır kapısında durup da işlem yapmıyorsunuz. Tabelalarda değişen dili fark etmeseniz bir başka ülke sınırını geçtiğiniz anlamıyorsunuz. Çünkü herhangi bir bürokratik işlem gerekmiyor.

Yine kendimden bir örnek vermem gerekirse; değişik zamanlarda onca yere gittik, kiraladığımız Polonya plakalı arabayla bile (ki Erasmusumun bitmesine 40 gün kalmıştı) Almanya, Çek Cumhuriyeti, Avusturya, Macaristan sınırlarından geçtik, tüm bu süreçte herhangi bir sınır kapısı görmedim, benzeri herhangi bir yerde de durmadık, durdurulmadık, dolayısıyla da kimse ne pasaport ne de başka bir şey sormadı. Tüm Erasmusum boyunca pasaportuma bir Polonya'ya ilk girdiğimde bir de Türkiye'ye dönerken çıkışta damga vurdular. Ben Polonya dışına ilk Schengen çıkışımı hangi tarihte yaptım diye kendime sorsam? Pasaportumun sahibi olarak ben dahi bilmiyorum. Çünkü, pasaportumun hiç bir sayfasında böyle bir iz yok...

Ayrıca gittiğiniz yerde karakola gidip ben geldim deme noktasında da, iki farklı şehirde kalmama rağmen herhangi bir başvuru yapmadım ve bir sorun da yaşamadım, arkadaşlarım da yaşamadı. Ancak 2 ayımı geçirdiğim, yine herhangi bir bildirimde bulunmadığım Olsztyn'de Erasmus yapan arkadaşların böyle bir başvuru yaptıklarını biliyorum. Bunu da şöyle düşünün: Nasıl ki ülkemizde ev değiştiğinizde gittiğiniz yeni mahalle ile ilgili bir bildirimde bulunuyorsanız; Polonya'da da yerinizi bildirmek adına böyle bir işlem yapıyorsunuz, ki ben dediğim gibi böyle bir işleme dahi gerek duymadım. Üstelik bir kırmızı ışık ihlali sanısıyla bana haksız yere ceza yazmak isteyen bir polisle tartışmama, onun pasaportumu incelemesine rağmen bu bildirimle ilgili olarak başıma herhangi bir şey gelmedi.

D tipi vizenin değerinin altını çizerek tekrar edersem; siz D tipi vize öncesinde olduğu gibi, gittiğiniz Erasmus ülkesinde oturum izni başvurusu yapmıyorsunuz, bir sürü evrak teslim ederek oturum izni çıkmasını beklemiyorsunuz, 90 günlük başka ülkelerde bulunma hakkınızı da dilediğinizce ve özgürce kullanabiliyorsunuz.. Çünkü elinizdeki vize bu hakkı size baştan veriyor. Siz sadece, vizeyle zaten elde etmiş olduğunuz bu hakkınızı kullanıyor ve ben geldim diye haberdar etmek için -isterseniz- ya da okulunuz mecbur tutarsa ilgili kuruma başvuruyorsunuz.

Bilmem anlatabildim mi? Artık şu vize meselesini silin zihinlerinizden, muhtemelen de Polonya dışına ya gittiğiniz okulun ESN'i ya da bir tur şirketinin sayesinde çıkacaksınız. Bir sorun yaşayacak olunsa onlar alırlar mı bu sorumluluğu bir düşünün, en basit mantıkla uyarırlar ve götürmezler sizi, ama yok böyle bir şey.

Polonya Büyük Elçiliğinin sitesinde D Tipi Vize ile ilgili olarak yapılan açıklama aşağıdadır ve anlamı nettir. Mesele yorum farkından ibarettir.



Yeşil Pasaport'u olanlar da vizesiz çıkma olanağına sahip olmalarına rağmen, ellerindeki yeşil pasaport 90 gün yurt dışında (turistik amaçla) bulunma hakkı verdiği için ve oturma hakkını kapsamadığından, normal öğrenci pasaportu ile işlem yapanlar gibi, gerekli belgelerle konsolosluklara baş vurarak, özellikle 90 günde bir Türkiyeye giriş çıkış yapma sorununu yaşamamak için D tipi vize almalıdırlar.

Tüm D tipi vizeler, her altı aylık dönemde Schengen ülkelerinde de 90 günlük kalış hakkı vermektedir - aynı oturma müsaadesi gibi. Bu kural, 5 Nisan 2010 tarihinden önce verilen D ve D+C vize sahiplerini de kapsamaktadır. Üye ülkeler, azami 1 yıllık D tipi vizesi verebilir.


D+C tipi vize kaldırılmaktadır

17 Kasım 2011 Perşembe

Gerçeğin Peşinde

15.11.2011

Vakit öğle olmak üzere, dışarının soğuğunun aksi bir sıcağın şefkatinde, elimde kahve kokusu   bloglara göz atarken, bir yandan da  bir raporla meşgulüm. O ara e-postalarıma bakıyorum ve insan sıcağı kokan, -bildiğim yüreği- bir küçük çocuk için atan, en çok da ona ulaşmak maksatlı atıldığı her halinden belli olan, "falan kişiyi   tanıyan birine ulaşma şansın olabilir mi?" cümlesinin yer aldığı e-postada duruyorum. Ona yüklenmiş duygu ve duyarlılıktan dolayı ricayı görev addediyorum.

Saat 10:49:56

Bana ilk fark ettirildiğinde gerçekliğine inanmadığım,  en önemli ip ucumun; özellikle seçildiği duygusunu bende hakim kılan tarih ve vakit olduğu olayla ilgili  bu insani talep üzerine; "Şu an işlerim var ama öğleden sonra hallederim, olmadı önemli bir kaynağımı kullanıp kesin sonucu en geç yarın bildiririm" mesajını atıyorum. Verilen ip uçlarının yetersizliği üzerine ek bilgi istiyorum. Daha fazlasına ulaşılamayan ve tahmine dayalı bilgiler üzerine kaynağımı kullanmaya karar veriyorum.

Saat 13:15.21

Numaralarını tuşladığım telefon iki çalmanın ardından açılıyor. "İnanmayacaksın ama şu an arkadaşıma senden söz ediyordum." diye başlayıp "Abi nasılsın?" diye devam eden cümlenin ardından, bir başka kentteki  sevgili kardeşe: "Bir ad var ama o ad soyaddan da çok insan vardır, eminim! Yani bir de çocuk adı verebilirim sana, yaşadığı yer dahil başkaca da bir şey yok, sadece bir dönem bizim şehirde olduğu ancak şu an başka bir şehirde ailesinin yanında yaşadığı konusunda tahmini bir bilgi var. Ailesine ulaşılabilecek bir sabit telefon yeter !" diyerek, neden lazım olduğunu, insanların telaş ve üzüntülerinin altını da çizerek kısaca özetliyorum.  Sevgili ve önemli kardeşin "Şu an dışarıdayım. Ofise döner dönmez arıyorum seni..." cevabı üzerine, işlerime dönüyorum.  

Saat 17:22:26

Blog dünyasında yazan insanların duygusallığını, duyarlılıklarını, yazılan mesajlardaki içtenliği, üzüntülerdeki samimiyeti, hiç tanımadıkları bir çocuğa karşı besledikleri şefkati ve sahiplenme duygusunun sahiciliğini düşünürken ve bu insanların yüreklerine bir kez daha saygı duyarken telefonum çalıyor. "Abi meraba"nın ardından bütün bilgileri alıyorum.

Tarih 16.11.2011

Saat 09:17:16

Arabayı uygun bir yere park edip, müşterimiz olmuş  kurumlardan birinin kapısından içeri giriyorum. İki, üç yöneticinin adlarını söyleyerek orada olup olmadıklarını soruyorum. Olmadıklarını belirttikten sonra "yardımcı olabilir miyim?" diye soran genç adama doğrulanan bilgiden yola çıkarak "falan kişi sizin kurumda mı çalışıyor?" cümlesini kuruyorum." Evet" cevabını alınca olayı kısaca özetliyorum. Başlangıçta arama niyetimin başka olabileceğini düşünerek, bu şüphesini de "başka bir amaçla aramıyorsunuz değil mi?" sorusuyla açık eden gence olayı anlatıyorum. Yaşadığı yanıtını alıyorum ve buna hiç şaşırmıyorum. Sonra doğru kişi olduğunu teyit için; yazıp çizme işlerinden bahsediyorum. Bir çok iyi niyetli, saf ve temiz duyguların sahibi her yaştan insanın endişe içinde olduğu vurgusunu yapıyorum, aileye ulaşıp taziye bildirme arzularının altını çiziyorum. Bir de telefon numarası alarak ve karşılıklı gülüşerek ayrılıyorum oradan

Saat 10:25:00

İyi yürekli kişiye diğer iyi yürekli insanları haberdar etmesi için olayın gerçek olmadığını belirten mesajı atıyorum.

Saat 10:27:13

"İş yerinden bilmiyor olabilirler mi?" diye gelen ve bir yalana inanmak istemeyen, kişiye bunu konduramayan  mesajı okuyunca;  insan,  özellikle küçükler için atan kocaman bir kalbe sahip insan olmak böyle bir şey diye düşünüyorum; olaya dahil olup, duygularını, insana duydukları saygıyı içten ve güzel cümlelerle ifade etmiş, aileye ulaşıp destek vermekten öte bir amacı olmayan iyi niyetli tüm blogger mesajlarına da bakarak

Saat 11:55:00

"Sanmıyorum. Çünkü  merkezdeki çocukla uzun uzun konuştum. Dediğim gibi önce başka maksatlı olabileceğini düşünerek çekingen davrandı, sonra bende anlattım durumu ve gülüştük Sonra asıl şubenin telefonunu aldım ve kendisiyle görüşmek, insanların samimi üzüntüsünü vurgulamak ve buna bir son verilmesi gerektiğini düşündüğümü belirtmek  için  aradım. Kız "Bugün henüz gelmedi" dedi. Yani dün buradaydı anlamını çıkardım ben bundan... ayrıca ayın 10'unda ölen bir personelin bugüne kadar duyulmaması mümkün değil... şubesini öğrenince, ki yazılarından da yola çıkarak evinin nerede olacağını tahmin ediyorum.  Bunlar da duyulmama ihtimalini sıfırlıyor. Artı 10 kasım tarihi ve sabahı zaten beni şüpheye düşürmüştü. Bi de tavırdan yola çıkarak "insanı" kestirebildiğim için olağan bir durum diye düşünüyorum.  Kurumun sitesinde bir bölüm var, orada ölüm haberleri gün gün çıkıyor, orada da yok! Yani 6 gün önce gömülmüş birinin, görev yaptığı kurum ve şubesinin olduğu ilçe, evinin olduğu yer göz önüne alınınca duyulmama ihtimali sıfır." mesajını bir telefon numarası da ekleyerek gönderiyorum.

Saat 12:13:15

New-York Üçlemesi adlı kitaptaki kahramanlardan birine atıfla  "olası istihbarat durumlarında rahatsız edebilirim. benim paul auster'im olur musun?" 

Saat 12:13:15

Valla Türkiye sınırları dahilinde olmak kaydıyla, eyvallah! Yurt içi ve Türk vatandaşları ile ilgili olanlar en fazla 30 dakikada hallolur, bu mumun söndürülmesi yatsıyı geçti  ama, bağlantım operasyondaydı. Ofise dönene kadar izin istemişti, o yüzden yarım saatte yanıtlayamadım. Yurt dışı  biraz zaman alabilir.

Bugün

Hiç şaşırmadım. Çünkü sonrasında olabilecekleri tek tek sıralamıştım. Bilen biliyor!

8 Kasım 2011 Salı

Bir Demet Kuş Cenneti

Burnumuzun dibindekileri görmeyen, dolayısıyla değerinin de farkında olmayan ama gidecek de bir yer bulamayan, bundan da şikayetçi olan bir ırkın insanlarıyız biz.

Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti; Samsun'dan yaklaşık 20 km uzaklıkta, halkımızın yanısıra ülke yöneticileri tarafından da yakın zamana kadar değerinin farkına varılamamış, fakat avcıların çok iyi farkına vardıkları, 'balık avlayanların balık, ördek avlayanların da kuş cenneti' dedikleri, A sınıfı doğal park ünvanlı, dünyadaki meraklıları tarafından bilinen şahane bir havzadır.


İmza attığı uluslararası anlaşmaların gereğini yapmaya -nihayet- karar veren devletimiz, 56.000 hektarlık deltanın 21.000 hektarlık bölümünü , 2005 yılında hayata geçirdiği proje ile tam anlamıyla koruma altına almayı başardı.


Özellikle göllerin olduğu bölgeye yaklaştıkça çeşit çeşit kuşa rastlamanın en sıradan hal olduğu, dünyada bulutlara bu kadar yakın olabileceğiniz ender yerlerden biri olan, -19 Mayıs Üniversitesi Omitoloji Merkezinin 2008 yılında yaptığı sayıma göre- 185.400 kuş nüfusuna sahip bu doğal sergi alanında; Türkiye genelinde bulunan 457 kuş türünden 340 adedi yaşamakta...


Bütün balık ve kuş çeşitlerinin yanısıra olağanüstü manzara fotoğrafları da veren bu alanda, yol kenarında gördüğünüz ya da göl üzerinde raks eden kuşların fotoğraflarını çekebilmek için çok sessiz hareket etmek gerekiyor. Sadece rüzgarın ve kuşların sesinin yankılandığı alemde ufacık bir hareketiniz, indiğiniz arabanın kapı sesi, havalanmaları için yeterli oluyor.


Tüm dünyada nesilleri tehdit altında olan 24 kuş türünden 15'ine konaklama olanağı sağlayan Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti aynı zamanda yaban kedilerin, su samuru, tilki, sansar, kirpi, manda gibi hayvanların da yaşam alanı.


2005 yılında deltaya el atan devletimiz önce avcıları sahanın dışına çıkardı. Sonra kuşları izleyebileceğiniz iki adet gözetleme kulesi yaptı. Bununla da yetinmeyen devletimiz kişisel takdirlerime de mazhar olan, içinde kafeteryası, gözlem için terası, müzesi, laboratuvarı, otoparkı da bulunan güzel bir mekan inşa edip hayata geçirdi.


Bu mekanda bir gözetleme odası da mevcut. Her biri 5 km.'lik alanı izleyebilen, o alanların en uç noktasına kadar zum yapabilen, rüzgar ve güneş enerjisi kullanan 'avcı avcısı' dört kameranın sunduğu görüntüleri oturduğunuz rahat koltuklardan izleyebiliyorsunuz; ki ben bu kafeteryada tost yiyip çay içme keyfi için yol üzerindeki ne lezzetlerden vazgeçiyorum, bir bilseniz. Bu mekanda doğal ve taze manda yoğurdu da tadabilir ya da satın alabilirsiniz.


Gözetleme kuleleri benim favori mekanlarım. Kuşların yanısıra denizin ve göllerin manzaralarını da sunuyorlar. Ve her seferinde bir "ah!" çekmeme sebep oluyorlar. Okulu kırıp da atladığımız trenlerde konyak ve çikolatalara katık ettiğimiz sohbetleri hatırlatıp; "yani gecenin bir vaktinde gelip de kafa çekmek, geceyi de uyku tulumlarının içinde geçirmek var dı" dedirtiyorlar.


Kaçınılmaz şekilde bol bol fotoğraf çekeceğiniz Kuş Cennetinde bir türlü kadraja alamadığınız kuşlar için endişelenmeyin. Pek çok kuşun yanısıra çok sayıda balık, göremediklerinizi görmeniz için, sizi cennetin küçük ve sevimli müzesinde bekliyorlar.


Olur da yolunuz düşerse bu taraflara... Samsun'dan Sinop istikametine giderken 19 Mayıs ilçesinin hemen girişinden sağa, sonra da ilk sapaktan sola dönüp Yörükler Beldesi istikametinden devam ediyorsunuz. Kuş Cenneti yaklaşık 7-8 km sonra sizi sevgiyle karşılıyor. Eğer buradan Bafra'ya devam edecekseniz Celal Usta'da tandır ya da Turan Usta'da Bafra Pidesi yemeyi; eğer Samsun'a dönecekseniz de sağ tarafta kalacak olan Özçelik Petrol'ün(Thermopet) içindeki Muşta  Lokantası'nda sütlaç ve ayranı ihmal etmemenizi öneririm. Kuzinede pişen yemekleri için de mutfağa göz atmakta fazlasıyla yarar olduğunun altını çizmeliyim.

*Fotoğraflar tırtıl'ın Nikon L 23'ü ile çekilmiştir.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Oyuncak da Bir Kalın Giysidir; Ruhu Sıcak Tutar!

Marie Antoinette ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler anlamı çıkarılan notlarını yazdığında; asırlar boyunca doğruluğu, en azından onun tarafından söylendiği kanıtlanamamış bu cümlenin, bugünlerde de sıklıkla tanık olduğumuz bir çok olaydaki gibi itibarsızlaştırma kampanyalarının bir ürünü olabileceğini düşünemiyordu elbette... Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylem ve cümleleri içerseler dahi farklı yorumlar türetip, farklı pozisyonlar alabiliyoruz.

İnsan algısı özünde çok doğru ve yerinde olan niyetleri bazen yanlış okumalarla, algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak eleştirebiliyor ya da işin özüne, duygusuna bakmaksızın gereksizliğine vurgu yapabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu.

Oyuncak: Bir çocuğun yaşamına yön verebilecek, onu tüm travmalarından uzağa kolayca taşıyabilecek, hediye edenle arasındaki duygu bağını en kolay kurabilecek, sıkıntılı, en bozguna uğramış anlarını tedavi edip umutlandırabilecek, onun hayatla yeni bir bağ kurmasını sağlayıp, hayal, düşünce ve duygu dünyasına olağanüstü katkılar yapabilecek, birilerinin yüklemek istediklerinin ötesine yolculayıp kendi doğrularıyla yepyeni ve sınırlarını kendi belirlediği bir dünya kurmasına olanak sağlayabilecek, Orson Welles'in muhteşem filmi Yurttaş Kane'nin final sahnesinde sayıkladığı gibi kendini unutulmaz yapabilecek önemli iki olgudan biridir.

Eğitim ve reklamlarla hafızalarımıza giren insanların algılarımıza yükledikleriyle sınırları belirlenmiş, çoğunluk doğrularıyla biçimlendirilen, o yönde hareket etmesi istenen bireyler olarak insana ve hayata dokunmaktan uzaklaştırıldığımız bu yeni dünya düzeninde; felaketleri malzeme yapıp ondan bile hanesine artı atan, yaptıklarını gözümüze sokarak kendini parlatan politikacıdan sanatçıya bir sürü medya yıldızının yanısıra, allahtan bütün samimiyeti ve sıcaklığı ile insanlara yardım eden, bu yönde çaba gösteren insanlarımız da var. İşte bu insanlarımızdan değerli bir grup Van'a 1 Milyon Oyuncak adlı kampanyanın yol göstericiliğini yapıyorlar.

Belki büyük çoğunluğun düşünüp de yaptığı gıda, giyecek, para, barınma yardımının yanında "Oyuncak da ne ki?" diye düşünebiliriz. Bir tek cümlesinin dışında hakkında hiç bir şeyi merak edip de öğrenmediğimiz, dediği varsayılan sözleri yıllardır kişi yaftalamak için kullanmaktan çekinmediğimiz Marie Antoinette'lik bir durum olarak da görebiliriz bu çabayı. Ama durup bir daha düşünelim! Kendi çocuklarımızı ve çocukluğumuzu, kumaş ve yünden yapılmış bebeklerimizi, telden direksiyonlar yaptığımız plastik arabalarımızı, elimizdeki ipe taktığımız küçük kağıt parçalarını mektup yapıp gönderdiğimiz, o göklerdeyken o kağıtla birlikte yanına vardığımız uçurtmalarımızı ve bize kattıklarını düşünelim! Sonrasında içimizden bir şeylerin koptuğunu hissedersek, bu bayram ya da ertesinde Vanlı çocuklara oyuncak gönderelim.

Tanıdığım günden beri pek çok kampanyayı başarıyla hayata geçirmiş Birmilyonkalem.com'un -bence- en az yemek-içmek, barınmak kadar önemli, çocuk ruhumdan baktığımda daha da değerli kampanyasına katkı vermek ve ne yapmanız gerektiği konusunda bilgilenmek için ruhunuza bir iyilik yapın ve lütfen logoyu tıklayın.


* Prag Oyuncak Müzesinde Mussano tarafından çekilmiş fotoğraflardan biridir.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Zor Bir Oyun Yazısı

Tiyatro sezonunun açılmasıyla birlikte gözüme bir oyun kestirmiştim ki, son anda programdan çıkarılmış ve yerine başka bir oyun koyulmuştu. Seçtiğim ama iptal edilen oyunun yerine, aklıma ve fikrime en uygun gelebileceğini düşündüğüm, tanıtımında "Fantastik bir öyküyü, trajikomik biçimde ele alan oyunda, “Dünyayı tehdit eden felaket senaryoları gerçekleşse, günümüz Türkiyesinde neler olurdu?” sorusuna eğlenceli bir dille yanıt aranmakta, eylemsiz aydın tavrı inceden inceye eleştirilmektedir." yazan, İzmir Devlet Tiyatrosunun Yerin Altında adlı oyununda karar kılmıştım.

Biletimi net üzerinden keyfini çıkara çıkara aldım, salona hevesle ve hatta trenle geldim ki geç saatteki dönüşün tadını çıkarayım. Hatta oyun sonrası çok sevdiğim bir dükkanda sirkesi-sarmısağı, pulu, tozu, kırmızı ve karabiberleriyle tam tekmil şahane bir işkembe çorbası içme fikrim dahi vardı...

Perde açıldığında karşılaştığım dekora bayıldım. Müzik, efektler ve elbette ışık; bir gizeme ve yeraltının bilinmezliğine destek veren vurgularıyla beni benden alıyorlardı. Evet! Tam da radyo tiyatrosu tadında bir oyun diye düşünüyordum. Bu keyifle bloga yazacağım yazının ilk cümlelerini parlatıyordum ki, bir anda ışıklar söndü ve perde kapandı.

Işıklar tekrar yandığında dekordaki teknik bir arızadan dolayı 15 dakika ara vereceklerini söyleyen ve özür dileyen anonsu seyirci bir olumsuzluk olarak görmedi ve moral destek anlamında anlayış ve sempatiyle yürekten alkışladı.

Ön kararlarımın tadıyla ağzımın kenarından akan suyu elimle toparladıktan sonra yeniden açılan perdeyle birlikte müthiş bir lezzetle oyuna girdim. Ve onla kaldım! İlk perde bittiğinde arka sıramda oturan tanıdıklarıma düşüncelerini sordum; olur ya benim algımda bir sorun vardır diye... Onlar da benimle aynı düşüncelere sahiptiler ve bir türlü izleyeni içine almayı başaramayan oyundan çıkmaya -çoktan- karar vermişlerdi.

Çıkmayı kendime yediremezdim. Çok küçük yaşta kazayla düştüğüm bir klasik müzik konserinde azap çekerken yeltenmiş ama yanımdaki amcanın doğru sözlerle yaptığı uyarı sonucunda, "işkenceyi" çekmeye razı gelmiştim. O amcanın sözleri kulağıma küpe olmuştu. Hala o küpeleri zevkle taşıyordum. Evet, ne olursa olsun verilen emeğe saygı duymalıydım. Ben de öyle yaptım. Ama ikinci perdenin daha beşinci dakikasında beni sürekli "neden çıkmadın" diye dürtükleyen benle mücadele etmek zorunda da kaldım. İkinci perdede, zaman zaman, kendimi uyuklamak üzere yakalamadım değil. Bu kez de horlarım falanda yanımdakilere ayıp olur diye düşündüm. Üstelik ben azabı çekerken, bu azaba razı gelmeyen izleyicilerden görüş açımdaki bir kaçının çıktığını farkettim. Tabi ki verdikleri görüntü hoş değildi.

Çok hevesle gittiğim, üzerine güzel bir yazı hayal ettiğim oyunun çıkışında kulak kesildiğim etraftan, homurtudan başka bir şey çıkmıyordu. Övgü ve memnuniyet içeren bir cümleyi nafile aradı kulaklarım. Şehrin seyircisinin sevdiği ve beğendiği bir gösteriye verdiği tepkinin şiddetini bilmesem; final seremonisinde oyuncuların yüzünü asan coşkusuz alkışları, bilinçsiz ve bilgisiz seyirci tepkisi olarak yorumlayacaktım.

Aslında bu yazıyı da büyük bir teredütle yazdım. Çünkü bir sinema sitesinde film yazıları yazdığım dönemden beri ana prensibim şuydu: -Beğeni denen şeyin göreceliğini de göz önüne alarak- beğenmediysen yazma.

Herşeye rağmen bu yazıyı yazmaya karar verince hiç adetim olmayan bir şeyi yaptım. Oyun üzerine yazılmış yazılara bakındım. Uzun ve beğeni yüklü birkaç yazının içindeki şu cümleleri de buraya taşıdım:

*"Tiyatrodan farklı çağdaş ve deneysel yapımlar bekleyen seyircilerin beklentilerini karşılamaya aday bir yapım olarak öne çıkıyor."

"İşte günümüzde aydın insanların toplumsal sorunlar karşısındaki tutumunun müthiş bir parodisi."

“Dünyayı tehdit eden felaket senaryolarının gerçekleşmesi söz konusu olduğunda, günümüz Türkiye’sinin aydınları ne yapardı?” sorusuna eğlenceli bir dille yaklaşan oyun inceden inceye batırdığı iğnesiyle, eylemsiz tavrın eleştirisi olarak yorumlanabilir. Traji-komik bir öyküyü fantastik biçimde, bize özgü olandan yola çıkarak ele alan oyun modern temalardan ustalıkla yararlanıyor."

"Oyun çok başarılı çok katmanlı bir metindir. Sizi iki saat boyunca hiç sıkmadan peşinden sürükler.

"Oyuncuları çok başarılı buldum."

"Oyunun metninin çağdaşlığı seyircilerin farklı anlamlar keşfetmesine olanak sağlıyor."

"Oyunda bir metafor olarak kullanılan yer altında yaşanıldığı sanılan hikâye aslında bizim yerin üstünü de yaşadıklarımızın aynadan yansımasıdır. Çağımızın kaotik ortamında bazen öylesine kafa karışıklığı, köşeye sıkıştırılmışlık, çaresizlik hissini yaşarız ki, yavaş yavaş geliyorum diyen tehlikeye ilk başta aldırış etmeyiz. Sonra gerçekten geldiğini fark ettiğimizde, kendimize bir sığınak ararız."

"Oyunun sesine kendimce kulak verdiğimizde bugünlerde bedenlerimize sinisice sızan karanlık tehlikesini duydum."

"Ben insan bedenini işgal edip ruhlarını kirletmek isteyen karanlık güçleri kanserli hücrelere benzetiyorum."

Ayşe, Deniz ya da Teslime adınızın ne olduğu ve kim olduğu hiç fark etmez oyun bizlere “Hadi n’olur siz de gelin aramıza katılın” diye bağırır, seslenir. Siz de bu direnişçilere omuz verin ki tiyatronun ışığındaki aydınlık yıldızları çoğaltalım ve çözülüversin artık dört nala gelen ay karanlık gece."


"Bunlar bu oyunun içinde var mı?" derseniz, var!

Zaten ilk kez bir başka (akademisyen) yönetmen David Nikoladze'nin sahneye koyması ile Kocaeli Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü öğrencileri tarafından sergilenmiş ve metni Dç. Dr. Sema Göktaş tarafından yazılmış oyunun sorunu ortaya koymak istedikleri ve metni ile ilgili değil... Bu uyarlamada derinliksiz, oldukça sığ ve dinamik olmayan bir yol seçerek, sıradan bir televizyon dizisinde ya da popüler filmlerden birinde yer bulacak ucuz esprileri, cinselliği, son derece basit bir biçimde içine yerleştirmiş ve kullanıyor olmasında... Samimi düşüncem bunların, tiyatro seyircisinin düzeyiyle ilgili önyargılara dayalı bir kanaatle şekillendirilen izleyici profilinin algısına dönük elma şekerleri olduğu noktasında.

Oyunun sorunu; başarılı ışık, giysi, müzik, efekt ve dekor uygulamalarına rağmen akış ve oyunculuk konusunda...ki burada oyuncuları da eleştirmek zor. Belki farklı bir elden çıkacak uyarlamada daha farklı bir tat verebilirlerdi izleyiciye... ki bence şansı yüksek olan başarılı bir metni var oyunun.

Alıntıladığım övgü yüklü yorumlarla kendi hissiyatımı yanyana getirdiğimde ortaya iki doğru çıkıyor. Birincisi benim hem görsel hem de bilgi birikimim bu oyunu anlamaya ve gerçek değerini vermeye yetmiyor. Ya da İzmir Devlet Tiyatrosu yapımı bu oyunun sahneye uyarlanmasıyla ilgili hem bir ritm, hem de derdini doğru, içine çekerek anlatabilmekle ilgili bir sahneleme sorunu var.

Ve allah da bana bir daha izlediğim bir gösteriyle ilgili olumsuz görüş beyan etme fırsatı vermesin. Emek, sanata ve sanatçıya saygı ile -olası-izleyici mutsuzluğu arasında sıkışıp kaldım çünkü.


*Alıntılınan cümlelerin önemli bir bölümü Kocaeli Üniversitesinin gösterisi üzerine Sanat-Edebiyat com'da yayınlanan Canan Şahin imzalı analizden alınmıştır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP