Ağaçların altından durağa yürürken bastığım her taşın, denizin ve gecenin güzelliğini içime çektiğim, treni beklerken aklıma düşen bira isteğinin sürekli katmerlendiği vakitten, sabahın camlarını güneşin ısıtmaya başladığı şu ana kadar hiç eksilmeyen şap şahane bir keyif, aptala dönmüş şaşkın gülümsememin kenarından, en lezzetiyle akıyor.
Ve ben hala Laura'yı düşünüyorum.
O kadar uzun yazmak istiyorum ki , o kadar olur yani!
Uzun ve dokunaklı bir tiradın bir yerinde "İyisi mi sen mumları bir an önce söndür" der; anlatıcı ve aynı zamanda anıların sahibi Tom. Birikmiş tüm duyguların tavan yaptığı andır bu! Zaten tiyatro salonunda bir izleyici olmaktan çıkalı çok dakikalar olmuştur. Nefes almayı unuttuğunuz, o nefese ihtiyaç duymadığınız, yüreğinizin tümüyle sahnede attığı, karakter adlarıyla gerçek adların birbirine girdiği, gerçekteki kimliklerin yeni bedenler haline geldiği muhteşem bir andasınızdır; mumlar söner ama siz sönemezsiniz!
Tren penceresinden baktığınız akıp giden zamanda, bir bira şişesinin içinde, düşsüz girdiğiniz yatağınızda dahi sizi terk etmeyen bu namuslu sıcaktan, asla kurtulamazsınız. "Onca saat önce bir oyun mu seyrettiniz, yoksa gerçeğin içinden mi geldiniz?" sorusuna yanıt bulamadığınız bir sahiciliktir hissettiğiniz!
Tennessee Williams'ın Can Yücel tarafından çevrilmiş oyununu öyle güzel sahneye koymuştur ki Jason Hale: İlk perdenin sonunda, oyunun tarzı açısından bazı izleyicilerin çıkabileceği gibi bir algıya erişen ve bunu; "bakalım ilk çıkan kim olacak" bilmişliği ile yanındakiyle paylaşan ön çaprazımdaki kişi, kıç üstü oturmak zorunda kalmıştır. Bırakın oyundan çıkmayı; nefes almayı, aksırıp tıksırmayı bile aklına getirmez bir hale bürünmüştür izleyici.
Öyle bir ikinci perde başlamıştır ki... üstelik de sahnede iki kişi kalmıştır artık. Etkin karakterlerden ikisi az sahne alıyorlar gibi gözükseler de, öyle bir kurgu, öyle bir oyunculuk gücü vardır ki ortada, öylesine aklınızı ve ruhunuzu ele geçirmiştir ki oyun; siz , dekorlar, olağanüstü ışık tasarımı ve kostümlerle desteklenmiş bu oyunun karakterlerinden biri halini almışsınızdır.
Artık rejisörün avuçlarındasınızdır. Oyunun hiç bir anında bu esaretten kurtulamazsınız. En ufak bir çabanız yoktur zaten olan bitenin dışında kalmaya. Sizinki gönüllü bir tutsaklıktır.
Sahnede her saniyede daha da büyüyen bir isim vardır; tüm izleyiciyi yakıp yıkan Laura'yı canlandıran Gülin Ersoy.* Böylesine hassas, duygulu bir karakteri bu kadar sahici oynayıp izleyicinin aklına ve gönlüne çakmak nasıl bir beceridir diye düşünür izleyici. "Her bir seyircinin içini ısıtıp yüzüne şefkatli bir tebessüm kondururken göz ucuna damlalar sıralayabilmek, bir karakteri insanların hayatına bu kadar katabilmek, ve insanda o karakteri sarıp sarmalama arzusu yaratabilmek nasıl bir oyunculuktur Gülin Ersoy, söyle bakalım!" diye sorasınız gelir.
Bir BÜYÜK oyuncu da vardır sahnede: MELTEM KESKİN BAYUR. Nam-ı diğer Amanda Wingfield. Kendisine; bu kadar gerçek ve büyük oynarken dahi kasılmadan, doğallıktan bir saniye bile ayrılmadan, hala ilk oyun heyecanını taşıyarak, bir yandan oyunculuk dersi verirken diğer yandan bu kadar samimi ve sıcak olmak, etrafta örneklerini gördüğümüz anne hallerinin hepsini bir bedende toplamak nasıl bir beceridir diye sormayı yersiz bulursunuz. Yapabileceğiniz, hayranlığınızı açık edecek şey, elleriniz kızarana kadar alkışlamak olur ki fuayede ellerinin su topladığından söz eden çok sayıda izleyiciye kulak olursunuz.
Ve İrfan Kılınç: İkili bir sahnede seyirci Laura adına sevinip mutlu mesut olmuşken, herkesi ters köşeye yatırmış olsa da seyircinin algısında adı yer etmiştir. Parlak bir oyuncu olacağı kesindir.
Ve Orhan Özyiğit: Anlatıcıyken de, Tom olduğunda da salonu eline geçirmiş, öykünün içinde tuttuğu yer ve finaldeki tirada yüklediği duruş ile izleyicinin yüreğine taşlar döşeyip, dökülen sıvalarını onarmasına neden olmuştur.
Bir oyunda bir fotoğrafın da, dikkatinizi her seferinde çekmeyi başaran bir oyuncu olmasını aklınız alır mı sizin? Merak ediyorsanız gidin ve bu oyunda görün. Işığın nasıl rol çalabildiğini, hatta bazen başrolü alabildiğini izleyin. Taraçadaki ay ışığının tadına varın. "Sahnenin farklı köşelerindeki anların hepsinin nasıl oluyor da farkına varabiliyorum?" sorusunun cevabını bulun...
Başarılı ışık tasarımı için Yakup Çartık'ı, dekorları bile oyuncu yapmayı başaran H. Güven Öktem'i, giysi tasarımları için İnci Kangal'ı, yönetmen yardımcısı Çağman Pala'yı ve bu muhteşem uyumu yaratan yönetmen Jason Hale'ı alkışlamak için, en çok da kendiniz için, -eğer tür sever değil de tiyatro severseniz- bu oyunu mutlaka izleyin.
Her şeyden geçerim ama o andan geçemem: Laura'nın içinde şimşeklerin çaktığı, dilinin damağının kuruduğu, tabii ki muhteşem oynadığı sahnede; duygularla efektlerin senkronize olduğu an ve yağmur için bile izlenmeye değer bir oyun Ankara Devlet Tiyatrosunun Sırça Kümes'i. Ben kefilim!
...*Gülin Ersoy da başta mürrebiye karakteri olmak üzere başarılı canlandırmalarıyla, yıldızı çok parlayacak bir karakter oyuncusu olduğunu hissettiriyor ve izleyicinin sempatisini üzerine çekmeyi başarıyordu... Sevgili Doktor- 13 Nisan 2010
Umarım yolu buralara da düşer o oyunun. Yoksa bu yazıdan sonra hâliniz fena olur bayım :)
YanıtlaSilİzlemek istedim. Çok istedim. Hem de çok.
YanıtlaSilSevgili Parpali;
YanıtlaSilUmarım yolu düşer, yalnız kefaletim bu kadronun olduğu oyun üzerinedir. Bunun altını çizeyim!
Başka ekiplerden başka uyarlamalar izleyip de bana saymasın sonra insanlar:))
Sevgili A. Nur,
YanıtlaSilOynamadı mı bu oyun anaşehrinde, sanırım ikinci sezonu bu... sıkı takip edelim ama! Hatta sizin bazı yazılarınızdan ilham alarak seyrettiğimiz oyunlar olduğunun da altını çizelim bu arada:))
sen kefilsen, izlemeli.
YanıtlaSilYa, bak yaptığın işe Evren.
YanıtlaSilsorumluluğum daha da arttı şimdi:)
Ben o şehirde değilim ki artık...
YanıtlaSilBambaşka bir yerde, her şeye çok uzakta nefes alıyorum.
Ve tiyatroya gidememenin ilacı henüz bulunamadı.
Yazılarla avunuyorum:)
son perdede çok gözyaşı vardı insanı acıya boğuyor,ön sıralarda oturmak istiyorsanız gözyaşlarına dikkat edin çok fazlalar çünkü:) sıkıcıydı..
YanıtlaSilMerhaba,
YanıtlaSilYazınızın eski olduğunun, oyunun artık Devlet Tiyatroları sahnesinde oynanmadığının ve Şehir Tiyatrolarının da Aytuğ İz'at'ın çevirisini tercih ettiğinin farkındayım.
Ama şunu belirtmeden geçmek istemedim, metin bir öykü olarak yazılmadı. Tennessee Williams The Glass Menagerie'yi OYUN metni olarak yazdı. Yazınızda adı geçen kişinin öyküyü oyunlaştırdığı söylemi gerçek değildir.
Saygılarım.