20 Eylül 2009 Pazar

Bayram Şekerlerim



Bayramın benim açımdan hoşluklarından biri de geleneksel mezarlık ziyaretleridir.

Küçücük bir çocukken hiç görmediğim ama adını ikinci adım olarak taşıdığım amcanın mezarıyla başladı her şey...

Sonra amcaya dede ilave oldu, sonra ona ilave baba, ona ilave öteki dede, ona ilave babaanne, ona ilave dayı, ona ilave en amca, ona ilave anne, ona ilave pervazsız ilk gençliğimin enn sırdaş amcası...

Bir de ziyaret kafilesine ilave olanlar var tabi ki; bir sırık oğlan, sonra ona ilave bir sırık oğlan, sonra bir oğlan bir kız, sonra bir sırık oğlan daha, ikizler, daha küçükler falan diye uzayıp giden bir yeni nesil...

Artık eskisinden çok daha kalabalık bir kafileyle gidiyoruz mezarlıklara ve içimizde onların hiç birini görmemiş olanlar ağırlıkta...

Ama çok önemli bir şey var ki; anlatılanlar, kendi aralarımızdaki konuşmalar, fotoğraflar, yeni kuşaktan çocukların meraklı soruları, kendilerine koyulmuş adları, dolayısıyla sohbetlerimiz; onların hepsini canlı ve var kılıyor hayatlarımızda.

Ve belki de; hepimizin ortak fikri şu ki: Bizi etrafta gördüğümüz ailesel ilişkilerin ötesine taşıyan bu keyifli farklılık; iyi günleri paylaştığımız kadar kötü günlerde de sırt sırta verip bir birimize koşmamızın en önemli nedenlerinden biri...

Büyüklerimizden çok sevgi gördük biz, belki bunlar saçımıza, tenimize dokunan, sarılan eylemler değildi. Ama biz hep sarılıp sarmalandığımızı hissettik hayatımız boyunca... İlk kitaplarımızı onlar aldı, ilk filmimizi onların sayesinde izledik, yollara salınıp gizli gizli takip edilerek yollar bulmamız onlar sayesinde oldu, ilk plaklarımız onlarınkilerdi... Ve hâlâ onların şefkatinin, sevgisinin bize yüklediklerinden öğrendiklerimiz bu kadar kalabalık ve keyifli bir aile olarak bir arada tutuyor bizi...

Şimdi aynı kalabalıklığı ve keyfi bizim çocuklarımız yaşıyor. Küçülmüş, bencilleşmiş, yalnızlaşmış bir çok ilişkiye baktığımızda ne kadar şanslı olduğumuzu fark ediyoruz. Ve bu keyifli yaşamı, bu aile olmanın erdemini, keyfini bize yaşatanları da şükranla anıyoruz hep...

Mezar başlarında, küçüklerin mezarlığın üzerindeki içtenlikli çabalarını tebessümlü yüzlerle izlemek ne hoş! Pıtır pıtır elleriyle otları yolmaları, toprağı eşelemeleri... Sonra gözlerine hoş gelip bahçeden kopardıkları kendi çiçeklerini dikmeleri... Mezarlığın çeşmesine gidip doldurdukları pet şişelerden onları sulamaları, bunu zevkle ve sevgiyle yapıyor olmaları ne hoş!

Mezarlık içindeki yürüyüş esnasındaki esprilerimiz, en küçükken hep tufasına düştüğü şakalarla tufaya düşenler büyüdüklerinde aileye yeni katılan bir ufaklığı aynı şakayla tufaya düşürdüklerinde, bizim de onları başka bir şakayla tufaya düşürmemiz ve bu sürekliliğin keyfi çok hoş!..

Sonra ufaklıkların mezar başlarında iki ellerini açıp hiç bir kitaba bağlı kalmaksızın büyük babanne, dede, babanne, anneanne, büyük amcalar, büyük dedeler için dua etmeleri... Bazen yolları şaşırdığımızda mezarlığa dağılıp adres aramayı çok eğlenceli, keyifli bir bilgisayar oyununa çeviren çekirge sürüsünün şen kahkahaları...

Biz her mezarlık ziyaretinde inanılmaz bir biçimde tazeleniyoruz, bunu hissediyorum.

Çok kalabalık ve çok güzel bir aile olduğumuzu biliyorum, biliyoruz. Hiç bir kırgınlığı içinde barındırmayan, her bireyinin özgürlüğünün sınırlarını çizmeyen ama düşme ihtimali olan sınır çizgilerinde bekleyen, tam düşerken el uzatan bireyleri olan bir aile...

Ve biliyorum ki; dünyanın en iyi abileri, ablaları, kuzenleri, kardeşleri, halaları, yengeleri, dayıları, amcaları, enişteleri, ufaklıkları bizde...

Onun için; düğünlerimizin, yaş günlerinin, mangal partilerimizin, nişan törenlerinin bahçesi, ailemizin kâbesi bu evde olmak, burada bir yemeğe katılmak diğer insanlarda hiç yaşamadıklarının şaşkınlığına neden oluyor. Burada bizimle olmak onların hayatlarını fazlasıyla ısıtıyor. Onların gözlerindeki hayranlığı, ruhlarından ışıl ışıl dökülüp açığa çıkan güveni, bir farklılıkla karşılaşmış olmanın koyvermiş mutluluğunu görmek çok keyifli oluyor.

Küçük yaşlarda pek fark edemediğim bir gerçeklik var ki hayatımda, belki de bu ailenin aile olma değerini en fazla ortaya koyan, kanıtlayan şey o... Bir gün düşünürken fark ettim ki bizim babaanemize, halamıza, amcamıza; komşular, onların çocukları, bizim arkadaşlarımız da babaanne, amca, hala, yenge diyorlar. Ve yıllar sonra çok eski bir arkadaşla rastlaştığımda, onların anılarında hâlâ bizim ev ve orada yenmiş yemekler var.

Ben bu aileyi çok seviyorum. Bu hazzı bize yaşatan, bunun temellerini atan tüm geride kalanlarımızı, bu düzenin baş mimarı dede ve babanneyi şükranla anıyorum. Ve biliyorum ki, biliyoruz ki; hiç birimiz ölmüyoruz, ölmeyeceğiz. Nasıl ki ben hiç görmediğim amcanın ziyeretlerine en güzel bayramlıklarıyla aileye yeni katılmış bir ufaklık olarak gittiysem; bizim hiç görmediklerimizde bizim başımızda olacaklar...

Kim bilir? Belki de babannenin, sonra yeni nesil çocukların babannesinin: ''Ayak ucunda durun dedeniz sizi görsün,'' dediği gibidir her şey... Orada tanışıp hasbihal edeceğiz onlarla; ve her yaşadıkları mutlu olayda sevinçlerini... yaşadıkları her acıda, başları sıkıştığı her anda onlar üzülmesin diye en yanı başlarındakiyle paylaşmak istemedikleri dertlerini bizimle paylaşacaklar... Ve orada ısıtıp ellerini salınacaklar hayata yeniden...

Biz görüşüyoruz efendim, babannenin dediği doğru...

İlk yayın tarihi: 30.09.2008

18 Eylül 2009 Cuma

Fotoğraf



Evet!
Güzel bir günün enerkeni...

Şimdi sahilden geldik.

Durum şöyle:
Dalgaların tam da ayaklara değdiği sınırda martılar.
Deniz çok sakin...
Dalgalar usul.

Yakamozlar her zamanki yerlerinde:
Karşı kıyıya uzanacakmış hissi veren iskelenin dibinde...

Açıkta bir gemi; şehir tarafında ve limandan henüz çıkmış.

Sakin bir yürüyüş yolu.

Sabah sporu yapan bir iki kişi.

Balıkçı tekneleri...

Bisikletli; biri kadın iki kişi.

Bir adam:
Belli ki bir kadın taşıyor.

Bir köpek:
Diğer bir köpekle koklaşta...

Hava güneşli.

Sakin bir yaz bitti hali...

Kalabalıktan uzakta, ard arda durmuş iki martı:
Bir yan cebime koy halli.

Şapşahane bir geceden sonra, kahve kokusuna gidiyoruz.

Müzik: I wanna do bad things with you- Jace Everett

16 Eylül 2009 Çarşamba

Alt Yazı... Hasret :



Sanki, ipi bırakılacak köpek gibiydi...



Müzik: Help is Coming - Ayo
Görsel: videlec.org

Yaz Bitti!

Yıllar önce, heyecan ve tutkuyla beklenen yazlardan birinin kışında tesadüfen izlemiştim televizyonda... Sıradan bir Türk filmi duygusuyla göz ucu bakarken, filmin içinden çıkamamıştım.

Yalın ve saf bir aşkı anlatan, insanın duyguları ve kendi seçimleri ile geleneksel ahlakın cellat yapısı arasına sıkışmışlığını çok iyi işleyen, Zeki Alasya'nın çok iyi yönettiği, Melike Zobu'nun, Kadir İnanır'ın güzel oynadıkları, adındaki vurguyu da sonuna kadar hak eden, Türk Sineması'nın kendine has örneklerinden biridir. Güzeldir.

Yazlar hep beklenir ve hep biterler... Kaç yaz vardır hayatınızda bir bakın... Eğer boş geçtiyseniz, bir sonraki yazı ıskalamayın!

Filmi bulursanız mutlaka izleyin! Yakılmış ateşlerin başında, gitar eşliğinde şarkılar söylenen bir yaz esintisi gibi işler içinize...

Bora Ayanoğlu'nun -yanılmıyorsam Hümeyra'nın sesinden- muhteşem şarkısı eşliğinde; atmosferi, mekanları, ritmi ve duygu yüklü finaliyle ruhunuza ve aklınıza dokunmayı başaran Yaz Bitti: Ender ve sürpriz Türk filmlerinden biri olarak, gözlerden en ırak kalandır. Aklınızın not defterinde bulunsun! Bir gün rastlarsanız diye...

14 Eylül 2009 Pazartesi

Kardeş Kelimeler



...Şimdi acı çekmek istiyordu. Ne kadar çok acı çekerse o kadar iyiydi. Acı çekmek işine geliyordu, nefretini ve öfkesini haklılaştırıyor, alevlendiriyordu, öfkeyle nefretse öbür yandan acıyı alevlendiriyorlardı...

Yukarıdaki cümleler; Patrick Süskind'in, aslında en sıradan ve tekdüze yaşamın bile ne kadar tekdüzelikten uzakta olduğunu ortaya koyan; her insanın, kendi iç işleyişiyle özgün bir gezegen olarak diğer özgün gezegenlerle birlikte koca bir başka dünyada yaşadığını bir ana karakter üzerinden anlatan; farklılık ve olmazlık gibi gözüken duyguların aslında kendi özgünlüğündeki her bir gezegene ufakta olsa dokunmadan geçmediğini göz önüne serdiği; bir tek insandan, bir banka güvenlik görevlisinden yola çıkarak, insanın kocaman iç dünyasına dair her birimize çok tanıdık gelecek pek çok şey anlattığı şahane romanı Güvercin'in 56. sayfasından alıntıdır.

...Bu yüzden bazen yöntemlerin çok kötü ve niteliksiz de olsa, senin nefret ifadelerinin aslında sevginin büyüklüğünün göstergesi olduğunu fark ettiğimden, saygı da duyuyorum. Nefretin, öfkenin, tutkunun, kıskançlıkların, ihtirasların büyük sevgilerle, hayranlıklarla, şefkatle ve özlemle iç içe olduğunu da biliyorum. Hayatı yaşanılabilir kılan her şeyin, aşkın karşıtlıklarıyla bir arada olduğunu, tüm bunları göze alabilenlerin de cesur insanlar olduklarını biliyorum. En büyük öfkelerin, en ağır can acıtmaların, en çok sevilenlere yapıldığını da biliyorum. Bazen, en tutkulu aşkla bağlı olunandan en kanlı, en vahşi intikamın alınmak istendiğini; çarmıhlara gerilse, oradan indirilip yerlerde sürüklense, sonra dilim dilim doğransa da ruhun tatmin olmadığı, ama öfke dindikten sonra onun için acı çeken, nefes almakta zorluklar yaratan bir özlem, bir sızı düşen kalpler de olduğunu biliyorum. Buna aşk dendiğini de. . .

Yukarıdaki cümleler de, evvel zaman önce yazılmış ve zamanı eskimiş bir mektubun satır aralarından, ''ben seni bu kadar severken, sana bu kadar güvenirken, sana bu kadar umut bağlamışken halinden bakarak, ötekini cezalandıran şeyler hali'' üzerine yazılmış bir bölümünden alıntıdır.

Görsel: Videlec.org

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP