Eskiden... bazılarımız daha tıfılken yani, iki film oynardı kadim sinemaların bazı seanslarında; bizim şehrimizde mesela 14.30 ve 20.30'du bunlar. Birinci film yeni, ikinci filmse daha önce vizyona çıkmışlardan biri olurdu. Bir de matine ve suareye geçmiş bu filmlerin ilk gösterim akşamları vardı; biri çarşamba günü 18 seansı ki o film ertesi günden itibaren 14.30 matinesinin birinci filmi demekti; yanına bir film daha alır pazar 20.30'da da son gösterimini yapardı. Ama cumartesi 18 seansları başkaydı, bambaşka... Bir prömiyer havası vardı onun. En güzel, en gözde filmlerin ilk gösterimi o saatte yapılır, salonda ağırlıkla sezonluk biletlerini almış sanatseverler olur, bir operaya ya da klasik müzik konserine gidermişçesine şık kıyafetlerle gelinirdi ona... Cumartesi, pazar 18'de oynayan bu filmler ise pazartesiden itibaren yanına bir film daha alır ve çarşamba 20.30'la birlikte final yapar, yıldızı söner ve artık, ekleneceği daha genç ve taze filmi beklerdi. Biz tıfıllar için en ideal sinema günü cumartesi, en ideal seans da 14.30'du. Çok tıfılken ve henüz şehrimizde ve ülkemizde bu boyutta televizyon yayını ve diğer eğlence olanaklarının olmadığı bu dönemde cumartesi günleri okullar da yarım gündü. Bu da okulumuza iki adımlık mesafedeki sinemaya doğrudan ve kolayca ulaşabilmek; ayrıca, filmlerin de etkisiyle başka başka ve tatlı hayallere ulaşmış biz tıfıllar için çıkışta bekleşen 18 şıklığının tadını çıkarmak demekti. Bayram günleri ve hafta sonlarının ki burada kastedilen pazar günüdür, 10.30 seanslarını da unutmamak lazım, elbette...*
İlk televizyonumuzu aldığımız, TRT yayınlarının henüz şehrimize gelmediği, sadece güzel havalarda Rus televizyonunu izleyebildiğimiz, çoğu zaman evdeki koltukları sinema düzenine getirip sinemacılık oynadığımız günlerden de uzun uzun söz etmeyeceğim elbette... Ama yapardık, hatta tıpkı sinemadaki gibi bilet keser, film başlayınca avizeleri söndürüp aplikleri bırakır, kısa süre sonra da tüm ışıkları söndürürdük.
İşte ben, artık tıfıl olmadığım için ama ruhumda da bir tıfıl barındırdığımdan tümüyle spontane ve hazırlıksız bir suare yaptım önceki gece. Bahsedeceğim, sinema sitelerinde izleyiciden yüksek notlar alamamış bu iki filmi aynı günde izlemedim aslında, ama ikisini aynı suarede izlemiş olmayı, sırf bu yazının gerçekliği açısından çok isterdim doğrusu!.. Her ne kadar ben bu yazıdaki ikinci filmi izlerken, ilk izlediğimin yerine bir önceki akşamın filmini taşımış olsam, o hissi yaşasam da bunu gerçekmiş gibi yazmak, yazılardaki saf tavrımla çelişen bir durum olurdu. O akşam izlenen yazılmaya değer bir film olmadığı için çıkmadı akşamın duygusunun ve dolayısıyla bu yazının içinden, ama bu yazar özentisi bir önceki gece izlediği filmi daha çok sevdi, iki farklı günün filmlerini ton olarak daha yakıştırdı ve ikinci bir yazı yazmak da istemedi!
Şu Tatlı Kadınlar
Üyesi olduğum portalda filmlere göz atıyorum; ilgimi çekenleri, afişlerinin hissettirdikleri doğrultusunda favorilerime ekliyorum. Şimdilik bir kaç tane... Sonra favorilerime göz atıyor, şu kapalı günlerde can sıkmayacak bir film istiyorum. Son eklediklerimden bir film beni ayartıyor. Kısa hikayesini okuyor, içim ısınıyor ve başlatıyorum. Aynı binada oturan farklı uluslardan göçmen aileler... Filmin yönetmeni ile ilgili bir bilgim olmadığı gibi oyunculardan hiçbirini de tanımıyorum. Binada bir Türk aile de olduğunu biliyorum ama! Filmin açılış sahnesine ve binaya ve binanın konumuna bayılıyorum. Eskiliğin hoşluğunu taşıyan apartmanın dibinden tren geçtiği gibi limanı da görüyor. İddia taşımayan, kasılmayan, sıcak, ince de mizahı olan, buram buram insan kokan bu İtalyan filmi usul usul sarmalıyor beni. Bir anda durduruyorum... Çünkü filmin sıcaklığı şarap çağırıyor. Türkan'dan alınmış tam buğday ekmeğinden ince bir dilim kesiyor, üzerine biraz zeytinyağı ekliyor, üzerine incecik domates dilimleri, birazcık fesleğen, biraz zeytinyağı, incecik mozerella kılığına girmiş beyaz peynir dilimleri eklemenin ardından; iki ısırıklık mesafelerle enine dilimliyorum hazırladığım ekmeği.
Hımmmm... işe bakın ki bu tabak da şarabı çağırıyor. Çok haklılar ki ben de aynı kanıdayım... Bergamot ve elma kokularının burunda, elmanın daha yoğun olarak damakta hissedildiği Kavaklıdere Misket 2016'dan bir içimlik koyuyorum kadehe.
Binanın miras yoluyla geçtiği yeni ev sahibi ile kiracılar arasında sorunlar var. İlginç ve huysuz karakter yaşlı amca enteresan. Hintli küçük kız tatlı, kıpır kıpır ve meraklı. İkisi arasındaki iletişimse bir klişe! Ama çok hoş ve iç ısıtıcı. Bir kültür merkezi var mahallede, dans ve benzer öğretilerin yanısıra göçmen sorunlarıyla da ilgili... Ben filme dalmış giderken filme çok yakışan, antenlerimi diken bir şarkı başlıyor. Önce ayılamıyorum, sonra fark ediyorum ki Türkçe. Bir yemek akşamı; komik, eğlenceli ve sıcak. Şahane bir final. Şahane final öncesi, kadınlar şıkır şıkır müzik eşliğinde dans ederek ve neşeyle yürürken, erkek egemen kültürden gelen bir hamle. Jenerik akarken pürdikkatim ve kağıt kalem elimde... Şarkıları not alıyorum. Yüzümde filmin bıraktığı sıcacık bir gülümseme... Kıvamlı, ferah ve nüanslı beyazın son yudumu. Ne güzel!
Bu Filmse Birer Kadeh Kırmızı Şaraplı Hafif Bir Akşam Yemeğinin Ardını Hak Ediyor
İkinci film yine bilmediğim oyuncuların ki filmin kendisinden de haberdar değilim. Başlıyor... Bir yargıç, mahkeme salonu, jüri üyeleri, avukatlar falan... Neredeyse sonuna kadar da mahkeme salonunda geçiyor, denilme olasılığı var! Fransız mahkemelerinin hakkaniyetli ve düzgün çalıştığına inanıyorum. Bu arada yargılanan gencin ve çocuğunun annesinin kara mizahın tadını fena hissettiren oyun güçlerine dikkat. Bunun yanısıra Yargıç hakkında fikir sahibi oluyorum ki biraz gıcık ve arızalı bile geliyor başlangıçta. Sanki sorunlu gibi. O zaman niye film öncesi birer kadeh şarap ve hafif bir akşam yemeği öneriyorum?!
Filmin sonuna varınca ve tüm işleyişi birbirine ekleyince içimden yükselen duygu ve yüzümde kalan sevimli tat yüzünden... Eskiden olsa misal bu filmle ilgili olarak daha uzun yazar, Ekvator Hikayeleri için yazdığım yazıdakinin benzeri bir ambiyans da kurgulardım.** Yapmadım çünkü çok uzatmak istemedim yazıyı. Birer kadehten kastım anlaşılmıştır sanırım; çift izleyecekler için ki masadaki şişeyi de televizyonun karşısına taşımaları hayırlarına olur. Ben olsam mumlar da dağıtırdım uygun yerlere. Tek izleyecekler için önerimse yine kırmızı şarap, fakat başka içkiler de olabilir. Sofradan kalkmadılarsa da atıştırmalık bir şeyler... Çok hoş bir finali var, ya da şu günlerin etkisiyle benim çok hoşuma gitti... İşte o zaman Enn Sevdiğim Kadını özledim, karantina günlerine lanet okumadım elbette, Ona sımsıkı sarıldım. Sanmayın ki finalden ibaret hoşluk. Yönetmeni ve oyuncuları çok takdir ettim. Hanımefendiye dikkat! Öylesine sahici ve öylesine ilmek ilmek yükselterek getirdiler ki finale hikayeyi... Mesela ilk mesajda yargıca kızmıştım, mesleği ile de bağdaştıramamıştım, koca adamsın, demiştim. Usul usul, ayarta ayarta, ruhuma dokuna dokuna beni de değiştirdi yönetmen ki finalde boynuna atlamışım!
* O yıllardan ve hallerden bahisli bir film yazısı
**Ekvator Hikayeleri ve ambiyansı...
Yazıda ağırlıkla bahsedilen sinema ise bu yazıdadır.
Güncel Hayatlaması
1 saat önce