27 Nisan 2018 Cuma

Vişneli Çikolata Tadında Bir İstanbul Günü

Öncesi


Otelle ilgili tüm olumlu düşüncelerimizi ters yüz eden anlar 

Kartı yeniden tanımlayıp elimize veriyor resepsiyondaki görevli. İyi bir genç adam. Kadim asansörü daltonlar kapınca yine binemiyoruz kendisine. Oda kapısının önündeyiz, sakiniz, keyfimizi harcatmayız. Okutuyoruz kartı bir kez daha ama kilidin inadı inat. İki oda yan tarafta da sorun var. Uğraşıyor hanımefendi. Daltonların annesi. O halde yeniden resepsiyon. Bu kez masada oturan gece sorumlusu müdür, ya da güvenlikten sorumlu müdür ile istişare ediyorlar durumu. Resepsiyondaki genç adamın çabası sorun çözmeye yönelik. Bir telefon görüşmesi. Akabinde teknik ekibin kapıyı açacağını, kendisini odaya yönlendirdikleri bilgisini veriyor. Yeniden asansör, koridor ve kapının önündeyiz. Bekliyoruz... İlgili kişi geliyor, çok şükür. Ve kapıyı açıyor. Anahtarla. Peki.. gece bir şekilde dışarı çıktık diyelim, döndüğümüzde kapıyı kim açacak? Teknik kişi. İnsan o anahtardan bir tane de müşteriye vermez mi? Bu duyarsızlığın ardından koca 5 yıldızlı otelin oda temizliği sırasında değiştirilmiş çarşafının bir kenarında küçük bir yama görmek ne hissettirir müşteriye? "Hadi çarşafı atmaya kıyamadınız, küçültüp tek kişilik yapmayı da mı düşünemediniz" dedirtir mi?

Diyoruz.

Hatta bir kez daha bu otelde kalmayı düşünür müyüz diye soruyoruz birbirimize. Üstelik hiç de müşkülpesent insanlar değiliz. Genellikle bulunduğumuz şehrin koşullarına bakıp kusurları anlayışla karşılarız. Sorun etmediğimiz gibi keyfimize de soğan doğratmayız. Ama burası İstanbul, güzide bir bölge ve 5 tane yıldızı kapmış bir otel bu.




25 Mart Pazar

Odanın ve yatağın hakkını yiyemeyiz; güzel uyku, güzel bir sabah. Güneş nazlı. Bizse umutlu. Ana cadde gürültüsüne uzak köşe odamızın bir penceresinden görünen sokak Asmalı. Bütün pencerelerimizin baktığı oteller, binalar, yan sokaktaki dükkana mal indiren panelvanın açılıp kapanan sürgülü kapısının telaşı, ardında bekleşen araçların sabırsız homurtuları, biraz ötedeki bakkaldan gelen kepenk sesi ve insanlarıyla sabahını yazan bir gün. Mutluyuz. Saat 10 civarı. Kahvaltıyı öğle yemeği ile birleştirme fikrindeyiz.  Bir rotamız var. Resepsiyondaki genç kız tatlı. Zaten teslim edecek bir anahtarımız yok. Çıkış bilgimizi verip ayrılıyoruz.


Güneş yok ama yine de sevimli sayılabilecek bir hava; hikaye tamamlayıcısı. Galata Kulesi göz hizamızda. Beyoğlu Belediyesinin önünden geçtikten hemen sonra sağda kalan apartmanın adı dikkat çekici. Daire Apartmanı. Eski bina. Muhtemel ki ve tahminimizce bir resmi dairede çalışan insanların oluşturduğu kooperatifin eseri. İnsanı geçmişe ışınlıyor. Önünde T.C. yazan kurumların anlamının olduğu güzel yıllara...


Bir sokak ve caddenin kesişme noktasındaki bu güzel bina kaçmaz. Sokağın adı bina ve coğrafya ile pek uyumlu: Müellif. İlk belediye caddesi tarafından aşağı iniyoruz. Hamursuz Fırını açık olsaydı keşke... Hayat yeni yeni uyanmaya başlamışken, Galata kültürüne katkı yapan kahve dükkanları, manavlar, giysi satıcıları, butik oteller, avangart esintiler, sokaktaki kediler, takı tasarımcıları ve de özgün kafelerine baka baka dolaşmak şahane

Kule civarı her ne kadar henüz yükünü almamışsa da terasından İstanbul solumak isteyenlerin oluşturduğu sıra kayda değer. Alandaki bir ağaca asılı Galata kulübünün bayrağı Alkaralarla kardeş. Aynı ağaçta asılı maçın saatini belirten tabela sevimli. O zamana kadar İstanbul görmemiş çocukluğumun sevdiğim kulüplerinden biri; futbolcu resimleri çıkan sakızlardan tanışıklığımız... Semt takımı taraftarı olmak güzel bir aidiyet. O halde bir gün Rasattepe ve çocukluğumun güzel mahallesi üzerine de uzun uzun yazmalıyım.


Hımmmmmm cam üzerine sanat. Şu, mavi tonlarının hakim olduğu yelkenli çok hoş. Kalmalık bir vitrin... Tosbaa... sevimli dükkan.. Şu tablo da çok güzel ama. Ennn sanatkar kadın dayanamıyor, tanışıklığı var dükkanla; seviyor kendisini. Dışarıda, tatlı tatlı yağan yağmurun kokusunu duyumsayarak, kapüşonu çekip, bir saçak altından gelen geçeni izlemek de keyifli! Dükkan el değiştirmiş meğerse. Tabelaları değişecekmiş gün içinde. Sanata eli yatkın yol arkadaşım hemen ahbaplığı kuruveriyor -yeni- sahibesiyle.  Suadiye'deki atölyelerine gideceğiz bir dahaki sefere.


Kamondo merdivenlerinin yanından geçip, dik yokuş yerine dik merdivenlerini kullanarak sokağın, iniyoruz Karaköy'e. İstikametimiz Sirkeci. Kadim köftecinin peşindeyiz bu kez.


Bu cadde ile ona en yakışan havada ve ışıkta denk gelmek günün bonusu. Aslında iki günü, bir gecesiyle birlikte  sadece Karaköy'e ayırıp tek tek fotoğraflamak gerek binalarını. Hımmmm... bu konuyu bir düşünelim. Galata Köprüsüyse eskisini aratıyor her seferinde, allahtan balık tutanlar bir nebze unutturuyor çirkinliği. Çok uzun zaman oldu Eminönü-Sirkeciye geçmeyeli. Taksim sektörün first class'ı ise burası daha Anadoluydu. Giden mağazaların yerine gelenler yadırgatıyor beni. Adres bulmakta zorluklar yaşatıyor tıkış tıkış hali. Namlı Rumeli Köftecisini arıyoruz; piyazın harbisini, köftenin âlâsını... Biraz uğraştan sonra buluyoruz mekanı,  lakin kapalı. Gün Pazar, bizse cumartesi hissiyle yaşıyoruz onu. Ne yazık ki Filibe de kapalı.


Mois şu hayatta tanıdığım en saf en temiz en naif adamlardan biri. Musevi.. Piyasanın kadimlerinden. Uzun yıllar büyüklerden birinde çalıştıktan sonra, bir  iş hanının üst katlarından birinde raflarını tahta sandıklardan oluşturduğu küçük iş yerini açtı Taksim'de. Eski bir ayakkabı ustası olan babasıyla birlikte çalışıyorlardı. Onunla kendi aksanları ile tartışmalarını izlemek Eprahim Kishon hikayeleri okuma lezzetindeydi. Birlikte yaşıyorlardı. Babaya tuttuğu yas ise  kültürlerini tanımak adına kazançtı; yas süresince yıkanmamak, tıraş olmamak, üzerindeki giysileri yırtmak gibi pek çok şeyi o zaman öğrenmiştim. Yıllar yıllar önce Filibe Köftecisine ilk onunla gelmiştik. Sonra çok takıldım  götüre götüre bir köfteciye götürdün diye... "Ama en iyi ve tarihi bir köfteciye," diye altını çizdi her seferinde. Bir gün yazarsam sektör üzerine bir yazı, önemli figürlerin yaşayanlarını bulup konuşmalıyım; benim küçük gözlerle biriktirdiğim, onlarınsa büyük ve en verimli olduğu günleri.

Sirkeci Garının önünden karşıya geçiyoruz. İstikamet Kadıköy. Yağmur güzel güzel ıslatıyor. Anılar, isimler yağmurun pencerelerden akış hızıyla geçiyor. Hoşça kal Sirkeci. Uzun uzun görüşeceğiz bir sonraki seferde..




Kadıköy'e geçmeden asla

Yağmur mutedil, hava da öyle. Günün rengi bizim için sorun değil. Güvertede oturabiliriz. Köprünün altındaki mekanlar hazır. Hatta anın tadına varmış bir kaç masada bir kaç keyif insanı dahi var. Bu yakadan Galata Kulesi etrafındaki bina kalabalığı ile birlikte güzel. Hezarfen az sonra uçacakmışçasına bir sevinçle bakıyorum ona. Martılar geleneksel şovları için hazırlar. Karaköy'ün inşaat alanları sanki bedenden kopup gitmiş birer cansız uzuv. Tarihi çirkinleştirecekleri güne hazırlanıyorlar.


Delisiyiz vapurların. Henüz yazılmamış Kuzguncuk günlerimizde, Kadıköy'den Üsküdar'a, Eminönü üzerinden gitmişliğimiz dahi var. Bir güvertede martılarla uçmak insanı uçuran bir şey kesinlikle. Ya Haydarpaşa... İncecik bir sızı çoktan yerleşti kalbe. Kahrolası hikaye bozucular. Bir yanda inşaat hüznü bir tarafta protesto çadırlarının umut kıvılcımları. İnadım inat diyen inşaat iskeleleri. Ve uzun hikayeler biriktirmiş mahzun iskele.


Sırt çantalarımızı önceki seyahatlerden birinde keşfettiğimiz, iskelenin karşısında ve biraz sola yürüdükten sonraki arada tütün ve mamulleri satmanın yanı sıra emanetçilik de yapan -güvenilir- dükkana bırakıyoruz. Saat epeyi oldu. Karnımız aç. Üsküdar'a, Hünkar'a gitme meylim var. Hava şüpheli, dolayısı ile uçuş saati önemli. O halde Çiya.

Bir alternatif aklımızı çeler mi diye tur atıp sokaklarında çarşının, geliyoruz tekrardan Çiya'ya. Hep önünden geçtiğim ama şu güne kadar bir türlü içimde bir heyecan yaratıp da kendine çekemeyen "popüler" lokantaya. Kalabalık. Girişteki yemeklerin önünde kalıp göz atıyor, ahçı ile de sohbet ediyoruz.

"Bana badem çağlalı kuzu lütfen."

"Bana da lahana dolması lütfen."

"Bir de mücver lütfen."


İçinde çağla geçen hiçbir şeye dayanamayan yol arkadaşım pek mesut, heyecan yaptı.  Üstelik de epey acıkmışız. Bir tadına baksam... Hımmmmm....  Usulünce ve yöresine uygun  pişirilmiş, içinde nohut, badem çağlası, kuzu eti olan, yoğurtla terbiyesi yapılmış yemek lezzetli. Çağla aşı.


Yanına yoğurt koyularak servis edilen dolmalar, tadı anlamında pek sorun yaratmıyor. Lakin lahana yemekleri cennetinden gelmiş beni de heyecanlandırmayı pek başaramıyor. Öncelikle kemik ile lezzetlenmiş bir ıslaklık arıyorum ki yok. Bu manada kurak bir tabak.

İçine koyulmuş otlardan kaynaklı olarak mücverler damak alışkanlığımızdan farklı olsalar da hem ebatları açısından hem de lezzet itibariyle hoşumuza gidiyorlar. Belki de çok halklı bir ülkede yaşıyor olmanın keyifli yanlarından biri bu; yöresel ve farklı renkliliklerimiz gibi benzer yemeklerimizde rast geldiğimiz hoş nüanslar...


Tezgahın başındayken bana tereddüt yaşatan ve hayalimdeki tadıyla öne çıkıp galip gelen lahana dolmasında aradığını pek bulamayan şahsım bir de patlıcan kebap paylaşma fikrinde.

"Bir patlıcan kebap lütfen."


Ya çok fazla pişmiş, ya da bekleme süresinden kaynaklı olarak iyice gevşemiş sebzeler... Tat tamam ama heyecan verici değil. Tabakta bir canlılık yok. Dirilikten yoksun. Dünden kalmış diyesim bile var neredeyse. Porsiyonlar mı az yoksa ben mi çok açım bilemiyorum. Kişisel olarak, en azından tabak ebatları gözümü doyuramıyor. Söz konusu en az iki kişi ile çok şey tatmaksa uygun.

"Bir pilav lütfen."


Karabiberle tatlandırıyoruz kendisini, bir yavanlık hissi alıyorum nedense. O kadar öne çıkarılmışlığına rağmen mekan, belki de kalabalığından kaynaklı olarak, belki de popülaritesinin yüksekliğinden, belki farklılığını ve "özgünlüğünü" bir şekilde gözüme sokuyor olmasından kaynaklı olarak, belki de ön yargılarımdan sebep çok heyecanlandırmıyor beni.

Ama Kadıköy'de dolaşmak güzel. Balık pazarı canlı. En sevdiğim kadın füme eti gördü. Abinin esnaflığı sevimli. Eski adam. Bakınırken kaptı bizi. Aile işletmesi. Pastırmalar Kastamonu'dan. Sohbetimiz güzel. Alınası epey şey var. Eti alıp çıkıyoruz. Bir ampul yanıyor bende... "Bir gün," diyorum, "bu çarşıdan alışveriş yapalım, sonra sahilde bir kuytuya konuşlanalım, şöyle sırtımızı Kadıköy kalabalığına verip vapurlara karşı bir rakı keyfi yapalım."  Anlaştık. Kadıköy konaklamalı bir seyahat.




Bir ara sıcak vakti

Ora mı bura mı derken daha önce de aklımda yer etmiş, bana hep tereddüt yaşatmış Gemide'de karar kılıyoruz. Hem barlar sokağının kalabalığından uzak hem de hayatın akışkanlığının içinde bir yer.

"Tuborg fıçı bira var mı?"

"Yok"

"İki Tuborg lütfen"



Biralar kısmen karlanmış, o derece soğuk yani. Bu güzel!.. Mekanı sevdik. Günün bu saatine çok uygun. Dışarıda bir çarşı kalabalığı ve lezzetli bir canlılık hüküm sürerken burası açık denizde, şahane bir kadınla kendi kalabalığını yaratıp, sakin sakin yol almak gibi. Üstelik masada kül tablası var!

O halde şerefine.

Uzun, çok keyifli bir  zamanı geçiyoruz Gemide. Kahvelerimizi içip çıkıyoruz karaya. Hep önünde kaldığımız ve merak ettiğimiz Surp Takavor Ermeni Kilisesine uğramış, ayini parmak ucu kaçırmış, mumlarımızı yakıp dileklerimizi dilemiştik zaten. Üstelik sabah ayininin ardından yorgun düşmüş ve ortalığı temizlemekte olan abinin tatlı sinirliliğini de pek sevmiştik.

Şimdi gelelim Kadıköy'e gelindiğinde yapılacak şeyler listemizde her daim kendine yer bulan eyleme. Sevdiklerimiz için önce Hacı Bekir'e.

"Kaymaklı lokum lütfen"

"Badem ezmesi lütfen."

"Sakızlı akide şekeri lütfen." 

Sonra kendimiz için Baylan'a.

"Vişneli çikolata lütfen." 

Artık Kadıköy'e veda vakti. İstikamet Havabüs. Emanetten çantalarımızı alalım önce. Hava hâlâ ıslak. Yürürken birer çikolata yiyelim. Tadımlık. Bütün halinde ağıza atma, ısırık, dağılan çikolatanın içinden çıkan likörün eşsiz ferahlığı, kakao ile yarattıkları kontrast şu alemdeki en şahane tatlardan biri olan vişneyi çekirdeğinden ayırma eylemi ve bu kolektif lezzet yüzünden ölmeye hazır iki damak.

Havabüs durağının yakınındaki satıcı teyze ısrarla sesleniyor kalabalığa, o an harekete hazır belediye otobüsünü işaretliyor. 5 liraya gittiğinin altını çiziyor. Kesemizin koruyucusu bu teyze ne yazık ki kimse tarafından umursanmıyor.

Havabüsteki koltuğum arızalı, sırtımı dayadığımda direk yatıyor. Dolayısı ile arkaya rahatsızlık vermemek adına dayayamıyorum. Bu beni kızdırmayı, huzursuz etmeyi başarabiliyor mu? Tabii ki hayır.

Ve Sabiha Gökçen. Henüz kalabalık değil.

Check-in, bagajlar, uçuş kartları.

Üst kat, rahat koltuklar.

En sevdiğim kadın Americano'larla geldi. Vişneli çikolatalarımız da var. Lakin ben kitabımı bagaja giden sırt çantama koymuş olmanın mutsuzluğunu yaşıyorum. Umberto Eco'nun Prag Mezarlığı. Okuma hızımın en yavaşladığı süreçte, ara vererek okumama rağmen bütünlüğünü hiç kaybettirmeyen, kendini unutturmayan şahane kitap.

İniş trafiği yoğun, kalkışta da en az beşinci sıradayız. Kaptanımız anons ediyor. Erken çıkmamıza rağmen pist başında zaman kaybediyoruz.

Güzel kalkış, kaybı geri döndürmeye azmetmiş bir kaptan pilot.

Ve vaktinden önce Samsun.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP