5 Aralık 2017 Salı

Ulak Top, Kireçte Kabak, Çocuk ve Müze

Hâlâ 9 Kasım 2017  

Öncesi...

Müze berbere göre karşı kaldırımdan yürümeyi gerektiriyor. 25-30 metre geri yürünüp, sonra sola dönülecek. Görüyoruz tabelayı. Kapıdan girişte danışma gibi bir yer oluşturulmuş; kemeri epey geniş, neredeyse küçük bir oda hacminde taş bir alan. Bir ön kabul ve denetim noktası gibi. Loş, gizemli ve sevimli. Kimseler yok. Bir görevli bekliyoruz. Müze kartlarımız güncel. Görünen avluysa gördüklerimizin en büyüğü neredeyse.


Gelen giden olmayınca giriyoruz içeri. Şahane bir bina. Ne güzel bir hayat yaşanmıştır, kim bilir. Hemen sağ duvarın önünde iki görevli var. Onayı aldık. Müze ücretsiz. Valilik Özel İdare kanalı ile eski evi alıp, elden geçirerek şık bir müze yapmış. Böyle işler yapan valilere can kurban. Bu kadar bitkiyi her formuyla, hikayelerini ve yararlarını içeren bilgilerle başka bir yerde görebilir miyiz, bilmiyoruz.  Ama gelmişken Hatay'a, kesinlikle görülmeli, Tıbbi ve Aromatik  Bitkiler Müzesi.


Nihai hedefimiz esas müzeye doğru yürümeye devam ediyoruz. Sevimli ve küçük bakkalları asla boş geçmeyiz. İki su ve bir Ankara Gazozu alıyoruz. Üstelik de öyle güzel soğutulmuş ki... Ayın Kasım olduğuna bakmayın. Buralar neredeyse yaz.

Habibi Neccar Camii ve külliyesinin karşı kaldırımındayız. Yanımızdaki sokaksa bas bas çağırıyor. Listede olan bir lokanta da sokağın hemen girişinde. Yalnız bir sorun var ki aynı adla şehrin merkezinde de bir yer var. Sultan Sofrası. Merkezi olan gerçek bir "Şehir Lokantası". Bembeyaz ve de kolalı peçeteleri var, eski zamanlar gibi. Önünden her geçişimizde, burada iş var duygusu yaratıyor ama bizde öğlen yemeği için zaman yok. İnşallah bir başka sefere.


Sokağa dalıyoruz. Öyle coşkuyla çağırdı ki, girmemek olanaksız. Karşılaştığımız insanlara bakarsak, ağırlıkla savaş topraklarından gelen aileler ve daha alt gelir gruplarından insanlarımız... ve de öğrenciler.  

İşte bir bakkal daha, mahallenin bakkalı, çıkmakta olduğumuz yokuşla kesişen sokakta. O ara iki çocuk gözümüze çarpıyor, 10-11 yaşlarında, bakkalın daha ilerisindeki ışık alan yerdeler. Sonra bir ilave daha oluyor. Mika bir top var ayaklarında. Küçük bir top. Birbirleri ile şakalaşıyor olsalar da bakışları bizden yana.


Sokak taze çamaşır kokulu. Pencerelerdense lezzet fışkırıyor. Aynı çantalar ve aynı montlara sahip üç minik kız, el ele, tepelerinde kurdelelerle okula uğurlanıyor. Pırıl pırıl  genç kız, muhtemeldir ki üniversiteli, yokuşu çıkıyor; gözlerinin ucu bizdeyken ve dudağının kenarındaki minik gülümseme çok şey anlatırken. Gülümsüyoruz. Hoş bulduk. Ne kadar çok hem de.

O ara top arkamızdan yuvarlanıyor, mesaj yüklü. Lacivert ve küçücük. Duygusu kocaman. En bayıldığım kadın ki kendisi bir Alkara'dır,* yuvarlıyor bir plase ile topu sahibine... O top bir kez daha geliyor. Ve bir kez daha gidiyor.

Yan yana yürüyoruz, beş arkadaş. Dillerin anlaşamadığı bir an. Duygularımız anlaşıyor. Fotoğraflarını çekmemizi istiyorlar. Gurbetin üç atlısı. Şaban Ahmet ve Muhammed ikisinin adı. Üçüncüyü ne yazık ki hatırlamıyoruz. Bir not defterim olmalı benim!


Fotoğrafları ulaştırmamız lazım! İletişimin bir yolu yok. Bir mail adresleri olsa keşke. Birlikte iniyoruz yokuşu. Onlar Habibi Neccar'da kılacaklar namazlarını. Türkçeleri üç beş kelime. Bir yerden çıktı alsak. Çocuklardan yardım istiyoruz. Önerecekleri bir yer yok.. Bir iki yere bakıyoruz birlikte. Sonuç sıfır.

Biz çoğaltır, dönmeden bakkala bırakırız, siz de iki gün sonra oradan alırsınız. 

İki gün sonra ama!

Anlaştık.

Vedalaşıyoruz.


Müzeyi falan unutuyoruz. Fotoğraflar en önemli meselemiz. Bir dijital baskıcı görüyoruz. Anlaşmak zor. Bir misafir esnaf daha... Bir çocuk katarak başka bir dükkana gönderiyor bizi. Orası da tekrar buraya. Aslında ikisi de aynı insanlara ait. Buna gülüyoruz. Ofiste, temiz yüzlü, hafif sarışın bir genç adam daha var. Telefonu ile görüntülü bir görüşme yapıyor, kendi diliyle. Bilgisayarın başındaki ile mutabığız. Gönderiyoruz resmi. Ebat konusunda anlaştık. Baskı başladı. Bir küçük kız giriyor içeri, sarı saçlı. Sırtında okul çantası. Tatlı mı tatlı. Dükkanın sahibi olduğunu sandığımız kişi ile sarılıyorlar. Sarışın genç adamın kızı olduğunu öğreniyoruz, "Sizin mi?," diye sorunca ötekine. Fotoğraflar tamam. Sevinçliyiz. "Ne kadar?" "15 TL," diyor, dört foto için. 10 TL'ye anlaşıyoruz.

Sarışın genç adam, çaylarımızı içerken, "Dil sorunum olmasa," der gibi. "O kadar şey söylemek isterdim ki size," diyor bi de.. "Ehlen ve sehlen diyerek anlatabilirim belki her şeyi." Ehlen ve sehlen'i anlıyoruz sadece, yüzündeki ifadeden de diğerlerini. Ötelenmişlik yaşayan bir kalbin takdir cümleleri, bunu biliyoruz. Yurdundan olmak, yabancılık çekmek, kendi gettolarının dışında yalnız kalmak ve aşağılanmak kötü. Bunu görüyoruz.

Habibi Neccar'ın avlusundayız. Cemaatin çıkmasını bekliyoruz. Takunyalar ve tıkırtılar pek ahenkli. Çocukların bu kadar kalmayacaklarına kanaat getirip mahallenin yokuşunu çıkıyoruz yeniden.


Çok mutluyuz. Az önce bakkala teslim ettik resimleri. Ödüllendirelim o halde kendimizi. Caddede bir gariban pastane. Mahalle gibi. Vitrindeki kabak tatlısı tahrik edici.

İkiye böler misiniz? 

İlk ısırıklar... Muazzam. Sanki dikdörtgen ve küçük bir hortumun içine kabak sosu koymuşlar. Nasıl bir beceridir ki bu. Isırıktan sonra ulaşabiliyoruz içindeki yumuşacık kabağa. Sonrası müthiş bir harman. Bayılıyoruz.

Bir dükkanın camındaki   "Kapalısın kapalısın deme,
- buralardayım-
numaramı arayıp 5 dakika bekle :)) :)) 
Tel......."  cümlesine takılıyor gözümüz. Bir tebessümle kalıyoruz önünde. Geldim bulamadım, klasik borçlu gerekçesine güzel bir cevap kesinlikle...  

Bunu yazan kim?  

Benim.

Süpersin.

Savoy Otel'in önünden geçerken, içeriye şöyle bir göz atıyoruz. Favorilerden biri idi ama şu an çok memnunuz orada olmadığımıza. Şehrin kalbine uzak çünkü.


Sol tarafımızda ve önümüzde, kutu kutu üstüne koyularak yapılıyor hissi veren bilim kurgu mimarisi ile bize epey hikaye yazdıran kocaman bir inşaat var.  Yaklaşınca anlıyoruz ki Hilton Müze Otel inşaatıymış kendisi. Müze ekinin nedenini şu an biliyor olsam da o an, müzeye yakınlığından kaynaklı olduğunu düşünüyorum.

Trafik ışıklarının olduğu kavşağın düz gitmemiz söylenen kısmında, Sanayi Sitesinin salaşlığı ile çelişen, ama garip bir biçimde de oraya yakışan vaha tadındaki büfeye giriyoruz. Tabanın bir kısmı cam; altındaki içki şişeleri ile güzel bir dekor oluşturulmuş. Küçükken, hayalimin bir giyim mağazasının tabanını akvaryum yapmak  olduğunu söylüyorum genç adama ve takdir ediyorum kendilerini. Kasadaki hanım muhtemelen anne, ve patron o.  Dükkan mıntıkası ile tezat bir şıklık sergiliyor. İçki skalası epey geniş öte yandan.

Ve ve ve... Yıllanmış ve 70'lik Johnny Walker & Sons King George V viski, göz kırpıyor makamından. Nadide bir eserin olması gerektiği yerde. Işığı süper. Fiyatı ise tam 2350 TL.


"İsa’nın 12 havarisinden biri olan St.Pierre; Antakya‘ ya M.S. 29-40 tarihleri arasında gelmiş ve Hristiyanlığı yaymaya çalışmış. İlk dini toplantının yapıldığı bu kilisede cemaat ilk kez Hristiyan adını almış. Bu yüzden St. Pierre Kilisesi Hristiyanlığın ilk kilisesi olarak biliniyormuş."  Hatay Valiliğinin sayfasındaki ifadeye göre.


İki çocuk yanaşıyorlar. Rehberlik etmek niyetleri. Daha esmer ve ötekine oranla daha ince olan konuya hakim. Kullandığı dil büyümüş de küçülmüş gibi. Garip bir ön yargı ile istemiyorum, sonrasında fena pişman olacağım üzere. Belki de tavrın ısrarcı gelmesini, -yapışkan bir biçimde- sadaka istemekle eşliyor aklım ve bu itici geliyor bana. Kilise alanının dışına çıkınca yine yakalıyor. İleride, dağın arkasında kalan heykelleri görmemizi öneriyor. Sırf bu yapışkan tavır nedeni ile gitmiyorum heykellere. En sevdiğim kadın veriyor emeğin karşılığını. Bense bir başka boyuttan bakıp yoksulluğa ve çabaya, tavrımın pişmanlığını yaşıyorum hâlâ.

Duvar yazısının önünde epey kalıyoruz, kiliseye tırmanmadan önce ve sonra. Ne yorumlar, ne yorumlar...Şu üst paragraftaki sızı ise hala içimde. Terk edeceği de şüpheli.

Müze göründü


Binaya bakınca çok saat burada kalacağımız hissi uyanıyor içimizde. O mimari cinlik burada da oynamayı başarıyor algımla. Seviyoruz binayı. Merkezde, Asi kıyısındaki bir kadim değirmenden sökülüp de buraya yerleştirilmiş koca çark anlam katıyor kendisine.

Müzenin Kahvesi! Yaratıcı fikir.  Sonuçta o makineden çıkan kahvelerin hepsi, her yerdeki, aynı. Bardağın üzerindeki bu nüans onu farklı kılıyor. Sevimli de... Bir de sohbet ekliyoruz kahvenin yanına.


Hava muhteşem. Sohbetin baş rolünde, tam da trafik ışıklarının orada yolumuzu doğrulattığımız, muhtemeldir ki gece bekçiliği yaptığı yerden evine dönen güzel adamın, ondan epey uzaklaştıktan ve unutmuşken onu, tekrar önümüze geçip de yolu yeniden tariflemesi,  hemen yan yoldan içeri girerek gideceği, çocukları ve eşi ile sıcaklaşmış yuvalarına, ısrarla yemeğe davet etmesini, bu çabanın içtenliğini ve sıcaklığını, ve de oraya kadar bizi sahiplenmiş gözetimini konuşuyoruz. Bir kez daha bu güzel ülkenin altını çiziyoruz elbette.

Tam o esnada motoru ile gelip, elindeki anahtar çantası ile kafeden içeri giriş yapmak isteyen tesisat tamircisine önce izin vermeyen sonra da göz yuman güvenlik görevlisinden hareketle, bir kaç gerilim senaryosu yazmayı da ihmal etmiyoruz müze üzerine.

Kasadaki kız tatlı. Müze de. Elektronik girişe okuttuk kartlarımızı. Az önce yanaşan tur otobüsünün kalabalığına yakalanmak istemiyoruz. Hititlerin izindeyiz. Güzel düzenlenmiş, çok da keyifle dolaşılan bir müze Hatay Arkeoloji Müzesi. Çok seviyoruz ilk andan itibaren.  Cam üzerinde yürürken altımızda kalan mozaiklere bakıp, bizim şehrimizin belediyesi ile de övünüyoruz öte yandan. Üzeri betonlaşmış bir meydanın altında kalan kale surlarını açığa çıkarıp üzerinde cam gezinti alanı yaratan ve tüm çevreyi eski haline döndüren başkanımızı takdir ediyoruz, partisinden bağımsız olarak.


II.Şuppiluliuma karşılıyor tüm konukları müze içinde. Güzel insan. Giriş için güzel bir seçim. 2004 yılındaki kazılarda bulunan 3000 yıllık bir heykel bu. Sarhoş Dionysos ise takdirimizi kazanan bir şahsiyet. Seviyoruz kendisini. Buzdolabımın üzerinde.


Hitit kralı III.Hattuşili'nin kız kardeşi Matanazi'nin hamile kalabilmesi için ki kendisinin yaşı epey geçkin, Mısır firavunu II.Ramses'ten ilaç hazırlayabilecek bir uzman doktor istemesi meselesini -mesafeler açısından- anlamaya biraz daha yaklaşmama neden oluyor müze. Yoksa direk uzaylı olduklarını kabullenecektim, hayranı oluğum Hititlerin.  Dünyanın ilk veraset ilamlarından biri ile karşılaşmak hoş geliyor. Üzerine epey fantezi oluşturmaya ve Hititlerin izinde yürümeye devam ederken, kendileri ile ilgili bir çok parçayı da eklemleme olanağı veriyor bu zengin müze.


St. Pierre mevkisindeki kazıdan çıkan arkeolojik eserler için, nerede çıktıysa olduğu yerde teşhir edilmesiyle ilgili bir karar alınmış meğerse.  Ama buna sebep olan olay ise şu imiş: Hilton "Müze" Oteli için temel kazısı yapılırken 850 m2’lik ebadıyla dünyadaki -tek parça- en büyük mozaikle karşılaşılmış. Otelin zemin katında toplamda, 2000m2’lik mozaik, 3.500 m2’lik mermer alanla bir müze oluşturulmuş. Meğerse dünyada eşi olmayan bir otel olmaktaymış kendisi. Bu değerli bilgileri bize kim verip de benim müzeye yakınlığından sandığım ve aslında basit bulduğum adı çok ama çok anlamlı kılmıştı? Şu an daha derin bir sızı ile sızlıyor kalbim. Kesinlikle o çocuğu bulmalıyım. Kesinlikle...

Şehir merkezine dönme vakti, acıktık. Şehrin markalarından birini test edeceğiz. 6 numaralı otobüsle ulaşabiliyormuşuz merkeze. Küçük bir şehir turu daha. Yeniden Saray Caddesi. İstikamet Abdo Döner.

  
"Biberler acı mı?" "Bize göre acı değil," diyor, muzipçe gülümseyen garson. Tedbiri elden bırakmıyorum. Bir ısırık ucundan. Teslim olmaya yetiyor. Fena acı. Döner güzel, lavaşı sosu ile birlikte çıtır ve incecik, lezzetli. Özgün bir kebap, güzel ama dönerler sıralamasında muhteşem kategoride değil. Çünkü muhteşem dönerin bir başka şehirde bizi beklediğinden henüz haberimiz yok.

Dalıyoruz sokaklarımıza yeniden, sonuçta dinlendik. Akşam yemeği saati yaklaştı. Uzun Çarşıya doğru yol alıyoruz. Önce Pöç Kasabı, sonra da Çınarıltı'nda künefe fikrimiz. Çarşı güzel, ülkenin doğusundaki tüm kadim çarşılar gibi. İşte Pöç Kasabı. Lakin kendileri açık ama fırıncı 7.10'da paydos ediyormuş. Olsun. Bu akşamın yarını da var. Çınaraltı da kapalı. O da yarına kalsın bakalım.


Çarşıdan çıkıp, bu kez ana cadde üzerinden Saray caddesine ulaşıp oradan da akşam yemeği için bir yere çörekleneceğiz. Konak var fikrimizde, bi de Anadolu Lokantası. Anadolu'ya daha yakınım. Çocukluk anılarımda ondan bi tane var çünkü. Benziyor da. Biraz önünde kalıp, netleştirmeye çalışıyoruz fikrimizi. Dün akşam çevre tanıma gezisi yaparken girdiğimiz sokağa giriyoruz. Bir kebapçı dikkatimizi çekmişti. Biz ona bakınırken, yanındaki mekan pırıl pırıl parlıyor. İçki de veriyor. Önündeki açık alan sevimli, lokanta da öyle, masa örtüleri de kareli, dışarıda oturabileceğiz üstelik. O halde?

Bu arada yukarıdaki fotonun hikayesini atladım. Çarşıdan çıkınca müzik ilgimizi çekiyor. Parkın içinde çalıyor abi. Güzel de söylüyor. Dinleyelim o zaman. Salep içer miyiz? İçeriz. Full olsun. İçine aklınıza ne gelirse koyuyorlar valla, leblebiden üzüme. Güzel mi? E güzel.


Bir masaya almak istiyor abla bizi. Bizse iki kişilik olan diğer masaya göz koymuşuz. Abla sinirli. Siniri masanın değiştirilmemiş ıslak örtüsünden. Yeni örtü için alıyor onu, masada kalmış tabakları da... başka örtüye gerek yok, diyoruz garsonu kurtarmak için. Kısaca, bayılıyoruz diyeceğim burası için. Şimdilik ama! En keyifli rakı akşamlarından birini yaşıyoruz. İlk izlenimimiz ve bizde yarattığı duygu muhteşem. Kadim meyhanelerden biri gibi ki uzun bahsedeceğim kendisinden daha sonra.


Günü katmerleyen anlarsa balkonumuzda...

*Alkaralar, Gençlerbirliği'nin taraftar grubudur.

Vakıflı'ya Niyet Hıdırbey'e Kısmet 

5 yorum:

  1. Gerçekten sizin gibi gezginlerin yazdıklarını okuduktan sonra sırtıma bir çanta alıp dünyayı gezmek istiyorum nedense.Böyle hiç bilmediğim ve görmediğim yerlere gidip,güzel ve değişik tatlar tatmak istiyorum..Umarım birgün yaparım..Çok teşekürler..

    YanıtlaSil
  2. Pöç Kasabı arkadaşlarımızın önerisi ile listeye almıştık ama fırıncının 7 gibi erken bir saatte paydos edeceğini hiç düşünmezdim. İyi ki yazmışsın Sevgili Buraneros. Künefe için Çınaraltı yerine Dalgaç'a gideceğiz sanırım çünkü ben tepside değil de tek porsiyonluk künefe seviyorum :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Pöç kasabının sahipleri muhteşem, döndükten sonra bir baktım, onlardan söz ettiğim yazımı bulmuşlar ve facebook hesaplarından paylaşmışlar:) Dalgaç'ı bilmem, ama künefeyi Çınaraltı'ndan başka bir yerde yemem, tepisiyle sadece pişiriyorlar, masaya porsiyon geliyor. Pöç kasabı ile çok yakınlar biribirlerine... İstersen iki künefeciyi de dene:)

      Sil
    2. Benim derdim zaten tepsiyle pişiyor oluşunda Sevgili Buraneros :)) Tek porsiyonluk pişirilince kenarları daha çıtır çıtır olduğu için tek tek pişirilmiş olanı seviyorum yoksa miktar olarak tüm tepsiyi de yiyebilirim ama işte öylesi çıtır olmuyor :)) Fırsat olursa iki mekanı da deneyip değerlendirme yazısı yazarım belki de :)

      Sil
    3. Sen nasıl istersen ve seversen öyle elbette, ama burası Hatay dersen adres orası:)

      Sil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP