17 Şubat 2022 Perşembe

Güzel Adamlar Çağı



Dün yazdığım yazıdan ulaşılan iki bölümlük bir anının altındaki yorumların birinde şöyle bir cümle kurmuştu Sevgili KuyruksuzKedi:

"Böylesine güzel hatırlanıp sevgiyle anıldıklarına göre kesinlikle güzel adamlarmış,"

Onu şöyle yanıtlamıştım:

"Eski insanlar işte, aslında aynı işi yapıyorlar, bir anlamda rakipler ama birlikte yiyip içiyorlar, eğleniyorlar ve bir sorun yaşadıklarında da ortak çözüm üretebiliyorlardı... güzeldiler valla."

Yüzlerce eski fotoğraf içinde çocukluğumdan beri beni en etkileyenlerden biri budur. Sektörün 80'ler sonrasında başlayan liberalleşme atakları esnasında özellikle ihaleler bazında nasıl bir rezilleşmeye doğru yön aldığını gözlemleyen, bir neslin artık son bir kaç örneğinin kaldığı o yıllarda  niteliğin nasıl aşağı çekildiğine de tanıklık etmiş biri olarak yeni neslin önüne hep bu fotoğrafı koyarım.

Fotoğrafta tarih yok. 1960'lardan epey önce olduğu kesin. Fuar alanı için deniz henüz doldurulmamış; dolayısıyla Atatürk heykeliyle denizin ilişkisini kesen karayolu da yok. Ankara-İstanbul istikametine giden arabalar -dinlediklerime göre- heykelin önünden yukarı doğru tırmanıp Mamur Dağı üzerinden devam ediyorlar. Samsun'dan o yöne giden otobüsler de heykelin önünden kalkıyor. Yürüdükleri kısımsa geçenlerde yazdığım Hayalim Kırıldı Ama Ben Takmadım başlıklı yazımdaki  heykelin fotoğrafını çektiğim nokta. Sol baştaki pardesülü babam; henüz yirmili yaşlarında olduğunu tahmin ediyorum ki bu da bana yıl olarak 1950'leri söylüyor. Ben doğduğumda karayolu ve fuar var olduğuna göre henüz askerliğini bile yapmamış olabilir; o halde 1953 falan diyebiliriz. Bu adamlar birer oto tamircisi; aynı işi yapan ama birbirlerine rakip insanlar. Bugünkü, özellikle sanayi sitelerindeki çoğunlukla kıyaslanamayacak kadar özenli ve şıklar. Müşterilerin eline verdikleri listedeki parçaların bir kısmını sonradan yedek parçacıya götürüp iade edilen parayı cebe atan bazılarından olmadıkları gibi müşteriyi kollayan tamirci olduklarının da farkındalar!

16 Şubat 2022 Çarşamba

Haber Kırıklığı

Dün akşam. Enn sevdiğim kadın arıyor. Sesi coşkulu ve pırıl pırıl. Heyecanla anlatıyor. Çok tatlı. Yaşam ben için nasıl yükseliyor. O hep anlatsın ve beni coşkusuyla teslim alsın. Ben anında düğmeyi çevirip zamanı durdurayım ve kocaman keyifler beni yere sersin. Tam anlamıyla bu modda giderken ve yüzüm sevinç şebeklikleri içindeyken, sarı otobüsten söz ediyor. Son bir kaç gündür, çam ağaçlarının altında ve park yerinde gördüğüm, etrafındaki çocuklardan kaynaklı olarak da bir özel okula ait olduğunu düşündüğüm; Amerikan filmlerinde sıklıkla rastladığımız burunlu, üzerinde School Bus yazan otobüslerden...

Ben çocukken o araçların yedek parçalarını satardık ve bir çok kamu kurumunda, o kurumun renklerinde benzinli servis otobüsü olarak vardı kendilerinden. Buna ek olarak da filmlerinden aşinaydım. Severdim tabii ki ama bir gün yok olacaklarını düşünmediğim için de ekstra bir değerleri yoktu benim için. Bu arada askeri olanlarını garajda park ettiklerinde ve biz için görev dışı zamanlarda alıp şoför eğitim pistine gider, toprak ve virajlı parkurda spin attırırdık onlara. Üzerlerine zimmet edilmiş kendi şoförlerinin halini görmek gerekirdi tabii ki döndüğümüzde.

Ama dün akşam, enn sevdiğim kadın bu elden geçirilmiş pırıl pırıl sarı otobüsün bana hikâyesini anlatınca, bir an önce telaşları bastı beni. Sabahı nasıl ettim bilmiyorum. Gün ışımadan orada olmalıydım.


Zaten erken kalkan biriyim. Toparlandım. Heyecanım yerinde, telaşlarım yerlerini serinkanlılığa terk etmiş durumdalar. Fotoğraf makinesi sırt çantasına. Güneş görünürde yok ama bugün sizinleyim mesajını veriyor. Çıkıyorum binadan. Aramız uzak değil. Köşeyi döner dönmez görüş alanımda. Farksa bu günümün en önemli karakteri halini almış olması. Çünkü blogda bir haberi detaylarıyla patlatacağım.


Ortalık süt liman, gün yeni ışıyor, güneş saklıda. Çok serinkanlıyım ama içimdeki şüphe bastırılmış durumda, farkındayım. Önce aracın sahibinin uyumakta olduğu bir saat düşüncesiyle sabah erkeninde bir kaç dış fotoğraf çekmeyi, o uyanınca da aracın içine geçip sohbet etmeyi planlıyorum. Bilgimin, tanıklıklarımın, ve hikâyelerin birinci ağızdan anlatımının hoşuna gideceğini biliyorum çünkü bu şehirde bu araç üzerine konuşabilecek en fazla iki ya da üç kişi bulabilir ki bunlardan biri benden 2, 3 yaş büyük bir usta diğer ikisi ise epey büyük, abi dediğim kişiler. Edindiğim bilgiye göre adını bildiğim aracın sahibi gençse benim yarı yaşımda. Muhteşem bir sohbet olacağı kesin çünkü ben o araçların star olduğu yıllarının tanığıyım ki stop lambalarına bakıp doğum tarihlerini söyleyebilirim.

Köşeyi dönüyorum ve bir kaç gündür olduğu noktaya bakıyorum.


İçime doğan başıma geliyor. Acaba trafik mi izin vermedi, yoksa geceleri gidip sabah mı geliyor diye düşünüyorum. Sonra yine bu bölgede başka bir yerdedir diye düşünüyor tahminlerimi netleştiriyorum. Kuşlara kalmış bir sabah. Enfes bir hava, muhteşem bir sükunet. Güzel gün olacağı kesin. Üstelik dün akşamki konuşmamıza göre sarı otobüsten enn sevdiğim kadını arayacağım. O buraya gelecek, sohbete katılacak ve ben ona makarna ısmarlayacağım. Dün akşam bizim konuşmalarımıza tanık olan ilahi güç, gerekli talimatları vermiş ve gün tüm bu olasılıklar için muhteşem dizayn edilmiş.


Olabilir dediğim noktalara doğru yürüyorum. Yok. Belki gece gidip gündüz geliyordur ihtimali iyimser; beni sakinleştiriyor. Eve dönüyorum. Elim boş. Oysa bu yazı yerine âna dair ve ardına yönelik ne haberler verebilecektim. Bu benim talihsizliğimden çok aracın ve sahibinin talihsizliği. Ben onu biliyorum ama o beni bilmiyor. Oysa kendisini çok mutlu edecek sürprizlere ve anlara, anılara, anekdotlara ve bilgilere sahibim. Bir tek Rus Teyfik-amca bile yeterdi ki, çocuk ben kadar onu tanıyan, hikâyelerini dinlemiş, cerrah titizliğindeki ustalığına ben gibi küçük yaşlarda ve yakından tanıklık etmiş yaşayan başka kimse yok. Başka kimler yok ki; saçları her daim biryantinli Ziya Usta,Topal İhsan, Ayı Mahmut, Memduh Usta, Muhsin Usta (babam), Kirve Kemal (ben ve kardeşimin kirvesi), gözleri görmeyen efsane alt takım ve fren ustası Kör Şeref, uçak bile tamir etmiş" Sezai Usta* ve sonraki nesilden bir kaç kişi daha...

Gün içinde tekrar bakacağım, olay takibimde.


*At be ustam kim tutar seni ise burada.

*Fotoğraflarının olduğu devam yazısı Şimdi O Düşünsün içinse buradan lütfen.

12 Şubat 2022 Cumartesi

Makarna Üç Adım

Unutamadığım bir makarna var. 70'li yılların ilk yarısı; Mihri'nin öyküsündeki mahalleye yeni taşındığımız, fuarların konsept olmadığı gibi kapalı alanlara tıkıştırılmadığı yıllar. Aylardan Temmuz ve fuarımız açık. Ailece oradayız. Özellikle kamu kurumlarının reyonları muhteşem: YSE, DSİ, TCK, Topraksu, MKE, fındık ezmesi ile bizi tanıştıran Fiskobirlik gibi kamuya ait bölümlerde kurulu, içinde akarsular da olan, ışıl ışıl elektrik direkleri ve minicik barajları; dağları tepeleri, yolları, sokakları ve evleri ile maket köyler Gulliver tadı yaşatıyor bünyelerimize. Henüz inşaat halindeki Boğaz Köprüsü'nün miniğinin üzerinde yürümek, hatta o sallantı tadını yaşamak için defalarca geçmek paha biçilemez bir tat. Elbette Kızılay'ın reyonunda çekilişe katılmak yardım etme tadı vermesinin yanı sıra ne çıkacak heyecanını yaşamak anlamında da muhteşem. Fuarı ikiye bölen tren rayları ise başka ve olağanüstü bir keyif. En büyük dileğimiz trenle orada rastlaşmak. Sonra altından geçtiği köprünün ahşap merdivenlerini hızla çıkıp en üst noktasındaki düzlükten kömür kokuları yayarak geçen treni seyretmek. Hele bu makas değiştirme manevrası içinse ve durduktan sonra öteki makasa geçip geri bastıracaksa daha daha muhteşem. O yıl beni benden alan bir yer var fuarda ve ilk. Evde makarna yapılıyor elbette. Genelde sade. Bazen peynirli, belki kıymalı. Piyale mini bir reyon açmış. Bir de şoför kısmının arkası mutfak şeklini almış Volkswagen minübüsü var. Makarna tenceresi kaynıyor; başında da tam tekmil kıyafetli bir aşçı; filmlerdeki gibi. Önce biraz izliyoruz. Sonra makarna yemek istiyoruz. Bunun için babam fiş alıyor. Makarnalarımız elimizde, oturabiliriz. Bir filmin oyuncularıyız artık. Çünkü hayalimiz hep filmlerde gördüğümüz makarnalar. Şöyle uzadıkça uzayanlar. Oysa bizim evde kırılarak pişiriliyorlar ve temiz sudan geçiriliyorlar. Şu an görmekte olduğumuzsa sanki makarna değil! Biz makarnanın bir gariban doyurucu olduğunu sanırken o aslında bir asilzadeymiş hissi içinde bakıyoruz; her doldurulan tabağa. Sanki İtalya'da tatildeyiz. Ve birazdan eve dönünce bir an önce sabah olsunu bekleyeceğiz ki makarnayı, üzerindeki sosu, sanki İtalya'dan henüz dönmüş heyecanla anlatalım arkadaşlarımıza.

Ama üzerindeki o sos, ve aynı sosun acılısı. Onların makarnaya kattığı anlam, anlatılabilir gibi değil.

Sonra peşini fuar süresince bırakmıyorum tabii ki ve her yıl Temmuz ayını bekliyorum.

Porsiyonu 5 TL.

Henüz sıfırlarla tanışmamış, belki hayalini bile kuramamış 5 TL.


Son 15 gündür güzergâhım üzerindeki bir sokakta, denize bir kahve mekânı uzakta küçük bir dükkândaki faaliyet gözüme çarpıyor. Kare bölünmüş, İrlanda yeşili ahşap çerçeveleri ve minik verandası ilgimi çekiyor; sevimli buluyorum, bana iyi şeyler vadediyor, içimde bir sıcaklık var, ziyaret edeceğim de kesin.

Bir kaç gün sonra ise tabelası şekilleniyor. Bir makarnacı. Ondan bir kaç gün sonra da verandada insanlar görmeye başlıyorum ama sokağa henüz girmiyorum.

O sokakların hepsi dünkü çocuklar, imar uygulamalarının ardından türediler, sonrasında biz köyün bile taşralılarıyken bir anda görüyoruz ki şehirli olmuşuz.


Geçenlerde bir gün şehire iniyorum. İşlerimi hallettikten sonra bilgisini enn sevdiğim kadından aldığımı bir pişi dükkânına takılacağım. İşlerimi hallediyor ve şehrin havalı semti 56'lardaki sokak arası mekânı elimle koymuş gibi buluyorum ancak içerideki kalabalık girme fikrime set oluyor. Sonra makarna yesem fikriyle kendimi trende buluyorum. Bizim istasyona varınca da fikrim beni bir kez daha çeliyor ve Adem Usta'ya takılıyorum. Yeni bir garson var; ben bunu bir yerden tanıyorum diye düşünüyor bir türlü de çıkaramıyorum. Doymuş bir meraklı olarak makarnacının sokağına üstten girip sahile inerken kendisine iyice bir göz atıyorum ve ertesi gün, yani dün oradayım.

Süzülüyorum içeri. Çok hoş bir ortam. Bir sürü genç kız. Yatay dikdörtgen mekânın tamamı kadar bir mutfak. Şimdilik tek tip bir makarna yapıyorlar; fettucinne. Take away düşünülmüş bir işletme. Uzun pencere önünde yüksek tabureli uzun bir masa var ki şirin. Şu kadim eve bakıyor. O ev bizim kılık değiştirmemiş evle aynı zamanın ürünü. Şehrin en bilinen ve zengin ailelerinden birine ait havuzlu bir yazlık. Şehirdeki ilk evimizde de karşı apartmandan komşularımızdılar ve kızları kızkardeşimin kolejde 7 yılı birlikte okudukları sınıf arkadaşıydı. Aynı popülerliklerine ve katmerlenmiş zenginliklerine İstanbul'da devam ediyorlar. Burayı satın alan kişi ise hisse senetleri borsada işlem gören bir un fabrikası ve vesaire sahibi kişi. Satmayı düşünüyor ama tok satıcı olunca yıllardır bir babayiğitin çıkmasını bekliyor; ana yoldan denize uzayan ama imar sonrası tek parçalığı ikiye bölünen bu arsa.

Makarnam 15 dakika sonra seçtiğim sos ve üzerinde parmesanla geliyor. Verandanın denize bakan yönündeyim. Evimiz üç adım ötede. Coğrafya benim çocukluğumu, ilk gençliğimi, gençliğimi, şimdimi bildiği gibi ben de onun kelimenin tam anlamıyla ciğerini biliyorum. Severiz yani birbirimizi. Makarnayı beğeniyorum ama bir eleştirim var. Biraz sonra bunu ödememi alan genç kıza söyleyeceğim ve bir kaç öneride de bulunacağım. Önce keyfini bir çıkarayım ama...


Verandada otururken burada şarap ve bira olmalı diye düşünüyorum. Bir de küçük tahta kaşıklar ve çatallar take away için tamam da masada oturup yiyen için keyifsiz bir uygulama olarak geliyor bana. Porselen tabaklar ve metal kaşık çatallar, bir kadeh şarap ya da bira yakışırdı diye hayal ediyorum. Makarna çeşitliliğinin olmamasını başlangıç için yadırgamıyorum. Ödememi yaparken tüm bunları genç kıza söylüyorum. İlgiyle dinliyor ve bunları patrona ileteceğini söylüyor; samimiyetle gülümseyen yüz ifadesiyle. Ürün yelpazesinin genişleyeceğini, Ravioli ve Tortellini'nin menüde olacağının da altını çiziyor. Bir eğitim alıp almadıklarını soruyorum ve kimin hamuru yapıp pişirdiğini ekliyorum. Bir abla bu. Gülümsüyor elindeki açmakta olduğu hamurla birlikte. "Elinize sağlık," diyor, beğendiğimi ifade ediyorum. Gülümsüyor. Bu günlere ve genel fiyatlara bakınca da, bulunduğu noktayı da göz önünde tutarak, 25.TL'yi, sıfırları atılmış da olsa makul buluyorum.

9 Şubat 2022 Çarşamba

Pek Cumartesi

Şehirde yaşamak ama şehire gitmek! Dilimize oturmuş biz eskilerin. Küçüktük ve bulunduğumuz yer köydü. Hatta biz deniz kenarında olsak da köy merkezine uzak banliyö yancılarıydık. Köye çıkar şehire inerdik. Hâlâ da ifadelerimiz budur ve yeni şehirlilerimiz dile getirmeseler de bu ifadeleri manasız bulup pek anlamlandıramıyorlar diye düşünürüm ve severim dilimize oturmuş bu anlayışı. İşte ben cumartesi sabahı bu keyifle çıkıyorum yataktan. Sıralı işlerim var. Enn sevdiğim kadın iyi, akademik kariyer peşindeki C-19 hafifçe dokunmuş ona. Keyfi yerinde. Uzun uzun konuşuyoruz. Şu yazıdan bir iki gün sonra özgür. Keyifliyim çünkü onun için bir şey yapacağım bugün. Bu enn bayıldığım, çok keyif aldığım bir iş, ama onun bana kattıklarının, benim için yaptıklarının yanında hiçbir şey. Yani belirli keyifler yanında kendi akışına bıraktığım bir Cumartesi'deyim.


Hafif bir kahvaltı sonrası atıyorum kendimi trene. Tatlı bir soğuk var günde. Güneş ortalarda yok ama bu tatlı soğuk keyif katıyor güne. Trenin ve yolun keyfini çıkarırken planlarıma da çeki düzen vermeye çalışıyorum. Bir soruya yanıt aramaktayım mesela. Bir iki hafta önce müzede kocaman bir fotoğrafın* karşısında pek hoş kapuçinomu içerken aklıma takılmış bir soru var. Bir de fikrim. Ona yanıt bulmakla başlamayı düşünüyorum. Tabii ki çocuk afacanlıklarımın geçtiği, babamın sanayi siteleri yapılmadan önce şehir içindeki son mağazasının tam karşısındaki, çok anı biriktirdiğim Taşhan'ın elden geçirilip çevre düzenlemesiyle birlikte halkın kullanımına açılmış halini ilk kez göreceğim. Tren yol alırken ilk eylem için kararım netleşiyor. Adı değiştirilmiş olsa da benim için değişmeyen Opera istasyonunda iniyorum.


Bizim mağazanın da olduğu sıra ve onun arka sokağındaki tüm arasta yıkılmış durumda. Güzel bir alan ama keşke proje eski başkanın eliyle tamamlanmış olsaydı dedirtiyor bana. Biliyordum ki eski kale kalıntılarını zeminin altından çıkardıklarında şu anki etrafı demir korkuluklarla çevrili minik halle sınırlı kalmayacak, belki de meydanın tamamını kazacak ve daha çok kaleyi ortaya çıkaracaklardı. Ve onun üzerinde cam bir gezinti alanı yaratacaklardı. Şu an hamamın önündeki ilk kazı miktarı ile bırakılmış ve üzeri camla kapatılmamış kısım bir hayal kırıklığı. Büyük Cami'nin önündeki ahı gitmiş vahı kalmış surlara bakınca kalenin büyüklüğünü tasavvur etmek hiç de zor değil ki sonra başına gelenleri çocukluğumdan bilirim. Kafeterya'yı beğenmediğimi söyleyemem, en kısa sürede de deneyeceğim ancak eski başkan olsa kafeteryayı işleten belediye olacaktı ve diğer ve benzer işletmeleri gibi de tadından yenmeyecekti ama şu an bende yarattığı ilk izlenim nedeniyle çok da önyargılı olmadığımı hissediyorum.

Bugün yapmam gereken çok keyifli bir başka iş daha var. Binamızın ilk bebeği dünyaya geldi. Çok tatlı bir çift, henüz nişanlıyken bir tanıdığımızın boş daire var mı diye sorması üzerine tanışmıştık onlarla. Şehrin kadim iki ailesinin tatlı iki çocuğu. Sonra kirada anlaşmamız kolay olmuştu çünkü sevmiştim. Kira artışları her üç yılda güncellenmek üzerine konuşulmuş olsa da, pandemi koşulları nedeniyle ki bana epey eksi yazıyor an itibariyle ama, elleşmiyorum. İşte bu tatlı çiftin çok tatlı bebeleri Pera'ya geleneksel bir hediye alacağım. Onu hallediyor, hediyeyi genç avukat anneye teslim etmeyi düşünüyor ve Vatan Bilgisayar'a doğru yol alıyorum. Tam bayıldığım binanın önünden geçiyorum ki bir ikilem beni benden alıyor. Önce boşver diyor, sonra geri gelip bu eski ev ama yıllardır işyeri olan, benzerlerinin çoğunun yok edildiği güzelliğin fotoğrafını çekiyorum.


Sonra Vatan Bilgisayar'a doğru devam ederken şehrin en büyük ve en eski pavyonunun hoş binasının yıkılmış olduğunu görüyorum ve binaların yok edilişlerine bir kez daha üzülüyorum. Yine kadim ve popüler otellerden roof'una takılmaya bayıldığımız, çok izi kalmış, çocuklarımın anneleriyle ilk tanışmamıza da vesile olan toz bağlamış Vidinli Otel'de asılı olan satılık ilanına üzülüyorum çünkü şehirin geçmişinde güzel izler bırakmış bir yer daha tarihten siliniyor. Neyse ki ilk açıldığında en iyi iki arkadaşımla tıfıl yaşların birindeyken ve henüz evlilik falan bize uzakken şarap içtiğimiz otel el değiştirmiş olsa da yerinde duruyor. Ve ben an itibariyle Vatan Bilgisayar'dayım. Elimdeki kodu satış elemanına gösteriyorum. O beni konuyla ilgili genç kadına yönlendiriyor. Evet var. Siyah garanti, ama mavi olsa mı, o da var ancak biraz griye dönük. O halde telefon. Enn bayıldığım ses. İki dakikada baktı ve kesinleşti ki siyah. Onu da atıyorum sırt çantama. Mutluyum. O halde bunu bir başka keyifle çoğaltabilirim. Ama önce saygılarımı ve sevgilerimi sunmam gereken bir nokta var.

Başta forması Atatürk'lü* Samsunspor taraftarı olmak üzere halkımız gereken tepkiyi verdi ve sahip çıktı Ata'sına, bugün de görüyorum ki İyi Parti'li İlkadım ve CHP'li ilçe belediyemiz olay mahaline çadırları kurmuşlar çay, çorba dağıtıyorlar. İktidardan büyükşehir ve diğerleri ortada yok. Önünde panzer bekleyen valilikle arasındaki mesafe 500 metre ve görüş alanında olan bir anıta eylem yapılabilmesi de ayrı bir konu. Oysa ben bilirim ki eskiden bu anıtın önünde her zaman iki inzibat eri nöbet tutardı.

Oradan ayrılıp yolda yeni noktama yürürken yanımdan bir aile geçiyor. Konu bu olay. Bir genç kız diyor ki içlerinden: "Ben Atatürk'ü seviyorum." Bu tahminimce şehrin kenar kısmından bir aile. Hoşuma gidiyor.

Ve yeni bir hedefe, aslında geldiğim noktaya doğru ve adı da Lezzetli olan, daha önce Lezzet adlı mekânda çalışmış ustanın yıllar önce açtığı mekâna doğru yürümeye devam ediyorum.


"Bir porsiyon döner lütfen"

"Bir de açık ayran lütfen"



Görüntü güzel. Döner ocağındaki odunların alevi pek hoş. Uzun zamandır yememiş olsam da bildiğim bir döner. Geçen gün misafirlerini buraya getiren kardeşimin anlatımı ve eskiyi konuşmamız üzerine gaza gelmem dolayısıyla buradayım.

Evet o görüntü ve o tat var ama bir şey eksik. Onun ne olduğunu ise kasanın arkasındaki bir levha bana fısıldıyor. Orada, kullanılan etin Unkapanı Kasabı'ndan alındığı yazıyor. Oysa Lezzet Lokantası'nın* kadim yeri yıkılmadan önce oraya gelen et Ladik ilçesinden günlük geliyordu ve o döner muhteşemdi. Şu an yemekte olduğumsa onu andırıyor olsa da o değil.

Oradan çıkınca geri Bankalar Caddesi'nden dönüyorum ama önce Büyük Cami ile ilgili olarak müzede fotoğraftan fark ettiğim durumla daha önce katedral olabileceğini düşünmüş oluşum paramparça oluyor. O fotoğrafta özellikle dikkatimi çeken kubbelerin aynen yerinde durduğunu görüyorum ve sonrasında müzedeki fotoğrafın* aynı noktasından bugünü çekiyorum. Kubbeler gözükmüyor, onları şimdi yüksek yapılar kapatıyor. O zaman beni yanıltanın perspektif olduğunu anlıyorum.

Ama banka!


"Onu Osmanlı Bankası'nın zaman eskisi binasının giriş kuytusuna çeker. Kolumu dolar elimi illaki bel çukurunda tutar, kendime çeker ve tek bir öpücükle; bütün duygularımı deryalar gibi önüne dökerdim."

19 Eylül 2021


Bu kadar kıymetli anları yaşamıma katan mekânın bir fotoğrafı olmadan olmazdı, olmamalıydı. Bunu hatırlatan aklımı öpüyorum elbette. Önünde kalıyorum. Zaman geri sarıyor. Yüzümde çok tatlı, yaşadığı anların kıymetini bana hep anlatan tatlı çocuk gülümsemesi yerini alıyor ve kendimi sanki zamanda sıçramış ve o andaymışım gibi hissediyorum. Elbette... elbette "İyi ki," diyorum. Çünkü o ve sonrasındaki tüm "İyi ki," lerim beni zamanda taşıdı, geliştirdi. Bugün yaşadığım hayattan çok memnunsam; hayatıma güzel anlar bırakan güzel insanlar sayesinde oldu tüm bunlar, biliyorum.

Postanenin önünden geçerken önündeki cansız boşluk cızz ettiriyor. Teknoloji insanı bir alanda daha yok ediyor. Eskiden, telefon ulaşılabilir bir şey değilken ve biz çocukken burası her dakika cıvıl cıvıl olur, merdivenlerinin iki yanındaki kartpostal, mektup kağıdı ve zarflar satan çeşit çeşit tezgâhların önünde kalır, daha çok üniformaları ile oraya gelmiş çarşı iznindeki askerlere bakar, onların seçtikleri kartların benzerliğine gülümser, onların her birini aşk izi olarak aklımıza nakş ederdik. Laf aramızda bir çocuk eğlencesi olarak da en büyük zevkimiz kartları aşırmak olurdu.

Ne ayıp!


Yazsam uzayacak pek çok noktada çok anı gözlerimden akıyor. Muzaffer Önder Parkı'nın önünden geçip lunaparka kıvrılıyorum. Canlılık hoşuma gidiyor. Arka kapısından çıktığım parkta bir banka oturuyorum.



Şimdi dönüş trenindeyim.



*Taşhan'ın Eski Halinden Fısıltılar

*Şu yazıdaki ilk fotoğraf.

*Atatürk'lü Forma

*Lezzet Lokantası

4 Şubat 2022 Cuma

Ne Güzeldi Oysa O - 1

... Dünden beri aklıma düşen bir mevzu var. Çocukluktan, ağırlıkla lise yıllarından karakterler geliyor aklıma. Güzel duygular bırakmış ama yeni yetme şımarıklıklarım yüzünden öteki yüreklerde yarım kalmış yaşanmışlıklar... O hâlime kızmıyorum elbette. Yüklerini hayatım boyunca taşıdım desem yeridir. Buna ilgi gören bir çocuk şımarıklığı da denebilir. Kötü bir çocuk değil ama...

Sonuçta çocuk işte!

Sonra bu pişmanlıklarımdan bir yazı dizisi yapsam, diyorum. İlk O'nu yazmayı düşünüyorum.

Öyle saf ve öylesine sevimli bir aşkla sevmişti ki... Elbette farkındaydım, elimde O'nun yazmadığı ama onun ilgisini anlatan karta yazılmış ve renkli zarfa koyulmuş bir mektup vardı. Henüz 13 belki de 14 yaşındaydım.

Belki de o yaşlarda bile değildim...

2 Mart 2021


"Anne oraya taşındığımızda da burada giydiklerimizi mi giyeceğiz?" diye soruyorum. Doğduğum mahallede, doğduğum sokağın bir üstündeki bütün kapıların açıldığı aslı hol  ama yemek masamızın da bulunduğu ve döşemelerin kenar tahtalarında mantarlar yetişen;   Babaannem, Dedem, Halam, üç kardeş ve anne babayla 8 nüfüslu küçük ve alt kat kira evden artık bizim diyebileceğimiz, şehrin o yıllarda en popüler semti olmasa da o semte giden cadde üzerindeki, eski ve görkemli ve hepsi bahçeli evler arasında ilk inşa edilen apartmanlardan birinin en üst katına taşınıyoruz. Henüz apartmanlar bir koridor yaratmadığı için de müstakil ev tadı, eski mahallemiz dahil şehrin en tepelerine kadar muhteşem bir manzaramız ve uzun bir balkonumuz var. Yaz akşamları o balkonda tüm aile müthiş keyifler yaşıyoruz ama eksiğimiz eski mahallede, ölümün soğuk yüzünü ilk kez tattığımız Dedemiz. Ama artık bir ranzamız var... Ben üstte, kızkardeşim altta yatıyor. Babaannem ve Halam da aynı odada karşılıklı iki divanda ve küçük kardeşim de yer yatağında...

Bir süre sıklıkla eski mahallemize gidiyoruz, arkadaşlarımız orada.

Sonra ufak ufak bu yeni, sosyetik insanların da yaşadığı mahallemizde önce apartmandan sonra da çevreden arkadaşlar ediniyorum. Birlikte saklambaç oynuyor, okul bahçelerine gidip basketbolun tadını çıkarıyor, yan komşumuz Doktor Selim A. Bey'in sahibi olduğu muhteşem de bir bahçesi olan ve Rumlardan kalma şahane evin arka bahçesindeki potasında, onun oğlu Aydın Abi ile basketbol maçları yapıyoruz; o aynı zamanda bize antreman yaptırıyor ve o sayede de oyunumuz gelişiyor. Evin kızı Burçin ise benim ilkokuldan sınıf arkadaşım. Hatta bir süre sonra beyaz atletlerimize, bu kez apartman görevlimizin çok iyi resim yapan büyük oğlu Şevki Abi Harlem'e atıfla H harfleri olan boyamalar yaparak onları forma haline getiriyor. Kısa bir süre sonra sosyal bir sıçrama yaptığımız bu mahallede bizden önce oturan, biz yaşlarda kızlarla da arkadaş oluyoruz. Akşamları caddenin bir arka sokağında yakan top, akşam ebesi, saklambaç gibi oyunlar oynuyoruz ve gittikçe de kaynaşıyoruz.

Tabii ki havada aşk kokuları var. Şevki Abi'nin kardeşi Ramazan saçları permalı, ince uzun, bahçesi muhteşem konak tipi bir evleri olan şehrin popüler ve güçlü ailelerinden birinin kızı olan, adı da muhtemelen aile büyüklerinden gelen Duriye'ye yangın. Duriye iyi kız, sınıfsal yükseltilerine rağmen kimseyi küçümsemeyen zarif biri, arkadaş olarak Ramazan tamam ama ötesi hayal bile değil.

Love Story'nin patladığı ve dünyayı salladığı yıllar. Henüz eski mahallede ve bu evi satın alıp taşınmamışken Annem, Babam, Halam ve Enn Amcam, artık olmayan, anılarımdaki yeri derin Konak Sineması'nın bir tür gala gecesi olan Cumartesi 18 seansına aboneler ve o yılları yakıp yıkan filmi izlediler. Bense Hürriyet Gazetesi'nde Faruk Geç'in çizimleri ve konuşma balonları ile yayınlanmakta olan çizgi romanını takip ediyorum; ilkokul çocuğuyum ve oradaki Ali MacGraw'in, özellikle de saçlarının hastasıyım. Filmi halam kız kıza sohbetlerinde arkadaşlarına anlatırken, karakter içimde bütünüyle yer ediyor, onun gibi bir sevgili hayal ediyorum.


Yeni mahallemizdeki akşam buluşmaları artık gün içine de yayılıyor. Aynı cadde üzerindeyiz, evlerimiz karşılıklı; en uzağı 30-40 metre uzağımızda. İki kişi var ki onlar akraba ve caddeyi kesen bir başka cadde üzerinde ama 50-60 metre uzağımızdalar. Bu iki kızdan biri bizden bir kaç yaş büyük. Ona Gülşen Abla diyoruz. Ve onun kuzeni, Mihri. Ad başlangıçta garibime gidiyor. Saçları açık kumral, sarıya yakın; ama kesimi Ali MacGraw. Nahif ve elbisesi çok yakışıyor. Dikkatimi çekiyor ama fikrime girmiş değil. Bolluk içine düşmüşlüğün şımarıklığında da olabilirim. Ya da çocukluk; değerleri analiz etme yeteneğinden yoksunluk da denebilir buna, bilmiyorum.

Bir yanım aslında birini deli gibi sevmeyi, delicesine de aşık olmayı istiyor.

Sonra bir gün kızlardan adı Türkân olandan bir anket defteri geliyor. Hepimizin yanıtlaması için. Bunun bir tuzak, bazı sorulara bir yanıt aramak olduğunu anlıyorum. Soruları çok bilmiş, kül yutmaz, çok tecrübeliymiş havalarında bir şımarıklıkla yanıtlıyorum ama sorulardan, istenen tariflerden bunların Mihri'ye yaklaşımımın testi olduğunu da anlıyorum. Diğer arkadaşlar da tamamlayınca defter Türkân'a veriliyor.

Yanıtlarımın yıkıcılığına ve şımarıklığına daha sonra çok üzülüyorum.

Yine akşamları buluşuyor, oyunlara devam ediyor, saklambaça, körebe, hatta futbol falan da ekliyoruz. Mihri her zaman pırıl pırıl. Yüzündeki ufacık çilleri ile çok tatlı. Beni ne kadar sevdiğini hissediyorum. Duygularını anlıyor ve seviyorum. Ama çapkınlık derslerimi aldığım en küçük amcamın koleksiyonlarının da esiriyim. Havalıyım. Çocukça... Aşık olmak bir zayıflık durumu sanki. Karizmayı çizdirmek bize yakışmaz. Oysa iyi kalpli ve romantik bir evin çocuğuyum. Yoksa ilgi ve beden sarhoşu muyum?

Bugünden bakınca bir odun alıp kafamda paralayasım geliyor. Halimi aslında hangi kelime ile anlatabilirim onu da bilmiyorum. Oysa şımarık bir çocuk olmadığım gibi iyi kalpliyim de...

Sonra bayram geliyor. Birbirimizle bayramlaşıyoruz. Mihri ortada yok. Türkan bayram kartları hazırlamış, özenle her birimizin adına yazmış zarfların üzerini ki birini bana veriyor. O an açmıyorum. Hepimiz dağılınca açıp okuyorum. Bir kutlama ve siz hitaplı. Ama içimi yıllardır her aklıma geldikçe yakan bir cümle de var içinde: "Mihri sizi çok seviyor. O başkasını sevse bile ben yine de onu severim diyor."

İçim cızz ediyor elbette, ama yeniyetme şımarıklıklarım bunu başarıyla perdeliyor. Sonraki yıllarda hep aklıma geliyor. Gitsem, arasam bulsam, onu bir pastaneye davet etsem, ellerini avuçlarıma alsam, gözlerine baksam, sözlerimi döksem ve özür dilesem....

Bunu çok kere, aklıma her düştükçe, delicesine istiyorum. Ama sonra... sonra diyor ve vazgeçiyorum. Ve sonraki yılların hiçbirinde, hiçbir yerde karşılaşmadığımız gibi Türkan'lar İzmir'e taşınıyor, biz şehrin dışında yazlık niyetiyle yaptırdığımız sonra sevip kaldığımız bir yere geliyoruz. Ortaokul ve lisede ben çok daha aktif bir hayatla haşır neşir oluyorum ama; aklıma O her geldikçe; onu üzdüğüm için kalbimden bir sızı bana, hep onu hatırlatıyor, merak ediyorum. Bir yanımla da aslında ne kaçırdığımı, biliyor ve o yaşanmamışlık için belki de hayıflanıyorum.

Bilmiyorum.



2 Şubat 2022 Çarşamba

Tetiklenmek Ve Ganimete Koşmak

Dün Spotify'da Blog Dostlarımdan Momentos'un 31 Ocak'da yayımladığı podcastini, her zaman olduğu gibi keyifle dinliyorum. Bu kez ben için ekstra bir durum var. Üstelik o an bu durumun beni nasıl gaza getireceğini ve bir kitabın peşine nasıl bir heves ve telaşla düşüreceğini bilmiyorum.

Keyifli bir güne, ateş almış, lezzetli bir başlangıç anında olduğumu da...

Seslendirdiği bölüm Marquez'in bir öyküsünden bir paragraf. Momentos ikinci dinlememin son cümlelerindeyken ben kitabın izini sürmeye başlıyorum.

İlk olarak yıllardır alışverişlerimi yaptığım kitapçıma giriyorum...

Fakat söz konusu öykünün olduğu kitap yok. Tükenmiş. Sonra tüm kitapçıları tek tek dolaşmaya başlıyorum.

Yer yarılmış da kitap yerin içine girmiş sanki...

"O halde sahaflar!"

Rabbim onları eksik etmesin çünkü bir kez daha çocuk sevinçlerimi zıplatıyorlar.

Bu telaşe içinde aranırken internette kitabın farklı bir fotoğrafını görüyorum; içim alev alıyor. Doğru kitaplığa koşuyorum. Gazetelerin ansiklopedi, kitap verdiği yıllar... Çocukluğun en güzel zamanları. İşyerlerine ve evlere gazeteler giriyor; girmekle kalmıyorlar kupon karşılığı kültür sanat hizmeti de veriyorlar.

Doğrudan o kitapların olduğu rafın önüne koşuyorum... O da ne, yok. Hayallerim ayaklarımın dibine düşüyor ama bir şangırtı kopmuyor. İçimde bir çocuk yıkıntısı olsa da yetişkin yanım sakini oynuyor. O sakinlik düğmeyi çeviriyor ve bir ışık yakıyor. O ışık "Karşı rafa yürü," diyor.

Nasıl bir sevinç. "İşte orada!" "Marquez kitaplarının arasında!" Alıp hemen salondaki masamın üzerine getiriyorum. Günü birlikte geçiriyoruz.

Bu sabah.

Saat 3:30 civarı.

Uyanıyorum çünkü erken yatmıştım ve derin uyumuş, en sevdiğim kadının aramasına uyanmış, onunla dün açılan ve bir süredir dikkatimi çekmekte olan, bana çok yakın ve çok hoş sokaktaki el yapımı makarna dükkanı üzerine konuşmuştuk ki saat 20 civarıydı. O zaman kitap yatağımın kenarındaydı. Onu alıyorum elime ve kitaba adını veren ama üst başlığı Sevgiden Aşırı Hep Ölüm olan öyküyü okuyorum. Tabii ki bayılıyorum.

Bu sabah

5:30

Okuduğum öykü Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı. Momentos'un seslendirdiği paragrafta duruyorum. Podcast'i açıyor, bir yandan dinlerken bir yandan cûz sürer gibi takip ediyor ve bundan keyif alıyorum. Sonra bu yazıyı yazmaya karar veriyor, fotoğraf makinemi yerinden alıyor ve henüz günü ışımamış sabahın en erkeninde, sabah ezanının muhteşem armonisinde, yazıya son noktayı koyuyorum.




*Momentos'un seslendirmelerini Spotify'dan takip edebileceğiniz gibi, linki tıklayarak blogunun sol köşesine koyduğu podcast'lerden de takip edebilirsiniz.

30 Ocak 2022 Pazar

A-j 2261'in Anıları: KOD ADI BRNRS

Analiz-BRNRS hk.

Gün 23 Ocak Pazar. Planıysa, iki hafta önce kendine söz verdiği üzere; Balıkçı Barınağı'ndaki Belediye işletmesinde, üstelik balığın en güzel mevsiminde balık yemek.

Işıkları da geçtikten, istasyon için son düzlüğe girdikten sonra biraz da vakit nedeniyle tereddüt yaşamaya başlıyor. Gidip de lokantayı kapalı bulursa ya da çok kalabalık olursa halleri fikrini çelme çabası içinde. Saate baktığındaysa karanlığa kalma olasılığı var. Oysa O lambaların yanmadığı, Gri'nin parladığı ve iki öğün arası bir vakitte, kimseler yokken orada olmayı istiyor ki hem turlayıp, fotoğraflar çekip hem de balığın dibine vursun. A-j 2261

 

*

Onu takipteyim. Analizi servise ulaştırdığımdan beri sürekli ensesindeyim. O gün mahallesinde bir mekâna takılıp kalınca, evine dönene kadar izledim. Kapısının önünde yattığımı söylersem abartmış olmam. Attığı her adımı takip ediyorum, bir haftadır. Bir tek gün kardeşinin aracına bindi ve birlikte çıktılar, bir ekip peşine takıldı, bir şaşırtmaca da olabilir bu; iki saatten biraz fazla zaman sonra da yalnız döndü ve haftayı mıntıkada geçirdi. Bir kere de trene bindi ki soluğum ensesindeydi.

Sokakta tamirat yapan eleman kılığında izliyorum, geceler soğuk. 6.gündeyim ve Cumartesi. Ocak ayının 29'u saat 10 civarı. Dinleme cihazından bir hareketlenme halinde olduğunu anlıyorum. Dün enn sevdiği kadınla bir telefon konuşması yaptı, dinledim; analizime göre ki bu bir şaşırtma da olabilir ya da bir şifre, bugün hareketli geçecek ve ben de her türden sürprize açık biçimde sürekli ensesinde olacağım.

Dış kapıyı açtı ve binadan çıktı, bahçe kapısını açıp kapattı, bir an sahilden yürümeyi düşündü ama sonra bulvardan yürümeye karar verdi.

Tabii ki bunun bir çevre kontrolü olduğunu anladım, biraz uzaklaşmasına fırsat verdim ve ağaçtan inip kamuflaj yapraklarımdan hemen kurtulup yüzümdeki çamurları iyice silip temizledikten sonra o daha üst köşeden kıvrılmadan ve şüphe yaratmayacak bir mesafeden takibe başladım.

Yolda onu geçtim. Trenci olduğunu bildiğim için istasyona önden girdim. En arka kapıyı kullandığını biliyorum. İkinci maskesini ötekinin üzerine taktı. Ondan önce, o vagonun ön kapısından geçip onu görebileceğim bir koltuğa oturdum. Onun sırtı dönük bana, ters koltukta ve çaprazında bir genç kadın var. Bir şüphe uyandırmasa da dikkatliyim. Bir belge transferi olabilir. Şahsın bu güne dair keyfi ve şanslı oluşuna dair hissi iyice yükseldi; çünkü enn sevdiği tren modeline rastgeldi. Bir Çinli, üstelik sürücüsü bir kadın.

Hangi durakta ineceğini biliyorum, nereye gideceğini de; indiğinde üst geçide asansörle çıkacak, o yüzden ondan önce karşıya geçip AVM'ye girmem ve o kata çıkmam gerek. Hızlı hareket etmeliyim!


Güvenliği kolaylıkla geçiyorum. Ben yürüyen merdivendeyken o henüz görünmedi. Bir üst kattayım ki henüz yok. Çok şükür! Ondan önce gişedeyim ve hep seçtiği koltuk bilgi olarak elimde, ben de onu rahat izleyebileceğim, son sıradan dip bir koltuğu satın alıyorum. An itibariyle benle birlikte 5 seyirci olacağız ama benim izleyeceğim film olmayacak tabii ki. Lobideyim, o merdivenin ucundan göründü. Adamdaki şansa bakar mısınız, film uğurlu sayısı olan salonda. O zaman iyi bir filmdir diye düşünüyorum çünkü gişede filmle ilgili uyarıldım. Üç buçuk saat* bir film için uzun süre, üstelik ödüllü filmler sanatsal olur ve bu benim için işkence. O etrafa, sonra saate bir baktı ve terasa geçti. Bu avantajı değerlendirmem lazım. Şimdi koltuğumdayım. Bu arada trende karşı koltuğunda oturan genç kadın epey durak önce indi. Bir şüphe hissetmesem de son ana kadar bekleyip tam tren kalkmak üzereyken inmesi, yine de acaba dedirtti ve takip edilmesini istedim. Sıkıntı olmadığı az önce bildirildi.


Bir ara kendimden uzaklaşmışım; farkında değilim çünkü filme kapılmışım. Çok şaşırdım. Bir sanatsal film, çok karakterli bir film, üstelik gayet durgun olduğunu düşünüyor ve bunu bir avantaj sayıyordum kendim için; çünkü beş kişimizden çift olan ikili erkenden çıkmıştı. Film kontrolümü tümüyle ele almış ve esir etmiş beni. Şaşkınım. Bir Ajan olarak yaşlanıyor muyum acaba? KOD ADI BRNRS ise benden beter, bacağının birini ön iki koltuğun arasından uzatmış, dünya umurunda değil, beter biçimde film çekip almış onu da, dünya yansa umuru olmayacak; ve usulcana bir keyif akıyor bedeninden. O an farkında değilim, bir hata yapıyor ve ona bir kağıt mendil uzatıyorum. İyi sanat insanı iyi kalpli mi yapıyor diye bir korkuya kapılıyorum. Tam o sırada ara oluyor ve beni adeta girdabımdan çekip alıyor. Az daha, evet az daha bir sanat filmi, duygudan başka bir şey olmayan bir film, kabul etmeliyim oyunculuklar harika, beni ele geçirecek ve sert adam halim, tüm karizmam, yerle yeksan olacakdı... Dağılmış vaziyetteyim. Büyük bir mesleki zaafiyet anındayım ve O, salonda yok. Telaşlanıyorum. Sonra bir sakinlik çöküyor. Alışkanlıklarını biliyorum ve dinleme esnasında enn sevdiği kadına bir sonraki eylem için film arasında arayacağını söylemişti. Hatırlıyorum. Terasta olduğu kesin.


Nasıl bir coşkuyla anlatıyor filmi, imreniyorum. Kabul, ne kadar sert adam olsam, mesleğim kirli ve katı olsa da ben de bir aile babasıyım; sevgi nedir bilirim. İnsan olduğum anlar vardır benim de... Kapatıyorum dinleme cihazımı. Zaten sinemadan sonra ne yapacağını da biliyorum. Yoksa... yoksa... filmin devamını mı merak ediyorum?


İkinci yarı enfes bir açılışla başlıyor. Yeni katılan bir karakter var. Çok ilginç bir genç kadın. Bir sürücü. Vanya Dayı sahnelenecek. Esas abi eski bir oyuncu ama şimdi yönetmen. Bir oyuna nasıl hazırlanılıyora tanık oluyoruz. Bir yandan da hayat akıyor. Başka hayatların içine giriyor, ısınıyor ve sevgiyi kutsuyorken birden bir aksiyonun girdabına düşüyoruz. Sinemadan ve sanattan anlamam ama polisiye durumlar benim işim. Sıkı takipteyim ve ipinucunu yakaladım. Çözerim ben bu işi; bir şüphelim cepte. Fakat filmin dış sahneleri, manzaralar, çeşit çeşit insan halleri muhteşem. Film kelepçeyi çoktan taktığı için BRNRS adlı kişiye, bunu fırsata çevirip yazı yazma tekniğini iyice kaparım ben, diye düşünüyorum ve içimden bir sevinç yükseliyor. Onca aksiyon yaşamış biriyim, dağarcık dolu, emekliliğe biraz var ama ufak ufak, hani yaşadıklarımı yazsam falan diye hayal kuruyorum tam ki pat diye bir aksiyon filmde; bir ters köşe durum daha... Buyur burdan yak!.


Jenerik akmaya başlarken çıkıyorum salondan. BRNRS bundan sonra nerede olacak bilgisi de var elimde. O şimdi terasa çıkacak ve enn sevdiği kadını tekrar arayacak, coşkusundan kimseyi görmeyecek, filmi ve sonrasını anlatacak çünkü işleri toparladıysa bir sonraki noktaya enn sevdiği kadın da gelecek. Atlıyorum trene, hemen ardımdaki trene binse bile ondan epey önce varacağım.

Lokantaya doğru hızla yürüyorum. Ben onun hangi masayı seçebileceğini biliyorum ve oradan bir kare fotoğraf çekiyorum. Çünkü aynı fotoğrafı çekeceğini çok iyi biliyorum, sonra onun hiç tercih etmeyeceği ama kontrol edebileceğim ve sırtı bana dönük olacağından emin olduğum bir masayı seçiyorum; yaklaşık 20 dakika sonra geliyor ve tam düşündüğüm masaya oturuyor. Üzerindeki koyu lacivert çoban kabanı ve çantayı yan koltuğa bıraktı, "Tek misiniz?" sorusunu yanıtladı; üç tabak masadan alındı ve o camın kenarına oturdu. Ben olsam oturduğunun karşı koltuğunu seçerdim çünkü tüm barınağı ve kayıkları geniş görebilecekti. Bir an ürküyorum; "Yoksa varlığımdan haberdar mı?" diye. Bir taktik olabilir bu. Açığa düştüm endişesi ter boşaltıyor üzerimden.

Balıkları soruyor. Lüfer kesin, bilgim var fakat garsonun saydıklarının içinde yok. Düşünüyor. "Barbun lütfen," dedi. Turşu kavurması bence kesin. Bir salata istedi ve küçük lütfen, diye ekledi. Bir kişilik hazırlatırım, diye yanıtladı garson. Bir de mısır ekmeği... Vallahi takdir ettim ve yapmamam gereken bir hata yapıp masama gelmiş garsona "Aynılarından lütfen," dedim.


Barbun nefis, şahane ötesi taze ve müthiş güzel tavalanmış; üstelik masada balık bıçağı var yahu! Çok keyifle yiyorum. Mekânı ilk kez görmüş olsam da çok beğendim. Saatten kaynaklı sakinlik süper derken tam; benim olduğum kısıma kalabalık bir kadın, çocuk grubu geliyor. Açık görüş kapandı. Onun sırtı dönük kalabalığa ve onlara göre bayağı uzak ve etrafı sakin bir yerde. Bu adam işi biliyor diye düşünüyorum. "Helâl sana," diyesim bile var. Emekli olduğum ilk gün onu bulacağım ve tüm bunları ona bir rakı masasında anlatacağım.

Sofrayı silip süpürdü. Keyfini ve bu şahane sakinlik ortamındaki tat çıkarışını sevdim. O sırada geçmekte olan garsonu "Bakar mısınız?" diye seslenerek çevirdi. Az önce menüyü inceliyordu. "Bir kabak tatlısı lütfen," dedi ve ekledi: "Bir de sade kahve lütfen."


Önce kabak tatlısı geldi ve ufak bir dilim kesti. Çok beğendiğini tahmin ediyorum. Tatmadı ama görüntü ona bir şeyler söyledi ve kahveyi de kanımca önsezilerine dayalı olarak istedi. Başarılı, hafif karamelize olmuş, yumuşaklığı kadife gibi ama bayılmamış bir kabak tatlısı ile başarılı bir sade kahvenin birlikteliğindeki uyumu biliyor kanımca ve o hissi aldı. Ben de masama gelen garsondan aynılarını istiyorum.

Şimdi denize bakıyor. Burayı, vakti, sakinliği, personeli çok sevdi; bunu hissediyorum. Çünkü uzun kaldı. Kılçıkları, kuyruk uçlarını ve balık kafalarını bir poşete koymalarını rica etti. Tahminim ben gelirken miyavlayarak yaklaşan ve talebi yemek olan kediyle bir teması oldu.

Kabak tatlısına bayılmış durumda. Üzerine eklediği kahve yudumuna da... ki gerçekten harika bir kahve. İşi yavaştan alıyor. Sevdi burayı. Kalktı ve toparlanıyor. Paltosunu giydi. Sırt çantasını, içini çok merak ediyorum, astı. Ödeme noktasına geçti. Ödemesini yaptı, teşekkür etti ve sordu: "Kabak tatlısını yapan kim?" Aşçımız dediler, "Nerede mutfak?" diye sordu ve gitti. İçeri girince bir kez daha sordu: "Kabak tatlısını yapan kim?" Bir genç adam sanırım korktu. Evet korktu. Korkuyu en iyi ben bilirim, korkuttuklarımdan. "Ben," dedi. "Harikasın, yediğim en iyi kabak tatlılarından biri bu, ellerine sağlık."   Balık için de çok teşekkür etti, çok iyi tavalanmıştı, tazeliği şaşırtıcı değil elbette ama kesinlikle harikaydı ifadelerinin ardından herkese tekrar teşekkür etti ve çıktı.  Kediyi uygun bir yöne çekti ve sofrayı kurdu.
 
 


Çok keyifle karlara baka baka, martıları seyrede seyrede, derme çatma kulübelerde çay içip sohbet eden tekne sahipleri ile laflaya laflaya, Mavi Işıklar durağı tam karşısında olan ana kapıdan çıktı, İstasyonda oturdu. Kısa bir süre geçmişti.  Bu kez, yine sevdiği İspanyol tren gözüktü.





*Gişe 3 buçuk saat dedi ama film 2s59dk; antrak, reklam falan katılınca 3sa 45 dk'yı buluyor.

28 Ocak 2022 Cuma

Bütün Kızlar Toplandı

Salı sabah, pencereden ve kalın perdelerin arasından sızmaya çalışan gün "Hadi yine iyisin!" diyor. Bir planım var. Bir yanım kıvırmaya çalışsa da bir yanım baskın. Geçenlerde internet, telefon, tv paketim için aranmıştım ve karşımdaki pazarlama özürlü ses, hızla bir şeyler sıralamıştı. Ekranda çıkan numara şüphe uyandırmıyordu. Tamamdı ama makineli tüfek hızında, dolayısıyla tırmalayıcıydı ses ve anladığım da paketin bitimine daha vardı ve daha önce arandığımda aranmak istemediğimi beyan etmiştim üstelik...

"Şu an meşgulüm ve bir şey anlamıyorum söylediklerinizden," dedikçe ben, o, üzerime üzerime geliyor. Yok bir ay ödeme yapmayacakmışım, bu fiyatlar şu anlıkmış gibi klasik pazarlama cümleleri ablanın son otobüse yetişme telaşındaki sesiyle el birliği içinde ve bu hıza yetişmekte zorlanan kulaklarımı tırmalıyor.

Ablam bu işi yanlış yapıyorsun diye girecem de bir fırsat bulabilsem.

"Şu an hiçbir şey anlamıyorum, dolayısıyla da ben gidip kurumda halledebilirim bu işi," diyorum ama, o da and içmişçesine ekmeğinin peşinde; buna saygım da zaafım da sonsuz ancak kurduğu dil ve baskı yanlış. Sonuçta bütün çabalarına karşın alt edemiyor beni; ritmini hiç düşürmeden, makineli tüfek formundan en ufak taviz vermeden, söze girmeme engel bir ritimle devam ediyorken alıyorum sazı elime: Siz anlamak istemiyorsunuz herhalde, meşgulüm ve bu konu ile ilgilenmiyorum, daha ötesi dinlemek istemiyorum diye girişiyor, iyi akşamlar diyerek de çekiyorum fişini.

İşte ben şimdi bu işi fırsat kabul edip Telekom'a kaytaracağım.


Ha bu arada Pazartesi günü birden Deniz Kızı Kafe'ye gitmek ve kapuçino içmek fikri türüyor içimde. Kimbilir, belki de Karga Trio ve Martı Vokal Grubu en güzel şarkılarını benim için söylerler. Bir de tost; yanına da ince belli. Kızarmış patetes de fır dönüyor fikrimde ama şüpheli.  Öğlen çıkıyorum, vardım kafeye, girdim içeri, bir tost karışık lütfen dedim... Dedim de elektrikler yokmuş ve tost makinesi de soğumuş. Olsun dedim biraz tur atar, vakit geçirir, sonra dönerim. Eve 500 metre yok ama ben iş arası verdim ve kahve takıntı halinde ve işten kaytarmanın tadı çıkarılacak. Mutlak!

Elektrik bir türlü gelemiyor.


Sonra bugün geldi; yani Salı. Öğlene kadar iş, haber okumaları falan derken bir kaç öngörü ve o öngürüler üzerinden yapılan alım tercihlerinin ardından düştüm yola. Trendeyim, okulu asmış öğrenci tadındayım ve keyfim gıcır. İki durak sonra iniyorum. İşyeri yoğun bulvarda ve bir yeme içme coğrafyasındayım. Balıkçıyı ve üst katta oturan ben yaşlarda zarif bir çifti görünce balık fikrim dondurucudan kafa uzatıyor ama aklımı çelemiyor. Enfes de bir dönerci var; hoş, özel ve döneri pek güzel. Hepsini alt ediyorum. Telokom'a giriyorum ki cıvıl cıvıl bir genç kız karşılıyor; hoş geldiniz diyor, ne işim olduğunu pek tatlı bir dil ve edayla soruyor; fişe basıyor ve numaramı verip beklemem gereken yeri gösteriyor. Kurumunu sevdirmeyi başaran bir elaman, takdiri hak ediyor. Onu çıkışta mutlandıracağım. Numaram yanınca fark ediyorum, aynı kız da haberdar ediyor beni, geçiyorum odaya. Mart'ın 12'sindeymiş yenileme zamanım. Şimdi yaparsam kaybım oluyormuş. İşte bu! Kazandı beni... "O gün direk bu odaya gelin ve numara almanıza gerek yok," diyor. Seviyorum tavrını. Diyorum ki evet primi bu kıza kazandırmalıyım.


Çıkınca oradan bu kez diğer kaldırımdaki sıra sıra lokantalar aklımı çelmeye çalışıyorlar. Bense tava gelme ihtimali olan yanıma şahane çalımlar atıp sürekli ekarte ederek devam ederken, Bursa İskender Kepabçısı kendinden pek emin bir edayla önüme çıkıyor. Onu geçersem trendeyim. Bugün iradem güçlü, şık bir çalımla onu da geçiyorum. Trendeyim ve fikir bombaları yağıyor üzerime. Bir İstasyon önce, Ömürevleri'nde iniyorum. Yaz boyu geldiğim, sevdiğim okuma noktam pastaneye takılsam diye aklımdan geçirirken sokak başından dış masaların yerinde olduğunu görüyorum. Meyleder gibi olsa da fikrim, soğuk hava anında el koyup çeliyor fikrimi. Fikrim ısrarcı ve başka bir alternatifi var. Yakışırın Yerinde tombik, yok yok pilav üstü gibi fikri üretimler yapıp etkilemeye çalışıyor beni... "Bi git," diyorum ve komutayı sıkıca elime alıyorum, üstelik elektrik sorunu görüyorum ki çözülmüş. Deniz Kızı Kafe'deyim.


"Bir karışık tost lütfen"

"Bir bardak da çay lütfen."




Açıyorum kitabımı. Sanki yaz biteli yıllar olmuş ve bir daha gelmeyecekmiş gibi bir his yaratıyor iskele ve ucundaki kafe. Her gün konser olan meydan bomboş. Dondurmacı kapalı. Bir üzüntü sebebi değil elbet bu ama sanki hiç yaz olmamış gibi bir his yaratıyor bünyede. Sezonu bitmiş, coşkusu ve kalabalığı yitmiş, cansız, artık yok, eski fuarı dolaşmak gibi. Sonuçta bir hüzün değil; tıpkı eski yıllardaki gibi yazlıkçılar gitmiş de köy bize kalmışlık halinin çıkarılası tadı bu. Hoşuma gidiyor.

Tostum ve çayım geliyor. Kızlar çok keyifle sohbetteler. Bir yandan da atıştırıyorlar. Çok tatlılar; sesleri gelmiyor olsa da el ve beden haraketlerinden senaryolar yazabiliyorum. Ya öğle tatilindeler ya da bunlar iki zamanlı ve sabahçılar. Bence şanslılar da çünkü denize tek bir yoldan ulaşabiliyorlar ve bu da en fazla 10 dakikalık yol. Üstelik birbirinden güzel sıra sıra kahve dükkânları; son derece şık, al içeceğini gel keyine bak masalarının olduğu denize kıyı parklar, falan filan...

Kitabım pek güzel. Tostum bitti. İşi salladım. Mekân sakin. Muhtemelen Suriyeli bir çift ve minik kızları bana yakın bir masada. Hanımefendi Türk kahvesi içiyor. İleriki bir masada hasar almış bir hanımefendi var. Yanında getirdiği bir şeyle uğraşıyor ve çay içiyor. İki de genç kız geldi ve en dip masaya geçtiler. Ve bir iş kadını olduğu kesin abla çay siparişi verdi. Hımmmm bu abla mimar. Ah bir de yazın tavanı açılan, havadar, çok koyu bir kuzeyli bu kafe kış güzelliğinde ısıtılsa, kabanları bir kenara atabilsek, tadından yenmeyecek ama.... Olsun!

"Bir kapuçino lütfen."


Fincanda ummuştum ama değil. Olsun. Kapağını açıyorum ve hayal kırıklığı. Beklentim Müze'deki, üzerinde çikolata izleri olan ve de daha yoğun, keyif aldığım kapuçino idi. Beklentimin ufaktan taca çıkması etkiliyor ama hemen toparlıyorum kendimi. "Bunun da miktarı çok," diyorum; çünkü biraz daha Kuzey'de kalmak istiyorum.

Aslında henüz yukarıdaki ağacın fotoğrafını çekmedim. Ödememi yapıp, teşekkür edip, ellerinize sağlık deyip, tip box'ı besleyip çıktıktan ve biraz yürüdükten sonra önünden geçerken duracak ve hikâyesini çok güzel anlatan bu ağacın fotoğrafını neden hiç çekmiyorum ben diye düşünecek, yatık ve yaşlı gövdesinden enterasan bir biçimde dikine büyüyen diğer yarısı genç ağacı akıp gidene zamana bir not olarak düşeceğim... Çünkü eskiden, yol geçmeden önce Meteoroloji'nin geniş alanında yaşamakta olan o ağaç ve komşuları benim çocukluğumu, ilk gençliğimi ve sırlarımı bilirler.


*Bahsettiğim kafe belediye işletmesi ve tüm belediye işletmelerinde görünen ölçekteki kahve, tüm zamlanmalardan sonra dahi mekânlardakinin 3 de 1 fiyatına..

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP