19 Ocak 2010 Salı

Kemik Sızlatan...

Abdi İpekçi öldürüldüğünde; katiline, onun vasıflarına ve ucuzluğuna bakıp üzülse de durumu kabullenmişti muhtemelen...

Dün, eminim ki kemikleri o gün sızlamadığı kadar sızladı.

Onun kemiklerini sızlatan; sıradan tanımının bile üzerinde abartı bir ünvan gibi duracağı katilin davul zurnalarla karşılanması, en güzel otellerde kahraman muameleleri görerek ağırlanması değildi eminim ki...

Onun kemiklerini sızlatan: Bambaşka bir ahlak ve uslup kattığı medyanın; ülkenin en karanlık döneminin yolunu açanların maşası bir kanlı katilin yıldız muamelesi gören anlarını, pespaye bir magazin uslubuyla uzun uzun haber yaparak onu, değeri olan adam sınıfına yükselten bugünkü haliydi.

17 Ocak 2010 Pazar

Sihirbaz Oz

L. Frank Baum'un bizim kitaplıktaki adına göre Oz Büyücüsü adlı kitabından uyarlanan, Hale Küntay tarafından dilimize çevrilen ve Doğan Çelik'in Sihirbaz Oz adıyla sahneye koyduğu oyunu dün devlet opera ve balesinin büyük sahnesinde izledik. İnsanın yaşadığı yerin; bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki -opera binasına sahip- kentlerden biri olması kıvanç verici bir şey... Ve bu binanın konumu ve manzarası anlamında Türkiye'deki tek olduğunun altını da özenle çizmek gerek...

Bu hoşlukları bir yana bırakıp oyuna gelirsek: Sahneye koyan Doğan Çelik'in çizgi film formatıyla canlı performansı birleştirme fikri; oyun içinde kullanılan dekor ve özellikle kasırga efektlerinin sahnenin arkasındaki dev sinema perdesinden yansıtılması, perdede akan görüntüleri ve dekorları senkronize bir biçimde destekleyen ses ve ışık oyunları ile bütünleşince muhteşem bir görsel şölen kaçınılmaz oldu. Bu noktada dekor ve kostümleri tasarlayıp uygulayan Aydan Çınar ve ekibini -bu oyun dışında bu tür bir oyun kurgusunun denenmemişliğini de göz önüne aldığımızda- kutlamak gerek.

Oyunun tümünde, bütün karakterlerdeki oyuncu performansları üst düzeydeydi. La Paragas çocuk oyunları ve animasyon danışmanı Tırtıl'ın, haftasonunu şehir dışında geçirecek olan Naz'ın son dakikada bize katılamaması dolayısıyla oyunu izleyememiş olması hali üzerine "Naz çok şey kaçırdı" cümlesini kurması, oyunun kendileri tarafından çok beğenildiğinin bir göstergesi oldu. Buradan yola çıkarak oyuncu performanslarını beş yıldız üzerinden değerlendirmesini talep ettiğimizde, Dorothy, Kötülük Perisi, Korkuluk ve Teneke Adam beş yıldıza hak kazandılar... Sihirbaz Oz (oyunculuktan ziyade karakterde en azından bizim algımıza oturmayan bir oyuncu kullanılmasından dolayı)üç yıldızı biraz zorlamayla dört yıldıza çevirken , oyunda çok az görünmüş olmalarına rağmen Em teyze ve Henry Amca iyi oyuncular olduklarını belli ederek beş yıldıza layık görüldüler. İyilik Perisi ve Aslan dört yıldızla yetinmek zorunda kalırken, müzikleri düzenleyen Ömer Özcan, Kareografiyi yapan Zeynep Bengier / İdil Şengül danışmanımızdan beş yıldız almayı çoktan haketmişlerdi.

Sihirbaz Oz'un, çocukları da zaman zaman sorular sorarak oyuna katan bir kurgu üzerinden şekillenmiş olması önemli bir artıydı. Salondaki doluluğu oluşturan çocukların yaş gruplarının farklılığı hoştu. Birinci perdenin sonunda annelerin yanlarında getirdikleri mamalarla 1,5- 2 yaş civarındaki çocuklarını beslemeleri salona renk kattı. Ama bir salonda, oyun başlayınca dijital saatlerin ve cep telefonlarının kapatılması ve hiç bir şekilde fotoğraf çekilmemesi konusunda uyarı anons yapılması uygar insanların olduğu yerlerde akla gelmeyen bir şey olsa da, bizim büyüklerimize bu türden anonslar az geliyordu.

Çocuklar oyun boyunca bütün konsantrasyonları ile oyunu izleyip yaşarken... Coşkularını açık edip oyuna katılırken... Büyüklerin bir kısmı, birer kötü örnek olarak flaş patlata patlata fotoğraf çekip cep telefonlarıyla kayıt yapmaktaydılar. İçimden bir başka canlı türünün adıyla hitap etmek gelse de bu şahsiyetsizlere, hayvanların bile bir düzen içinde yaşadıklarını göz önüne alarak onlara saygımdan suskun durdum. Oyuna vaktinde gelip salonda yerini almış izleyiciyi hiçe sayan görmemişin soysuzlarına da, oyunun 10 dakika geç başlamasına neden oldukları için ne diyeceğimi bilemedim.

Bütün bu olumsuzluklar sinir katsayıma katkı yapmış olsa da bir ikisini bakışlarımla berteraf etmeyi başardım. Sdob'un gayretli halkla ilişkiler müdüresinin çabalarına bakıp, en azından salonun dolu olmasının olumluluk halini göz önüne aldım. Gün gelir terbiye olurlar umuduyla densizlerin olumsuzluklarını silerek...

Güzel bir oyunla taçlanmış günün keyfini devam ettirmek için; belediye tarafından İ.B.Belediyesinden satınalınıp kafe ve lokanta amaçlı düzenlenen tarihi şehirhatları vapurunun kafesinde dalgaların ninnisini hissede hissede pizza yiyip kola-bira içmek üzere, yağmura düşen akşam ışıklarıyla birlikte sahile doğru yürüdük; Tırtıl ve Ben.

Okuyucuya Not: Işığı, ses ve görsel efektleriyle müzik ve danslarıyla daha önce denenmemiş konseptiyle başarılı bir oyunun ve günün keyfini çıkarmak istiyorsanız: zaten sağlam bir öyküsü olan bu oyunun takipçisi olun ve çocuklara izlettirin.

Günün En Hoşluğu: Nazı'da hesap ederek üç bilet almıştık internet üzerinden. Son dakikada Naz'ın gelişi iptal olunca biletlerden birini bir başka oyun için değiştirmek niyetiyle gişenin önündeydim. O sırada 11-13 yaşlarında dört çocuk geldi ve gişe önünde kuyruk oldular. En öndeki, elindeki üç lirayı uzatıp bilet istediğinde gişe görevlisi fiyatın beş lira olduğunu söyledi. İzlenimimce yetiştirme yurdundan ya da yoksulluktan geldiklerini hissettiğim çocuklardan önde olanı 'öğretmenlerinin biletlerin üç lira olduğunu söylediğini' iletti.(Büyük oyunlarında ya da konserlerindeki öğrenci indirimi kastedilen). Gişedeki görevli de durumu açıkladı onlara... Hayatlarında ilk defa oyun izleyecek bu çocukların, bir çok cocuğun kapısından bile geçmeyi düşünmeyeceği bir mekana girmeleri ve bu konuda ki arzuları etkileyiciydi. Onca hevesin ve heyecanın yıkılmışlık hali ve yüzlerindeki umutsuzluk görülmeye değerdi. Durdurdum çocukları, dört kişi 12 lirayı göze almışsınız zaten dedim, üç lira daha toparlayabiliyor musunuz aranızda diye ekledim. Sonra elimdeki fazla bileti değiştirmekten vazgeçip onlara verdim. Bu eylem gerçekleşmeden önce çocuklardan birinin 'size bir bilet ben vereceğim' teklifim üzerine şaşkın bir soru şeklinde 'beleş mi' diye sorması da düşündürücü ve aynı zamanda çok hoştu.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Düğün

Sokak arası barı cayır cayır yakan gitarlara eşlik eden gümbür gümbür davulu ılık bir yel gibi saran sesiyle teslim almıştı solist... İçkinin rehavetine binmiş yorgun bir çalışma haftasının son akşamında kendi tünellerimizde dolaşıyorduk. Yorgun mesailerin dumanını tüttürüyor, kendi gündemlerimizin dış mahallelerinden sohbetler ediyorduk.

Bıyıkucu bir alaycılığa şahane bir boşvermişlik yüklediği tonda sıralıyordu aşk sözcüklerini sahnedeki kadın. Kısacık boyunun aksi bir gümbürtü ve heybet fışkırtıyor; her bir masada çoğalarak masalardakileri tek tek ele geçiriyor, herbirini dumanı tüten hikayelerinde gezdiriyor, uçan halılarına bindirerek kendi düşlerine yolluyordu. Bütün bu koyvermişliği bozan, masadaki sigara paketlerinden birinin yanına bırakılmış telefonun yarattığı titreşim ve kötü haber müjdesi gibi yanan ekranı oldu. Telefondan gelen her bir sözcükte daha da soğuyan bakışlarını masaya göndererek kapıya doğru yönelenin işareti; rehavetin jeneriğine düşen 'son' yazısı oldu.

Dışarının ayazı suratıma vurduğunda montumu üzerime geçirmiştim. Soğuk bir betonun buzu gibi vuruyordu gecenin ayazı... Kanımın sızladığını, ve damla damla sarmaş dolaş ruhların adımladığı kaldırım taşlarına dökülüp donduğunu, telefondan gelen her bir sözcükle içimin çekilip daha da soğuduğunu hissediyordum.

Olay yerine vardığımızda yeteri kadar bilgilenmiştim. Sevgilinin üzerine uyumuş gibi yatan bedenin mutlu gözlerine takılıp, kafamı sekizinci katın ışıkları yanmış camlarına kaldırdım. Elindeki bir tek gelinciğe yapışıp kalan gözlerimi geri alarak, hızlı adımlarla asansöre yöneldim. Dairenin kapısından girdiğimde duvardan gülümseyen kadının bakışlarındaki anlama asılı kaldım. Açık balkon kapısından geçip aşağıda yatan; kalabalık ve meraklı soruların önünde bütün aleniyeti ile aşkına sarılmış, bıkkınlığının tutunduğu saçların kokusuna gömülmüş, dudaklarındaki sıcaklığın dumanıyla gecenin buzlarını çözen bedenin huzuruna baktım. Balkondan odaya döndüğümde, işaret edilen bilgisayarın açılmış sayfasından dökülen satırların içinde kayboldum. Sonra onların herbirini toparlayıp yanıma aldım.

Aşağı doğru inerken, meraklı ve panik dairelerin herbirinin balkonunu titizlikle kontrol ederek; düşerken, her bir balkonun korkuluğuna çarpan elinin bıraktığı çiçekleri, sağa sola dağılan her bir kelimesiyle birlikte tek tek toparladım. Olay yeri inceleme naif ve sevgili bedeni soğumasına izin vermeden kocaman bir aşka saygının el sallayışı ile balayına doğru uğurlarken; çekilen fermuarın aydınlığa kapanışı anındaki yüzün yardım isteyen son gülüşüne 'merakın olmasın' gözünü kırptım. Ceset torbası ambulansa doğru taşınırken; ben, şaşkın ve yorgun gözlerinde damlalar sıralı genç kadının hüzün yüklü ellerine bıraktım; toparladığım tüm kelimelerini ve çiçeklerini...

Konuşabilme; aynı şeyleri konuşabilme adına eksik kaldığımı biliyordum. Konuşmasız, neşesiz, en çok da sırdaşsız müebbet günlerin avuntusuydu hissettiğim. Bu yüzden sana geldiğimde zaten, 'bir karşılığım var ve bu çok güzel' duygum tamdı. İnan seninle öpüşürken hissettiklerim çok güzeldi. Saftı. Temizdi. Ben senin duygularına karşılık verme çabasındaydım. Bana sunulanın
şaşkınlığı içindeydim. Müthiş güzeldi herşey... İnan, büyük bir hayranlıkla izliyordum her anı...

Kafasında, benzer sahneleri kendini acıtmasın diye gömmüş bir adam açısından sunulanın neler hissettirdiğini anlarsın sanırım.


Ama ben, içinde aşk duygusu olan, karşıyı insanca da önemseyen, ona çok ama çok özel
değerler veren biri olduğum için; ilişkinin biraz daha beslenmesi gerektiğine inanan da biriyim. Yaşadığım pratik bu! Çünkü; özel biriyle sevişmekle, sadece sevişme arzusuyla ve onun önceliği üzerine kurulmuş bir ilişkideki sevişmenin ardından bıraktığı duyguyu biliyorum. Sen arzulanmaması mümkün biri misin benim duygularıma sahip birisi için... İnan o şehirde, daha öncesinde farkedemediğim kadar tanıdık olmuştun benim için.... Bunu samimiyetle itiraf ediyorum. Döndükten sonra her sahne gözümde ve algımda yer etmeye başlamıştı.

Evet, bütün duygularımın ve arzularımın bana geri döndüğü bir süreçti bu. Ergen dönemlerinde bazı şeyleri öğrensin diye küçüğe yön vermeye çalışan büyüklerin çabaları esnasında karşılaşılan ilişkilerin niteliği nasıl belirleyici oluyorsa ileriki yaşamında; bu süreçte, benim duygularımın en güzel, en doğru, en benden haliyle geri dönmesi açısından müthişti. Çünkü bunları bana döndüren çok güzel ama çok güzel bir kadındı. Evet; o kadına, kendini savunan alt duygularımın engelleri ve bilinçaltımda geride kalana duyulan ihanet duygusunun ezilmişliği ile bunu tam söyleyemedim belki... Belki bir çok şeyi tam hissettiremedim. Ama ona sevgilim demeyi çok istedim. Belki sürdürülebilseydi bu ilişki, sen benim için, eğer o sözcüğün bir zirvesi varsa tam da o yerde bir sevgiliydin.

Bazen düşünürüm; bazı şeyleri yalanda ya da söylenmemiş bir noktada bırakmak mı gerekir. Dil eksik kalmalı mı bazen bir noktada...


Çünkü ikinci kez gördüm ki; karşıyı kollamak adına da yapsan, bazı sözcükler, kendini tam ifade edememe halleri, iyi niyetle de olsa söylenmemesi gerekenler: kepenk kapattırıyor. Ve kaybediyorsun. Hem de çok güzel bir şeyi.

Belki o yarım bırakılmış güzellikleri yaşatanlarda, aynı zamanda sana kaybettiren o özelliklerin.

Ama sonunda buruk bir halde, yaşadığın çok güzel ve çok özel anların yitirilmiş olma duygusu ve onların bir tekrarının olmadığını biliyor olmanın acısıyla, hani tam da senin dediğin gibi; çok sevdiği oyuncağı bir şekilde elinden alınmış çocuğun hissettikleriyle kalıyorsun. Hiç erkekliğe, onun kendini savunan hıyar direnişciliğine gerek yok. Kaybettiğimin ne olduğunu biliyorum. Ve yaşadığım herşey, her saniye, yazdığım her yazı, her anın muhteşemliği için sana teşekkür ediyorum; hem de çok...


Ve bu çok özel, çok adlandırılamamış ilişkinin içinde; gerilim, kızgınlık ve acıtma anları dahil -adına aşk denen bir çok ilişkiden daha- aşk izleri vardı. Ama özlemlerde kaldı. Senle bir gün bir film izlemeyi, yine senle kitapçıları dolaşırken senin için orada rastladığım ve bildiğim bir kitabı almayı, sonra güzel bir yere yürüyüp orada otururken sana o kitaptan bölümler okumayı çok isterdim.

Seninle zamansız bir sevişmeyi, benim mekanlarımda zaman geçirmeyi: çok ama çok isterdim. Seninle en sevdiğim mahallede, müzikli ama serseri bir barda, sarhoşluğun sınırında,
bedeninin her noktasını hissederek dans etmeyi, ve bir gelecek üzerine konuşmayı çok isterdim. Seni seviyorum. Hayatında geriye doğru pişmanlık anlamında keşkeleri olan bir adam olmadım hiç bir zaman. Hatalarımla da barışık ve onlarla yüzleşen bir adam oldum hep.

Ve sana çok içtenlikle şunu söylüyorum: seninle birlikte olduğumuz süreçte keşke yapmasaydım dediğin şeylerin pişmanlığını sakın duyma. Seni çok iyi anladım. İçin her anlamda rahat olsun. Yaşattığın herşey için sana sonsuz teşekkürler ediyorum. Seni çok ama çok seviyorum. İyi ki seni tanıdım. Bana aynaya baktığımda; yüzüne su atıp, saçlarının dibi ıslak hayatın göbeğine kılıç sallayan çocuğun döndüğünü gösterdin. Bana cennetin var olduğunu yeniden hatırlattın. Sağol
Görsel: Neslihan Öncel- Wedding

11 Ocak 2010 Pazartesi

Senle Bir Hatıra Fotoğrafımız Olsaydı Keşke! Çok Pişmanım

Yani, kendime kızmadım değil açıkcası... Sen hayatının en aksiyon günlerinin içinde barındığı bir dönemde önüne gelenle bir araba fotoğraf çektir ve o fotoğraflarda yer alanlar toplumun üzerine konuştuğu, en merak ettiği, dönemsel de olsa ülkenin en popüleri olma mertebesine bir türlü erişemeyenler olsun. Ama birlikte tek bir kare fotoğrafın olmayan da gün gelsin alemin en gizemlisi ve en şöhretlisi olarak gündemde kendine yer tutsun.

Ve sen; şöyle gerine gerine dostluğunuzu, yarenliğinizi simgeleyen bir fotoğrafı yayınlayama -üstelik de onca günü birlikte geçirmenize, enseye tokat ilişkinize, onca yakınlığınıza rağmen dünya aleme hava atıp böylesine güncel ve yoğun bir olgu üzerinden 'ben biliyom'un tadını çıkarama deyip; kahve kokusundan mahrum bıraktım uzun süre elimi.

Aslında onunla çok eskiye dayanan tanışıklığımızı ülkemizin gündemine düştüğü ilk gün yazmak istemiştim. Sonra bir baktım ki; hayatlarında ilk kez duyup tanıdıkları bu esrarengiz şeyle ilgili o kadar çok şey konuşuyor ki önüne gelen, o kadar bilmiş bilmiş anlatıyor ki herkes bu gizemli ad üzerinden olan biteni... Ülke tarihi hergün yeniden yeniden yazılıp öyle bir hesaplaşıyor ki ideolojiler... Ben bari bekleteyim dedim sözümü; toz duman dağılana kadar.

Onunla hikayemiz soğuk bir kış günü başladı. Günün geceye döndüğü bir vakitte yüksek dağların arasından kıvrılan yol ışıl ışıl bir kapıya gelince arabadan inip, beni getirenlerle vedalaşıp, o kapıdan kocaman bir binalar ve alanlar topluğunun olduğu ama herkesin birbirinin aynı giyindiği, düzenli ve güzel bir kasaba ölçeğindeki yeni yerleşim yerim ve yaşam alanıma doğru oldukça iyi eğitilmiş olmanın verdiği güven ve merakla süzülmüştüm. Aslında kapıdan bu ilk girişin ardındaki dakikalar, onun ertesindeki bir iki gün, başlıbaşına ve oldukça aksiyonel bir hikaye olmasına rağmen, bir gün üzerine yazılmak üzere şimdilik notu düşüp sadede geliyorum.

Bahsetmek istediğim: Adı ve varlığı üzerinden ülkenin günlerdir sallandığı, birilerinin kendilerine yönelik olmasının mağduriyeti üzerinden kendini parlatıp tadını çıkardığı... Bunu yaparken de en devlet adamlığı ve en nüktedan insan pozlarını takınıp bilgemsi(!) laflar ettiği... Ülkenin en bilenlerinin televizyon ekranlarından kendini parıl parıl parlattığı... Gündemin tamamını işgal etmesi yüzünden ülkenin gerçek gündemini unuttuğumuz... Dolayısıyla hak arama mücadelesinde olanları da telef ettiğimiz şeydir!

Bahse konu ve benim için 'şey' olmaktan öte anlamı olmayan şey: Üzerinde kopan tartışmaların ve uygulamaların -bir milat olması kasıtlarına rağmen- fare doğurmaktan öte bir işlevsellik taşımayacağı 'bir popüler kültür ikonudur' an itibariyle...

'Şey' dediğim şey; ilk karşılaştığımda, adına bakıp, o güne kadar okuduklarımdan zihnimde birikmiş uzay sırlarıyla ilgili bağlar kurduğum... Uzun gecelerde, içindeki olası belgelerden yola çıkarak aklımda uzay hikayeleri canlandırdığım... 'Lan demek ki uzaylıların olduğunun aslında bilindiği ama insanlardan saklandığı konusundaki haberler doğruymuş' diye düşündüğüm... Binasının ve bulunduğu katın önemi dolayısıyla -aslında doğru bir mantıkla- daha tecrübeli askerlerin nöbet tutmasının istendiği... Askerlerin bunu; teskereye yaklaşmış askere, soğuk kış günlerinde sıcak mekan kıyağı diye yorumladığı ve çoğunun da bir sandalyeye sığışıp uyuduğu 'konforlu nöbet alanı'nın olduğu komutanlık katındaki Kozmik Oda'dır.

Bir çok tugay ve üstü birlikte varolan bu odalar; başta oraya bağlı birliklerin savaş planlarının, daha açıkcası olası bir düşman saldırısı karşısında bağlı birliklerin konuşlanacağı yerlerle harekat tarzlarının planlarının -tam da bir futbol takımının analizini yaptığı rakibe göre oluşturduğu taktiksel ve stratejik öngörülerinin kağıda geçirilmiş halleri gibi- saklandığı yerlerdir. Her plan tatbikat döneminde güncellenirler ve her biri o odalarda saklanır.

Olayın saferberlik kısmına gelirsek; araçlarını trafiğe kendi kaydettirenler bilirler ki o kayıt esnasında askerlik şubelerine de bir belge bırakılır. Cinslerine ve plaka kayıtlarına göre tasnif edilen araçlar, o şehrin savunmasını da üstlenen karargahın emrinde olası bir savaşta nakil için görevlendirilirler ve onların kayıtları da kozmik odalardadır. Bir savaş esnasında fırınlar, yedek parçacılar, eczaneler gibi değişik türden işyerlerinden bazıları ihtiyaca göre; sivil savunma örgütlerinin emrinde, insanların yararı için kullanılmak üzere planların içinde yer alırlar. (Ne rastlantıdır ki Amerika'nın 1. körfez çıkarması sırasında olası bir durum halinde bizim dükkanın görevlendirildiğine dair bir yazı almış ve üzerinden kendi aramızda ne geyikler yapmıştık)

İşin kısası, şu anda gündemde olan bahse konu kozmik odalarda, varsayılan kontr-örgütlenmelerin belgeleri bulunmaz, bulunamazda... Onlar doğaları gereği tıpkı bahse konu ve açığa çıkarılamamış illegal yapıları gibi başka illegal odalarda olurlar. Şu an aranan yerlerde değil.

Üzerine çok detay yazılabilecek bu güncel konuyu hazır bu kadar uzatmışken bir ufak yanılgıyı da ortadan kaldırmak adına -bir erin babasıyla yaptığı telefon konuşmasının dinlenmesi sonucu ulaşılan- evrak yaktık bilgisiyle ilgili olarak şöyle bir bilgi vereyim: Tüm sivil ofislerde, işyerlerinde gün içinde kullanılan bazı çalışmaların taslak kağıtları akşam nasıl çöpe gider ya da yakılırsa, askeri birliklerde de öyle yakılır ve bu işlem rutindir. Kayıt altına girmiş herhangi bir sonuç belgesinin yakılması uzun bir prosedür gerektirir. Dönemseldir ve bir erin telefonla babasını arayıp haberdar edebileceği bir durum değildir. Eğer Kozmik Odalar askerlik yapan herkesin görebileceği ya da bilebileceği bir şey olsaydı; şu an ki gibi bir dezenformasyon ortamı yaratmak ve durumu siyasal olarak kullanmak mümkün olmazdı! Anti militarist olalım ama sapla samanı da karıştırmayalım!

Şahane bir 'Kozmik Oda' nöbetçisini uykuda yakalama anını da bir başka yazıya bırakalım.

7 Ocak 2010 Perşembe

Yaban Koyununun İzinde

Yeni yıl hediyesi olarak oyuncak bekleyen küçük bir çocukken, bir yılbaşında babamın aldığı Jules Verne'in Michel Strogoff adlı kitabına ne kadar çemkirdiğimi, ne kadar naz yaptığımı hatırlıyorum...

Aradan bir-iki yıl geçtikten sonra ise, yine bir yılbaşında hediye ettiği Harry Potter ve Büyülü Taş kitabının ilk sayfasına şuna yakın şeyler yazmıştı babam: "İyi seneler mussano... Umarım yeni yılda da kitap kurdu olmayı sürdürürsün"...



Zamanla beni en çok sevindiren yılbaşı armağanı, oyuncaktan kitaba dönüştü. Bu yılbaşındaki hediyem de Japon yazar Haruki Murakami'nin "Yaban Koyununun İzinde" isimli romanı oldu...

Bir kere arka kapağında "Japonya hakkında tüm bildiklerinizi unutun!" cümlesiyle başlayan tanıtım yazısını ve açılış sayfasındaki -genelde Amerikan ağırlıklı- önemli dergi ve gazetelerin şaşalı övgü cümlelerini okuduktan sonra insanın kitapla ilgili beklentileri ister istemez artıyor. Reklam endişesi de tabi ki...

Murakami galiba kendini öncelikle bir dünya vatandaşı olarak görüyor. Çünkü romanın adını bilmediğimiz başkişisi Heineken bira içiyor, Levi's kot giyiyor ve araba olarak Volkswagen'i tercih ediyor. Hatta suşi yemek yerine Fransız restaurantına gidiyor. Sayfalar ilerledikçe aslında Japonlarla aramızda çekik gözlerden başka bir fark olmadığını hissediyorsunuz. Japonya, gelişen olaylara yalnızca fon olarak katkı sunuyor.

Kitabın ismine ilham veren "ünlü" koyunumuzun romana müdahil olması biraz zaman alıyor. Çünkü kitabın ana kahramanı olan beyimizin öncelikle aşması gereken bazı kişisel sorunları var. Aile meselelerini halletmesi, geçmişiyle yüzleşmesi ve günde birkaç bira yuvarlaması gerekli...

Murakami'nin başarısı bence işte burada yatıyor. Çünkü siz merakla koyunun olaya nasıl müdahil olacağını beklerken, yazar başarılı bir ön yemekle kitaba böylece bir-iki boyut daha kazandırıyor. Koyunun peşine düşene kadar biraz post-modern ve biraz da varoluşçu çizgide ilerleyen kitap, koyun işin içine girince kendini bir de artık elinizden bırakamadan okuyacağınız bir dedektif romanına dönüştürüyor. Bana göre biraz muğlakta kalan son bölümünde ise kafkaesk esintilere rastlamak mümkün...

Japonya ve Amerika'da çok tutulan bir yazar olduğunu sonradan öğrendiğim Murakami'nin okuduğum ilk romanı olan Yaban Koyununun İzinde, az bir farkla da olsa, içimde onun başka kitaplarını da okuma isteği uyandırdı diyebilirim. Hatta dedim bile!

6 Ocak 2010 Çarşamba

Red Kit Batıya Hücum

Batıya Hücum; zevkle izlenen, hoş esprilerle bezenmiş durum komedisi tadında bir film.

Kızılderililer'i, Daltonlar'ı, Düldül'ü, Rintintin'i, çölleri, arabaların çember olup konakladığı geceleri ile bütün Red Kit klişelerine yer veren...

Barış çubuğu içmeyi bırakmış Büyük Reisi, sigaradan vazgeçip arada bir ağzımda dal bulunduruyorum diyen kahramanıyla sigara karşıtı tavrı da güzel ve güncel bir espri olarak içinde barındıran...

Süresi boyunca çağa, modern kent yaşamına, onun kurallarına göndermeler de yapan...

Red Kit hayranı yetişkinlerin; şimdiki zaman halleriyle harmanlanmış yeni nesil bu filmi anılarındaki Red Kit kitapları ve filmlerinden yola çıkarak belki biraz eleştirebilecekleri...

Coşkulu, komik, heyecanlı, lunaparkta geçirilmiş pazar günü lezzetinde ve evde sinema keyfine fazlasıyla yakışır bir eğlencelik de aynı zamanda Batıya Hücum.

Bütün animasyonları ısrarla takip eden Tırtıl'la gitmiştik filme... Daha sonraki günlerde listesindeki sıralamalar değişse de o gün, izlediği animasyonlar içinde bir numaraya yerleştirmişti filmi... Ben de onun peşinden her animasyona giden bir yetişkin olarak en çok bu filmde eğlenmiştim. Üstelik, modern animasyonların yapay hallerini pek sevmeyen biri olarak bu filmi, çizgi film ruhuna pek de yakın bulup, o halin lezzetini tümüyle almıştım.

Yetişkin bir macera filminin bütün ögelerini hoş bir dil, espri ve renkle içinde barındıran, klasik western müziklerinin bir adım ötesine taşınmış güncel tınıları ve şarkılarıyla çok hoş, gerçek bir durum komedisi tadında güzel bir seyirlik. Keyifli bir gün için izleyin.

yazının ilk yayın tarihi: 16.Ağustos.2009

İcradan Satılık!

Gazetede; Zonguldak'da icra yoluyla satılacak bir genelevin, Zonguldak 3. icrası tarafından verilen satış ilanını ve mahalle halkının da bu işyerleriyle ilgili daha önceki şikayetleri, gerekçeleri ve bunların kaldırılması yolundaki çabalarını okuyunca; uzun zaman önce, bir arkadaşımın e-posta yoluyla gönderdiği fıkra geldi aklıma ve olayın güncelliğini de göz önüne alarak paylaşmak istedim.



Mahallenin birinde bir arsa sahibi, tam da caminin yanında bir inşaata başlar. Kısa bir zaman sonra arsa sahibinin işyeri adıyla giriştiği binanın genelev olacağı öğrenilir mahalleli tarafından. Doğal olarak, başta imam olmak üzere tüm mahalleli şiddetli karşı çıkarlar. Tıpkı bu haberdeki insanlar gibi; oluşumu engelleyebilmek için, ellerinden gelen çabayı ortaya koysalar da, adamın inşaatı yasal olduğu için her şikayet başvurularından elleri boş dönerler.

Yasal başvurularından, inşaat yasal olduğu için bir sonuç alamayacaklarını anlayan mahalle sakinleri imamın önderliğinde, bu inşaatın sonuca ulaşamaması doğrultusunda allaha yakarıp, dualar ve beddualar ederek sürdürürler mücadelelerini.

İşyerinin açılışına kısa bir süre kala da, şiddetli bir yağmur gecesinde, inşaat bir yıldırım düşmesi sonucu yerle bir olur. Elbette ki başta caminin imamı olmak üzere tüm mahalleli, inançlı ve imanlı dualarının karşılığını almış olmaktan memnun olurlar ve bu memnuniyetlerini de kimseden saklamazlar.

Bu durum üzerine inşaatın sahibi, doğrudan ve dolaylı olarak- dua ve beddualarından dolayı- meydana gelen hasarlardan mahallelinin sorumlu olduğunu belirten bir şikayet dilekçesiyle birlikte mahkemeye başvurur. Bu başvurusunda aynı zamanda, imam başta olmak üzere cami yönetiminden ve halktan yüklü bir tazminat talep eder. Olay resmiyet ve ciddiyet kazanınca; suçlananlar, olaydan sorumlu oldukları konusundaki şikayetlere şidettle itiraz ederler ve duruşmalar esnasında, tüm bu olanların kendi dualarından olabileceğini hiç bir şekilde ve kesinlikle kabul etmezler.

Bütün bu sürecin sonucunda duruşma gününde karar verme anına gelinince, hakim, bütün olan biteni ve dosyayı şöyle bir gözden geçirdikten sonra taraflara döner ve şunları söyler: "Açıkçası bu konuda nasıl bir hüküm verebileceğimi bilmiyorum. Ancak dosyadaki tutanaklara bakarsak ortada tuhaf bir durum var. Taraflardan birisi duanın gücüne inanan bir genelev sahibi, diğeri ise duanın gücüne kesinlikle inanmayan bir imam ve cemaati...!"


Haberin Kaynağı
Görsel: John White- widelec.org

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP