"Bazen blogları okudukça ben hiç film izlemiyor muyum hissine kapılıyorum." diye bir cümle geçiriyorum: Pek tatlı insan hallerinden söz eden film izleme anlarının ve izlenenin etkisi ile kıpraşan duyguların dile getirilişinin beni ele geçirip de gülümsettiği, içinde kaldığım kısa ama sıcak bir yazıya yazdığım yorumda*... Oysa ki izliyorum. Sanırım her ne kadar adapte olsak da içinden geçtiğimiz dönemin yönetilememesi yüzünden eski normalimizden yeni normale geçmemiz, ona daha yeni adapte olmuş hatta hep böyle yaşardık gibi kabul ederek ama tedbirlerden vazgeçmeyerek yine hayatımızı rüya zamanlardaki gibi renklendirdiğimiz bir evredeyken, öncekinin aynısı ama bu kez daha ürküten yeni yeninormalin normal olmasını hazmedemeyen bünyemin başı dönüyor ve ben aslı kısa ama değişkenliğin baş döndürücü hızı nedeniyle zaman mekân ilişkisindeki bağı kopartıyorum. Soğukkanlı bir ben de var çok şükür! "Hımmmm," yapıyor, "yeni bir ayara ihtiyaç var sanırım." diye düşünüyor, sonra iki ağızlı anahtarları ve tornavida penseyi alıyor, gereğini yapıyorum. Takdir edersiniz ki çok uzunmuş gibi gelse de toplamda 8-9 aylık kısa zaman diliminde bir evreden bir evreye geçmek, sonra ondan unutulana dönmek; tuzu Saraylar olan yönetenlerin fır dönmeleri kadar kolay olamıyor. Alet edevata ihtiyaç var.
Ama insan her ne kadar düşmanı gibi davranıp onu yok etmeye çalışsa da yine de insana kıyamayıp onu mutlu etmek için elinden geleni yapan Doğa işte! Rabbim tuzu Saray olanları bildiği gibi yapsın ama Ona zeval vermesin.
Köy insanlarının uyandığı bir saatteyim. Denize doğru bakıyorum. Oyun parkındaki kaydırak sokak lambasının sakin ışığında bağdaş kurmuş Buda gibi. Fotoğrafını bir çeksem diyorum sonra üşeniyorum. Nasılsa hep orada diye düşünüp tembelliğimi zamanın insafına bırakıyorum. "Bak aynı ışık olmaz, üzülürsün," diyor iç sesim. Gidip makineyi alıyor, dönüyorum. Fakat aklımı çelen bir değişkenlik oluşmuş o arada. Kafamı sağa çeviriyorum ki!
Ayarlarım tamam, hayat normalim geri dönmüş! 350 mililitrelik sıkı bir keyf kahvesi gerek; zevkle hazırlıyorum: Dokuz gram filtre kahve frenchprese, su kaynıyor ve durdu. Su biraz dinlenirken fırının çalar saatini ayarlıyorum. 350 mililitrelik suyun 50-60 ml.'sini ortada buluşacak bir daire çizerek kahvenin üzerine döküyor, dakika 4.30'dan dörde gelene kadar da frenchpresi çalkalamayıp sakince çevirerek suyla kahveyi kaynaştırıyor, kalan suyu aynı yöntemle ama biraz daha hızlıca ilave ederek tamamlayıp frenchpresle kahveyi dört dakikalığına başbaşa bırakıyorum. Dört dakika sonunda fırının saati seslenince, presi itekliyor, sonra usulca kahveyi 350 ml'lik sıcak suyla ısıtılmış enn sevdiğim kupama döküyorum. Eğer 250 ml. su kullanırsam da kahveyi yedi grama düşüyorum. İyi oluyor valla!
Üsteki iki fotoğrafı yazıdan önce koymuştum aslında; yazarken de filmlerin afişlerini koyarım, diye düşünmüştüm. Kahveden söz edeceğimse bana bile sürpriz. Yazarken öylesine döküldü işte! Her zamanki gibi kararlı yazma işini tembele bağlamıştım, kaç gündür giremiyordum yazıya sonra pattadanak girdim. İlk paragrafta zorlandım, ama sonra fark ettirmeden İlham geldi ve çenem akıp gitti sanırım. Rabbim yazının sadedine ulaşabilecekleri esirgesin!
Hımmm... Filmler diyorduk!
Aslında sinemasal anlamda, eleştirmen gözünde, bence hiç değerinde iki film bahsedeceklerim. Söz etmeye değmez aksiyonlar, mizahı olan, üzmeyecek insan hikâyeleri içeren, ısınıp mutlu olacağım "köpük" filmlerin peşindeyim. Bir yanıyla, şu pandemi yoğunluğunda nefes almalı, diye düşünüyorum. Daha önceleri -üşenmediğim bir zamanda- mesai sonrası kanepeye uzanmışken seçip listeme eklediğim filmler içinde dolaşıyorum. O mu, bu mu falan derken ayırdıklarımdan cin bir film göz kırpıyor ve kafalıyor beni. Tanıtımında şöyle yazıyordu: "Samir, 40 yaşlarında bir vinç operatörüdür. Bir gün kafede otururken Agathe adındaki bir kadına delicesine aşık olur. O andan sonra onun bir yüzme havuzunda cankurtaran olduğunu öğrenir. Sırf O'na yakın olmak için yüzme derslerine katılır."
Türkçeye çevrilmiş hali Yüzme Dersleri olan filmin orjinal adıysa L'effet aquatique. Bana uyar!.. Tıklıyorum. Sanırım bir kaç dakikalık tereddütün ardından o da beni seviyor, ilk an çok kaynaşamasak, biraz mesafeli dursak da tanıdıkça seviyoruz birbirimizi. İki karakteri, Samir (Samir Guesmi) ve Agathe (Florence Loiret Caille) benimsiyorum. İkisi de bence sıcaklar. Fakat Agathe'de Florence Loiret Caille bir başka oynuyor. Sertliğindeki mizahı sempatik buluyorum. Fransa'dan İzlanda'ya geçeceğiz, e bunun bende heyecan yaratmaması mümkün değil. Bir de ilginç tiplerle tanışıyorum İzlanda'da. Manzara, şu bu derken bir bakıyorum zaten kısa olan film bitiyor. O ara içimdeki ukala, şu film yazıları yazan yani: "Neydi bu şimdi?" diye gaza getirmeye çalışsa da beni, hiiiçç oralı olmuyorum.
"Eğlendim Oğlumm, güldümm, karakterleri sevdimm, içim ısındı mutlu oldumm."
"Uğraşmaaa, hiiiç tartışamam senle... "
"Sevdim yahu, anlamıyor musun?!"
Diyorum ...
Sonra yine listemdeki bir afiş dikkatimi çekiyor ve altındaki "Tek amacı normal bir insan olmak olan 30 yaşındaki Maria'nın yapması gereken yedi maddeli bir listenin hepsini tamamlamaktır. Tabii aslında normalin ne olduğunu sorgulamaya başlaması da an meselesidir" cümleleri de perdelerimi açıyor. İyi hisler aldığım filmin portalda Normal İnsan olan adının orjinali afişte de görüleceği üzere şöyle: Requisitos para ser una persona normal. Film kafadan vuruyor beni. Bu çok normal, çünkü Almodovar renkleri var. Leticia Dolera yazmış, yönetmiş ve oynamış. O, Maria. Bir de Borja'mız var, Manuel Burque ki onun entelektüel bir havası, olgun bir kişilik -gibi- duruşu var. Önce bir rastlantısal karşılaşma gerek sanırım. Sonra usuldan usuldan Maria'ya yürüyecek. Ama, ya kabul görmezse ürkekliği var, çekingen, gözlüklü sakin bir kişilik. Biraz da içe dönük mü acaba? Bir de Gustavo!..
Maria'nın kendini arayışları ile daha kontrollü Borja arasındaki ilişki Maria tarafının kadınsı heyecanları ile pek örtüşmese de dostluğu ve sohbeti güzel. İşte bu nedenle de her romantik filme lazım olan Gustavo var. Bildik bir durum yani. Burnunun dibindekini, seni seveni, güzel vakit geçirdiğini boşlayıp, popüler görünümlü ota konma durumu. E sonuçta gençlik başta duman; golü kendi kalende görmeden olmaz!
Mekânlar ve coğrafya akıl çelebiliyor. Ukala, nedense bu filme çok müdahil olmuyor. Maria'nın annesi de enteresan.
Orta yaşa yürüyen, aslında genç ama "Yoksa... yoksa yaşlanıyor muyum? Tanrımm!" telaşlarındaki ergen halleri ile Maria bildik ama yine de onu sevimli ve ilginç buluyor, Borja'nın yüreği ve duyguları ile de sıcak dakikalar yaşıyorum. Tebessümlü bir seyir, seviyorum.
Pedersen Hoca'nın üzerine gül koklamam diyerek bir süre o türde bir kitap okumak istemiyorum. Kitaplıktayım, seçim yapmak zor derken birini alıyor, bir göz atayım şuna diyor, okumaya çekiliyor sonra da yok bu olmaz deyip geri bırakıyorum. Bir ara sıcak gerek bana... ama sıkı bir kitap olmalı. Bilmediğim bir yazarın 92 sayfalık kitabını çekiyorum bu kez raftan. B.Nihan Eren- Hayal Otel. Kitabı aslında Leylak Dalı'nın bir kaç ay önceki bir yazısında görmüştüm. O'na teşekkür etmeliyim. Güzel söz edilmişti ki ondan öte, fotoğraftaki kitapla etkileşimimiz iyiydi, gözüme girmişti. Severim bu halleri. Çoğunlukla, hatta %100 yakın bir oranda yanıltmaz beni hislerim. Hayal Otel'in üzerinde öykü yazıyor. Benim de niyetim öykü okumak zaten. Yazarın üslubu kıskanılası, karakterleri bol ve renkli, hikâyeleri enterasan. Bayıldım. En fazla üçüncü öyküye gelmişken, başka kitabını siparişe ekliyorum, geldi ve şu an sırasını bekliyor. Öykü yazıyor demiştim, değil mi? Aslında bir roman! Öykülerdeki karakterler gezgin, aynı mekandaki başka alanlarda ve başka öykülerin içinde buluşuyorlar. Gizemleri var!
Neyse uzatmayayım: Yazarı çok sevdim, üslubundaki kıvraklığı, o kıvraklığın bayılınası cümlelerini kıskandım. Tarzını çok iyi bildiğim insanlarım dışında çok kere tekrar ettiğim gibi, tavsiyeci biri değilimdir. Ama rastlandığında kesinlikle bir göz atılmasını tavsiye ederim!
Ve Richard Brautigan. Ben dışında herkes haberdarmış da haberim yokmuş. Bir kitabını almış, yazmıştım da. Yine bu kitapta iş vardır içgüdüsüyle bir seçimdi Sombrero. Farklı üslup hoşuma gitmiş övgüyle de söz etmiştim. Yine kitabının adıyla vurdu beni Richard: Tokyo-Montano Ekspresi. Sandım ki tren yolculuğu... Küçümsemişim. Oysa ki ne yolculuk! Roman. Öyle yazıyor. Birinci tekil şahıstan anlatılar... Kısa kısa... Ama ortada duran bir roman. Hani hayatım roman derler ya... Onun hayatı kaç roman? Gülümsetiyor da...
Tokyo-Montano Ekspres'ini okurken. Bir başka yazarı çağırdı aklım sürekli. Belki aynı iradeyle bu dünyadan göçmüş olmalarıydı bunun nedeni, bilmiyorum. Géza Csáth, Brautigan'dan önce girmişti hayatıma, öykülerine bayılmıştım... Macar yazarlara zaafım olduğundan değil, afyon yutmuş hissettiren, 1888'de doğup 31 yıl sonra sona eren hayatına sığdırdığı öyküleri yüzünden. Merak edin!