Behzat Ç. en severek izlediğim televizyon dizisidir. Onunla birlikte özellikle seyrettiklerim Sakarya-Fırat ve Kurtlar Vadisi'dir.
Kurtlar Vadisi izliyor olmam beni tanıyanlarda bir şaşkınlığa sebep olsa da, güncel olayları kendi bakış açılarıyla yorumlamalarından beslenirim, beni yormaz, merak ettirir. Oyunculuk yeteneklerini ve kalitelerini başarılı bulmasam da samimi çabalarını kabul eder ve o hallerinden dolayı izlemeyi severim.
Ama Behzat Ç. benim vazgeçilmezimdir. Hani derler ya iki elim kanda olsa... Tam anlamıyla o derece de bir izleyicisiyimdir. Bütün bir haftanın, kafa içi sohbetlerin en şahane dağıtıcısıdır. Müthiş eğlenir, bazen kahkahalarla güler ve rengarenk bir keyif alırım ondan.
Bir polisiye roman serisi olarak zaten piyasada yer tuttuğunu, kendine özel bir kitlesi olduğunu sonradan öğrendiğim dizi ilk bölümlerinden itibaren içine çekse de beni; zaman zaman, lanlı lunlu konuşmaların, ana kahramanların her cümlesinde kendine mutlak yer bulan küfürlerin ve alkolün fazla kaçtığı konusunda, "acabalı itirazlar" da oluşmuştur kafamda...
Fakat sonra, her bölümünde farklı bir olay ve karakterlere de yer veren, ama bütününde ana kahramanlarının öykülerini de sürdüren sağlam bir metne dayanması, görüntü anlamında 80'li yılların film renklerini ve kamera açılarını kullanıyor olması, film jeneriği tadındaki girişi beni ona bağlayan en önemli etkenler oldu. Sağlam müziği, keyifli diyalogları, oyuncuların başarıyla canlandırdıkları kendine münhasır karakterlerinin yanısıra... İçine kasmayan türden bir mizah yerleştirilmiş, parodisel bir abartıyla lezzetlendirilmiş, şahane göndermeleri de olan, tümüyle insan kokan masalımsı tadı nedeniyle benim için olmazsa olmaz bir dizi olmuştur Behzat Ç.
Bir ara reyting sorunları yüzünden yayından kalkacağı gibi bir söylenti çıktığında çok üzülmüştüm. Tıpkı en sevdiği oyuncağı elinden alınacak bir çocuk gibi hissetmiştim kendimi... Neyse ki sonrasında Behzat Ç. kitlesi bir takım alanlarda baskı yarattı ve dizi eski saatine dönerek, üstelik reytinglerini de artırarak yayına devam etti.
Ve fakat dün; Tırtıl'ı kursa bırakmanın ardında geçirdiğim sürede kahveme katık ettiğim gazetedeki bir haberi okuyunca, koşup Behzatıma sarılmak, onu alıp evin en bulunmayacak yerine saklamaktı istediğim. O meşhur darbenin ertesi günlerinde daha tımtıfıl bir çocukken, annem ağlamasın diye ağlaya ağlaya yaktığım kitaplarımı uzun süre sakladığım yeri uygun gördüm önce...
Sonra kahveden bir yudum aldım, gazetedeki başbakan ve bir bakana televizyon programlarıyla ilgili yetki veren düzenlemeyi okudum. Çocuklarına sadece önerilerde bulunan, doğru olduğuna inandığı alanları bir çeşitlilik içinde sunan, gösteren, tanımalarına olanak yaratan ama farklı kararlarına çoğu zaman -mesela Mussano'nun Galatasaraylı olması, Tırtıl'ın da gitara ya da bir başka enstrümana hiç bulaşmaması gibi durumlara- bağrına "taş basarak" saygı duyan bir baba olarak, benim çocuklarımın ve benim neyi izleyip neyi izlemeyeceklerine bir başbakanın karar verecek olmasından haz etmedim. Bir de çok iyi anla(ma)dığım şöyle bir şey var: Misal en erotik yayınlardan şikayet edenler sayesinde haberdar oluyorum. Muhteşem Yüzyıl, benim oyuncularının bazılarından dolayı kenarından bile dolanmayacağım bir dizi... Ama çok şükür ki farketmeme, merak etmeme, onla ilgili tartışmaları izlememe imkan sağlandı. Neden karşı fikirler sunulup, saygılı bir tartışma ortamı yaratılıp kamuoyu bilgilendirilmeye çalışılmaz da, illa ki bir yasak gerekir?
Sonrasında dışarı, caddeye çıkıp yürüdüm. Bir pasajdaki sinemanın afişlerine, bir iki mağazanın vitrinine göz atıp, Fenerium'un önünde bir süre kaldım. Pasajdan çıkıp caddeye yöneldiğimde, koltuğunun altına sıkıştırdığı gazeteleriyle pazar keyfine koşar adım giden Ümit abiyle karşılaştım. Ümit abiye bir parantez açarsam; kendisi
"Ufacık Bir Dokunuş" başlıklı yazıda bahsettiğim Selahattin Amcanın oğludur. Orada yaşamış olmayı tanrının bir lutfu olarak gördüğüm, 12 yaşımdayken ayrıldığımız mahallenin en şık abilerinden* en şık olanıdır. Onun şu an "Anneler Parkı" olan eski Modern Pazarın henüz pazar olmadan önceki halinde oluşturulmuş küçük toprak sahada, mahalle takımımız Rasattepe'nin şampiyon olduğu final maçında taç çizgisinin korner çizgisine yakın noktasından rövaşatayla attığı golünü; o genç milli takıma gittiğinde, uluslararası bir turnuvadaki maçta tüm mahallenin radyo başındaki heyecanını, onun adının geçtiği her anda kopan alkış kıyameti, ondan gelmesi arzulanan golün kıpır kıpır beklentisini hiç unutamam.
11 numaralı formanın en çok yakıştığı Ümit abiye kısa bir hal hatırın ardından, babasının sağ olup olmadığını sordum. Sağ olduğunu öğrenince inanılmaz sevindim. Çok selam söylemesini tekrar tekrar istedim. Selahattin Amca hakkında bir yazı yazdığımdan söz ettim. Sonra, o yazının linkini not alıp bir başka karşılaşmada Ümit abiye vermek üzere yanımda taşımaya karar verdim. O amcanın büyük bir zevkle ve içtenlikle, hesapsızca yaptığı bir davranışın en azından bir çocukta bıraktığı olumlu izleri görsün, pek çok ünvan sahibi önemli adamla yolu kesişmiş, dost olmuş o çocuğun pek çok bürokrat, "cemiyet insanı", işadamı yerine neden onu kahramanlarından biri yaptığını bilsin istedim. Belki de ona olan borcumu yüzüne konduracağım bir tebessümle ödemek istedim.
Şehirin ve kendimin sokaklarında bir süre daha yürüdükten sonra okulun bahçe kapısından geçip, hemen komşu bahçedeki, uzun süre adı Cumhuriyet İlkokulu şimdilerde Sosyal Bilimler Anadolu Lisesi olan kendi ilkokulumun binasına, kendi sınıflarıma bir süre baktım. Tırtıl'ın okulunun ana kapısından geçip salonda bir banka oturdum. Bacak bacak üstüne atıp tekrar gazeteye göz atmaya başladım. Bu kez bir başka ucubeyle karşılaştım. İnsanların kişisel bakışlarıyla, bir şeyi istememelerine, beğenmemelerine hep saygı duydum. Hiç bir zaman bir lokantada yemek yerken, ne yemeğin tuzuna, ne soğukluğuna ne de lezzetine lafım olmadı. Elbette fikrim ve itirazlarım oldu. Ama o alanların kollektif yerler olduğunu, oralara farklı zevklere sahip, tad alma duyguları birbirinden farklı çeşit çeşit insanın geldiğini hep bildim. Sonuçta lokanta insanlara "sunan" bir yerdi. Her insanın da kendi beğenisi doğrultusunda yemeklerle ilgili kararlar oluşturma ve ona göre seçimler yapma hakkı vardı. Ben yemeklerini beğendiğim lokantaya gidebilir, istediğim yemeği seçebilirdim. Aslında bunu bana çok küçük yaşlardayken öğreten, bir lokanta aşçısı olmuştu; yemeklerini eleştiren bir ukalaya verdiği cevapla. "Ben bir sanatçıyım demişti... benim duygularım ve görüşlerimden, sevgimden, işime saygımdan çıkan yemek bu! Sizin de istediğiniz yemeği ve sanatçıyı seçme şansınız var... Burayı beğenmiyorsanız, kendi damak tadınıza, beğenilerinize uygun bir yeri seçin. Ama benden her nabza göre şerbet vermemi beklemeyin..."
Şahsen ben bir başbakanın herhangi bir şeyi ucubelikle niteleme hakkı olduğunu düşünürüm, buna saygı duyarım. Sonuçta kendine özgü bakış açısı ve zevkleri olan bir insandır o da.... İtirazları olabilir her birey gibi, bir takım şeylere... Ama şunu kişisel düşüncem ve tavrım olarak uygun bulmam: Toplumun tamamını kendi aklınca terbiye etme düşüncesi içinde olmasını, onlara kendi zevkince ve düşüncesince yönler çizmesini, toplumu tektipleştirmeye çalışmasını... En önemlisi de bunu başkalarını hiçleyen bir saygısızlıkla yapmasını... Özellikle halkın hizmetkarı olduğunu sıklıkla vurgulayan birinin. Sonra şunu da çok anlamlı bulmam: Vatandaşın oylarıyla seçilmiş, herhangi bir kentin sorumlusu olan bir Belediye Başkanına, o şehrin tüm yaşayanlarının oy haklarını, düşüncelerini hiçe sayarak "şunu şunu yapın, bunu yapmayın" türünden emirler vermesini, üstelik bunu tüm ülke kamuoyu önünde yapmasını... Bir de daha önceki bir yazımda kullandığım şu cümleyi severim:"...Tıpkı YÖK sisteminin cumhurbaşkanına verdiği yetkiler kendi düşünceleri doğrultusunda kullanıldığında sessiz kalanların, o yetki bir başkasına geçtiğinde bağırıyor olmaları gibi..."
Ben Yaşar Kemal olarak hatırlıyorum ama yanılabilirim de, sık tekrarladığım bir söz vardır; geçmişte ki kitap yasaklamalarını ve toplatmaları kastederek söylenmiştir: "Eğer insanların kendi rızalarıyla satın aldıkları bu kitaplar onları fikren zehirleyip bir yere taşıyorsa, bu kitapları yasaklamak için okuyan insanların çoktan o kitapların etkisine girmiş birer asi olmaları gerekirdi."
Haftayı Behzat Ç. ile kapattım. Dün geceki yakıcı soğuğun tersi bir güneş var bu sabah. Çocuklarımın hallerine gülümsüyorum. Mussano'nun profiline koyduğu son fotoğrafına bayılıyorum. Aklımdan geçirip de söylemediğim şeyi yapmış olmasına sevindim. Onu en güzel anlatanın o fotoğraf olacağını düşünmüştüm.:))
Edit:))... Dün gece nerede Kültür Bakanı demiştim, açıkcası ondan bir tavır beklemiştim. Buradaymış dedim az önce. Haberlerde Ertuğrul Günay'ın "ortalığı toparlamaya çalışan" konuşmalarını görünce!
*'mahallenin en şık abileri' Hakan Dilek'in kitabının adıdır.