17 Kasım 2011 Perşembe

Gerçeğin Peşinde

15.11.2011

Vakit öğle olmak üzere, dışarının soğuğunun aksi bir sıcağın şefkatinde, elimde kahve kokusu   bloglara göz atarken, bir yandan da  bir raporla meşgulüm. O ara e-postalarıma bakıyorum ve insan sıcağı kokan, -bildiğim yüreği- bir küçük çocuk için atan, en çok da ona ulaşmak maksatlı atıldığı her halinden belli olan, "falan kişiyi   tanıyan birine ulaşma şansın olabilir mi?" cümlesinin yer aldığı e-postada duruyorum. Ona yüklenmiş duygu ve duyarlılıktan dolayı ricayı görev addediyorum.

Saat 10:49:56

Bana ilk fark ettirildiğinde gerçekliğine inanmadığım,  en önemli ip ucumun; özellikle seçildiği duygusunu bende hakim kılan tarih ve vakit olduğu olayla ilgili  bu insani talep üzerine; "Şu an işlerim var ama öğleden sonra hallederim, olmadı önemli bir kaynağımı kullanıp kesin sonucu en geç yarın bildiririm" mesajını atıyorum. Verilen ip uçlarının yetersizliği üzerine ek bilgi istiyorum. Daha fazlasına ulaşılamayan ve tahmine dayalı bilgiler üzerine kaynağımı kullanmaya karar veriyorum.

Saat 13:15.21

Numaralarını tuşladığım telefon iki çalmanın ardından açılıyor. "İnanmayacaksın ama şu an arkadaşıma senden söz ediyordum." diye başlayıp "Abi nasılsın?" diye devam eden cümlenin ardından, bir başka kentteki  sevgili kardeşe: "Bir ad var ama o ad soyaddan da çok insan vardır, eminim! Yani bir de çocuk adı verebilirim sana, yaşadığı yer dahil başkaca da bir şey yok, sadece bir dönem bizim şehirde olduğu ancak şu an başka bir şehirde ailesinin yanında yaşadığı konusunda tahmini bir bilgi var. Ailesine ulaşılabilecek bir sabit telefon yeter !" diyerek, neden lazım olduğunu, insanların telaş ve üzüntülerinin altını da çizerek kısaca özetliyorum.  Sevgili ve önemli kardeşin "Şu an dışarıdayım. Ofise döner dönmez arıyorum seni..." cevabı üzerine, işlerime dönüyorum.  

Saat 17:22:26

Blog dünyasında yazan insanların duygusallığını, duyarlılıklarını, yazılan mesajlardaki içtenliği, üzüntülerdeki samimiyeti, hiç tanımadıkları bir çocuğa karşı besledikleri şefkati ve sahiplenme duygusunun sahiciliğini düşünürken ve bu insanların yüreklerine bir kez daha saygı duyarken telefonum çalıyor. "Abi meraba"nın ardından bütün bilgileri alıyorum.

Tarih 16.11.2011

Saat 09:17:16

Arabayı uygun bir yere park edip, müşterimiz olmuş  kurumlardan birinin kapısından içeri giriyorum. İki, üç yöneticinin adlarını söyleyerek orada olup olmadıklarını soruyorum. Olmadıklarını belirttikten sonra "yardımcı olabilir miyim?" diye soran genç adama doğrulanan bilgiden yola çıkarak "falan kişi sizin kurumda mı çalışıyor?" cümlesini kuruyorum." Evet" cevabını alınca olayı kısaca özetliyorum. Başlangıçta arama niyetimin başka olabileceğini düşünerek, bu şüphesini de "başka bir amaçla aramıyorsunuz değil mi?" sorusuyla açık eden gence olayı anlatıyorum. Yaşadığı yanıtını alıyorum ve buna hiç şaşırmıyorum. Sonra doğru kişi olduğunu teyit için; yazıp çizme işlerinden bahsediyorum. Bir çok iyi niyetli, saf ve temiz duyguların sahibi her yaştan insanın endişe içinde olduğu vurgusunu yapıyorum, aileye ulaşıp taziye bildirme arzularının altını çiziyorum. Bir de telefon numarası alarak ve karşılıklı gülüşerek ayrılıyorum oradan

Saat 10:25:00

İyi yürekli kişiye diğer iyi yürekli insanları haberdar etmesi için olayın gerçek olmadığını belirten mesajı atıyorum.

Saat 10:27:13

"İş yerinden bilmiyor olabilirler mi?" diye gelen ve bir yalana inanmak istemeyen, kişiye bunu konduramayan  mesajı okuyunca;  insan,  özellikle küçükler için atan kocaman bir kalbe sahip insan olmak böyle bir şey diye düşünüyorum; olaya dahil olup, duygularını, insana duydukları saygıyı içten ve güzel cümlelerle ifade etmiş, aileye ulaşıp destek vermekten öte bir amacı olmayan iyi niyetli tüm blogger mesajlarına da bakarak

Saat 11:55:00

"Sanmıyorum. Çünkü  merkezdeki çocukla uzun uzun konuştum. Dediğim gibi önce başka maksatlı olabileceğini düşünerek çekingen davrandı, sonra bende anlattım durumu ve gülüştük Sonra asıl şubenin telefonunu aldım ve kendisiyle görüşmek, insanların samimi üzüntüsünü vurgulamak ve buna bir son verilmesi gerektiğini düşündüğümü belirtmek  için  aradım. Kız "Bugün henüz gelmedi" dedi. Yani dün buradaydı anlamını çıkardım ben bundan... ayrıca ayın 10'unda ölen bir personelin bugüne kadar duyulmaması mümkün değil... şubesini öğrenince, ki yazılarından da yola çıkarak evinin nerede olacağını tahmin ediyorum.  Bunlar da duyulmama ihtimalini sıfırlıyor. Artı 10 kasım tarihi ve sabahı zaten beni şüpheye düşürmüştü. Bi de tavırdan yola çıkarak "insanı" kestirebildiğim için olağan bir durum diye düşünüyorum.  Kurumun sitesinde bir bölüm var, orada ölüm haberleri gün gün çıkıyor, orada da yok! Yani 6 gün önce gömülmüş birinin, görev yaptığı kurum ve şubesinin olduğu ilçe, evinin olduğu yer göz önüne alınınca duyulmama ihtimali sıfır." mesajını bir telefon numarası da ekleyerek gönderiyorum.

Saat 12:13:15

New-York Üçlemesi adlı kitaptaki kahramanlardan birine atıfla  "olası istihbarat durumlarında rahatsız edebilirim. benim paul auster'im olur musun?" 

Saat 12:13:15

Valla Türkiye sınırları dahilinde olmak kaydıyla, eyvallah! Yurt içi ve Türk vatandaşları ile ilgili olanlar en fazla 30 dakikada hallolur, bu mumun söndürülmesi yatsıyı geçti  ama, bağlantım operasyondaydı. Ofise dönene kadar izin istemişti, o yüzden yarım saatte yanıtlayamadım. Yurt dışı  biraz zaman alabilir.

Bugün

Hiç şaşırmadım. Çünkü sonrasında olabilecekleri tek tek sıralamıştım. Bilen biliyor!

8 Kasım 2011 Salı

Bir Demet Kuş Cenneti

Burnumuzun dibindekileri görmeyen, dolayısıyla değerinin de farkında olmayan ama gidecek de bir yer bulamayan, bundan da şikayetçi olan bir ırkın insanlarıyız biz.

Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti; Samsun'dan yaklaşık 20 km uzaklıkta, halkımızın yanısıra ülke yöneticileri tarafından da yakın zamana kadar değerinin farkına varılamamış, fakat avcıların çok iyi farkına vardıkları, 'balık avlayanların balık, ördek avlayanların da kuş cenneti' dedikleri, A sınıfı doğal park ünvanlı, dünyadaki meraklıları tarafından bilinen şahane bir havzadır.


İmza attığı uluslararası anlaşmaların gereğini yapmaya -nihayet- karar veren devletimiz, 56.000 hektarlık deltanın 21.000 hektarlık bölümünü , 2005 yılında hayata geçirdiği proje ile tam anlamıyla koruma altına almayı başardı.


Özellikle göllerin olduğu bölgeye yaklaştıkça çeşit çeşit kuşa rastlamanın en sıradan hal olduğu, dünyada bulutlara bu kadar yakın olabileceğiniz ender yerlerden biri olan, -19 Mayıs Üniversitesi Omitoloji Merkezinin 2008 yılında yaptığı sayıma göre- 185.400 kuş nüfusuna sahip bu doğal sergi alanında; Türkiye genelinde bulunan 457 kuş türünden 340 adedi yaşamakta...


Bütün balık ve kuş çeşitlerinin yanısıra olağanüstü manzara fotoğrafları da veren bu alanda, yol kenarında gördüğünüz ya da göl üzerinde raks eden kuşların fotoğraflarını çekebilmek için çok sessiz hareket etmek gerekiyor. Sadece rüzgarın ve kuşların sesinin yankılandığı alemde ufacık bir hareketiniz, indiğiniz arabanın kapı sesi, havalanmaları için yeterli oluyor.


Tüm dünyada nesilleri tehdit altında olan 24 kuş türünden 15'ine konaklama olanağı sağlayan Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti aynı zamanda yaban kedilerin, su samuru, tilki, sansar, kirpi, manda gibi hayvanların da yaşam alanı.


2005 yılında deltaya el atan devletimiz önce avcıları sahanın dışına çıkardı. Sonra kuşları izleyebileceğiniz iki adet gözetleme kulesi yaptı. Bununla da yetinmeyen devletimiz kişisel takdirlerime de mazhar olan, içinde kafeteryası, gözlem için terası, müzesi, laboratuvarı, otoparkı da bulunan güzel bir mekan inşa edip hayata geçirdi.


Bu mekanda bir gözetleme odası da mevcut. Her biri 5 km.'lik alanı izleyebilen, o alanların en uç noktasına kadar zum yapabilen, rüzgar ve güneş enerjisi kullanan 'avcı avcısı' dört kameranın sunduğu görüntüleri oturduğunuz rahat koltuklardan izleyebiliyorsunuz; ki ben bu kafeteryada tost yiyip çay içme keyfi için yol üzerindeki ne lezzetlerden vazgeçiyorum, bir bilseniz. Bu mekanda doğal ve taze manda yoğurdu da tadabilir ya da satın alabilirsiniz.


Gözetleme kuleleri benim favori mekanlarım. Kuşların yanısıra denizin ve göllerin manzaralarını da sunuyorlar. Ve her seferinde bir "ah!" çekmeme sebep oluyorlar. Okulu kırıp da atladığımız trenlerde konyak ve çikolatalara katık ettiğimiz sohbetleri hatırlatıp; "yani gecenin bir vaktinde gelip de kafa çekmek, geceyi de uyku tulumlarının içinde geçirmek var dı" dedirtiyorlar.


Kaçınılmaz şekilde bol bol fotoğraf çekeceğiniz Kuş Cennetinde bir türlü kadraja alamadığınız kuşlar için endişelenmeyin. Pek çok kuşun yanısıra çok sayıda balık, göremediklerinizi görmeniz için, sizi cennetin küçük ve sevimli müzesinde bekliyorlar.


Olur da yolunuz düşerse bu taraflara... Samsun'dan Sinop istikametine giderken 19 Mayıs ilçesinin hemen girişinden sağa, sonra da ilk sapaktan sola dönüp Yörükler Beldesi istikametinden devam ediyorsunuz. Kuş Cenneti yaklaşık 7-8 km sonra sizi sevgiyle karşılıyor. Eğer buradan Bafra'ya devam edecekseniz Celal Usta'da tandır ya da Turan Usta'da Bafra Pidesi yemeyi; eğer Samsun'a dönecekseniz de sağ tarafta kalacak olan Özçelik Petrol'ün(Thermopet) içindeki Muşta  Lokantası'nda sütlaç ve ayranı ihmal etmemenizi öneririm. Kuzinede pişen yemekleri için de mutfağa göz atmakta fazlasıyla yarar olduğunun altını çizmeliyim.

*Fotoğraflar tırtıl'ın Nikon L 23'ü ile çekilmiştir.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Oyuncak da Bir Kalın Giysidir; Ruhu Sıcak Tutar!

Marie Antoinette ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler anlamı çıkarılan notlarını yazdığında; asırlar boyunca doğruluğu, en azından onun tarafından söylendiği kanıtlanamamış bu cümlenin, bugünlerde de sıklıkla tanık olduğumuz bir çok olaydaki gibi itibarsızlaştırma kampanyalarının bir ürünü olabileceğini düşünemiyordu elbette... Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylem ve cümleleri içerseler dahi farklı yorumlar türetip, farklı pozisyonlar alabiliyoruz.

İnsan algısı özünde çok doğru ve yerinde olan niyetleri bazen yanlış okumalarla, algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak eleştirebiliyor ya da işin özüne, duygusuna bakmaksızın gereksizliğine vurgu yapabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu.

Oyuncak: Bir çocuğun yaşamına yön verebilecek, onu tüm travmalarından uzağa kolayca taşıyabilecek, hediye edenle arasındaki duygu bağını en kolay kurabilecek, sıkıntılı, en bozguna uğramış anlarını tedavi edip umutlandırabilecek, onun hayatla yeni bir bağ kurmasını sağlayıp, hayal, düşünce ve duygu dünyasına olağanüstü katkılar yapabilecek, birilerinin yüklemek istediklerinin ötesine yolculayıp kendi doğrularıyla yepyeni ve sınırlarını kendi belirlediği bir dünya kurmasına olanak sağlayabilecek, Orson Welles'in muhteşem filmi Yurttaş Kane'nin final sahnesinde sayıkladığı gibi kendini unutulmaz yapabilecek önemli iki olgudan biridir.

Eğitim ve reklamlarla hafızalarımıza giren insanların algılarımıza yükledikleriyle sınırları belirlenmiş, çoğunluk doğrularıyla biçimlendirilen, o yönde hareket etmesi istenen bireyler olarak insana ve hayata dokunmaktan uzaklaştırıldığımız bu yeni dünya düzeninde; felaketleri malzeme yapıp ondan bile hanesine artı atan, yaptıklarını gözümüze sokarak kendini parlatan politikacıdan sanatçıya bir sürü medya yıldızının yanısıra, allahtan bütün samimiyeti ve sıcaklığı ile insanlara yardım eden, bu yönde çaba gösteren insanlarımız da var. İşte bu insanlarımızdan değerli bir grup Van'a 1 Milyon Oyuncak adlı kampanyanın yol göstericiliğini yapıyorlar.

Belki büyük çoğunluğun düşünüp de yaptığı gıda, giyecek, para, barınma yardımının yanında "Oyuncak da ne ki?" diye düşünebiliriz. Bir tek cümlesinin dışında hakkında hiç bir şeyi merak edip de öğrenmediğimiz, dediği varsayılan sözleri yıllardır kişi yaftalamak için kullanmaktan çekinmediğimiz Marie Antoinette'lik bir durum olarak da görebiliriz bu çabayı. Ama durup bir daha düşünelim! Kendi çocuklarımızı ve çocukluğumuzu, kumaş ve yünden yapılmış bebeklerimizi, telden direksiyonlar yaptığımız plastik arabalarımızı, elimizdeki ipe taktığımız küçük kağıt parçalarını mektup yapıp gönderdiğimiz, o göklerdeyken o kağıtla birlikte yanına vardığımız uçurtmalarımızı ve bize kattıklarını düşünelim! Sonrasında içimizden bir şeylerin koptuğunu hissedersek, bu bayram ya da ertesinde Vanlı çocuklara oyuncak gönderelim.

Tanıdığım günden beri pek çok kampanyayı başarıyla hayata geçirmiş Birmilyonkalem.com'un -bence- en az yemek-içmek, barınmak kadar önemli, çocuk ruhumdan baktığımda daha da değerli kampanyasına katkı vermek ve ne yapmanız gerektiği konusunda bilgilenmek için ruhunuza bir iyilik yapın ve lütfen logoyu tıklayın.


* Prag Oyuncak Müzesinde Mussano tarafından çekilmiş fotoğraflardan biridir.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Zor Bir Oyun Yazısı

Tiyatro sezonunun açılmasıyla birlikte gözüme bir oyun kestirmiştim ki, son anda programdan çıkarılmış ve yerine başka bir oyun koyulmuştu. Seçtiğim ama iptal edilen oyunun yerine, aklıma ve fikrime en uygun gelebileceğini düşündüğüm, tanıtımında "Fantastik bir öyküyü, trajikomik biçimde ele alan oyunda, “Dünyayı tehdit eden felaket senaryoları gerçekleşse, günümüz Türkiyesinde neler olurdu?” sorusuna eğlenceli bir dille yanıt aranmakta, eylemsiz aydın tavrı inceden inceye eleştirilmektedir." yazan, İzmir Devlet Tiyatrosunun Yerin Altında adlı oyununda karar kılmıştım.

Biletimi net üzerinden keyfini çıkara çıkara aldım, salona hevesle ve hatta trenle geldim ki geç saatteki dönüşün tadını çıkarayım. Hatta oyun sonrası çok sevdiğim bir dükkanda sirkesi-sarmısağı, pulu, tozu, kırmızı ve karabiberleriyle tam tekmil şahane bir işkembe çorbası içme fikrim dahi vardı...

Perde açıldığında karşılaştığım dekora bayıldım. Müzik, efektler ve elbette ışık; bir gizeme ve yeraltının bilinmezliğine destek veren vurgularıyla beni benden alıyorlardı. Evet! Tam da radyo tiyatrosu tadında bir oyun diye düşünüyordum. Bu keyifle bloga yazacağım yazının ilk cümlelerini parlatıyordum ki, bir anda ışıklar söndü ve perde kapandı.

Işıklar tekrar yandığında dekordaki teknik bir arızadan dolayı 15 dakika ara vereceklerini söyleyen ve özür dileyen anonsu seyirci bir olumsuzluk olarak görmedi ve moral destek anlamında anlayış ve sempatiyle yürekten alkışladı.

Ön kararlarımın tadıyla ağzımın kenarından akan suyu elimle toparladıktan sonra yeniden açılan perdeyle birlikte müthiş bir lezzetle oyuna girdim. Ve onla kaldım! İlk perde bittiğinde arka sıramda oturan tanıdıklarıma düşüncelerini sordum; olur ya benim algımda bir sorun vardır diye... Onlar da benimle aynı düşüncelere sahiptiler ve bir türlü izleyeni içine almayı başaramayan oyundan çıkmaya -çoktan- karar vermişlerdi.

Çıkmayı kendime yediremezdim. Çok küçük yaşta kazayla düştüğüm bir klasik müzik konserinde azap çekerken yeltenmiş ama yanımdaki amcanın doğru sözlerle yaptığı uyarı sonucunda, "işkenceyi" çekmeye razı gelmiştim. O amcanın sözleri kulağıma küpe olmuştu. Hala o küpeleri zevkle taşıyordum. Evet, ne olursa olsun verilen emeğe saygı duymalıydım. Ben de öyle yaptım. Ama ikinci perdenin daha beşinci dakikasında beni sürekli "neden çıkmadın" diye dürtükleyen benle mücadele etmek zorunda da kaldım. İkinci perdede, zaman zaman, kendimi uyuklamak üzere yakalamadım değil. Bu kez de horlarım falanda yanımdakilere ayıp olur diye düşündüm. Üstelik ben azabı çekerken, bu azaba razı gelmeyen izleyicilerden görüş açımdaki bir kaçının çıktığını farkettim. Tabi ki verdikleri görüntü hoş değildi.

Çok hevesle gittiğim, üzerine güzel bir yazı hayal ettiğim oyunun çıkışında kulak kesildiğim etraftan, homurtudan başka bir şey çıkmıyordu. Övgü ve memnuniyet içeren bir cümleyi nafile aradı kulaklarım. Şehrin seyircisinin sevdiği ve beğendiği bir gösteriye verdiği tepkinin şiddetini bilmesem; final seremonisinde oyuncuların yüzünü asan coşkusuz alkışları, bilinçsiz ve bilgisiz seyirci tepkisi olarak yorumlayacaktım.

Aslında bu yazıyı da büyük bir teredütle yazdım. Çünkü bir sinema sitesinde film yazıları yazdığım dönemden beri ana prensibim şuydu: -Beğeni denen şeyin göreceliğini de göz önüne alarak- beğenmediysen yazma.

Herşeye rağmen bu yazıyı yazmaya karar verince hiç adetim olmayan bir şeyi yaptım. Oyun üzerine yazılmış yazılara bakındım. Uzun ve beğeni yüklü birkaç yazının içindeki şu cümleleri de buraya taşıdım:

*"Tiyatrodan farklı çağdaş ve deneysel yapımlar bekleyen seyircilerin beklentilerini karşılamaya aday bir yapım olarak öne çıkıyor."

"İşte günümüzde aydın insanların toplumsal sorunlar karşısındaki tutumunun müthiş bir parodisi."

“Dünyayı tehdit eden felaket senaryolarının gerçekleşmesi söz konusu olduğunda, günümüz Türkiye’sinin aydınları ne yapardı?” sorusuna eğlenceli bir dille yaklaşan oyun inceden inceye batırdığı iğnesiyle, eylemsiz tavrın eleştirisi olarak yorumlanabilir. Traji-komik bir öyküyü fantastik biçimde, bize özgü olandan yola çıkarak ele alan oyun modern temalardan ustalıkla yararlanıyor."

"Oyun çok başarılı çok katmanlı bir metindir. Sizi iki saat boyunca hiç sıkmadan peşinden sürükler.

"Oyuncuları çok başarılı buldum."

"Oyunun metninin çağdaşlığı seyircilerin farklı anlamlar keşfetmesine olanak sağlıyor."

"Oyunda bir metafor olarak kullanılan yer altında yaşanıldığı sanılan hikâye aslında bizim yerin üstünü de yaşadıklarımızın aynadan yansımasıdır. Çağımızın kaotik ortamında bazen öylesine kafa karışıklığı, köşeye sıkıştırılmışlık, çaresizlik hissini yaşarız ki, yavaş yavaş geliyorum diyen tehlikeye ilk başta aldırış etmeyiz. Sonra gerçekten geldiğini fark ettiğimizde, kendimize bir sığınak ararız."

"Oyunun sesine kendimce kulak verdiğimizde bugünlerde bedenlerimize sinisice sızan karanlık tehlikesini duydum."

"Ben insan bedenini işgal edip ruhlarını kirletmek isteyen karanlık güçleri kanserli hücrelere benzetiyorum."

Ayşe, Deniz ya da Teslime adınızın ne olduğu ve kim olduğu hiç fark etmez oyun bizlere “Hadi n’olur siz de gelin aramıza katılın” diye bağırır, seslenir. Siz de bu direnişçilere omuz verin ki tiyatronun ışığındaki aydınlık yıldızları çoğaltalım ve çözülüversin artık dört nala gelen ay karanlık gece."


"Bunlar bu oyunun içinde var mı?" derseniz, var!

Zaten ilk kez bir başka (akademisyen) yönetmen David Nikoladze'nin sahneye koyması ile Kocaeli Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü öğrencileri tarafından sergilenmiş ve metni Dç. Dr. Sema Göktaş tarafından yazılmış oyunun sorunu ortaya koymak istedikleri ve metni ile ilgili değil... Bu uyarlamada derinliksiz, oldukça sığ ve dinamik olmayan bir yol seçerek, sıradan bir televizyon dizisinde ya da popüler filmlerden birinde yer bulacak ucuz esprileri, cinselliği, son derece basit bir biçimde içine yerleştirmiş ve kullanıyor olmasında... Samimi düşüncem bunların, tiyatro seyircisinin düzeyiyle ilgili önyargılara dayalı bir kanaatle şekillendirilen izleyici profilinin algısına dönük elma şekerleri olduğu noktasında.

Oyunun sorunu; başarılı ışık, giysi, müzik, efekt ve dekor uygulamalarına rağmen akış ve oyunculuk konusunda...ki burada oyuncuları da eleştirmek zor. Belki farklı bir elden çıkacak uyarlamada daha farklı bir tat verebilirlerdi izleyiciye... ki bence şansı yüksek olan başarılı bir metni var oyunun.

Alıntıladığım övgü yüklü yorumlarla kendi hissiyatımı yanyana getirdiğimde ortaya iki doğru çıkıyor. Birincisi benim hem görsel hem de bilgi birikimim bu oyunu anlamaya ve gerçek değerini vermeye yetmiyor. Ya da İzmir Devlet Tiyatrosu yapımı bu oyunun sahneye uyarlanmasıyla ilgili hem bir ritm, hem de derdini doğru, içine çekerek anlatabilmekle ilgili bir sahneleme sorunu var.

Ve allah da bana bir daha izlediğim bir gösteriyle ilgili olumsuz görüş beyan etme fırsatı vermesin. Emek, sanata ve sanatçıya saygı ile -olası-izleyici mutsuzluğu arasında sıkışıp kaldım çünkü.


*Alıntılınan cümlelerin önemli bir bölümü Kocaeli Üniversitesinin gösterisi üzerine Sanat-Edebiyat com'da yayınlanan Canan Şahin imzalı analizden alınmıştır.

1 Kasım 2011 Salı

Benim Vicdanım Hep Rahat



*...

Karşısındakinin taşıyamacağını düşünürse kendi sıkıntı çekmeyi göze alabiliyordu, gönlünde, aklında bitirse bile ötekini önemsiyordu, dünyanın tüm yüküne sadece kendi karşı koyabilir sanıyordu, garip bir gözüpekliği ve başkalarına pek kıyamayan bir yüreği vardı. O, seven her kalbin karşısında hep ihtimali zorluyordu.
...

*"Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün/ 4"den bir bölüm



İlk gördüğüm anda çok etkilendiğim, çok vurucu bulduğum HAYTAP'ın bu afişi ve diğerleri, Samsun Büyükşehir Belediyesinin desteğiyle kentteki duraklarda ve pek çok bilboard'da sergilenmekte...

Vicdanımız hep rahat olmalı, tabi varsa!

28 Ekim 2011 Cuma

Behzat Ç. - Seni Kalbime Gömdüm

"Bazen geçmişten eksilen bir binanın önünden geçmeyi sevmem, anılarımda yer etmiş eskinin bir lokantası yıkıldığında veya yer değiştirdiğinde yeni yerine gitmem, yaşadığım tadı severim, bozulsun istemem."

"Behzat Ç. benim vazgeçilmezimdir. Hani derler ya iki elim kanda olsa... Tam anlamıyla o derece de bir izleyicisiyimdir. Bütün bir haftanın, kafa içi sohbetlerin en şahane dağıtıcısıdır. Müthiş eğlenir, bazen kahkahalarla güler ve rengarenk bir keyif alırım ondan."

"Her bölümünde farklı bir olay ve karakterlere de yer veren, ama bütününde ana kahramanlarının öykülerini de sürdüren sağlam bir metne dayanması, görüntü anlamında 80'li yılların film renklerini ve kamera açılarını kullanıyor olması, film jeneriği tadındaki girişi beni ona bağlayan en önemli etkenlerdir."

"Sağlam müziği, keyifli diyalogları, oyuncuların başarıyla canlandırdıkları kendine münhasır karakterlerinin yanısıra... İçine kasmayan türden bir mizah yerleştirilmiş, parodisel bir abartıyla lezzetlendirilmiş, şahane göndermeleri de olan, tümüyle insan kokan masalımsı tadı nedeniyle benim için olmazsa olmaz bir dizi olmuştur Behzat Ç."

Bütün bu cümleleri değişik zamanlarda kurmuş olan, hatta uğruna Fenerbahçe maçlarından bile vazgeçebilen ben; film e-postama düştüğü günden beri müthiş bir ikilem içindeydim.

Hayatın içinde tecrübe ederek doğruluğuna çok kere tanık olduğum önemli sözlerden biri şu olmuştur: Taş yerinde ağırdır.

Ne zaman ücralarda keşfedip de müdavimi olduğum(uz) bir mekan sahibi: "Abi burayı daha işlek bir yere taşıyıp büyütmek istiyorum." dese, "Aman ha!" derim. Bilirim ki birbirlerinin kulağına üfleyen, dolayısıyla mekanın müşteri sayısını çoğaltan kalibresi yüksek müdavimler yüzünden bu hevese kapılır dükkan sahibi. Bilmez ki her geçen gün sayıları artarak dükkanın müdavimi olan bu kişiler, gittiği yeni yerde büyük olasılıkla olmayacaklardır; belki sayıca daha çok, ama kalibresi farklı farklı yeni müşterileri olacaktır, o da çizgisinden büyük olasılıkla şaşacaktır.

İşte bu türden nedenlerle, filmi yapmanın altındaki -bence- tüccar bakış yüzünden, kaygılıydım. Filmin zorlamalar içereceğini, bir takım klişelere başvuracağını, ona sahip çıkan sadık izleyicisinin yarattığı popülariteyi paraya tahvil etmek isteyeceğini, bu yüzden de çok daha geniş kitlelerin hoşuna gidecek popüler tadları içinde barındıracağını, mizahı incelikten uzaklaştırıp "abartacağını" ve hatta İvedikleştireceğini düşünüyordum. Hatta bundan emindim.

Sezonu; dünya dizi tarihinin belki de en ters köşe, en çarpıcı, tüm sevenlerini şaşkın ve ağızları bi karış açık bırakmış olağanüstü bir finalle bitirmiş ve sevdiğim dizinin, bende bıraktığı tadın silinmesini istemiyordum. Bu yüzden kararsızdım. Ama merakıma yenik düştüm.

Uzun lafın kısaları:

Bu filmde güldüm mü? Arada sırada güldüm; hatta kahkahalarla.

Filmden tat aldım mı? Sadece dizideki ekibin bir arada olduğu sahnelerde...

Cansu Dere'yi ve filme yerleştirilmiş bazı karakterleri yadırgayıp yabancıladım mı? Evet... ve dizideki bazı karakterleri de gözlerim aradı.

Özellikle Behzat'ın kızıyla ilgili halüsinasyonları abartılı mıydı? Evet.

İzlerken neden bu filmi 'böyle' yaptılar deyip sıklıkla tadım kaçtı mı? Evet

Erdal Beşikçioğlu'na verilen Altın Portakal'ın, dizisinin etkisi ve algılarda ettiği yerle ilgili olduğunu düşündüm mü? Düşündüm.

Dizideki doğallık ve merak ettiren lezzetli akış filmde var mıydı? Bence yoktu. Hatta Behzat Ç.'nin o kendine has dokusu bozulmuş, sanki biraz da Snatch tarzı bir kurgu yapılmak istenmişti. ( İçimdeki ukala zaman zaman 'böyle bir esinlenme var' duygusuyla izledi de filmi.)

Filmi izlediğime pişman mıyım? Pişmanım. Ama çok kötü bir film olduğu için değil, kişisel nedenlerimden ve diziyle aramda oluşmuş bağ yüzünden.

Diziyle arama soğukluk girme ihtimali var mı? Var.

Dizideki üç kadınla olan gönül ilişkisinin her birindeki duygular makul, sahici, anlaşılabilir ve şık dururken, filmde yaşadığı duygusal durum şık mıydı, anlaşılabilir bulundu mu, yoksa gereksiz bir abartı mıydı? Kesinlikle abartıydı ve hiç de sempatik gelmedi.

Mekanda, ilişkiyle(Cansu Dere) kafa çekerlerken şarkı söyleyen kadının yerine Pelinsu Pir'i aradı mı gözlerim? Aradı.

En çok kimi beğendim? Hakan Borav'ın -canlandırdığı sıradışı karakterdeki- oyunculuğunu ve Harun'u; ki seyirciyi ve beni kahkaya boğan sahneler hep Harun'un olduklarıydı.

Keşke gitmeseydim dedim mi? Dedim.

Fakat herşeye rağmen, dizinin sadık bir izleyicisi değilseniz, izleyicisi ama yaşamla ilgili prensipleriniz benle benzeş değilse, gülüp iyi vakit geçirebileceğiniz bir film olduğunun altını çizerim; bu manada hakkını yemem.

Belki de film; daha önce uzak durduğunuz dizinin yeni takipçileri olarak, hayran listesine katılmanıza olanak yaratabilir.

25 Ekim 2011 Salı

Kendimi Sorumlu Hissettim

Bir genç olarak;

Ülkemi yönetenlere ilkokuldan başlayarak bana ne kadar önemli topraklarda yaşadığımı öğrettikleri için teşekkür ederim; ancak onlar 30 yıldır bu güzel toprakların kan gölüne dönmesine seyirci kalıyorlar.

Ülkemi yönetenlere beni alkol ve sigaradan korudukları için teşekkür ederim; ama onlar beni dayanıksız bir Yurtkur binasında iki gün önce öldürdüler.

Ülkemi yönetenlere bilim ve özgür düşüncenin yuvası olan üniversitelerin sayısını ve kontenjanlarını her geçen yıl arttırdıkları ve beni de üniversiteli yaptıkları için teşekkür ederim; ama onlar benim televizyonda ne izlediğimden, internette ne yaptığıma kadar elinden gelen her alanda sansür uygulayıp, hayatımı sınırlıyorlar.

Ülkemi yönetenlere bana üniversitede okuduğum süre boyunca burs-kredi bağladıkları için teşekkür ederim; ancak yine onlar parasız eğitim istediğim için beni hapse attılar.

Ülkemi yönetenlere insanlık dramına seyirci kalmayıp Somali'ye yardım kampanyaları düzenledikleri için herşeyden önce bir insan olarak teşekkür ederim; ama yine onlar 4 yıl önce Beyoğlu Karakolu'nda bir Nijeryalıyı öldürdüler.

Ülkemi yönetenlere Filistinli mahkumların serbest bırakılmasında rol oynadıkları için teşekkür ederim; ancak onlar yüzlerce kişiyi bir isimsiz ihbar mektubuyla ya da usulsüz bir telefon dinlemesi karşılığında haksız yere yıllardır hapiste tutuyorlar.

Ülkemi yönetenlere daha birçok konuda teşekkür edebilirim. Aklıma gelmeyenler için onlardan özür dilerim.

Haa! Son bir şey daha var:

Beni hibe vererek yurt dışına gönderdikleri, başka ülkelerdeki insanların nasıl barış, huzur, özgürlük ve adalet içinde yaşayabildiklerini görmemi sağladıkları için çok ama çok teşekkür ederim. Çünkü benim ülkemde bunların hiçbiri yok!

21 Ekim 2011 Cuma

Şehitler Ölür!



Şehit evine başsağlığı dilemeye gittiğinde "Bu herkese nasip olmaz." klişesini de içine koyduğu ve şehitlik mertebesine vurgu yaptığı 'şekerlemelerinden' teselli ve gurur çıkarttırmaya çalışan siyaset anlayışındaki yetkili kişi: Bu fotoğrafı, 'görebilesin', biraz da anlayabilesin diye gözüne sokarım. Bu fotoğraftaki ANA, bir mandadır. Büyük harflerle bir kez daha yazıyorum ki iyi anla MANDA.

ANA, şairin* şu dizelerindeki gibidir:

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik

Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Baba da şöyle:
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım.


Hiç bir ana-baba yoktur ki evladını bu anlamda -siyasi- bir kirli savaş için ölüme, seve seve göndersin.

Her cenazede sokaklara dökülüp "Şehitler ölmez!" diye hamasetle bağıranlar ve dahi köşe yazılarında tabutların döndüğü evlerin neden hep yoksul olduğuna vurgu yaparak adalet duygusunu kaşıyan köşe yazarları: Bütün analar ve babalar yukarıdaki manda gibidir. Ellerinden gelse hep bu anı yaşamak isterler.

Gerçeği kabul edelim ki bu çocuklar gönüllü olmadıkları bir mesleğe mecburen katılıyorlar. Onlar, öleceklerini ve öldüreceklerini baştan kabul ettikleri bir mesleği, kendilerine sunulan seçenekler içinden gönüllü seçmiyorlar. Onlar, çözüm üretme makamlarında olan ama suçu başka yerlere atıp hayali düşmanlar yaratarak bahaneler üreten bir takım aklı evvellerin, siyasi rant peşinde koşanların, tuzu kuru yerlerde beyaz kefen giydik nutukları atanların, hepimizi seçim dönemlerinde hanelerine atılacak bir artı olarak görenlerin beceriksiz, yanlış, kaypak, yanar -döner siyasetlerinin bedelini ödüyorlar.

Bu çocuklar en masum ölümü yaşıyorlar. ÖLÜYORLAR.

Oysa biz; olayların sıcağında duygularımızı dışa vurup, iki slogan atıp üç yazı yazıp sonrasında anamızın kucağına dönüyoruz. Bir sonraki ölümlere kadar yokuz!

Olayların sıcağındayken, "Onların bize emaneti." diye saçlarını okşadığımız -bu ülkeye emanet-çocuklarının en temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda herhangi bir eylemimiz var mı? Hangimiz okulların başlama döneminde bir defter, bir kitap, bir kalem, bir önlük, bir ayakkabı, bir pantolon alıp kapılarını çalıyoruz? Hangimiz mahallemizde yaşayan, olanakları kısıtlı bir şehit çocuğunun elinden tutup bir kitapçıya, sinemaya, bir spor müsabakasına ya da tiyatroya götürüp hayatla kucaklaşmasına zemin hazırlıyoruz?

Neredeyse her ilçede bir şekilde dernekleşmiş, dernek odalarında toplanarak birbirlerinin acılarından terapileri yapan anaların arasına yılda bir kere de olsa bir kutu pasta alıp hangimiz katılıyoruz, yanlarında olduğumuzu hissettiriyoruz? Bakın burada, nereye gideceği konusunda şüpheler duyacağınız bir bağıştan söz etmiyorum! Güvenilir, sıcak, paylaşan ve sorun çözebilecek davranışlardan, dokunmaktan söz ediyorum.

Evet, gerçek şu ki: Biz kendimize teselliler yaratıp büyük sözler eden ama pratikte hiç bir yararı olmayan, sorumluluk duygusu taşımayan, asıl sorgulanması ve hesap sorulması gereken "sorumlu" siyasi makamları sorgulamayan, o makamlardan hesap soramayan, işin eğrisini-doğrusunu insanlığıyla değil de siyasal duruşuna göre değerlendiren, 30 yıldır akan bu kandaki her ölüm sonrasında -aynı nakaratlarla- kolayca uyutulabilen ikiyüzlüleriz. Hep birlikte ÖLDÜRÜYORUZ.

*Dizeler Ece Ayhan'a aittir.
*Fotoğraf kısa bir süre önce kızılırmak deltasındaki kuş cennetinde, başka amaçla çekilmiş bir dizi fotoğraftan biridir. Tırtılın makinesi Nikon L23 ile çekilmiştir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP