15 Temmuz 2011 Cuma

Vera Babanne Ben

Bazen, hiç yüz yüze gelmediğim insanlarla aramda derin bağlar kurabilirim. Bir satır yazıdaki samimiyet, herhangi bir yüzdeki anlamlı ifade bana çok şeyler anlatabilir. Ve ben, o insanları alıp hayatımın bir yerine iğneleyebilirim.

Öte yandan, yüz yüze sıklıkla geldiğimiz, uzun yıllardır tanıdığım, sohbetler ettiğim ama hayatımın herhangi bir yerine tutturmadığım insanlar da vardır.

Bir gün ağzımdan dökülen ve bana ait olduğunu sandığım, belki de bir yerlerden duyup da aklımda asılı kalmış "Ben herkesin arkadaşıyım ama herkes benim arkadaşım değil." cümlesinde anlam bulur bu hissiyatım... Bir gazete köşesinde ya da televizyon ekranında ettiği iki cümleden, o cümlede kendini gösteren hayata duruştan dolayı gönül haneme yazılmış ve bundan hiç haberleri olmayan, yollarımız herhangi bir günde bir yerde kesişmezse de olmayacak insanlarım vardır. Tıpkı Vera gibi.

Kürk Mantolu Madonna'nın onların şarkıları, benim de bir yazımın adı olması dolayısıyla grubun solisti Arel Koray'dan bir mail almamla başladı, Vera'yla tanışıklığım. O güne kadar varlıklarından haberdar olmadığım grupla o gün, aramda bir kan bağı oluştu. Onları izler olmaya başladım, taraf oldum. Bizi aynı çizgide buluşturan olgu, onların yaptıkları işe koydukları samimiyetti... edebiyatı müzik yolculuklarında önemli bir yere koymaları, dönemlerinin tanıklıklarında yer almayan değerlere sahip çıkıyor olmalarıydı... Yani bu çocuklar; emek vermeyi, bazı değerleri dışlamadan, hesap edilmiş yolları rehber etmeden, tutarlı ve inatçı bir çizgide var olmayı hedef bellemişlerdi. Müziklerini duyurmanın samimi gayreti içindeydiler. Ben de onların bu hallerini sevdim.


Henüz stereo pikaplarla, makaralı teyplerle tanışmadığımız gibi varlıklarından da haberimiz olmayan kısa pantolonlu hayatlarımızda plaklar vardı. Babam ve amcalarımın geceden sıraya girerek aldıkları lambalı Philips marka radyoya entegre edilmiş Garrant marka mono pikaptan dinlerdik aldığımız plakları... Henüz ilk Longplay'imizi almadığımız, stereo Dual pikabımızı yeni kitaplığımızın baş köşesine koyacağımız yeni ve kendimize ait evimize taşınmadığımız yıllardı.

O zamanlar, şimdilerde kapılarından sokaklara, günün popüler CD'lerinden şarkıların döküldüğü mağazalar gibi plakçı dükkanları vardı; 45'lik plakların çalındığı... En çok hoşlandığım şeydi önlerinde kalmak; bin bir emekle süslenmiş camlarındaki ve vitrin zeminlerindeki plakları incelemek...

Günlerden bir gün, mağazada çalıştığım bir yaz, babamdan önce, arabayla değil de geze geze gitmek için erkenden yola koyulduğum ve hızlı adımlarla yürüdüğüm akşam üstünde; hâlâ çok salonlu haliyle varlığını sürdüren Konak Sineması'nın karşısındaki, şu an dönerci olarak hizmet veren plakçıdan sokağa yayılan şarkı, beni yakaladığı gibi vitrine çarpmayı başardı. Vitrin camında gördüğüm plağın adıyla çalan şarkıyı senkronize ettiğim andan itibaren de, bir an öncenin telaşları paçamdan çekiştirmeye başladı.

Oradan, eski modern pazarın, şimdiki Anneler Parkı'nın hemen karşısındaki, mısır tarlalarının içinden geçilerek gidilen Kışla Sokak'taki, tarabalarını çok sevdiğim, duvar diplerindeki döşeme tahtalarından mantarlar çıkan eve koşturdum. Kapıdan dalar dalmaz babaannemi aradı gözlerim. Ben babaannenin büyük oğlundan torunuydum. Ailenin yeni kuşağının ilk çocuğu olmanın avantajlarını doya doya yaşamış olmanın yanı sıra, her daim, babaannemin "nambır van"ıydım.

Sözünü ettiğim plak, aşıklar geleneğinden gelip de türküler söyleyen, başta Çobanoğlu olmak üzere benzer sanatçıların plaklarını bir yandan dinleyip bir yandan ağlayan, üzerine bir yazıyı fazlasıyla hak eden farklı kadın babaannemin tutkunu olduğu, onun ifade edişiyle Manço'nundu... Yani parayı babaanneden koparmak için bir sürü gerekçe vardı. Sonuçta da öyle oldu. Engel, akşamın kendini hissettirmeye başlamasıydı. Oysa benim bir an öncenin telaşlarını zapt etmem, en sevdiğim heyecanımdan vazgeçmem ve olayı sonraya bırakmam da mümkün değildi.

İnsanlarının ağzından girip burnundan çıkmayı iyi beceren, bu yolda her türden duygu sömürüsüne başvurabilen ben, parayı kaptığım gibi soluğu plakçıda aldım.

Büyük bir zevkle ve özenle onu kabından çıkardım. Pikaba yerleştirdim ve babaannem şarkıyı çoook sevdi. İşin garibi, şarkı söylemeyi hiç beceremeyen benim hayatım boyunca söylemeyi başarabildiğim bir kaç şarkıdan biri oldu.

Şimdi upuzun yıllar sonra, şarkı yaşamıma yeniden ve yeni haliyle girdi. Vera, şarkıya yaptığı yeni düzenlemenin de olduğu performansıyla Babylon'da yapılan Be The Band finalinde ikinci oldu. Birgün çıkacak CD'lerinde daha iyi bir kayıttan dinleme dileği ile...





Üsteki resim Google'dan bulunmuş olup asıl kaynağı www.hafifmüzik org'dur.

12 Temmuz 2011 Salı

Şu Bilet Meselesi

Genelde Erasmus'a gideceklerin en büyük sorunu ve en endişeli oldukları konulardan biri, forumlardaki başlıklardan ve yazılardan da anlaşılacağı üzere uçak biletidir. Oysa en az telaş edilecek konu budur, eğer planlı biriyseniz tabii ki... Planlıdan kastımı şu yazıda ayrıntılı bir biçimde anlatmıştım. Kısaca özetlemem gerekirse, işlerini son dakikaya bırakmayıp da önceden düzenleyen birisi olma hali diyebilirim.

Bir Erasmus öğrencisinin ekonomik ve sorunsuz olması açısından ilk halletmesi gereken şey uçak biletidir. Sınav sonuçları açıklanıp da Erasmusa gideceğiniz kesinlik kazandığında başlamalısınız uçak bileti takibine...

Benim gözlemlediğim şöyle bir şey var: Çoğunluk, karşı okuldan gelecek kabul belgesini eline almadan uçak biletiyle ilgilenmiyor. Oysa toplam Erasmus maliyetinizi geciktikçe artıracak en önemli unsur bilettir. Ne kadar gecikirseniz maliyetiniz ve telaşınız o oranda artar. Sonra maliyeti düşürmek için aktarmalı uçuşların peşine düşmek zorunda kalırsınız. Bu da örneğin direk uçuşla 2,5 saatte ulaşabileceğiniz Varşova'ya en erken 5 hatta bazı uçuşlarda 16 saat sonra ulaşmanıza yolaçar, gecikmeler ve bagaj kaybolma riskleri de cabası... Direk Varşova'ya uçtuğunuzda, havalanından 180 nolu otobüsle tren garına 20-25 dakikada geçip, (taksi ücreti 40 zloti civarı) Polonya'nın her tarafına tren ile ulaşabilirsiniz.

Ben Polonya örneğinden yola çıkarak ve kendi tecrübem doğrultusunda anlatacağım ne yapmanız gerektiğini. Anlatacaklarım Polonya özelinde olsa da, diğer ülkelere gidecekler için de bir ölçüde yararlı olabilir. Polonya hem gerekli belgelerin sayısı hem de ülkenin Erasmus'a gösterdiği ilgi dolayısıyla vize işlemlerinin en kolay halledilebildiği ülkelerin en önde gelenlerinden biridir. Bu yüzden belgeler konusunda endişeye ve telaşa kapılmanıza gerek yoktur.

Polonya'da Erasmus yapacaksanız ve güz döneminde gidecekseniz daha okul kapanmadan ve asilliğiniz kesinleşir kesinleşmez biletin peşine düşmelisiniz; bahar döneminde gidecek olanlar da, Eylül'de okul açılır açılmaz bilet sorgulamalarına başlamalıdır. Bu süreçte yapılması gereken en önemli şey, Erasmus koordinatörünüze bir mail attırarak gidilecek okulun açılış ve kapanış tarihlerini bir an önce öğrenebilmektir.

Bu bilgiyi edindikten sonra ülkede ne kadar kalmayı planlıyorsanız, ona göre gidiş dönüş tarihleri belirleyip LOT'un sitesi ile akraba olmanız gerekir. Burada önemli bir noktanın altını çizmeliyim: THY, LOT'un operasyon ortağıdır. Bazı günler her biri farklı saatlerde ayrı ayrı uçuşları olsa da, çoğu zaman (yani tek uçuş olan günlerde) yolcularını aynı uçakta uçururlar. Daha açığı; tek uçuş olan günlerde siz biletinizi bu iki havayolunun hangisinden alırsanız alın uçacağınız aynı uçaktır. (Aynı tarihleri girerek hem THY, hem de LOT'dan bakıp, uçuş saatlerinden ve uçakların modelinden durumu anlayabilirsiniz. Örneğin ben gidiş dönüş biletimi LOT'dan almış olmama rağmen dönüş uçağım THY). Burada bir not daha verecek olursam, o da özellikle erken alımlarda LOT'da fiyatların daha ucuz olduğudur. Her ikisine de bakmakta yarar var elbette.

Bu ön bilgilerden sonra gelirsek ayrıntılara: Öncelikle gidiş tarihinizden en az 4-5 ay önce LOT'un sayfasına ziyaretlere başlayarak, gidiş ve dönüş tarihlerinizi girip ve özellikle 7 gün aralığını işaretliyerek, tıklayıp bir sonraki evreye geçiyorsunuz. Ve size toplam uçuş fiyatınızın yanısıra ucuz biletlerden kaç adet kaldığının sayısını veriyor sayfa(rezarvasyon iptallerinden dolayı bazen bitti sandığınız bilet ertesi gün olabiliyor, ama yine de eli çabuk tutmakta yarar var). Eğer sizin günlerinizdeki fiyatlar yüksek ise siz, o bir hafta aralığındaki en ucuz günlere bakarak yeni günler saptayıp maliyetinizi düşürebilirsiniz. Burada bir ayrıntı daha vermem gerekiyor ki bu da: Dönüş tarafındaki fiyatlardan en ucuzu işaretlediğinizde, gidişteki yüksek bazı fiyatların düştüğünü görecek olmanızdır. Tüm bu incelemelerinizin sonunda sizin için en uygun olan günleri ve fiyatı saptadıktan sonra isterseniz site üzerinden rezarvasyon yapıp üç gün içinde biletinizi alabilir ya da vazgeçersiniz. Burada yine kendi pratiğimden yola çıkarak size şöyle bir öneride bulunmak isterim: Sitedeki tarihleri ve fiyatları saptadıktan sonra yakınınızdaki, THY acentalığı olan ve güvendiğiniz bir turizm ofisine gitmeniz. Çünkü bu ofislerden ufak bir farkla biletinizi kredi kartınıza beş taksitle alabilme olanağınız var, ki ben ve arkadaşlarım bu yolu tercih etmiştik.

Dip not olarak şunu da belirteyim: Alacağınız bilet "Economy Saver" olduğundan iade şansınız yoktur. Eğer olur da satın aldıktan sonra tarih değiştirmek isterseniz, 50 euro ceza ile birlikte, değiştirdiğiniz tarihteki biletin varsa fiyat farkını ödersiniz. Bu yüzden tarihlerinizi net olarak belirleyin. Erken aldığınızda tek gidiş fiyatına gidiş- dönüş alabilme fırsatı olduğu için ben, gerektiğinde dönüşü yakmayı göze almıştım(Gidiş-dönüş 520TL'ye aldığım biletin sadece 22.temmuz tarihli dönüşü şu an 1.11o TL.) Şunu altını çizerek ve bir kez daha tekrar ederek tavsiye ederim: 100 tl daha ucuza gideceğim diye aktarmalı uçuşlara yönelmeyin, çünkü LOT ile 2.30 dakikada gideceğiniz Varşova'ya hem aktarma, hem de havaalanlarında uzun bekleyişler yüzünden en erken 4.5-5 saatte gidersiniz. Bagaj kaybolma risklerini de göz önüne aldığınızda değip değmeyeceğini iyice düşünün. Uzun lafın kısası benim tavsiyem gidiş tarihlerinizden 4-5 ay önce LOT'a bakın, eğer kararınızı ve tarihlerinizi kesinleştirdiyseniz biletlerinizi alın ve direk uçuşun keyfini yaşayın!

3 Temmuz 2011 Pazar

Erasmus'un İz Bırakanları

Ayran: Kanarya Adaları'nın Spartacus'u. Dağcı, iş hukuku uzmanı. Erasmusa yalnızca bir sırt çantasıyla gelmiş. Konferansa giderken de, halı sahada top oynarken de, clubda eğlenirken de aynı kot pantalonu ve aynı t-shirt'ü giyiyor. İngilizcesi hemen hemen hiç yok. Bir araya geldiği İspanyollarla da net olarak anlaşamıyor. Bunun nedeni adada konuşulan yerli halkın dilinin İspanyolcanın farklı bir formu olmasıymış. Polonya'ya nasıl geldiği bilinmiyor. Yüzerek Atlas'tan falan dolaşıp, Baltık üzerinden bile gelmiş olabilir; ancak dönüşü muhteşem oldu. Otostopla dönmeye çalıştı. İlk iki deneme başarısız olduktan sonra, 3.'de ancak Varşova'ya kadar gidebildi. Son kararı Berlin'e gidip bir arkadaşının yanında çalışarak dönüş parası biriktirmek oldu. Erasmus'un açık ara en ilginç adamı.

Ameraldo: Arnavutluk doğumlu. Dedesi imam, kendisinin İtalya'da pis işlerle uğraştığı söyleniyor. Bizdeki ismi “Torbacılık” olan türden.. Erasmus'un en çapkın adamı. Olsztyn'in en büyük festivali Kortowiada'da vücuduna yazdığı “In pussy, we trust!” ve “I love Polish Girls” yazılarıyla hatırlanacak. Bir de en azılı kavgalarda bile bodyguardların hiçbir müdahalede bulunmadığı, yalnızca öğrenci kimliğinizi göstererek bedava girebileceğiniz kadar sıradan bir bar olan Antalek'e bir süre alınmayışıyla.. Aramızda geçen ilk muhabbette bir kızla öpüşürken, bana aynı anda: “Seni ilk gördüğümde Türk olduğunu düşünmemiştim” gibi uzun bir cümle kurmayı başarmıştı. En azından yazın sonuna kadar kalması bekleniyordu; ancak Haziran'ın ilk günü çok sevdiği Polonyalı kızlara veda ederek herkesi şaşırttı.

Iwo: Nam-ı diğer Mr. Piwo. (Lehçede Bira) Alkol bağımlılığıyla ün yapan ESN mentörü. İlk tanışmamızda kapıdan içeri “Where is my Wine!” diyerek girmişti. Herhangi bir yerden edindiği tencerenin içine şarap ve Polonya'nın ucuz kolası Hoop'tan oluşan, tadı iğrenç bir karışım ekleyerek sizi saatlerce bir odanın içinde rehin alabilir. Eğer içmeyi reddederseniz Türkçe olarak: “İç iç, içmeyen ibne!” şeklinde tempo tutarak psikolojik baskı da kurabilir.. Burada kendi deneyimlerimden yola çıkarak söylersem izleyeceğiniz en iyi yol, eğer kuvvetli bir içiciyseniz herkesin birkaç yudum alarak arasında dolandırdığı tencereyi tüm kötü tadına rağmen fondip yaparak boş halde ellerine teslim etmek olur. Ki bir sonraki turda “Sana nasıl içileceğini gösterdim! Daha fazla istemiyorum!” diyerek yırtma şansınız olsun. Bu kadar azgın bir adam olmasına rağmen, sınavlar yaklaşınca hemen her Polonyalı gibi 1 ay odasına kapanıp, etrafta görünmemeyi başararak gönülleri fethetmiştir. Bu adamlar hem eğlenmeyi, hem de sorumluluklarını yerine getirmeyi bir arada başarıyor gerçekten. Bizden en önemli artıları nerede ne yapacaklarını bilmeleri..

Anna Eva: Olsztyn ESN'in fotoğrafçısı. Gazetecilik okuyor. Unutulmaz olayımız dans pistinde geri geri yürüyerek saçma sapan bir robot dansı yapmaya çalışırken, onu farkedemeyip üzerinden geçmemle oldu. Sağlık durumu şu an iyi. O gün bugündür zaten hafif sıyrık olan kendisi iyice garipleşti yalnız. Her yer ve her şartta siz farkında olmadan fotoğrafınızı çekme özelliğine sahip. En iyisi gidip usulca ona teslim olmak. Saçma sapan fotoğraflarınızı ESN sayfalarında görüp bunalıma girebilirsiniz aksi takdirde..

Tramvay Marta: Tramvaylara olan düşkünlüğüyle bilinen Polonyalı meslektaşım. Varşova dışında yaşasa da, Language Exchange'lere sık sık katılır, azimli bir kızımız. Ancak memleketinde tramway olmadığından mı, yoksa kıçını kaldırıp yürümekten aciz olduğundan mı iki caddelik yolu bile iki tramway değiştirerek gitmeyi göze alıyor, bilinmiyor. En son Pole Mokotowskie'de düzenleyeceği barbekü partiye Facebook'tan yalnızca 5 kişinin “evet katılıyorum” yanıtı vermesi üzerine partiyi iptal etmişti.

Fabricio: İtalyan sevimli dev. İri cüssesine karşın, içinde kırılgan bir kalp barındırır. Rap müzikle ilgileniyor, dünyaya barış mesajları veriyor. İlk karşılaşmam sarhoş olduğu için dengesini kaybedip üstüme düşmesiyle oldu. Herhangi bir kırık çıkığım çok şükür ki yok. Bizim Türk kızlardan birine yazdığı için, otomatik Türk erkeği korumacılığı refleksiyle fırçalamıştım. Bana ne halbuki, sen git Varşova'da Erasmus'unu yapsana! Olsztyn'in düzenine niye karışıyorsun!

Kalina: Alman sınırına yakın şirin bir kasabadan gelen müstakbel Polonyalı yengemiz. Kara kaşlı, kara gözlü bir Türk Erasmusçunun mentörüyken kendini ona kaptırdı. Türkü dinliyor, halay çekiyor. Türk gelenekleriyle ilgili videoları Facebook'unda paylaşıyor. Erasmus'un Türkleştirdiklerinden.

Kristian: Bir gece koridorda ayak parmakları pembe ojeli; ancak geri kalan kısımları gayet normal sarışın, zayıf tipik bir Polonya erkeği olarak belirdi. Zaten sarhoştu ve midesinin felaket halde olması gerekirdi. Ancak içtiği o kadar biranın üzerine ikram ettiğimiz iki shot votka, iki bardak rakı ve bir tabak tarhanayı daha içmeyi başararak benimle dünya mutfakları konusunda muhabbet etmeyi sürdürdü. Ertesi gün onun yarısı kadar içmiş olmama rağmen yataktan zor kalkarken, dışarıda karşılaştığımızda okula giderken zımba gibiydi. Eğlence zamanı eğlence, ders zamanı dersin tipik bir örneği daha..

Ania: ESN görevlisi, organizasyon ve halkla ilişkiler uzmanı. Her şartta her durumda işin bir çıkar yolunu bulmasıyla ünlü. Konferansda moderatör de olabilir, en ufak herhangi bir sorununuzda bir telefonla yardımınıza da koşabilir. Bilgi donanımı, zarafet, güzelliğin yanında, son derece mütevazi ve samimi bir kişilik kendisi.

Erasmusun artık son demleri. Çoğu Erasmus çoktan ülkelerine döndü. Geriye kalan son 20 gün bana daha neler gösterir bilinmez; ama şimdiye kadar tanıdığım en vurucu kişilikler bu satırlardakilerdi.

30 Haziran 2011 Perşembe

Erasmus Üzerine Erasmuscuyla Hasbihal...

Erasmusun bir genç için, tıpkı farklı dinlerden insanların o dinlerin her birinin kutsalına giderek yerine getirdikleri ibadetin eş değeri nitelikte bir olgu olduğunu düşünenlerdenim. Buradaki kıyaslama eylemin kutsallığının ötesinde, değerini ortaya koyan bir benzetmedir, yanlış anlaşılmasın! Ki Erasmus tekrarlanabilme olanağı olmayan bir durumdur. Yani tüm yaşamınız süresince belli bir döneminizde, tek bir kere yapabileceğiniz bir keyiftir. Elbette insan, yaşamı boyunca çok kereler yurt dışına çıkabilir. Hatta uzun yıllar yurt dışında yaşayabilir. Bunların her biri kendine has özellikleri içinde barındıran keyifli hallerdir. Oysa Erasmus, tüm bu yaşama hallerinden daha özel olanakları içinde barındıran, tüm bunlardan daha farklı ve daha değerli bir taddır. Çünkü Erasmus size bulunduğunuz ülkenin insanı gibi yaşama, o yaşama biçimini tanıma olanağı sağlarken aynı zamanda, ders ve iş yükünün azlığından ve sözünü edeceğim çevresel koşullardan dolayı gezmeniz, eğlenmeniz, (belki) ilk yurt dışı tecrübenizi yaşarken aynı anda pek çok farklı ülkeden insanla tanışıp ilişki kurmanıza olanak sağlar. Üstelik de cebinize başkası tarafından koyulmuş para ile..

Bunun sadece bizim gibi gezme olanakları kısıtlı, bu kültürü yeteri kadar edinememiş ülke insanları için geçerli bir durum olduğunu sanmayın! Erasmus, Avrupa'da yaşayan her genç için aynı değerdedir. Hazır bu cümleyi kurup bu kıyası yapmışken, diğer Avrupa ülkelerinden Erasmus öğrencilerinin Barselona'daki durumunu anlatan, sizi fazlasıyla motive edecek, heyecan ve hevesinize katkı yapabilecek İspanyol Pansiyonu adlı filmi izlemenizi öneririm.

Şimdi gelirsek tavsiyeler kısmına... Söyleyeceklerim, genel olarak hangi ülkeye gideceklerse gitsinler her Erasmuscu'nun kulağına küpe olması gereken şeyler... Aslında bir öğrencinin Erasmus süreci, üniversiteye kayıt yaptırdığı gün başlamalı. O kaydı yaptırırken "ben Erasmus yapacağım" hedefini önüne koymalı. Hatta daha en başta, henüz tercihlerini yaparken, seçeceği okulların ikili anlaşmaları olup olmadığını göz önüne almalı. Şu sınıfımdayken ve şu dönemde Erasmus'a gideceğim diye bir yol haritasını en baştan çizmeli. Öncelikle okulunun imkan tanıdığı ülkeler üzerine emek vererek bir araştırma yapıp, kendi öncelikleri açısından en elverişli ülke ve şehir için karar kılmalı... Zaten Erasmus sınavına girip sonuçların açıklanmasından sonra da önünüzde uzun bir dönem oluyor. Bu dönem de, hakkı verilmiş bir Erasmus süreci yaşayabilmek için çok iyi değerlendirilmeli! Eğer yabancı dil konusunda eksiklikler varsa; oraların keyfine iyice varabilmek, farklı uluslardan gelmiş diğer Erasmuscularla nitelikli ilişkiler kurabilmek adına çalışıp takviye yapılmalı.* Gidilecek ülkede görülecek yerlerle ilgili planlar önceden şekillenmeli. İnternet üzerinden araştırmalar yapılıp rotalar çizilmeli, her şehrin resmi sitesinden gerekli bilgiler alınmalı, konaklanacak yerler* konusunda bilgiler edinilmeli. (*bkz: yazının sonundaki yararlı linkler bölümü)

Zaten, bütün bir yaz boyunca uyuyan bir ağustos böceği değil de önerdiklerimi yapan, bu uğraşların ve sonuçlarının tadını seven biriyseniz, heyecan içinizden taşıyorsa, mesele yok. Ama hep elini tutacak birilerini arayan, onlarsız bir şey yapamayan, planlarını onlar üzerine kurduğunda ve o dağlara karlar yağdığında planlarından vazgeçip bahaneler üreten biriyseniz, "onların sinemaları acaba nasıl, bir klasik konserde burada izlesem, tiyatrolarında bir oyun seyretsem, şu müzelerine bir göz atsam, şu sergiyi gezsem, bu birayı denesem, eğitimime katkı için bir konferansa katılsam" gibi heyecanlarınız yoksa... sokaklarını, mahalle aralarındaki hayatları, yerel lokantalarındaki yerel tatları, kitap satan dükkanlarını merak etmiyorsanız... ben sadece bara gider içerim, kızlar da nasılsa boynuma atlar diyor ve bunun hayallerini kuruyorsanız, Erasmusa hiç gitmeyip de şehrinizde kalsanız daha iyi edersiniz.

Bir de; gittiğiniz yerlerde bulunduğunuz ortamlarda, ara sıra da olsa, cebinize para koyarak böyle bir keyif yaşamanıza olanak yaratan ülkenizin tanıtımı için çaba göstermelisiniz. Zaten gezip tozmak, o parti senin bu parti benim, o bar senin bu bar benim dolaşmak için fazlasıyla vaktiniz var. Her Erasmus öğrencisi yola çıkmadan önce şehrindeki Tourism Information bürolarına giderek, gittiği ülkede kendince önemli sayacağı insanlara vermek üzere ülkemizi, şehrini anlatan İngilizce hazırlanmış tanıtım broşürlerinden, kitapçıklardan çokça almalı! Bu anlamda hiç bir sorun yaşamıyorsunuz, bu bürolardan dilediğiniz kadar broşür ve poster alabiliyorsunuz, üstelik de cebinizden kuruş çıkmıyor. Erasmusa gidiyorum ve bunlar orada yapacağımız tanıtımlar için gerekli dediğinizde, "dükkan sizin" diyorlar, merakınız olmasın.

Yine gideceğiniz ülkede başta Erasmus Koordinatörünüz olmak üzere süreç içinde tanışıp arkadaşlığınızı devam ettirmeyi düşüneceğiniz insanlar için de küçük küçük hediyeler almanız fazlasıyla yararınıza olacaktır. Örneğin biz Nilüfer'in 12 Düet CD' sinden bir kaç tane almış, koordinatörümüz Iwona için de el yapımı, camdan, rengini özellikle turkuaz seçtiğimiz bir mumluk götürmüştük.

Özellikle ilk günlerinizde Language Exchange'lerde mutlak olmaya çalışmalısınız; farklı ülkelerden ve okulunuz dışından pek çok öğrenci ile tanışmanıza olanak yaratan, bir bira, kola ya da kahveyle geçiştirebileceğiniz, ekonomik ve önemli partilerdir.

Özellikle altını kalın kalın çizmek istediğim bir şey daha var: Erasmuscunun dostu Ryanair. *

Mutlaka sık kullanılanlarınızda yer almalı ve şimdiden incelemeye başlamalısınız. Çünkü Erasmusa gidip de Ryanair olanaklarından yararlanmayanı dövüyorlar! Önemli kentlere 6-10 euroya uçabilme fırsatlarının yanı sıra, maksimum 150 euroya en az altı ülkeye uçup tekrar bulunduğunuz ülkeye dönme olanağınız var. Bunun için tabii ki biraz emek vermeniz, sürekli takipte olmanız ve planlarınızı önceden yapmanız gerekiyor.

Bahar döneminde gidecekler için ise okulun kapanışının ardından boş bir dönem var. Bu bölümü interrail yaparak değerlendirebilirsiniz. Hazır elinize D tipi Schengen vizesini geçirmişken, cebinizde Erasmus öğrencisi olduğunuzu belirten kimlik kartı varken, bunların olanaklarından geri durmayın derim ben. Belki bir daha bu kolaylıkla vize alabilme şansı bulamayacaksınız.

Yine altını çizmem gerekir ki interrrail planlarınızı da çok önceden yapmalısınız; özellikle iletişim kurmakta, arkadaş edinmekte çekingen biriyseniz.

Bu işleri tek başıma yapacak cesaretim yok diyorsanız da; çok önceden, belki de yola çıkmadan önce bu tür niyetleri olan insanlarla iletişime geçip ortak planlar oluşturmalısınız. Henüz Erasmus yapacağınız ülkeye gitmeden önce o ülkede arkadaşlar edinmeniz, onlarla iletişim halinde olmanız da fazlasıyla yararınızadır. Olursa olur, olmazsa ben tek başıma da yaparım diyorsanız, yapacaklarınız konusunda inatçıysanız, ben de size "helal olsun!" derim.

Şu son durumdan yola çıkarak şunu da belirtmek isterim: Eğer arkadaş bulamadığında tek başına bir yerlere gidemeyen biri iseniz, Polonya'ya gidecekler için önerebileceğim bir tur şirketi var. Ryanairle program yapıp denk düşüremediğinizde, ya da bilmediğim ülkede kendi başıma ne yaparım korkularınız varsa, Viyana, Prag, Amsterdam, Paris, İtalya turlarına bol miktarda Türk öğrenci ile birlikte katılabileceğiniz Mastertour'u takip edin. Tur başlangıçları Krakow'dan olduğu için, eğer Polonya'nın farklı bir kentindeyseniz, bir gün önceden Krakow'a gelerek başta Auschwitz olmak üzere şehri mutlaka gezmenizi öneririm.

Erasmus için Polonya'ya gidecekler; Krakow, Torun, Wroclaw, Varşova ve Gdansk'ı mutlaka görmeliler. Bir de Erasmusa gitmeden önce ya da gittiğiniz ülkede kesinlikle bir fotoğraf makinesı edinin ve süreç boyunca bol bol fotoğraf çekin. Onları internet üzerinden paylaşın. Aileniz sizi oradan takip ettiğinde mutlu olacaktır, emin olun. Hele bir de, ara ara yaşadıklarınızı anlatan küçük küçük yazılar yazarsanız, değmeyin keyiflerine... Aslında sizden sonra gideceklere kılavuz olması anlamında büyük bir iyilik ve bence bir sorumluluktur da yazmak! O yüzden deneyimlerinizi mutlaka paylaşın.

*Ryanair'in sitesine girdiğinizde sağ üst köşeden Erasmus ülkenizi seçip, o ülkeden olan uçuşları görebilirsiniz.

*Yararlanabileceğiniz Linkler:

Dil İçin: Hem İngilizcenizi geliştirmek hem de gideceğiniz ülkenin dilini en azından günlük ihtiyacınızı karşılayabilecek derecede öğrenmek adına, pratik yapma olanağı da tanıyan son derece işlevsel bir site: LIVEMOCHA (Bu siteyle ilgili olarak daha detaylı bir yazı okumak isterseniz şuraya bir göz atabilirsiniz.)

Konaklamalar için: HOSTELWORLD ve HOSTELBOOKERS

Gezeceğiniz yerlerde önceden arkadaşlar edinebileceğiniz, bir anlamda konaklamayı bedavaya getirebileceğiniz, bu anlamdaki yardımlaşmalara olanak yaratan önemli bir site: COUCHSURFING

24 Haziran 2011 Cuma

Aksiyonlu Günler... Umur 4

1.bölüm

Olağan günün olağan karmaşasını toparlayanların arasından hızla sıyrıldık. Komutanı bıraktıktan sonraki ortak düşüncemizin ne olduğunu biliyorduk. Evet, hepimiz aynı noktada takılı kalmıştık! Onca karmaşa, ateş, patırtı umurumuz da bile değildi. Bunlara eğitimliydik ve dönem itibariyle yaşadığımız olağandı. Ama sivillikten buraya taşıdığımız, kimliklerimizin en derininde olan bir alışkanlığımız vardı. Üzerimize yapışıp kalmış, bizi var eden etiketlerimizden biri, belki de en önemlisiydi bu: Umur.

Emniyet Müdürlüğü'nün merdivenlerini koşar adım tırmandık. Floresan lambaların sanki özellikle seçilmişler duygusu yaratan soğuk ve kasvetli ışıklarının aydınlattığı uzun koridoru son hızla geçtik. Siyasi Şube'nin ana kapısına geldiğimizde; olağanüstü bir tedirginliğin sarıp sarmaladığı, geleceğin ağır yükü omuzlarından taşmış, floresandan bile beyaz gözlerini endişeli bir belirsizliğe dikmiş, ucunda ufacık ışık bile görülmeyen karanlık bir umutsuzluğun dehlizindeki genç kız ile erkeğe göz atıp, hızla terörle mücadele ekibinin odasına daldık.

Günün gerginliğini kapının hemen yanındaki askılığa astık.

Bu küçük ve saklı kentin durgunluğuna sanki gökten düşmüş hareketliliklerdik. Bir anlamda taşra görevi sayılabilecek, sosyallikten uzak bu şehirde gün sayan devlet görevlilerinin, güvenlik elemanlarının arasına ülke tarihinin en belirsiz ve karanlık döneminde düşmüş birer katalizördük, renktik. Müthiş ilişkiler kurmuş, küçük bir cemaat oluşturmuş, sanki bir dokunuşla koca bir uyuyanlar dizinini harekete geçirmiştik. Bu bir anlamda, pervazsız gençliğimizi perdeleyebildiğimiz bir güç de sağlıyordu bize.

Bir iki kere daha "gün olağandı" demiştim, değil mi?

Bu olağan günün tozdan, baruttan henüz kurtulamamış akşamında, pek çok rakı masasında sohbetin dibine vurduğumuz şahane insanlardan oluşan bu ekiple birlikte bilmem kaçıncı kere çaylarımızı yudumlarken; onca ateşin altına henüz girmediğimiz, arabanın arka tarafından gelen bana suikast yapacaklar cümlesinden düşen kelimelerin aracın içini buz kestirmeye henüz başlamadığı dakikalarda fark ettiğimiz, hallerini sevdiğimiz, pozisyonlarını doğru adlandırdığımız ama komutanın işaretlemesiyle birlikte bir kez de onun algısıyla baktığımız iki kişi, bulunduğumuz odanın hemen dışında, işkence ışığı bir aydınlığın moral değerlere tümüyle dip yaptırdığı sandalyelerde, başlarında dikili polislerin gölgesinde, bizim çok rahatlıkla askılığa bırakabildiğimiz gerginlikten, hayal dışı anların korkusundan sıyrılamamış bir tükenmişlikle oturuyorlardı .

Aslında onlar ve biz, aradaki duvar çıkarılıp alındığında sırt sırtaydık. Üstelik biz onların bütünüyle farkındaydık ama onlar bunun farkında değildi.

Aslında ben de yıllar yıllar sonra bir gün, etrafımdaki kızlı erkekli şen kahkahalara göz olup, bu döneme ve bu olaya döneceğimin, yaptığımızın ne olduğu üzerine düşüneceğimin ve kocaman kocaman sonuçlar çıkaracağımın farkında değildim. Kocaman salonun fuayesinde balkon demirlerine yaslanmış, merdivenden çıkanları izlemekte olan ben; kendi gençliğimizin olağan karmaşası içinde eksik bıraktıklarımızın ya da dönemin bize kattıklarının muhasebesini yapacağımı, etrafımdaki neşeli kalabalığın ölüm korkusundan ve "her köşebaşının ardında ne var" tehdidinden uzak, siyasetin dışına itilmiş hallerine sevineceğimi bilmiyordum. Büyük salonun her bir tarafına dağılmış kalabalığın umutlu geleceklerine bakarken, yollarının nelerle kesişeceği üzerine hikâyeler uyduracağımdan habersizdim.

Bir tiyatro oyunu öncesinde fuayedeyken, geçmişin bu iki insanı, küçük bir tetiklenmeyle ve birden düşüverdi aklıma. Acaba ne yapıyorlardı? Bu kez etraftaki kalabalığı bir kenara koyup, sadece ikisi üzerine hikâyeler kurdum. Acaba birbirleriyle mi devam etmiştir hayatları diye düşündüm. Ekonomik ve sosyal durumları üzerine farklı senaryolar oluşturdum. Mesela genç kızı koyu renk etek ceketi ve gömleği içinde, uzun düz saçlarıyla çok katlı bir binanın üst katlarından birinde, elindeki dosyaları inceleyerek toplantı odasına giren bir mimar olarak hayal ettim. Sonra, çocuklarıyla bir sitenin bahçesindeki mangalın başında, köpekleriyle birlikte fotoğraflarını çektim.

Ve yıllar yıllar sonra ilk kez durum üzerinden farklı senaryolar yazdım.

Eğer biz, onca karmaşa içinde onları umurumuz yapmasaydık... komutanın "onların gözcü oldukları" yargısının ihbarını Cemal kendi algılamalarımızın doğruluğuna olan kesin inancıyla, çok zekice ve anlık bir kararla yapmasaydı... o karmaşa anında telsizin mandalına basıp anonsu geçerken, "Bayrak 01- merkez" yerine, "Bayrak 1- merkez" deseydi... yaşadığımız yoğun olayın karmaşasını ve temizliğini başka ekiplere devredip komutanın güvenliğini sağladıktan sonra ilk iş olarak Emniyet Müdürlüğü'nün yolunu tutmasaydık... "Bunlar sadece fotoğraf çekiyorlardı," diyerek tutuklanma anında söylediklerini doğrulamasaydık: Yoğun işkenceler, anlamsızca tutuklamalarla dolu yılın, bir çok eve ateşler düşen günlerin meçhul bir gecede evlerinden alınmış ve nerede oldukları bilinmeyen, hiç bilinemeyecek binlerce kaybından ikisi olacaklardı.

Varlığımızdan ve hayatlarına dokunduğumuzdan hiç haberleri olmayan, o gün ne yaşanıp ne bittiğini, kaderlerinin hangi yol ayrımında kimler tarafından değiştirildiğini hiç bilmeyen ve bilemeyecek, sadece yanlış bir zamanda yanlış bir yerde olmaktan öte bir hataları olmayan, ve işin kötüsü genç ve üniversiteli olan bu iki insanın kaderlerinin "umurumuz" olmamış halini ise hiç düşünmek istemedim. Evet biz o olağan günde hiç farkında olmadan olağan dışı bir şey yapmıştık. İki insanı belirsiz bir dehlizden almış, yeni yeni renklere boyayabilecekleri bir yaşamın kapısını aralamış ve özgür bir geleceğe, çok çok farklı bir hayata salmıştık. Üstelik o gün onlar umurumuzken, onlar için yaptıklarımız umurumuzda bile değildi.

Not: Bayrak 01 bizim diğer güvenlik güçleriyle oluşturduğumuz şifreydi, aynı zamanda komutanın arabasından aranıldığını belli ediyordu. Bayrak 1 her ilde olduğu gibi oranın en yüksek (sıkıyönetim) komutanın, yani bizim komutanın koduydu. Bayrak O1  "biziz" demekti. Tercümesi: "şahısları alın ama dokunmayın, geliyoruz"du. Bazen komutan yokken yolda kafamızı bozan bir arabayla rastlaşırsak, ya da korkutmak istediğimiz biri olursa bu kodla anons geçtiğimizde kafa dengi o tatlı abiler gereğini yapıyorlardı, hatta o abilerin araçlarının, mesela stop lambalarında biri yanmıyor, ve bizim anonsumuzla bir aracı benzer sebeple durdurmuş ceza yazıyorlar, o zaman yine mandala basıp kendinize de ceza yazın ya da aracı bırakın çünkü sizin de sol stobunuz yanmıyor, derdik.

Resim: Toronto'da yaşayan İranlı sanatçı Marjan Mazaheri'nindir.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Gerçek ayrıntıda gizlidir... Mİ?

Şu yazıya ektir...

14 Haziran 2011 itibariyle durum:
Kendi genel başkanken matematik hesabını başka türlü yapan malum kişi, genel seçimlerdeki olası sonuçlar üzerine kendisi ile ilgili yaptığım tahminler konusunda beni yine yanıltmayarak buyurdu: '' Ben genel başkanken oylarımız anketlerde % 29 du."

Bir seçimle realize olmamış olsa da, eğer doğru ise bu yükseliş, İstanbul'da yerel seçim sürecinde esen Kılıçdaroğlu rüzgarıyla mı, yoksa Baykal'ın şahsına duyulan güvenden dolayı mıydı acaba? Yerel seçimde alınan oyun % 23 olduğunu da küçük bir not olarak düşelim bu arada... İstikrarlı büyüme adına!
(Parti için zararlı gördüğüm iki isim Deniz Baykal ve Gürsel Tekin ile ilgili olarak, kardeşle, selam eşliğinde haklılığımı onaylayan bir mesaj yollayan Niyazi Abiye de selamlar:))

15.Haziran 2011 itibariyle durum:
Kronik kurultaycı zat-ı muhterem, birilerinin büyük emekler ortaya koyarak aldıkları sonucun üzerine konmayı, her seçim döneminde toplumda popülaritesi olan isimleri öne atıp onların sırtından oy devşirmeyi alışkanlık haline getirmiş, bu partiyi baraj altına düşürerek meclis dışında bırakan tek genel başkan olduğunu unutmuş "ebedi genel başkan": Yıllar önce, yeni bir yönetim kadrosu ve yenilenmeyle tirajını 100 binin üzerine taşıyan Cumhuriyet Gazetesinde patırtı çıkaran bazı kroniklerin yarattığı terör nedeniyle oluşan kopmaların ardından, satın almaktan vazgeçmem sonucu, tüm sanayi sitesinde zaten 2 adet satılan gazeteyi kastederek yaptığım "Cumhuriyet % 50 tiraj kaybetti" esprimin gerçeği bir matematik hesap içinde...

Sanırım kendisi; korkuları derin, direnişi içselleştirememiş, siyasi mücadeleden uzak, umudunu oy'unun gücünden ziyade başta militarizm olmak üzere başka güçlerin müdahalelerinden alan, sıkıştığında onlardan medet uman, kronik korkular yüzünden hazırcı, sırf bu nedenlerle CHP'den vazgeçmeyen, dolayısıyla bu argümanlarla kolayca korkutulabilen insanlardan ibaret sanıyor CHP seçmenini. Gerçi onun büyümek gibi bir derdi de yok ya! Küçük olsun onun olsun. Sonuç itibariyle hatırlatmak isterim ki CHP; yaklaşık 9 yıldır iktidarda olan ve beğenilsin beğenilmesin hizmet üreten siyasi bir rakibin karşısında son 35 yıldaki en yüksek oyunu aldı. Geçmişin çok parlak olduğunu sananlara duyurulur.

Ve sanıyor.. ve umuyorum ki Kılıçdaroğlu; aday listelerinde gösteremediği cesareti şimdi gösterip, gerektiğinde kurultay kılıcını çekerek malum kişi ve yandaşlarını ebediyete kadar susturacak, ve gerektiğinde müthiş bir savaşçı olduğunu ortaya koyacak.

"Pragmatist" Gürsel Tekin'in partiyi sağa açan akıldaneliklerinden vazgeçerek sol kimliğini öne çıkaracak...

Geçmişin yardakçı, tembel, emirkulu teşkilatını elden geçirecek.

İşte o zaman, gelecek daha parlak ve umutlu olacak.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Oyumla Barıştım!

Bundan 2,5 yıl önceki yerel seçimlerde mutsuzluğumu ifade eden, "Oyumu mu kullandım, yoksa birileri beni mi kullandı?" başlıklı, kendimle hasbihal eden bir yazı yazmıştım. Oysa yarın sandığa giderken, daha ziyade oyumu atarken, fena halde mutlu olacağım. Evet, uzun yıllar sonra bir seçime, tıpkı eski günlerdeki heyecanla katılıyorum.

Seçim gecesi planlarımı günler öncesinden ve biranöncenin telaşlarıyla, kıpır kıpır bir keyifle yapmaktayım.

Uğruna Fenerbahçe maçlarından bile vazgeçebilen ben yarın gece, Behzat'ımı ve arkadaşlarını yalnız bırakacağım. Bu kez biralarımı alıp, üstelik de çeşit yaparak, uzun bir aradan sonra, seçim gecesi yayınlarının keyfini çıkaracağım.

Mussano'nun Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan olduğunda yazdığı "Salakça Bir Mutluluk" başlıklı muhteşem yazısının altına yorum yazan sevgili Ateş Böceği'nin bana yönelik olarak kurduğu; "Bu konuyla ilgili fikirlerinizi şahsen çok merak etmekteyim" cümlesindeki isteğini yerine getirmemiştim ve bunu özellikle yapmış, bekleyip görmeyi tercih etmiştim.

Sıkı bir Baykal ve onun yönetim zihniyeti karşıtı olan, bu konuda da pekçok yazı yazan, onun gittiği gün ülkede ve partide çok şeyin değişeceğine sürekli vurgu yapan benim bu değişimle ilgili olarak , özellikle Kılıçdaroğlu ile ilgili, başlangıçta çekincelerim vardı. Hakkında benden daha derin ve olumlu kanaatler oluşturan Mussano'nun aksine; sınıfın orta sıralarında oturan, harıl harıl ders çalışan, iyi notlar alan, bunların dışında özellikle iletişim kurmak konusunda sorunları olan, sessiz ve asosyal öğrenci gibi görmüştüm kendisini.. iyi niyetinden ve çalışkanlığından asla şüphem yoktu. Televizyon ekranlarında belgelerle dövüp siyaset dışını atmayı başardığı siyasetçilere karşı gösterdiği başarılarını da, işini iyi yapan bir devlet müfettişi çerçevesinde değerlendirmiştim. Bizim şehirde referandum sürecindeki ilk mitingini izlediğimde açıkcası yetersiz bulmuştum kendisini. Yani o partinin liderinde olmasını istediğim "karizmayı" ve savaşçılığı kendisinde görememiştim.

Fakat süreç içinde, hiç gürültü patırdı çıkarmadan usul usul tasviye ettiği kişilerin ve siyaset tarzının yerine koyduklarına bakınca, koyduklarından kendi popülaritesini öne çıkarmaya heveslileri de farkettikçe sessizleştirmeyi başarınca, ve muhteşem ekipler oluşturup şahane bir kampanyanın vitrininde çok başarılı bir meydan konuşmacısı haline gelince, CHP siyaset kavgasını ortaya koyduğu projelerle yapmaya başlayınca, yavaş yavaş kitlelerle kurduğu diyaloğun sıcaklığını gözledikçe, gösterdiği adayların bazılarıyla ilgili itirazlarım ve çekincelerim olmasını rağmen tamam dedim.

Ve şimdi görüyorum ki; malum kişi döneminde hiç olamadığı kadar coşkulu ve inançlı CHP seçmeni... Ve ben gibi; "o adama " onun siyaset uslubuna kızgın insanlar müthiş keyiflenmişler... Ve çok uzun zaman sonra gençler, kadınlar kocaman bir heyecan ve coşkuyla heryerde, her platformda parti için çalışıyorlar... O malum kişi için yazdığım "Asıl Suçlu" başlıkla yazıda olması gerekenler şeklinde sıraladığım bir çok şeyin yapıldığını görüyorum artık. Partinin internet sitesine giren mavi renk ve sitenin modern hali, aslında çok güzel anlatıyor herşeyi; geçmişine saygılı ama çağı yakalamış ve gözünü ileriye dikmiş, önü açılmış çok sayıda potansiyel lider adayına sahip, şikayet etmektense neyi eksik yaptık diyebilen ve gerçek anlamda sosyal demokrat olma yolunda ilerleyen bir parti artık CHP...

Hep savunduğum, "Türkiye seçmeni her zaman cezayı keser ve bir seçenek arar, onu bulamazsa kötüler içinden iyiye yönelir" tezimle doğru orantılı olarak bugüne kadar, ne yazık ki CHP kendi sempatizanları noktasında bile kendini bir seçenek yapmayı başaramamıştı. Şimdi, özellikle Kılıçdaroğlu'nun şahsına gösterilen ilgiyle birlikte, artık seçmen gözünde önemli bir seçenek CHP. Seçim sonundaki oy oranının benim için hiç bir önemi yok! Çünkü artık Türkiye'nin geleceğinde güçlü ve doğru siyaset üreten, iktidarı telaşlandırıp küfürbaz yapan bir CHP var. Bütün fraksiyoner farklılıklarımıza rağmen biraraya gelerek peşinden koştuğumuz, destek verdiğimiz partinin geri döndüğünün fazlasıyla farkındayım. Ve ben seçim sandığına; kısa pantolonlu militan çocukların, kendi solculuklarından daha geri görseler bile katkı vermekten zevk duydukları, seçim gecelerini bayram yerine çevirdikleri partiyle yeniden kucaklaşmaya başladıklarını hissederek gidiyorum.

Müthiş sevinçli ve heyecanlıyım. Uzun bir aradan sonra sonra ilk kez yarın, oyumu büyük bir zevkle, seve seve kullanacağım.

Ve uzun zaman sonra yarın akşam, şahane bir "TV'de seçim gecesi" keyfi yapacağım.

Nihayet.

17 Mayıs 2011 Salı

Bugün Var Yarın Yok!



Yaşamın tezat anları ne kadar da rastgelinesi bir haldir. Mussano ailenin yeni kuşağının ilk çocuğu olarak dünyaya geldiğinde bizim odada koca bir aile şakırdarken, yan odadaki doğumun ölü olduğu haberi sus pus etmişti hepimizi... kendi sevincimizi bırakıp oradaki hüznü paylaşmıştık. Bugün Tırtıl'ların maçını izlerken, sınıflarındaki kızların, takımları yenik duruma düşse dahi yerini hüzne terketmeyen neşeli ve ponpon tezahüratlarına tebessüm ettik. Maçın ardından pür neşe okula dönerken, Kadıköy'ün alt kısmında girdiğimiz ara sokaklardan birinde, yıkılsın da yerine apartman yapılsın diye ölümüne terkedilmiş bu evi ve insan zulmune inat bir şefkatle şakıyan çiçekleri gördük. Ve biz bu anı, Tırtıl'ın kendine ait ilk makinası Nikon L 23 ile ölümsüzleştirdik.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP