27 Aralık 2008 Cumartesi

Naz Özsamsun...Bir İlk Resim...





Resim hepimizin bir tanesi dünya güzeli ''genç kızımız'' Naz'a aittir... Bu Naz'ın ilk yağlıboya çalışması olup, Picasso'nun bir tablosunun ana hatları kurşun kalemle çizilmiş halinin, tümüyle Naz tarafından renklendirilmiş şeklidir.

Naz kimdir? Dünyaya geldiği ilk gün, daha hastanedeyken benim, ''Allah kolaylık versin hepimize'' dediğim, ''Len çekilin gidin, ben herşeyi biliyor, hepinizi de tanıyorum,'' diyen, bize bahşedilmiş bir prensestir. Doğduğu günün ertesinden itibaren hepimizi saflara dizip ayağımızı o gün itibariyle denk aldıran bir tanemizdir. Bir süre baleye de gitmiş olan Naz, Türkiye çapındaki deneme sınavlarında artık gündem konusu bile etmediğimiz sayıda Türkiye birinciliğine sahiptir. Henüz dokuz yaşında olmasına rağmen her sene yaşını bir fazla hesap ederek kendini genç kız kategorisine terfi ettiren; ''Bak büyüdüğünde zaten yaşını küçülteceksin gel yapma, şimdiden ilave edersen o zaman ekstradan iş çıkaracaksın,'' demelerime, bu konuda uzun uzun konuşmalarıma rağmen; ''Ama sen bilmiyorsun dayı,'' diye başlayıp son derece akıllı bir strateji ve sabırla, artık ergenlik yaşının çok aşağılara geldiği tezinde direterek, beni bu konuda ebediyen susmaya mahkum etmiştir.

İkna yeteneği çok fazladır, siz yine de ikna olmazsanız son derece modern silahlarla donatılmış cephaneliğinden sürekli takviye yaparak, bütün cephelerde sizi darmadağın edebilir. O yüzden çok mevzi kaybetmeden susmakta yarar vardır. Ben Naz'a genelde hayır demem. Ne yazık ki anne ve babası bazen hayır demek gafletinde bulunurlar; sonunda da laflarını yemiş, bütün cephaneleri tükenmiş, bütün kaleleri feth edilmiş bir halde ağızlarından çıkan kelimeyi yutarlar. Ben sonunda söylemek zorunda kalacağımı başında söyleyip, asla hayır demiyerek bu yenilgi duygusunu bugüne kadar hiç tatmadım, tatmakta istemem.

Hiç bir silahı fayda etmezse sona sakladığı atom bombası kozunu oynar; mahzun bakışlarına gözünün ucuna getirdiği damlaları dizer, sizin teslim olmaktan başka bir çareniz kalmaz... Üstelik, bu teslim olma halinde bırakmaz sizi; sürekli ve sabırlı ve inadına çok tatlı bir diplomasi güderek, tüm aileyi kendisiyle teke tek görüşmeler yapıp, gönlünü alma çabalarıyla baş başa bırakır...

Minicik yüreği aslında kop kocamandır. O bir iyilik perisidir, arkadaşlarının enidir, başı diktir, zarif ve endamlı bir feministir. Sizi çok iyi okur ve hisseder, içlerinize işlemeyi, ruhunuza dokunmayı çok içtenlikle başarır. Kimselerin baş edemediği, kendinden bir, iki, üç yaş civarı küçük erkekler orudusunu, ailenin nişan, düğün, yemek gibi toplantılarında çok güzel idare eder, liderdir... Sürekli araştıran, merak eden ve kurcalayan bir kızımız olduğu için sonsuz sayıda icadı vardır. Son icadı mandalina yaprağı masajını, akşam küçük dayısına uygulayarak aldığı başarılı sonuçlar neticesinde franchising vermeye karar vermiştir. Kendisiyle bir de kafe projemiz vardır.

Geçen yaz kendi kadar tatlı ortağı ile birlikte deniz kabuklarını boyayıp deniz kenarında kurdukları tezgahta satma projeleri vardı. Yaptıkları ürünleri daha tezgaha koyamadan aile fertlerine kakaladıklarından, bir de benim tavsiyemle kalabalık bir yemek akşamında konuklara gerçekleştirdikleri bir sunumda onlara satarak, voleyi vurmuşlardır. Ancak, en nadide parçayı daha bunlar işe yeni başladıkları sırada satın alan Tırtıl, bunların o parçayı çok sevdiklerini sezdiği için, aldığı fiyatın çok üstü bir fiyatla nerdeyse tüm kazançlarını alarak kendilerine geri satmıştır; bu da sanatı parayla ölçmediklerinin en güzel kanıtıdır:))

Çok güzel motosiklet kullanan Naz giyimine kuşamına çok dikkat eder. Fırsat bulduğu her an babanne anne kim varsa onların topuklu ayakkabılarından birini çeker. Ayna önünde makyaj malzemeleriyle yakalamak mümkündür. İspanya'dan alınan önceki yıllarda giydiği elbisesi muhteşemdir. Çok şık giyinir, gittiği her yerde, her toplantıda, her etkinlikte bize gururlar yükler; koltuklarımız yeni pamuk doldurulmuş yastık gibi kabarır. Mussano'nun arkadaşlarının yazlıkta toplandığı bir gün, akşama kadar altı kıyafet, her kıyafetle birlikte saç modeli değişmişliği vardır. Tırtılla sürekli 'masada oraya ben oturacağım' kavgaları yapsalar da, Naz arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde, Tırtıl aralarına süzülme konusunda hep başarılı olsa da; zaman zaman konu birleşmiş milletlere taşınıp, Naz'ın, ''Ama biz genç kızlar olarak özel şeyler konuşuyoruz,o da bizi dinliyor.'' şikayetleri pek fayda etmemektedir. Tırtıl, bütün çareleri tükendiğinde Naz' ın bulunduğu ve kendinin alınmadığı eve dışarıdan ''Naz,Naz'' diye seslenip, onu cama ya da balkona alıp, halam çağırıyor yalanını yapıştırarak, istediğini elde etmektedir.

Kızımızı anlatmaya ne satırlar yeter ne de bu blog... Onun aslanlar gibi bir abisi ve bir sürü kuzeni vardır. Olur a ne güzel kız bu diye yanaşmaya kalkanlar olur. Buradan öte yazılacaklar onların dikkatine sunulur. En didiştiği Tırtıl, bir uyuma esnasında anlattığım, ailenin çocuklarından oluşmuş çetenin hikayelerinden birinin içinde, özellikle Naz'ı başarısız kılan ve düşman tarafından hırplandığına göndermeler olan anlatım sırasında iki eliyle gırtlağıma dalıp, ''Benim olduğum yerde Naz'a kimse bi şey diyemez lan!'' sözleriyle beni ölümün eşiğine getirdiği esnada son bir nefesle ''oğlum hikayedeyiz, ben de senin babanım,'' diyerek kendimi ifade etmeye çalışsam da;''Olmaz! Kimse Naz'a bir şey diyemez,'' diye konuyu bağlamıştır... Ama gün boyu kızı didik didik etme konusunda kendine özgürlüğü sonsuzdur.

Ha bir de ikizlerimiz var bizim: İki ana okulu sahibini işi bırakmak zorunda bırakan, şu an okudukları ilkokuldaki öğretmenlerin tayin isteme dilekçelerinin milli eğitimde öbek olduğu, okul müdürünün bunlar yüzünden emeklilik dilekçesini verdiği, biri yakaladığını kolundan ısırırken ötekinin tepesine tırmandığı ikizler... Diyelim ki bunları ve diğer kuzenleri kazımadınız; o zaman, üç sırıklar devreye girer. Etrafını çevirdikleri kişinin dünyasına karanlık çöküp güneşi yok olacağından, buz kesmiş bir ortamda nefessiz, havasız hali donmuş bir heykel şeklini alıp ruhu gökyüzüne doğru yolculuğa çıkacağından; Naz'a sarkılmaması özellikle önerilir.Çünkü aralarında birer yaş olan üç sırıklardan Alpino ve Mussano 1.95 i çoktan geride bırakmış olup, kulağı küpeli de 1.90 sınırını zorlamakta ya da geçmek üzeredir.

Naz'ın annesiyle aynı kaderi paylaştığını vurguladığı ve bunu sıklıkla da yüzümüze vuran serzenişleri keyiflidir. Sekiz erkek kuzen içinde tek kız olmak hem çok güzeldir aynı zamanda da onların erkek oyunlarını kenardan izlemektir. Annesinin ''Kızım bende aynı çileleri çektim'' sözlerini alıp, zaman zaman mahzunluk maskesini yüzüne geçirip, ''Ben hep dışlanıyorum,'' diye gözyaşıyla süsleyerek satsa da, o kuzenlerinin bir tanesi ve başlarının tacıdır. Ama bu dışlanıyorum meselesi ve söyleme biçimi bir espri olarak tüm oğlanların dilinde slogan halini de almıştır.

Yukarıdaki resim şu an itibariyle hepimizin gurur kaynağı olarak evin en güzel duvarında gösterimdedir. Ve hepimiz biliyoruz ki; bizim bir taneciğimiz, dünya güzelimiz bu resimden çok daha güzellerini ve tümüyle kendi yarattıklarını çok yakın zamanda beğenilere sunacak. O, hepimizin gözbebeği ve en sevilenidir, bir sürü böceğin içindeki nadide çiçeğimizdir.

Tüm La Paragas yazanları olarak da: Bu ilk yağlıboya tablosunu, büyük medya kuruluşlarının tüm ısrarlarını ve yüksek para tekliflerini geri çevirerek bizim yayınlamamıza izin verdiği için kendisine çok teşekkür ediyor, ve tercih edilen yayın organı olmanın haklı gururunu yaşıyoruz:)) Ve onun çok sevdiği Hepsi grubunun bir şarkısını, karınca kararınca ona armağan ediyoruz.

26 Aralık 2008 Cuma

Acıyı Bal Eylemek...




Bir cumartesi öğleden sonrası arkadaşlar balık tutmaya gidiyorlardı... Ben de onlarla biraz takılır oradan da eve giderim diye düşünmüştüm. Şimdi giderim diye diye vakti biraz sarkıttım. Yaza yakın bir dönem olduğu için saatinde farkına varamamıştım. O zaman her dakika araba bulmakta zorluklar vardı.

Eve gittiğimde babam gelmişti. Yemek yenmiş miydi yoksa benim gelmemimi bekliyorlardı hatırlamıyorum. Babam alt kat mutfağının kapısının yanındaydı; annem de onun yanında... Babamın üzerinde  kendi harçlıklarımla aldığım ve yemin ederim bir ömre sığmayacak kadar sevgiyi, minneti, saygıyı ambalajlarken içine koyduğum; gece mavisi üzerine, kırmızı yeşil açık mavi ince çizgilerden kareleri olan kısa kollu gömleği vardı. Bu benim ona alabildiğim son babalar günü hediyesiydi.

Kapıdan içeri girdiğimde burnum havadaki kokuyu almıştı. Kem küm ederek bir sürü anlamsız lafın arkasına sığınmaya çalıştım. Hangi duvarı örsem saklamıyordu. Karşıdaki iki göz her duvarın arkasından bulup çıkarıyordu. Ter basmış bir titreme içinde, ışığa yakalanmış tavşanlar gibiydim, kaçamıyordum. Bütün savunma hatlarım; o kadarcık bir süre içinde yıkılmıştı. Oldukça ağır ve sert bir tokatla cezam kesildi. Dudağım şişti. Bütün vücudum bir yangının içinde kalmış; gözlerim sele dönecek yağmur bulutları gibi dolmuştu. Dudaklarım; içimde çakan şimşeklerin sesini ortalığa saçmamak için dişlerime teslim olmuşlardı. Ağzımda ılık, tuzlu bir kan tadıyla kendimi yukarı zor attım. Kimseler gelsin istemedim yanıma... Göz kapaklarım dayanamadı gözyaşlarımın baskısına; sele döndüler.

Bir süre sonra çocukça ağlamaların seni başka bir yere taşıyacağı hissi veren sıcak, huzurlu uyumasına teslim ettim kendimi...

Yediğim tokadın acısına üzülmemiştim. Babama üzülmüştüm. Onun nasıl bir endişeyle beni beklediğini biliyordum. Kimbilir ne felaket senaryoları geçmişti kafasından. Nasıl bir iç sıkıntısına yanıt bulamamanın çaresizliği ile beklemişti. Eğer yemeği yediyse, farkında mıydı? Aklında bin tane endişe tilkisi; beynini leş parçalar gibi darma dağın etmemiş miydi? O tokat atmamıştı bana; en sıcak sarılmadan daha sıcak sarılmıştı. Oğlum seni çok seviyorum. Seni çok merak ettim, çok endişelendim diye bağrına basmıştı. Babam (26 aralık 1980) öldüğünde neden bir kez bile aleni bir şekilde sarılmadık diye üzülmüştüm. Çünkü askerdeyken her gece, şu anki yatak odasının olduğu yerdeki oturma odasında kanepeye ters oturup; ayaklarımızı radyatörün üzerine koyup; kardeşlerle birlikte babayla yaptığımız sohbetleri özlerdim. Sonra fark ettim ki, özellikle kendi çocuklarım olduktan sonra, babamla ben o kadar çok sarılmışız ki ...

25 Aralık 2008 Perşembe

Algıda Seçicilik ...Tabata Olayı!..



Kar yağacak derken, sabahın köründe denizin üzerinden kafa kaldıran kızıllığı görünce, tamamdır dedim.

Güneşle gri bulutların yer kapma savaşı müthiş... Bizim gökyüzü, küçük küçük balonlar gibi kızıllıktan nasiplenmiş, güneşlenmenin keyfinde, öbek bulutlarla dolu... Deniz sert, tepeleme dalgalı. Kızgın bir "en benimci" olmaktan öte, günün keyfine coşkun, hoş bir balad tadında, katılımcı... Şehrin üzerine doğru baktığımda, koyu gri hatta füme bir renk var. Ama güne kafa kaldıran güneşin kızıllığı orayı da zorluyor. Sanırım bu gün, güneş kazanacak.

Tüm bu güzelliklerin eşliğinde elimde kahve kokusu gazetelere göz atarken, bir habere takılıyorum; daha doğrusu bir yoruma... Yorumdan yola çıkarak, olayın fotoğrafını buluyorum.

Haftasonu oynanan Gaziantepspor- Bursaspor maçında golü atan Gaziantepsporlu Tabata, gol sevincini nerdeyse kapalı tribünün ortalarına kadar çıkıp karısını öperek, onunla paylaşıyor. Maçın hakemi Özgüç Türkalp; futbol oyun kuralları aşırı sevinç gösterisinde bulunan, tribünlere çıkan oyuncuya sarı kart gösterilmesi gerektiğini söylemesine rağmen "Hanımının yanına gidip onu öptüğü için, biraz da bu güzel görüntülerin olmasını istediğimden kart göstermedim" diyor, maç sonrası "Neden kart göstermediniz?" diye sorulduğunda...

Anlı şanlı uslubuyla bir televizyon yıldızı ve "en" olmanın herşeyi bileni Erman Hoca, Hürriyet gazetesinde okuduğum köşe yazısında bu durumu: '' Peki Özgüç, buna kart göstermeyeceksin de çocuk yapmaya kalkarsa ne olacak. Kurallar belli ama bazen o kuralları pozisyona, olaya bakarak uygularken sonradan olacakları da iyi düşünün. Bak göreceksin hakemlik hayatın boyunca sana kaç tane örnekleme yapacaklar bu konuyla ilgili. Sonunda, inşaallah sen haklı çıkarsın.'' diye yorumluyor.

Aslında çok basit gibi duran bir konu, adalet dağıtmanın ne kadar zor bir şey olduğunu ortaya koyuyor. Ve aslında fazlasıyla eleştirdiğimiz hukuk sisteminin kural koyucularının işlerinin ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Elbette burada sözünü ettiğim hukuk sistemi ya da yasalar, faşist dönemlerde iktidarı ellerinde tutanların gütme ve susturma mantığı üzerine kurgulanmış, ''hayatı'' düzenleyici, daha doğrusu biçimlendirici türden olanlar değil..

Ne kadar iyi niyetle ve insanlara dönük, onların daha iyi yaşamaları, daha özgürleşmeleri için koyulsa da kurallar, yine de insanların hayatı algılamalarıyla doğru orantılı olarak, yorumlanma biçimlerinde farklılıklar yaratabiliyorlar.

Bu olaydaki iki bakış açısının da doğruları var.

Sonra düşündüm; hakem olarak sahada olsam ne yapardım? Ya da kuralları uygulamakla sorumlu hakemin bağlı olduğu kurumun yöneticisi olsam...

Hakem olsam, Tabata'nın tribüne gidişini, hareketinin bana ifade ettiği olumluluktan yola çıkarak engellemezdim. Söz konusu eylem gerçekleştiğinde içimde bir sıcaklık hisseder, tebessüm ederdim. Oyuncu sahaya dönerken, bu tavrına saygının bir gereği olarak tac çizgisine doğru anlayışlı bir şekilde yürür, durumdan hoşnut gülüyor olurdum. Elimi ona doğru uzatıp elini sıkarken, sarı kartımı da gösterirdim.

Hakemin bağlı olduğu kurumun, yani MHK''nın başkanı olarak da, hakemimin insan yanını anlar tebrik eder, kalbinin saflığına, olayı yorumlamadaki anlayışına saygı duyar, bunun çok hoş bir an ve dolayısıyla kendi tavrının da güzel olduğuna tekrar vurgu yaparken, yaşamın kurallar manzumesi olduğunu ve o görevlere talip oluyorsak, doğal olarak kuralları da uygulama anlamında bir söz vermiş olduğumuzu, tüm bunlara eleştirel bakma, değiştirilmesi konusunda çaba koyma, değişik platformlarda tartışıp karşı görüşlerimizi belirtme gibi bir demokratik tavır sergileme hakkımızın olduğuna vurgu yaparak, cezası açıka belirtilmiş eylemlerin ceza kesicisi olarak sahada olduğunu unutup, kuralın gereğini yapmadığı için de cezası neyse onu verirdim.

Çünkü, yorumcunun cümlesinin ikinci kısmındaki gibi; ne yazık ki iyiniyetlerin kaymağından yararlanıp kantarın topuzunu kaçıran ve o halleri öncekilerle ve niyetleri çok farklı olanlarla örnekleyip çok güzel kullanan, yasalarda kötü niyetleri doğrultusunda boşluk arayıp bulan ve onlarla topluma zarar veren insanlar da gereğinden fazla...

Ve bir genel yayın yönetmeni olsaydım; en ünlü edebiyatçılardan birine o anı yazdırır, haberi manşetten girerdim. Sanırım her şey insanlar yaratabilmeyi becermekte ve insan olabilmekte... Yani eğitim şart!

Resim Hürriyet com.tr den..

24 Aralık 2008 Çarşamba

Düş'e Bakış Açısı...


10.22:54 kadının e-postasına düş(en)

...o ''galiba'' aslında derinliğe bir vurgu:))...doğruyu bilip kendine itiraf edememe şımarıklığı,racondan saklama halinin parodisi,ergen bir tazelik ...

Resim Gustav Klimt'in Kiss adlı tablosudur.

23 Aralık 2008 Salı

Dünün Blogu...



Dün Blograzzi'de
günün blogu olmamız nedeniyle bizi kutlayan ve orada kutlayamamış olsalar da yüreklerinin nasıl attığını çok iyi bildiğimiz okurlarımıza ve blogger dostlarımıza; içtenlikle ve tekrar çok teşekkür ediyoruz.

Ve bizler için tüm unvanlardan, puanlardan, sıralamalardan ve seçilenilen yerlerden çok çok daha değerli olanın yüreklerinizden çıkmış sözcükler, duygular ve onların samimiyeti olduğunu bilmenizi istiyoruz.

O içtenliklerin ürünü yazılarınızdan fazlasıyla beslendiğimizi, aranızda olmaktan mutluluk duyduğumuzu, her birinizin bloglarının da ayrı ayrı bizim birincilerimiz olduğunu özellikle vurgulamak istiyoruz.

Verilmiş emeklerin ödüllendirilmesi elbette çok hoş; ama o ödülün, o emeğin sunulanlarından gelmesi çok daha hoş. Bizi çok kısa sürede oralara taşıyanlar sizlerdiniz, onun için teşekkürümüz size:))

Hepinizi çok seviyoruz.


captaiin, mussano jr. buraneros

21 Aralık 2008 Pazar

HOŞÇA KAL …



masal kokan battaniyeler altında düşlere dalma çağını geçmiş ama hala saçlarımı süt mısırı ördüğüm yaştayım...

uzaktan sevmeleri sevmek sanacak kadar ve hilesini görmezlikten gelip aynı sevdaya aynı kuvvetle sarılabilecek kadar aptal ve abuk tekrirleri ahenk sanma yaşımdayım...


rakamlarımı devrediyorum.

yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı


ufak bir kız oturuyor dizime

parlak gözlerini görüyorum

ve kız büyüyor...

büyüyorum..

onun masumiyetinin yanında canavar duruyor her şey

her şey susuyor o bakınca..

ismini soruyorum

isimsizliğine büküyor boynunu...



isimsizliğim...


benim şu başka yüzlere bürünme ,başka isimlerle başka bedenleri giydiğimi sanma anlarım...

başka isimleri aldığımda hep bir kendimi kandırma hali ve yine isimsizliğim...



aşklarım...


hayali sevgililerle aldattığım sevgililerim...

bir bankta ya da sakin denizlerin güneşli sahillerinde yanıma yanaşma çabaları,onların...

her seferinde saf kız modlarım,

ortada hiçbir şey yokken gülmelerim ve hoşlarına gitmesi...



arkadaşlarım...

patikalarından geçtim ben onların...söylenecek de çok söz birikmedi öyle...hepsini çok sevdim.

şiirler biriktirdim haznelerime ve olur olmadık zamanlarda okudum her birine ...

gözlerinde çatlak bir şair ve çoğu kez şakadan başkası değildim...



annem…

paylaşılacak bir şey olsa söylerdim elbet ve sende her seferinde sorgulayan gözlerle bakmazdın.

Yürüyüşünden konuşmana değin hayranlık duymazdım sana…

Ve güzel kadın! Ağlayacağın mektuplar yazmazdım…

Kimseler bilmiyor

Sende bilmiyorsun…

Bir teni seviyorum bir dokuyu bir ak yüzü seviyorum bir kokuyu seviyorum ben…

Küpelerini ve daha çok kolundaki aksesuarların şıngırtısını seviyorum

Ve ev içi adımlarından tanıyorum seni

Çok kez sen olmayı seviyorum...



Babam…

Şimdi bir bilse…:)



Yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı.

Şimdi bir kırık hayal bırakıyorum bu yaşımda.

öfke korku ve arzu bırakıyorum

Tüm sevmelerimin kombinesini alıp dokunulmaz ve erişilmez kılıyorum onları

Saklıyorum gün görmeyen kafeslerimde…

Çoğu kez haklı saydığım kendime kızıyorum.

kendimce ilan ettiğim acımazsız katillere; ve tabiatımın temizliğine inandığım zamanları topluyorum.

ayrılıklarımı bölüyorum…




dönüyorum.

dönmek kaçınılmaz böylesi zamanlarda.



Buradan bakıp hepsine ayrı ayrı gülümsüyorum,çoğu kez “işte bu” diyip seviniyorum,keşkeleri ve belkileri siliyorum fikrimden,bir bohça hazırlıyorum kendime ve çağıma gömüyorum hepsini,izsiz…


kezzaplı günlerim,hep sorduğum ve hep cevapsız kalan sorularım,imanım,yeminlerim,sözlerim,rollerim,hep tereddütle hep sıkıntıyla hep korkuyla içtiğim pencere önü sigaralarım,nikotinli ellerim,yakalanmalarım ve aka bindeki yalanlarım,olur olmadık zamanda yüz boyamalarım ve ayna karşında geçirdiğim onlarca saat,harçlıklarımın birikintisi içmelerim…


isimsizliğim…


ve hoşçakal sevgili 17 im.


Müzik, Damien Rice'ın 0 albümünden The Blower's Daughter adlı şarkıdır.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Radara Gir ki Görem 2

Önceki yazıda anlatılan olaydan bir süre sonra, şehir içi sayılabilecek bir yola göre Monza Pistinin start finiş düzlüğünde tur rekoru kıracak pilotun kullandığı aracın hızına eş değer bir hızda giderken, her zamanki üst geçidin arka direğine yatmış radarı farkettim. Onu farketmemle az ileride büyük bir zevkle bekleyen eli makbuzlu ekibin kucağına düşmemek için, dönebileceğim ilk (dönülmez) yerden dönüp dağlar tepeler aşan bir izbe yoldan tüyerek, düşman pususunu aşmanın gururu paçalarından akan bir yiğit edasıyla eve geldim.

Sonraki günler:

Günlerden bir gün; kendi işlerini halletmeyi maske yapıp babamın yeni öldüğü ve benim erken bir yaşta kendi seçimlerim doğrultusundaki tüm projelerimi ve hayallerimi çöpe atıp en büyük erkek çocuk olmanın yüklediği sorumluluklar çerçevesinde önüme koyulmuş ve kendi ahlakımın gereği bırakıp gidemeyeceğim bir mesleği kendimce projelendirdiğim, kanımın deli, yaşımın mecburen akıllı olduğu yıllarda, emekli bir banka müfettişi olan en amcam kıyıdan köşeden çaktırmadan "ne ediyo la bizim oğlan" teftişindeyken... şehrin farklı bir yanında kendi işiyle ilgili bir görüşmesi olduğu gün, o yıllarda bizimle çalışan ben yaşlarda birini yanına katarak onu götürmesini istedim.

Bunlar arabanın alışkın olmadığı koşullarda akıllı uslu seyir halindeyken ileride polisin yaptığı olağan çevirmelerden birinde, çoğu araba salınırken "sağa çek" işaretiyle durdurulup biraz beklemleri gerektiği söylenince ve "ne oldu ki?" tedirginliğinde sağa sola bakınırken, rengi her ne kadar sürekli değiştiriliyor olsa da tüm kamuflaj çabalarına rağmen herkesin "naber lan bizim radar," dediği, legalitesini bir türlü örtemeyen araç yanaşıyor.

Direksiyondan; ben amcamın yalancısıyım burun deliklerinden duman, ağzından alevler çıkan, yeni bilevlenmiş tırnakları kılıç gibi, gözlerini kan bürümüş yedi lenger Mamut Pelvan biri iniyor. Yine amcamın demesi; o güne kadar duyduğu, bildiği, dinlediği hiç bir öcü hikayesindeki karakterle eşleyemediği için, o yetişkin halde bile tırstığı bir yaratıkmış. O gün bugündür sülaladeki tüm çocukları mızmızlık ya da yaramazlık yaptıkları anda "seni radarcıya veririm" cümlesiyle mum hale getirmek mümkündür; ikiz felaketler hariç.

Radarcının "Nerde lan bu arabanın şöförü?"sorusu lav silahından çıkmış alev topu gibi dolarken arabanın içine, oturdukları koltukların altına saklanmaya çalışan bizim tayfa, koltuğun alt kızaklarından bir delik bulup da arabanın altından tüymeye çabalarken, arabayı kullanan arkadaşı ensesinden kapan radarcı "lan ben bu kediyi yemezmiyim" kıvamındayken bir anda, "sen kimsin?" oluyor. Abi işte ben kullanıyorum kem kümünde ( insanların kayıp listelerinde ne olduğu meçhul yıllar olduğu için) muhtemelen altına kaçırmış ama olayı anlatırken bize söylemeyen sürücümüze bakan zatı canavar, elinde tuttuğu bizim adamı kaldırdığı yükseklikten koltuğa olduğu gibi bırakıyor.

"Sen değilsin o," diyip şu cümleleri kurmaya başlayınca: "Bu arabayı uzun boylu kara kaşlı yakışıklı bir çocuk kullanıyor. Falan şehirli falanca ders öğretmeni şarışın bir sevgilisi var, bana o çocuğu verin." diyor. İnsanları kurdukları cümlelerden yakalamayı çok iyi bilen üstadım en amcam, radarcının bütün heybetini yıkar bir sesle masumane soruyor: "Niye arıyorsunuz ki, bir suç mu işledi?" Bir nebze gardı düşen radarcı: " Geçen gün benim pusumdan öyle bir hızda geçti ki" diye söze başlayarak alamadığı intikamını amca ellerinden aldırmak için en saygılı diliyle el frenini bırakıp anlatmaya devam ediyor: "Önümüzden bir toz bulutu geçtiğinde bermuda şeytan üçgeninde radar aleti alabora olan gemi mürettebatı halindeydik. Bir an tanrım nooluyoruz diye şehadet getirirken, kendimizi son anda toparlayıp, bu panik halinden kurtulduğumuzda ilerde çevirme yapan ekibe anonsumuzu yaptık. Ama gelen yanıt daha da ürkütücüydü; Öyle bir araç gelmedi. Araç dışında durup plakaları not alan arkadaş toz topraktan ağzını gözünü ortaya çıkarmaya çalışırken bir yandan, bizim görmezliğimizi de fark ettiğinden sadece mavi bir arabaydı diyebildi. Elimizdeki verileri bir araya getirdiğimizde bunun hangi araba olabileceğini aşağı yukarı tahmin edebildik." diyor.

Sözlerine; "Aklımızda o mavi arabanın resmi, her gün ve her yerde onu ararken, olaydan yaklaşık üç beş gün sonra yine bir görev dönüşü karşı şeritte gördüm onu" diye devam ediyor. "Normal seyir halinde olduğu için ben ilk kavşaktan dönüp ona yetişmek amacıyla arabanın tüm limitlerini zorlayarak arkasından gaz bastım. Beyefendi düşünebiliyor musunuz ben o yolda onca insanı, aracı riske ederek 160 km hıza çıktım, nerdeyse tabanı delip aşağı geçirecektim ayağımı. Yandaki arkadaşım koltuğa yapışmış, korkudan bembeyaz suratıyla az önce görüp peşine düştüğümüz aracın yer yarılıp içine girmiş halini görünce, bir cinciye başvuralım önerisinde bile bulundu. Ben tüm bu nedenlerle aradığımız arabayı az önce karşı şeritten giderken görünce gün bugündür deyip anons ederek, özellikle bağlasınlar diye durdurttum." demiş.

Tabii amcam o anda bana saydı mı, yoksa yakışıklı kelimesinden "hani bana da benziyo lan bu oğlan" gibilerden kendine pay çıkarıp sakinleşti mi bilimiyorum; bununla ilgili bir kayıt ya da belge yok elimde. Ama eminim kızsa döndüklerinde bana bu durumu "oğlum dikkatli sür şu arabaları" dozunda şevkatli bir nasihatla anlatmaz, eline aldığı not defterinin en eski sayfasından başlar, ağzıma yazdan hazır ettiği bütün tezekleri doldururdu. Demek ki benle gurur duymuş.

Neyse; zaten küçük olan şehrin banliyosunda yaşadığımız için, bir de akşam eve dönüşler karanlığa kaldığından, o yıllarda radarın teknolojisi de gece görüşüne yetmediğinden bu kedi fare oyununda bir nebze avantajım vardı. Karşıdan gelenlerin sellektörleri bir uyarı görevi yapsa da henüz cep telefonu keşfedilmemiş olduğundan bazen, anlık istihbaratın paylaşımı çerçevesinde sorunlar yaşayıp kırk yılda bir de olsa böyle pusulara düşüyorduk. O günden sonra uzunca bir süre radarın patronu ve ben o hasretler çeken kavuşmayı bir türlü mutlu sona ulaştıramadık; ta ki benim can arkadaşlarımdan biri ehliyetini kaybedene kadar...

devam edecek... Aslında etti de hangi yazının içine sıkıştırdığımı bulamıyorum:)

Ama bu yazıyı seven şunu da sevebilir!


Radarsal tarih çok hızlı araba kullananların ve bu hikayelerle büyüyen çocukların olduğu bir ailede ehliyet yaşına gelmiş, gelmekte olan bebeler için yazılmaktadır.Amca,baba,dayı olunca gerçekten zormuş:))

19 Aralık 2008 Cuma

Radara Gir ki Görem...

Önsöz

Uzun yıllar sonra içimizden biri, geçenlerde radara yakalanınca, şu anda ikimizin arasındaki bu durumu bebeler, özellikle sırık bebeler duyduğunda maskaraları olma ihtimali söz konusu olduğundan, şanlı geçmişten bir hikayeyi yazmak elzem oldu. Bir bölümde tamamlanması mümkün olmayan bu konuyu, kalabalık ailenin bebelerinin ilerde gurur duyacakları bir belge olarak tarihin tozlu raflarından alıp günışığına çıkarıp sonsuzluğa bırakıyorum.

Sorun ve üzerini kapatmaya çalıştığımız şey radara yakalanmaktan ziyade yakalanma hızındaki komik değer olduğundan, şanlı tarihten bahsederken, özellikle bu rezalete neden olan kişi ile ilgili olarak, tarih yazmanın ön şartı olduğundan ufak çapta bir abartı kullanılmıştır.

Radarsal tarihe giriş:

Yıllar önce bir akşam sofrasında kız kardeşim kendi harçlığına kıyamadığı için üstünü kapatamayarak cesur bir kararla benim tüm dalga geçmelerimi göze alıp, (ki bu cesaretini yiğidenin hakkını yiğideye ver sözüyle içimden teslim etmiştim) sabah okula giderken radara yakalandım deyince: ''Ne salaksın ya her gün aynı yolu gidiyorsun, o radarın nereye kurulduğunu biliyorsun ve keklik gibi yakalanıyorsun,'' deyip, lafı orada da bırakmıyarak, sofraya oturana kadarki sürede makinada yanlış ayarda yıkanmış yün kazak kıvamına getirmiştim onu...

En küçük kardeş daha emekleme döneminde babanın ve ehliyet yaşına gelmemiş benim yanımda "araba kullanmak nasıl bir şeymiş" gözlemleri yaparken, yürümeye başlamayla birlikte oyuncak arabaları bırakıp normal arabayla bahçe içinde ileri geri yaparak staj aşamasına geçtiği, "Arkadaş siz tosbağa hızında gidiyorsunuz, ben lisansımı dikiz aynasında ve önünde araba görmeye tahammülsüz abimin yanında yapacam" deyip yan koltuğa yapıştığı, kız arkadaşlarımla buluşmaya gideceğim zamanlarda da ancak odaya kitletip tüyebildiğim yıllar yani...

Bütün bir akşam nasıl radara yakalanırsın geyiğinin ertesi sabahı şehire inecek anne, babanne kim varsa arabaya doldurup yola çıktım, ki farkettiğimde işi işten geçmiş, ayağımı frene koyup iniş hızına geçebilmemle- o gün büyük bir sürprizle, ki asla iki gün üst üste kentin aynı noktasında ve aynı saatte durmadığını bildiğim ve manalı bir şekilde gülen yüzlerle "günaydın," diyen polislerin önünde ancak durabilmiştim. "Alma mazlumun ahını ya da gülme komşuna gelir başına"nın doğruluğunun bir kanıtı gibi duran bu anda, bazı yakınlarımızın statülerinden güç alarak polisle dik dik konuşmama rağmen bir faydasını göremeyip, uygun rakamların yazılı olduğu makbuzu elime almıştım.

Tabii o günün akşamında eve benden önce dönen değerli büyüklerim sayesinde haberi benden önce gittiğinden, kapıyı ağzı kulaklarında açan kızkardeşi görmek vücut kimyamı bozsa da, her koşulda suyun yüzünde kalmayı beceren ben; yakaladığı bu anı doya doya yaşasın diye sessiz ama ben sana sorarımcı bir gülümsemeyle içeri geçtim.

O lezzetli sofrayı; "Lan tosbağa hızında gidip radara yakalanıyosun, sonra kullandığı araba yüzden başlayan birine laf söylüyosun, zaten ben radar takıyo olsam aman yakalanmim hızında gider, yakalanırsam da aptallığıma yanardım. Ben otorite tanımıyorum bilmiyo musun, tırsısam anarşist olmazdım." gibi veciz sözlerle tatsız bir hale getirmeye başlamıştım ki, sansür bipine takılmadan masaya düşen "anarşist" sözcüğü yüzünden daha ağır ve kaliteli cümlelere geçemeden, okul bahçesine girmiş dipçik atan jandarmadan, polis copundan bile acıtan anne ve babanne salvolarını karşılamak söz konusu olmuş; çok cephede çatışmaya alışmış, bundan da zevk alan biri olarak, sadece onların yüreklerindeki endişe yüzünden beyaz bayrak çekmek zorunda kalmıştım. Çünkü ülke şartları çetin anne baba yürekleri dağlı yıllardı...

devamı...

İLETİŞİM İÇİN

mucanberk@hotmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP