sevdiğimiz mekanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevdiğimiz mekanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Eylül 2022 Salı

Vira Bismillah Vira Palamut

Hava muhteşem. Çünkü güneşli ve pırıl pırıl. Üstelik enn sevdiğim gün. Cumartesi. Ben dışındaki tüm koşullar tadında. Ben de tadımdayım. O halde başlayabilirim. Giyinip çıkıyorum. Spor bir şıklık. Vira Bismillah dendi ve balık sezonu başladı. Hakkını vermek boynumun borcu. Elbette bir ritüel bu, o halde istikamet balığın merkezi. Keyifli bir tren yolculuğu, iniş istasyonum mükemmel bir nokta; Liman. İnince rayları geçip enfes bir parka gireceğim. Sonrasında da balığın en taze olduğu noktaya, balık haline. Hoş ve dairesel bir bina. Orta bölümünde yine dairesel bir lokanta var; benim en sevdiğim belediye başkanlarının eseri. Lokantayla yine dairesel dizilmiş balıkçılar arasında da parke taşlı bir yol ile yakışır bir kapalı alan. Önce balığımı seçmeliyim. Miss gibi tazelik. Çeşitlilik güzel, denizden bu sabah, bir kaç saat önce çıktılar. Kafa karıştırıcı bir durum söz konusu olsa da ben sezonu palamutla açmalıyım. Alanda alkol yok ama her çeşit balık en taze halleri ile ve birinci elden var. Balığımı seçtiğime ve ödemesini balıkçıya yaptığıma göre lokantaya geçip masama karar verebilirim.


Cam kenarında, tezgahlardaki alışverişi de gören masayı seçtim. Garsonumu da sevdim. Efendi, ölçülü, az konuşur nitelikli bir genç adam. Elbette sezonun açılış günlerine yakışır bir masa donatacağız.

"Bir mısır ekmeği lütfen."

"Bir turşu kavurması lütfen."

"Bir de salata lütfen."


Hımmm... sıcacık mısır ekmeği, sıcacık turşu kavurması ve görüntüsü enfes, balığa ve masaya yakışır bir salata. Mısır ekmeği ve turşu kavurmasını fazla soğutmadan sezon açılışını yapsak nasıl olur?

Bünyedeki tüm paydaşlardan güzel olur yanıtı geliyor. Elbette kırmıyorum onları ve abartmadan, kıvamında bir incelikle ve aralıklarla götürmeye başlıyorum. Hakikaten müthiş bir keyif. Mekânda bir kaç kalabalık masa daha var ve görüntü o ki balığımı biraz daha beklemem gerekecek. O halde usulca olmak koşuluyla mevcutların tadını çıkarmaya devam. Hem yavaş hayat güzeldir.


Ve günün ve hatta sezonun ilk balığı görünüyor. Solist altları saygı içinde şöylece bir toparlanıp sahneyi ona açıyorlar. O vakar içinde, kendine güveni tam. Zarafete bakınca çatal bıçağı alıyorum elime. İlk lokma ve gittim ben. Muhteşem desem değil, yetmez. Lokum gibi yakışık almaz. Olağanüstü güzel pişirilmiş enfes bir lezzet. Kılçıkları ayırırken bir gram, bir milim, bir mikro ölçek kadar bile balık yapışmıyor üzerlerine. Atıyorum çatal bıçağı. Ellerimle, parmaklarımın keyfiyle, ağır ağır, bitecek korkusuyla her bir parçasını tüm hücrelerimde hissederek gerçek bir balık keyfini, eşlikçileri ile birlikte, buselik makamında yaşıyorum.


Suları soğuk bir deniz kentinde yaşamak muhteşem. Dolayısı ile denizden en çok birkaç saat önce çıkmış ve hakkı verilerek pişirilmiş, üstelik onlarca tezgahın içinden gönlünüzce seçtiğiniz balığınız sevimli bir imeceyle ve esnafı da gözeten bir tutumla masanıza gelince, herkese kazandıran bu tavır sanırım keyfi daha da çoğaltıyor.

Ödememi yaparken tip box'ı boş geçmiyorum çünkü masama bakan genç adamın tavrını çok beğendim. O sırada rastlaşıyoruz. Omuzuna dokunarak kendisine çok teşekkür ediyorum. Ve balık halinin mevlevi heykelleri ve su fıskıyelerine doğru olan kapısından çıkıyorum. Ağır adımlarla yeşilin ve su sesinin sessizlik içindeki keyfini çıkararak istasyona geçiyorum. Çünkü günü bitirmeye niyetim yok.


Bu kez Gar durağında iniyorum. Önce yeniden başladığını haber aldığım Amasya treninin saatlerini öğrenmem gerek çünkü enn sevdiğim kadınla bir planımız var. Bir kaç gün önce garda büfe işleten bir abi bizim milletvekillerinin uyuduğunu, seferleri Amasya vekillerinin başlattığını söyleyince pek ayılamamıştım ben, şimdi gişeden saatleri öğrenince taşlar yerine oturdu çünkü saatler uygun değil. Akşamı enfes bir rakı masasında geçirmiş hangi kul sabahın altısındaki trene koşturur ki... Şimdi karşıya geçip günü parlatmaya devam edebilirim. Keyifle okuduğum bir kitabım var. Ve Şehir Müzesi'nin kafeteryasındaki cappuccino'ya bayılıyorum.

"Bir cappuccino lütfen."

Filtre kahveyi, Amerikano'yu şekersiz içerim ama cappuccino ile kendimi şımartırım; idealin üç minik poşet toz şeker olduğunu da kesinleştirmiş durumdayım. Kitabımı açıyorum. Yazarın kağıt oyunları ile ilgili bilgiler verdiği yeri biraz göz attıktan sonra atlıyorum ve hayatla ve keyifle romanı okumaya devam ediyorum. Kahvemi usulca ve zamana yayarak içmekteyim ancak kaç zaman geçtiyse ve kitap nasıl aktıysa fincanın dibi görünüyor.

"Bir Cappuccino daha lütfen."



5 Mayıs 2022 Perşembe

Bayram Seyran

Sırt çantama iki kitap, yağmurluk, minik fotoğraf makinesi atıyor, montumu sırt çantamın askısından geçiriyor, netleşmemiş "Nerede karnımı doyursam?" fikriyle birlikte kendimi dışarı atıyorum. O sırada Bay ve Bayan Kumru'ları biri arkada olmak şekliyle bizim eve doğru yürürken görüyorum. Önden yürüyenin Bey olduğunu düşünüyorum. Bahçe kapısının altından geçip aynı nizamla ilerlerken, giriş yolu kenarlarındaki çiçeklere yönelip teftiş ederek basamakları adımlamaya başlıyorlar... Sonra da gezinti adımlarından vazgeçmeksizin binanın giriş kapısına yöneliyorlar. Gençler belli ki bayramlaşıp el öpmeye gelmişler. Aynı çift geçen gün yatak odamın balkon korkulukları üzerinden, güneşin doğuşunu izliyorlardı. Bir an eve dönsem ve onları kabul edip bayramlaşsam, sonra devam etsem güne diye düşünmüyor değilim... Sonra diyorum kardeşten başlasınlar, diğer daireleri dolaşsınlar... O arada ben de yetişirim nasılsa diye geçiriyorum aklımdan.


Hamdolsun dondurma sezonunu açtım. Bayramdan önce, turlarken bir gün, kahve fikriyle girip Kahve Dünyası'na, dondurma keyfiyle çıktım. Üç top dondurmaya ödediğim para el yaksa da içimi yine de serin tuttum. Hakkaten yakıcı gelmiş olmalı ki, sonraki günlerde ayaklarım pek gitmiyor. Şu an bile sıcak değilim ama yaz bastırınca ne olur, bu protest tavır evrilir mi, bekleyip görelim?! Tabii ki dondurma keyifliydi... ama memleket hali sanki âna yine limonu sıktı.


Bayram enterasan bir buluşmaya vesile oldu. Yemek için mekân fikirleri aklımda dönerken evden çıktım. Et Lokantası'na yöneldim ama durumu hemen çaktım, ara duvarı yıkmış salonu büyütmeye başlamışlardı; demek bayram sonrasında menü de genişleyecekti.

Gördüğüm üzere, işler henüz bitmemişti ve dönerden başka bir şey yoktu.

Girmeden devam ediyorum ve fikirler içinden "Mantucu'ya gitsem?!" seçeneğinin baskısını yoğun biçimde hissediyorken, inisiyatifi de adımlarım ele geçirmişken bir anda kendimi Nişantaşı'nda börek çay keyfi yaparken buluyorum. Çok hızlı başlayarak kaptırıp gittiğim, sonra biraz gaz kestiğim, keşke iki kitaba bölerek yayınlasalardı dediğim kitabımı yeniden açıyor, manzaram eşliğinde, akan trafiği izlemeye bayılan çocuk tadında, bayramın hakkını vererek çayımı yudumluyorum.


Şimdi üst bulvar boyunda yürüyorum. Kumrular, güvercinler, martılar, kargalar hemen tren yolunun yanındaki ağaçların altında çevreden getirilmiş yiyeceklerin keyfini yaşıyorlar; görüntü enfes, renk renk çiçek açmış sıra sıra ağaçlar bahar tadında... Bir de ileriki virajı tren dönmesin mi o sırada?! Ah benim ahmak kafam diyor ama suçu kafaya değil kendime yüklüyorum, çünkü evden çıkarken gaza geleceğimi ve günü sürdüreceğimi hesap etmemiş, dolayısıyla yanıma fotoğraf makinesi almamıştım.

Bu etkiden çabuk sıyrılıyorum, kendime ayarı kesip normal moduma dönüyor, ana yoldan ayrılıp bayıldığım sokaklara sarıyorum. Elbette bir kaç noktada daha pişmanlık yaşıyorum.


"Bir Trileçe lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Lozan Caddesi'ndeki kitap okuma noktamdayım, tabii ki çalışanlarla bayramlaştım. Hımmmm Trileçe yine enfes, ama bu kez bir hoşluk yapmışlar; üzerinde Afiyet Unlu Gıda yazan, kendi yapımları bir minik kare çikolatayı köşesinden saplayarak yerleştirmişler ki görüntü pek hoş. Tabii ki onu son lokmalara saklıyorum. Ödememi yapıp, zaten sevdiğim çalışanlar için bayramın gereğini de zevkle yerine getiriyorum.

Daha az Türkçe konuşma duyarak, gittikçe artan Arap harfleri görerek sahile iniyor, İskeleden kıvrılıp eve doğru yürürken ve artık takılma zamanları gelen mekânımız Hut'u da geçmişken karşıdan gelen kişi dikkatimi çekiyor. Önünü kesiyorum ve gülerek sarılmaca: Ortaokul arkadaşım, en son, belki 20 yıldan aşkın bir süre önce karşılaşmış, İstanbul'da yaşadığını ve polis olduğunu öğrenmiştim..

Aslında bir kaç haftadır, markete falan gidip döndüğümde, onu Mavi Pub'ın karşısındaki kaldırımın banklarında, sırtı denize yüzü bana dönük şekilde otururken görüyordum. İki kez niyetlenmiş, sonra "Benzetiyor muyum?" diye düşünmüştüm. Sonraki günlerde gidip yanına oturmaya, tanımazsa da "Sen Oktay mısın?" diye sormaya karar vermiş ama rastlayamamıştım.

Laf lafı açıyor elbette, sohbet şeker gibi. Onun eşinden boşandıktan sonra Litvanyalı bir kadınla İstanbul'da tanışıp evlendiğini, 11 yıl Litvanya'da yaşadığını, eşi ölünce de oturma izni olmasına rağmen döndüğünü öğreniyorum. Sonra birlikte yürüyoruz ki bana çok yakın bir yerde oturuyor, uzun uzun konuşuyor, bizim evi gösteriyorum, telefonlarımızı kaydediyor ve vedalaşıyoruz.


Bayramın son günü. Hava ıslak. Soğuk. Öğlene doğru çıkıyorum evden, bugün dışarıda bir kahve içeceğim. Mekân kafamda son derece net!

O zaman diyorum ki coşkusu tavanda ben: "Hadi canlarım, bütün hücrelerim, heyecanlarım, sevinçlerim: kahveleeerr bendeeeennn!"

Hep birlikte, şen şakrak şarkılarla, dalıyoruz sokağa. Varıyoruz yeni açılan, gençlerin daha çok takıldığı kitap kafeye, ancak görüyoruz ki iğne atsak yere düşmez. Verandası ise soğuk.

Sesleniyorum yeniden:

"Peki millet üzülecek miyiz duruma?"

"Tabiii ki hayırrrr!!!

Martı Gölü Bale Suiti/22 Mart


Diyerek haftalar önce yazımda söz ettiğim, gözüme hoş gelmenin yanı sıra aklımı da başarıyla çelmiş kitap kafeye gideceğim; bugün sokağa çıkma nedenim O. Önce bir şeyler atıştırmalıyım. Ramazan boyunca kapalı olan Mavi açılmış. Heyecanlandırıyor. En sık kullandığım sokaktan kıvrılıyorum; öncesinde bir şeyler atıştırmak için... Üçüncü paragrafta söz ettiğim üzere bu işlem tamamlanınca ağır adımlarla yürüyorum, önce önünden geçerken içeri bir göz atıyorum. Tam hayal ettiğim sakinlikte! Hava da İrlandalı ki bu da güzel. Eksik olan kahve öncesi bir şat İrlanda viskisi... ve elbette kahve sonrası bir şat daha...


Sahile çıkınca sola kıvrılıyorum, sıra sıra ve tıka basa dolu kahve mekânlarının önünden geçiyor, yeni açılan, şık ama bana hitap etmeyen, geleceğim şimdilik şüpheli Happy Moon's'a da göz atıyor, oradan karşıya, deniz tarafına geçip geri dönüyor, fotoğraf çekiyor, az sonra geçip oturacağım kahvecinin sokak başında durup onun da paparazzi fotoğrafını uzaktan çekiyorum.


Biraz daha vakit geçsin ve havanın gri hali ve bahar gününde kış tadı kahvenin tadını körüklesin diye uzak gemiler ve iskele göz alanımdayken, ağır adımlarla ev yönüne doğru yürüyor, bir süre sonra geri dönüp sokağa kıvrılıyor, şirin mekân Moena'nın bir kaç basamaklı merdivenini keyif adımları ile çıkıyorum. Baristanın önündeyim. Hemen soldaki menüye göz atıyorum. Öncesinde gözüme kestirdiğim masama gittim, sırt çantamı karşı sandalyeme koydum.

"Bir Americano lütfen."

O nedense self servis olmadıklarını söyleme gereği duyuyor, oysa ben kitapların olduğu bölüme geçmeyi, onlara göz atmayı düşünüyorum kahvem hazır olana kadar.


Çok tatlı, kibar ve çalışkan bir genç kız, çok hoş bir fincan ve altlıkla getiriyor kahvemi. Teşekkür ediyorum. Görüntü, üzerinin köpüğü bana başarılı bir kahve olduğunu fısıldıyorlar. Bu kez çantamdan yeni başladığım 2019 yılında yayınlanmış İrlandalı yazar Kevin Baryy'nin polisiye tadındaki kitabını çıkarıyor, güzel müzik eşliğinde okumaya başlıyorum. Bir kaç dakika sonra tadının oturduğunu düşündüğüm anda kokusu cennetlik kahvemden ilk yudumu alıyorum. Gidip baristayı öpebilirim. David People'ın Americano'su kategorisine ekleyebilirim onu da.


Uzun zamanlara yayıyorum keyfimi. Hani bir kahve daha içsem yeri, çünkü andan çok mesudum, mekânı sevdim. Son yudumu da götürünce, toparlanıyorum. Ödememi yaparken "Ellerine sağlık, çok beğendim kahveyi, çok başarılıydı," diyorum, tip box bakınıyor, göremeyince soruyorum. O da bana Lösev'in kumbarasını işaret ediyor. Zaten bağışçıları olduğumu söylüyorum, ayrıca bahşiş kutuları olmamasını da takdir ediyorum. Onun da çocukluktan beri bu mahallede yaşadığını öğreniyorum, eski hallerini anlatıyorum, şaşırıyor biraz. Çıkarken Enn Sevdiğim Kadın'la adaş ve biriyle konuşmakta olan genç kızın sırtına dokunuyor ve teşekkür ediyorum. Mekânla ilişkimiz şimdilik sürecek gibi gözüküyor. Tabii ki akşam arayan Enn Gurme Kadın'a bahsediyorum. Onun tadımından sonra Moena Books & Coffee'nin kaderi çizilecek ve o zaman belki de ben ona dair özel bir yazı daha yazacağım.

9 Nisan 2022 Cumartesi

Benim Tatlı İçgüdülerim

İstasyona gittiğimde ya da bulvara bakan cam dibi masasında oturup atıştırırken kitap okumayı sevdiğim pastanenin çaprazındaki, geç bulup çabuk kaybettiğim, Pedersen Hoca ile çok keyifli bir öğlen geçirdiğim ve bayıldığım nefis kafe-restoranın yakın komşusu ama ilgimi hiç çekmeyen kahvecinin kapanacağını sanırken bölündüğü anlıyorum. Çünkü o bölüme bir tabela asılıyor: Mantucu. Bir kaç kere önünden gelip geçtikçe bir faaliyet görmesem de belli ki bir şey olacak. Sonra içeride masalar, açık mutfağına da tencere tabaklar yerleştirildiğini görüyorum. İki bulvarın kesişme noktasındaki görüş alanı keyifli. Havalar ısındığında üstünün ve yan camlarının açılacağını da varsayarsam eski komşusu şimdi outlet olan ve çok keyif aldığım, Fransız bulvar kafelerine benzettiğim yerin bende yarattığı boşluğu da kısmen doldurabileceğini düşünüyorum.

Sessizce başlıyor. Şaşalı bir açılış yok. İlginç bir şey oluyor bu arada: kullandığım ara sokaklardan birinde o güne kadar nedense dikkatimi çekmeyen, -aslında çeken de imalatçı olduğunu düşündüğüm- dükkânda aynı tabelayı fark ediyorum. Bu beni biraz daha alevliyor. Geçen günse birden orada olmak istiyorum; anında komuta merkezimle mutabakat sağlanıyor, sırt çantasına bir kitap atılıyor ve bulvar manzaralı bir öğle keyfi için evden çıkıyorum.


Çıkmamla birlikte yemek sonrası işi biraz asıp, beri yakasında ve bulunduğum yerin çaprazındaki pastaneye oturup, köşe masamdan uzun bulvarı, trenleri, kaldırımdan akacak insan selini izlerken kitap okuyup tatlı bir şeyler atıştırmayı da plana ekliyorum. Keşke kahve de olabilse ve kendime Paris bulvar kafesi konsepti yaratabilsem diye de düşünüyorum ama ne yazık ki burası kahve konusunda bende hiçbir heyecan yaratamıyor ve hep çay içiyorum. O nedenle de bu fikir puff diye sönüyor.

Işıkları ve rayları geçer geçmez duruyor ve çantadaki minik makine ile kahveciden ayrıştırarak mekânı, paparazi tarzı bir fotoğrafını çekiyorum. Şimdi önündeyim ama kapısı açılmıyor. İçeride, açık mutfakta biri var ve dikkat çekici ama abartısız ve şık kıyafeti mekânla çok uyumlu. İçerinin ışıksızlığına da bayılmış durumdayım. Yan tarafa geçiyor ve camı tıklatıyorum. Gelen işaretten girişi -şimdilik- kahveciden yapmam gerektiğini anlıyorum ve en uç ve köşe masaya oturuyorum.

"Bir mantı lütfen."

Sinop mu istermişim?

"Hayır, klasik, yoğurtlu mantı lütfen; tam tekmil, her şeyi koyulmuş olsun."

Mekânın henüz yerleşmediği, garsonun da muhtemel ki kahveciden olduğunu düşünüyorum ama masa düzenindeki eksiklerine rağmen mekân, mutfak ve özellikle aşçı beni etkilemiş durumda. Çünkü Türk olmadığını anladığım aşçı: kıyafeti, duruşu ve düzeni ile kesinlikle işi bilen ve nitelikli yerelere ait ve buraya fazla biri izlenimi yaratıyor bende. Bu izlenim aslında olası gelişmelerle mekânın daha güzelleşeceği fikriyle donanmamı da sağlıyor

Hazırlanması biraz zaman alıyor ki bu hayra alamet ben için. Ve işte geliyorlar; bir tepside. Şimdi masamdalar ve görüntü muhteşem. Önce fikrim alışkanlık gereği biraz nane biraz sumak, biraz da pul biber arıyor. İçimden bir gurme kafa uzatıyor ve fikrime ayar verip, "Bu şefin bestesi," diyor, "önce bir dinleyelim hele..."


Sunumu, tabakları çok beğeniyorum. Hem kitabımla da uyumlu. Görüntü bana çok şey fısıldıyor. Özel bir anda olduğumun farkındayım. İlk kaşık, veee... gittim ben! Nerelere nerelere... İlk aldığım esinti ravioliye dair. Klasik mantı gibi değil taneler. Daha iriler, içlerinden kıyma esirgenmemiş ve muhteşem bir doku; yumuşacık, narin ama ölü olmayan, canlı, estetik ve heyecan verici. Üzerine ekstra hiçbir şeye gerek yok. Pul biber çağırıyor bünye ama umurumda değil. Alışkanlıklara yer yok bugün diyerek susturuyorum onu. Porsiyon güzel. Yanında getirilenler zarif, dengeli ve üzerlerine kır çiçeği şıklığı ile yerleştirilmiş minik dokunuşlarla tablo gibiler. Turşuya bayılıyorum. Farklı bir mutfaktan olduğu net. Ekşi- tatlı tadımlıklar kakofoni yaratmadıkları gibi zenginlik katıyorlar senfoniye. Şimdilik kitaba el atmıyorum. Minik bahçesine açılan pencerelerden kurtulduğu günü hayal ediyorum. O zaman belki dışa koyulacak masaların en köşedekinde oturur, hem ana bulvarı, hem trenleri, hem de onları kesen diğer bulvarın akışı eşliğinde mantı+kahve keyfi yaparım. Sonra genel mantı müşterisi üzerinden ve alışılagelenlerden bakınca içime bir korku düşüyor ve umarım... umarım benzerlerinin başına gelen bunun da gelmez diyerek dua ediyorum.


İçgüdülerimin buradan ayrılmayıp biraz daha kalalım, hatta çay içelim isteğine boyun eğmiyorum. Ama bir başka gün, mesela enn sevdiğim kadınla geldiğimizde şu komşudan, Osmanlı Kahvecisi'nden mantı sonrasına bir Türk Kahvesi bile içebiliriz, diye düşünüyorum. Ödeme için kasaya gidiyorum. Sakallı genç bir adam yanaşıyor. Çok beğendiğimi söylüyor, şef yabancı sanırım diyorum. O, Şam'dan geldi diyor. Her şey mükemmel. Özellikle mantı hamurunun şekli ve dokusu çok özel, Sinop mantısına farklı bir yaklaşım. İtalyan tarzı, diyor, gülüşüyoruz. Farklı mantılarımız da olacak diye ekliyor ve uyarım için teşekkür ediyor. Üstelik sunulan porsiyon ve lezzete bakınca; en iyi mantıcılardan biri dediğim ve geçen hafta 35 TL ödeyerek yediğim, yanında ek hiçbir şey olmayana göre bu sofra 40 TL'lik fiyatı ile -bugünün koşullarında- bedava.

Akşam tüm bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum. O yoğurtçu değil, üzeri cevizli Sinop klasiğini mi dener? bilmiyorum. Ama çok... ama çok tatlı gurmemin düşüncelerini merak ediyorum.



*Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması, yazının tek fotoğrafının sonrasında...

12 Şubat 2022 Cumartesi

Makarna Üç Adım

Unutamadığım bir makarna var. 70'li yılların ilk yarısı; Mihri'nin öyküsündeki mahalleye yeni taşındığımız, fuarların konsept olmadığı gibi kapalı alanlara tıkıştırılmadığı yıllar. Aylardan Temmuz ve fuarımız açık. Ailece oradayız. Özellikle kamu kurumlarının reyonları muhteşem: YSE, DSİ, TCK, Topraksu, MKE, fındık ezmesi ile bizi tanıştıran Fiskobirlik gibi kamuya ait bölümlerde kurulu, içinde akarsular da olan, ışıl ışıl elektrik direkleri ve minicik barajları; dağları tepeleri, yolları, sokakları ve evleri ile maket köyler Gulliver tadı yaşatıyor bünyelerimize. Henüz inşaat halindeki Boğaz Köprüsü'nün miniğinin üzerinde yürümek, hatta o sallantı tadını yaşamak için defalarca geçmek paha biçilemez bir tat. Elbette Kızılay'ın reyonunda çekilişe katılmak yardım etme tadı vermesinin yanı sıra ne çıkacak heyecanını yaşamak anlamında da muhteşem. Fuarı ikiye bölen tren rayları ise başka ve olağanüstü bir keyif. En büyük dileğimiz trenle orada rastlaşmak. Sonra altından geçtiği köprünün ahşap merdivenlerini hızla çıkıp en üst noktasındaki düzlükten kömür kokuları yayarak geçen treni seyretmek. Hele bu makas değiştirme manevrası içinse ve durduktan sonra öteki makasa geçip geri bastıracaksa daha daha muhteşem. O yıl beni benden alan bir yer var fuarda ve ilk. Evde makarna yapılıyor elbette. Genelde sade. Bazen peynirli, belki kıymalı. Piyale mini bir reyon açmış. Bir de şoför kısmının arkası mutfak şeklini almış Volkswagen minübüsü var. Makarna tenceresi kaynıyor; başında da tam tekmil kıyafetli bir aşçı; filmlerdeki gibi. Önce biraz izliyoruz. Sonra makarna yemek istiyoruz. Bunun için babam fiş alıyor. Makarnalarımız elimizde, oturabiliriz. Bir filmin oyuncularıyız artık. Çünkü hayalimiz hep filmlerde gördüğümüz makarnalar. Şöyle uzadıkça uzayanlar. Oysa bizim evde kırılarak pişiriliyorlar ve temiz sudan geçiriliyorlar. Şu an görmekte olduğumuzsa sanki makarna değil! Biz makarnanın bir gariban doyurucu olduğunu sanırken o aslında bir asilzadeymiş hissi içinde bakıyoruz; her doldurulan tabağa. Sanki İtalya'da tatildeyiz. Ve birazdan eve dönünce bir an önce sabah olsunu bekleyeceğiz ki makarnayı, üzerindeki sosu, sanki İtalya'dan henüz dönmüş heyecanla anlatalım arkadaşlarımıza.

Ama üzerindeki o sos, ve aynı sosun acılısı. Onların makarnaya kattığı anlam, anlatılabilir gibi değil.

Sonra peşini fuar süresince bırakmıyorum tabii ki ve her yıl Temmuz ayını bekliyorum.

Porsiyonu 5 TL.

Henüz sıfırlarla tanışmamış, belki hayalini bile kuramamış 5 TL.


Son 15 gündür güzergâhım üzerindeki bir sokakta, denize bir kahve mekânı uzakta küçük bir dükkândaki faaliyet gözüme çarpıyor. Kare bölünmüş, İrlanda yeşili ahşap çerçeveleri ve minik verandası ilgimi çekiyor; sevimli buluyorum, bana iyi şeyler vadediyor, içimde bir sıcaklık var, ziyaret edeceğim de kesin.

Bir kaç gün sonra ise tabelası şekilleniyor. Bir makarnacı. Ondan bir kaç gün sonra da verandada insanlar görmeye başlıyorum ama sokağa henüz girmiyorum.

O sokakların hepsi dünkü çocuklar, imar uygulamalarının ardından türediler, sonrasında biz köyün bile taşralılarıyken bir anda görüyoruz ki şehirli olmuşuz.


Geçenlerde bir gün şehire iniyorum. İşlerimi hallettikten sonra bilgisini enn sevdiğim kadından aldığımı bir pişi dükkânına takılacağım. İşlerimi hallediyor ve şehrin havalı semti 56'lardaki sokak arası mekânı elimle koymuş gibi buluyorum ancak içerideki kalabalık girme fikrime set oluyor. Sonra makarna yesem fikriyle kendimi trende buluyorum. Bizim istasyona varınca da fikrim beni bir kez daha çeliyor ve Adem Usta'ya takılıyorum. Yeni bir garson var; ben bunu bir yerden tanıyorum diye düşünüyor bir türlü de çıkaramıyorum. Doymuş bir meraklı olarak makarnacının sokağına üstten girip sahile inerken kendisine iyice bir göz atıyorum ve ertesi gün, yani dün oradayım.

Süzülüyorum içeri. Çok hoş bir ortam. Bir sürü genç kız. Yatay dikdörtgen mekânın tamamı kadar bir mutfak. Şimdilik tek tip bir makarna yapıyorlar; fettucinne. Take away düşünülmüş bir işletme. Uzun pencere önünde yüksek tabureli uzun bir masa var ki şirin. Şu kadim eve bakıyor. O ev bizim kılık değiştirmemiş evle aynı zamanın ürünü. Şehrin en bilinen ve zengin ailelerinden birine ait havuzlu bir yazlık. Şehirdeki ilk evimizde de karşı apartmandan komşularımızdılar ve kızları kızkardeşimin kolejde 7 yılı birlikte okudukları sınıf arkadaşıydı. Aynı popülerliklerine ve katmerlenmiş zenginliklerine İstanbul'da devam ediyorlar. Burayı satın alan kişi ise hisse senetleri borsada işlem gören bir un fabrikası ve vesaire sahibi kişi. Satmayı düşünüyor ama tok satıcı olunca yıllardır bir babayiğitin çıkmasını bekliyor; ana yoldan denize uzayan ama imar sonrası tek parçalığı ikiye bölünen bu arsa.

Makarnam 15 dakika sonra seçtiğim sos ve üzerinde parmesanla geliyor. Verandanın denize bakan yönündeyim. Evimiz üç adım ötede. Coğrafya benim çocukluğumu, ilk gençliğimi, gençliğimi, şimdimi bildiği gibi ben de onun kelimenin tam anlamıyla ciğerini biliyorum. Severiz yani birbirimizi. Makarnayı beğeniyorum ama bir eleştirim var. Biraz sonra bunu ödememi alan genç kıza söyleyeceğim ve bir kaç öneride de bulunacağım. Önce keyfini bir çıkarayım ama...


Verandada otururken burada şarap ve bira olmalı diye düşünüyorum. Bir de küçük tahta kaşıklar ve çatallar take away için tamam da masada oturup yiyen için keyifsiz bir uygulama olarak geliyor bana. Porselen tabaklar ve metal kaşık çatallar, bir kadeh şarap ya da bira yakışırdı diye hayal ediyorum. Makarna çeşitliliğinin olmamasını başlangıç için yadırgamıyorum. Ödememi yaparken tüm bunları genç kıza söylüyorum. İlgiyle dinliyor ve bunları patrona ileteceğini söylüyor; samimiyetle gülümseyen yüz ifadesiyle. Ürün yelpazesinin genişleyeceğini, Ravioli ve Tortellini'nin menüde olacağının da altını çiziyor. Bir eğitim alıp almadıklarını soruyorum ve kimin hamuru yapıp pişirdiğini ekliyorum. Bir abla bu. Gülümsüyor elindeki açmakta olduğu hamurla birlikte. "Elinize sağlık," diyor, beğendiğimi ifade ediyorum. Gülümsüyor. Bu günlere ve genel fiyatlara bakınca da, bulunduğu noktayı da göz önünde tutarak, 25.TL'yi, sıfırları atılmış da olsa makul buluyorum.

30 Ocak 2022 Pazar

A-j 2261'in Anıları: KOD ADI BRNRS

Analiz-BRNRS hk.

Gün 23 Ocak Pazar. Planıysa, iki hafta önce kendine söz verdiği üzere; Balıkçı Barınağı'ndaki Belediye işletmesinde, üstelik balığın en güzel mevsiminde balık yemek.

Işıkları da geçtikten, istasyon için son düzlüğe girdikten sonra biraz da vakit nedeniyle tereddüt yaşamaya başlıyor. Gidip de lokantayı kapalı bulursa ya da çok kalabalık olursa halleri fikrini çelme çabası içinde. Saate baktığındaysa karanlığa kalma olasılığı var. Oysa O lambaların yanmadığı, Gri'nin parladığı ve iki öğün arası bir vakitte, kimseler yokken orada olmayı istiyor ki hem turlayıp, fotoğraflar çekip hem de balığın dibine vursun. A-j 2261

 

*

Onu takipteyim. Analizi servise ulaştırdığımdan beri sürekli ensesindeyim. O gün mahallesinde bir mekâna takılıp kalınca, evine dönene kadar izledim. Kapısının önünde yattığımı söylersem abartmış olmam. Attığı her adımı takip ediyorum, bir haftadır. Bir tek gün kardeşinin aracına bindi ve birlikte çıktılar, bir ekip peşine takıldı, bir şaşırtmaca da olabilir bu; iki saatten biraz fazla zaman sonra da yalnız döndü ve haftayı mıntıkada geçirdi. Bir kere de trene bindi ki soluğum ensesindeydi.

Sokakta tamirat yapan eleman kılığında izliyorum, geceler soğuk. 6.gündeyim ve Cumartesi. Ocak ayının 29'u saat 10 civarı. Dinleme cihazından bir hareketlenme halinde olduğunu anlıyorum. Dün enn sevdiği kadınla bir telefon konuşması yaptı, dinledim; analizime göre ki bu bir şaşırtma da olabilir ya da bir şifre, bugün hareketli geçecek ve ben de her türden sürprize açık biçimde sürekli ensesinde olacağım.

Dış kapıyı açtı ve binadan çıktı, bahçe kapısını açıp kapattı, bir an sahilden yürümeyi düşündü ama sonra bulvardan yürümeye karar verdi.

Tabii ki bunun bir çevre kontrolü olduğunu anladım, biraz uzaklaşmasına fırsat verdim ve ağaçtan inip kamuflaj yapraklarımdan hemen kurtulup yüzümdeki çamurları iyice silip temizledikten sonra o daha üst köşeden kıvrılmadan ve şüphe yaratmayacak bir mesafeden takibe başladım.

Yolda onu geçtim. Trenci olduğunu bildiğim için istasyona önden girdim. En arka kapıyı kullandığını biliyorum. İkinci maskesini ötekinin üzerine taktı. Ondan önce, o vagonun ön kapısından geçip onu görebileceğim bir koltuğa oturdum. Onun sırtı dönük bana, ters koltukta ve çaprazında bir genç kadın var. Bir şüphe uyandırmasa da dikkatliyim. Bir belge transferi olabilir. Şahsın bu güne dair keyfi ve şanslı oluşuna dair hissi iyice yükseldi; çünkü enn sevdiği tren modeline rastgeldi. Bir Çinli, üstelik sürücüsü bir kadın.

Hangi durakta ineceğini biliyorum, nereye gideceğini de; indiğinde üst geçide asansörle çıkacak, o yüzden ondan önce karşıya geçip AVM'ye girmem ve o kata çıkmam gerek. Hızlı hareket etmeliyim!


Güvenliği kolaylıkla geçiyorum. Ben yürüyen merdivendeyken o henüz görünmedi. Bir üst kattayım ki henüz yok. Çok şükür! Ondan önce gişedeyim ve hep seçtiği koltuk bilgi olarak elimde, ben de onu rahat izleyebileceğim, son sıradan dip bir koltuğu satın alıyorum. An itibariyle benle birlikte 5 seyirci olacağız ama benim izleyeceğim film olmayacak tabii ki. Lobideyim, o merdivenin ucundan göründü. Adamdaki şansa bakar mısınız, film uğurlu sayısı olan salonda. O zaman iyi bir filmdir diye düşünüyorum çünkü gişede filmle ilgili uyarıldım. Üç buçuk saat* bir film için uzun süre, üstelik ödüllü filmler sanatsal olur ve bu benim için işkence. O etrafa, sonra saate bir baktı ve terasa geçti. Bu avantajı değerlendirmem lazım. Şimdi koltuğumdayım. Bu arada trende karşı koltuğunda oturan genç kadın epey durak önce indi. Bir şüphe hissetmesem de son ana kadar bekleyip tam tren kalkmak üzereyken inmesi, yine de acaba dedirtti ve takip edilmesini istedim. Sıkıntı olmadığı az önce bildirildi.


Bir ara kendimden uzaklaşmışım; farkında değilim çünkü filme kapılmışım. Çok şaşırdım. Bir sanatsal film, çok karakterli bir film, üstelik gayet durgun olduğunu düşünüyor ve bunu bir avantaj sayıyordum kendim için; çünkü beş kişimizden çift olan ikili erkenden çıkmıştı. Film kontrolümü tümüyle ele almış ve esir etmiş beni. Şaşkınım. Bir Ajan olarak yaşlanıyor muyum acaba? KOD ADI BRNRS ise benden beter, bacağının birini ön iki koltuğun arasından uzatmış, dünya umurunda değil, beter biçimde film çekip almış onu da, dünya yansa umuru olmayacak; ve usulcana bir keyif akıyor bedeninden. O an farkında değilim, bir hata yapıyor ve ona bir kağıt mendil uzatıyorum. İyi sanat insanı iyi kalpli mi yapıyor diye bir korkuya kapılıyorum. Tam o sırada ara oluyor ve beni adeta girdabımdan çekip alıyor. Az daha, evet az daha bir sanat filmi, duygudan başka bir şey olmayan bir film, kabul etmeliyim oyunculuklar harika, beni ele geçirecek ve sert adam halim, tüm karizmam, yerle yeksan olacakdı... Dağılmış vaziyetteyim. Büyük bir mesleki zaafiyet anındayım ve O, salonda yok. Telaşlanıyorum. Sonra bir sakinlik çöküyor. Alışkanlıklarını biliyorum ve dinleme esnasında enn sevdiği kadına bir sonraki eylem için film arasında arayacağını söylemişti. Hatırlıyorum. Terasta olduğu kesin.


Nasıl bir coşkuyla anlatıyor filmi, imreniyorum. Kabul, ne kadar sert adam olsam, mesleğim kirli ve katı olsa da ben de bir aile babasıyım; sevgi nedir bilirim. İnsan olduğum anlar vardır benim de... Kapatıyorum dinleme cihazımı. Zaten sinemadan sonra ne yapacağını da biliyorum. Yoksa... yoksa... filmin devamını mı merak ediyorum?


İkinci yarı enfes bir açılışla başlıyor. Yeni katılan bir karakter var. Çok ilginç bir genç kadın. Bir sürücü. Vanya Dayı sahnelenecek. Esas abi eski bir oyuncu ama şimdi yönetmen. Bir oyuna nasıl hazırlanılıyora tanık oluyoruz. Bir yandan da hayat akıyor. Başka hayatların içine giriyor, ısınıyor ve sevgiyi kutsuyorken birden bir aksiyonun girdabına düşüyoruz. Sinemadan ve sanattan anlamam ama polisiye durumlar benim işim. Sıkı takipteyim ve ipinucunu yakaladım. Çözerim ben bu işi; bir şüphelim cepte. Fakat filmin dış sahneleri, manzaralar, çeşit çeşit insan halleri muhteşem. Film kelepçeyi çoktan taktığı için BRNRS adlı kişiye, bunu fırsata çevirip yazı yazma tekniğini iyice kaparım ben, diye düşünüyorum ve içimden bir sevinç yükseliyor. Onca aksiyon yaşamış biriyim, dağarcık dolu, emekliliğe biraz var ama ufak ufak, hani yaşadıklarımı yazsam falan diye hayal kuruyorum tam ki pat diye bir aksiyon filmde; bir ters köşe durum daha... Buyur burdan yak!.


Jenerik akmaya başlarken çıkıyorum salondan. BRNRS bundan sonra nerede olacak bilgisi de var elimde. O şimdi terasa çıkacak ve enn sevdiği kadını tekrar arayacak, coşkusundan kimseyi görmeyecek, filmi ve sonrasını anlatacak çünkü işleri toparladıysa bir sonraki noktaya enn sevdiği kadın da gelecek. Atlıyorum trene, hemen ardımdaki trene binse bile ondan epey önce varacağım.

Lokantaya doğru hızla yürüyorum. Ben onun hangi masayı seçebileceğini biliyorum ve oradan bir kare fotoğraf çekiyorum. Çünkü aynı fotoğrafı çekeceğini çok iyi biliyorum, sonra onun hiç tercih etmeyeceği ama kontrol edebileceğim ve sırtı bana dönük olacağından emin olduğum bir masayı seçiyorum; yaklaşık 20 dakika sonra geliyor ve tam düşündüğüm masaya oturuyor. Üzerindeki koyu lacivert çoban kabanı ve çantayı yan koltuğa bıraktı, "Tek misiniz?" sorusunu yanıtladı; üç tabak masadan alındı ve o camın kenarına oturdu. Ben olsam oturduğunun karşı koltuğunu seçerdim çünkü tüm barınağı ve kayıkları geniş görebilecekti. Bir an ürküyorum; "Yoksa varlığımdan haberdar mı?" diye. Bir taktik olabilir bu. Açığa düştüm endişesi ter boşaltıyor üzerimden.

Balıkları soruyor. Lüfer kesin, bilgim var fakat garsonun saydıklarının içinde yok. Düşünüyor. "Barbun lütfen," dedi. Turşu kavurması bence kesin. Bir salata istedi ve küçük lütfen, diye ekledi. Bir kişilik hazırlatırım, diye yanıtladı garson. Bir de mısır ekmeği... Vallahi takdir ettim ve yapmamam gereken bir hata yapıp masama gelmiş garsona "Aynılarından lütfen," dedim.


Barbun nefis, şahane ötesi taze ve müthiş güzel tavalanmış; üstelik masada balık bıçağı var yahu! Çok keyifle yiyorum. Mekânı ilk kez görmüş olsam da çok beğendim. Saatten kaynaklı sakinlik süper derken tam; benim olduğum kısıma kalabalık bir kadın, çocuk grubu geliyor. Açık görüş kapandı. Onun sırtı dönük kalabalığa ve onlara göre bayağı uzak ve etrafı sakin bir yerde. Bu adam işi biliyor diye düşünüyorum. "Helâl sana," diyesim bile var. Emekli olduğum ilk gün onu bulacağım ve tüm bunları ona bir rakı masasında anlatacağım.

Sofrayı silip süpürdü. Keyfini ve bu şahane sakinlik ortamındaki tat çıkarışını sevdim. O sırada geçmekte olan garsonu "Bakar mısınız?" diye seslenerek çevirdi. Az önce menüyü inceliyordu. "Bir kabak tatlısı lütfen," dedi ve ekledi: "Bir de sade kahve lütfen."


Önce kabak tatlısı geldi ve ufak bir dilim kesti. Çok beğendiğini tahmin ediyorum. Tatmadı ama görüntü ona bir şeyler söyledi ve kahveyi de kanımca önsezilerine dayalı olarak istedi. Başarılı, hafif karamelize olmuş, yumuşaklığı kadife gibi ama bayılmamış bir kabak tatlısı ile başarılı bir sade kahvenin birlikteliğindeki uyumu biliyor kanımca ve o hissi aldı. Ben de masama gelen garsondan aynılarını istiyorum.

Şimdi denize bakıyor. Burayı, vakti, sakinliği, personeli çok sevdi; bunu hissediyorum. Çünkü uzun kaldı. Kılçıkları, kuyruk uçlarını ve balık kafalarını bir poşete koymalarını rica etti. Tahminim ben gelirken miyavlayarak yaklaşan ve talebi yemek olan kediyle bir teması oldu.

Kabak tatlısına bayılmış durumda. Üzerine eklediği kahve yudumuna da... ki gerçekten harika bir kahve. İşi yavaştan alıyor. Sevdi burayı. Kalktı ve toparlanıyor. Paltosunu giydi. Sırt çantasını, içini çok merak ediyorum, astı. Ödeme noktasına geçti. Ödemesini yaptı, teşekkür etti ve sordu: "Kabak tatlısını yapan kim?" Aşçımız dediler, "Nerede mutfak?" diye sordu ve gitti. İçeri girince bir kez daha sordu: "Kabak tatlısını yapan kim?" Bir genç adam sanırım korktu. Evet korktu. Korkuyu en iyi ben bilirim, korkuttuklarımdan. "Ben," dedi. "Harikasın, yediğim en iyi kabak tatlılarından biri bu, ellerine sağlık."   Balık için de çok teşekkür etti, çok iyi tavalanmıştı, tazeliği şaşırtıcı değil elbette ama kesinlikle harikaydı ifadelerinin ardından herkese tekrar teşekkür etti ve çıktı.  Kediyi uygun bir yöne çekti ve sofrayı kurdu.
 
 


Çok keyifle karlara baka baka, martıları seyrede seyrede, derme çatma kulübelerde çay içip sohbet eden tekne sahipleri ile laflaya laflaya, Mavi Işıklar durağı tam karşısında olan ana kapıdan çıktı, İstasyonda oturdu. Kısa bir süre geçmişti.  Bu kez, yine sevdiği İspanyol tren gözüktü.





*Gişe 3 buçuk saat dedi ama film 2s59dk; antrak, reklam falan katılınca 3sa 45 dk'yı buluyor.

7 Kasım 2021 Pazar

Çay Bredblok ve Hasret Senfonisi

Öncesi


Yatak odamın penceresinden geçip üzerime uzanan muhteşem bir güneş. Tetiklenmemenin imkânı yok. Ve önemli bir gün. "Yapıyor musunuz?" dediğimde yapıyoruz denmişti. O yapılanı diğerlerinden farklı kılan ana unsurun adını verip bundan mı diye sorduğumda gelen yanıt çok sevindiriciydi ve vuslata ermek için iki gün gerekliydi.

İlk anda tereddüt edip dönsem de dayanamamış aynı günün öğleden sonrasında bir kez daha uğramış ve tamam demiştim.


Mutlu ve heyecanlıyım. Sabah rutinlerinin ardından fotoğraf makinesini ve kitabımı sırt çantama atıyor, yanıma da her ihtimale karşı bir mont alıyorum. İşin doğrusunu söylersem de ilk fikrim doğrultusunda fotoğraf makinesini gereksiz buluyor, bahçe kapısından çıktıktan bir süre sonra da geri dönüyorum.

Yol boyu iki yer arasında kalmış bünye sonunda bir karara varıyor ve bu sezon İskele Kafe'yi ihmal ettin diyor. Son ana kadar ikilemdeyim ve sonuç itibariyle balık tutan kadınlı erkekli keyiflerin arasından yürüyerek İskele Kafe'deyim.

Açık denize bakan kısımda boş masa yok, bir kaç dakika sonra da oturduğum masayı değiştiriyorum çünkü binalardan kurtulup denizle başbaşa kalıp sonsuzlukta yok olacağım yönde olmasa da yine de arzuladığıma daha uygun ve az önce boşalan masaya geçiyorum.

"Bir karışık tost lütfen."

"Bir bardak da çay lütfen."




Enfes bir tost; dış yüzeyde ince bir çıtırlık ve devamında bir ton aşağıda ve ekmeğin beyazlığını harcamamış ve çıtırlıkla bütünleşmiş şahane bir kıvam. Çay, kitap, tost şeklinde devam ediyor hayat. Dibimizde balıklar oynaşıyor. Açık denizde bi tekne pupa yelken yol alıyor. Her şey yolunda ve bu tadı uzatmak gerek çünkü andan çıkmaya hiç niyetli değil bünye. O zaman bu lezzetli çay ve kitapla yaşamaya devam.

"Bir fincan çay lütfen."

Uzun bir süreye yayıyorum keyfi çünkü vuslatın sonlanması için saat 14'ü bulmam gerekiyor. Kitap zaten muhteşem, her ne kadar öykü yazsa da ve öyle bir kurguyla yazılmış olsa da bence öyküler birbiri ile ilişkili olduğu için aynı zamanda bir roman ve bu kurgu son derece cezbedici.

Vakit yaklaşıyor. Toparlanıyor, ödememi yapıp ağır adımlarla iskeleyi yürüyor, önce bir kaç fotoğraf çekmeyi düşünüyor, bu yazıyı öz fikrinden uzaklaştırıp uzatmamak için de bundan vazgeçiyorum. Niyetim babamın ağaçlarının altında oturmak ve kitapla biraz daha vakit geçirmek ancak banklar dolu; bir kaç adım sonra ağaç altı olmasa da bir banka oturuyorum. O ara aklım dürtüyor çünkü bir hanımefendinin devraldığı ve çok hoş hale getirdiği şirin lokantada bugün keşkek günü. Bir iki gün önce enfes bir ıspanak yemiştim, öncesinde de tam anne usulü az mercimek çorbası içmiştim. Ödememi yaparken cumartesi günü keşkek yapacaklarından söz etmiş, ben de bizim ailenin usulünden ve kurut'tan söz etmiştim ve ona çok şaşırtıcı gelmişti. Şu an aklım dürtmekte beni. Tabii ki gazına gelmeyeceğim. Vakit yaklaştı, sallana sallana gidersem anca diye düşünüyorum ve toparlanıp merakla yürüyorum. Sokağa döndüm ve buluşmaya sadece bir kaç adım var.


Kapıdan süzülerek geçiyorum. Zarif hanımefendi ayağa kalkıyor, ve masanın üzerinde dinlenmekte olanla birlikte bankoya yanaşıyor. Ekmeğim henüz sıcak. 24 saat bekletilmesini önerdiklerini söylüyor hanımefendi ki siparişi verdikten iki gün sonra kavuşulabiliyor kendisine; çünkü mayalanma süresi iki gün. Kısaca 3 günlük bir sabıra ihtiyaç var.

O gün, yani sipariş için geldiğim gün sorduğum şu idi: "Ata Ekmeği yapıyor musunuz?"


Yirmi yıldan fazla, belki de daha uzun bir hasretti ve benim için önemliydi çünkü askerlik arkadaşımdı ve o süreçte askerlikle işi bir arada yürüttüğüm için gidip gelmeler esnasında Havza'da tanışmıştık kendisiyle. Üstelik yaklaşık sekiz yıl önce enn sevdiğim kadını o ekmekle tanıştıracağım sevinciyle girdiğimiz ve üstelik 20 yıldan epeyi yıl önce bu ekmekle tanıştığım fırında adının bile hatırlanmıyor olmasının hayal kırıklığını yaşamıştım. O nedenle evet dendiğinde tereddüt etmiş, "Karakılçık buğdayından mı?" diyerek altını çizmiştim. Ona da evet denmişti. Ve kısa bir tereddüt ki fiyat konusundaydı ama araştırınca butik ekmekler için makul olduğunu anlamıştım ve tekrar gelip siparişi vermiştim.


Elbette 24 saatin dolmasını bekleyemedim, makul süre sonra test ettim. Hımmmmmmmm, miss! Biraz sonra formu farklı ekmekten iki ince dilim kesip arasına kaşar koydum. O çok hafif ekşimsi tatla birlikte götürdüm. Enn sevdiğim gurmenin fikrini merak etmekteyim ki kendisi alemin en güzel fokaça ekmeğini yapar.


Bir tesadüfle tanıştığım bu iki zarif hanımefendi sorduğum üzere bu konuda eğitimliler; genelde sipariş üzerine çalışıyorlar ve geniş bir ürün yelpazeleri var. Son derece temiz, düzenli ve çok hoş mekân ki beni çeken başlangıçta dış güzelliği oldu. Kadın eli değdiği her aşamada belli oluyor. Elbette ekmeğin geleneksel formundan söz ettim ancak onlar eğitimlerde bu formun öğretildiğini söylediler. Elbette çağlar değişimleri de beraberinde getiriyor; yeter ki lezzetler modern dokunuşlar görse de tatlar yok olmasın. Mutluyum. Kimbilir bir başka siparişte, özellikle geleneksel formu isterim. Ama... sanki bu formu da  kullanışlı; hem tost belki de çakma tapaslar, kanepeler için daha uygun olabilir!

Hımmm Kumru ekmeği de sormalıyım!

Planlarım çok!

Kırmızı şarap fokaça işbirliği kesin.

Finalde yaş pastalarından biri, belki de yanlarında sıkı bir kahve, belki bir likör katılımıyla hülyalı saatlerin tadına tat katıyor da olabilirler.

Denemeli...



Bu iki zarif hanımefendinin ürünlerinin yer aldığı İnstagram hesabı içinse buradan lütfen.

 

 

 

1 Kasım 2021 Pazartesi

Küçük Kahve Dükkânı

Bu ise piyangonun dibi Sevgili Momentos; şahane bir zaman yolculuğu. Müziği keyifle dinliyorum, o yıllara gidiyorum, ne çok şey alıp dönüyorum ve bugün ilerleyen saatlerde bu yazının gazıyla hiç gitmediğim ama çok beğendiğim küçücük bir kahve dükkânının bulvara bakan minicik bahçesinde kahve içiyor, sonra da bunu yarın yazıyorum.


Diyorum yorumumda ve şükürler ediyorum ki pırıl pırıl bir güneş pencereden içeri süzülüyor. Enfes bir pazar sabahı ve caddeler, sokaklar basbas çağırıyor.

O ara fikrim bu coşkuya katılıp bir de bugüne kadar hiç gitmediğim, hatta hiç ciddiye almadığım bir pideciyi de işaret ediyor.

Yıllardır görür, yanındaki kocaman ama çok hoş pidecinin dibine açılan bu küçük dükkânı kâle almazdım; çünkü büyük mekândan her anlamda memnundum. Ve özellikle Görele Pidesi muhteşemdi. Di'li geçmiş zaman çünkü, geçenlerde bir gün niyetlenmiş, gitmiş ama hayal kırıklığına uğrayıp üzülmüştüm. El değiştirmişti  ve bol çeşitli kurnaz bir lokantaya dönmüştü. Görüntüsü hiç iyi sinyaller vermiyordu ve kalbim pek soğuk duruyordu. Dolayısıyla girmedim.

Gün fazlasıyla tahrik ediciydi, yolda gelirken kahvemin yanına eklerim diye Nişantaşı Pastanesi'nden iki tane kesme almıştım. Heyecan ve keyif yerli yerinde.

Saat 10:30 civarı, canlı bir gün ve sakin, telaşsız bir işleyiş.

Pandemide küçük esnafı kollayalım konsepti çerçevesinde giriyorum; önünde küçük bir açık alanı olan bulvar manzaralı Pide Dünyası'na. Bir pazar klasiği olarak evde hazırladıkları içlerle pidelerini yaptıran insanların arasındayım. Ne güzel ve bitmeyen, nesilden nesile devam eden bir gelenek. Tadına doyulmaz fırın sohbetleri..

Menüye göz atıyorum. Gözlerim Görele Pidesi'ni arıyor. Kavurmalı pideyi görüyorum ama anlıyorum ki bu normal açık pidenin kavurmalısı. O halde "Bir kıymalı tek yumurtalı pide, lütfen."


Ben kitabımı okurken önce salata konuşlanıyor masaya, bir süre sonra da pide. Görüntü hoş. Yumurta tam kıvamında, ince bir pide dokunuşuyla patlatmalık ve sonra üzerine yaymalık.

Aynen öyle yapıyorum.

İncecik bir hamur!

Ve çıtır çıtır.

Ve damakta çok lezzetli bir yumuşaklık.

Bayıldım.

Ama salata! Kadın eli değdiği nasıl da belli; yağı, tuzu, havaya sıkılmış da avuçla alınmış ve üzerine dağıtılmış hissi veren hafif bir parfüm dokunuşuymuşçasına ekşi tatlı dengesini sağlayan sumak.

Daha ne olsun?

B.Nihan Eren, Hayal Otel ile Sevgili Leylak Dalı'nın blogunda gördüğüm, tanıdığım ve tabii ki bayıldığım bir yazar. Sonra bu kitabını da almış okunmayanlar bölümüne koymuştum. Zamanı gelmiş olmalı ki onu okumaya başlamıştım, tabii ki de bayılmıştım. Dolayısıyla geniş ama sakin bir bulvara bakan küçük kahve dükkânında onunla olmak çok havalı bir senaryoyu yaşamak manasına gelecekti ki o rolün hakkını vermek de benim işimdi.


Ağır adımlarla yürüyorum. Carrefoursa dışında pek uğradığım bir güzergâh değil ama hoşuma da gidiyor ve bayağı uzun bir bulvarın ortalarında bir noktadayım.


Karşı kaldırımdan gördüğüm kadarıyla küçük kahve dükkânı kapalı. Işıklardan karşıya geçip önüne varıyorum. İç kapıda açık yazıyor olmasına rağmen öyle olmadığını anlıyorum. Saat 12 civarı olmalı, acaba diyorum öğleden sonra mı açıyorlar pazar günleri. Güzel bir park var, içinden Alanos Deresi akan ve bizim coğrafyada denize ulaşan. Üzerinde de ahşap köprüler. Biraz dolaşıyor, sokak aralarında yolu uzatıyor, yeniden varıyorum kahve dükkânına. Aslında bir ara vazgeçer gibi oluyorum, sonra demir tavında dövülür diyerek bir şans daha veriyorum ve bingo.

Bir arabadan yaşça büyük iki insan iniyor. Ben yürümeyi kesmiyorum. Ve beyefendi dış brandaları açıyor. Biraz zaman vermek için kısa bir tur daha yapıyor ve tekrar geliyorum. Masalardan birinde ikisi kadın dört kişilik bir grup var. Oysa ilk gelen ben olurum diye düşünüyordum. Bulvara bakan masalardan en yakın durana oturuyorum. Sırt çantamı bırakıp içeri geçiyorum ki küçük bir kahve dükkânı sandığım yerin içeride de masalar var ve üstelik çok hoş düzenlenmiş bir alan. Şaşkınım. "Bir Amerikano lütfen," diyor, bu arada şaşırdığımı da beyan ediyorum; sonradan baba olduğunu anladığım beyefendiye. O grup kahveleri yapan elemanın henüz gelmediğini, oğlunun da biraz rahatsız olduğunu  söylüyor beyefendi. "O zaman bir Türk kahvesi, şekersiz lütfen," diyorum.


Kitabımı açıyorum. Minik şekerlemeler eşliğinde ve bulvar tadıyla kahvemi yudumluyorum ki çok beğendim. O ara dörtlü grup kalkıyor, onlar çıktıktan sonra da iki hanımefendi geliyor ve benim yalnız sandığım kahvecinin insanlar için bir nefes noktası olduğunu anlıyorum.


Ödeme için içeri geçtiğimde övgülerimi ve ilk düşüncelerimi zevkle açıklıyor, şaşkınlığımın altını bir kez daha çiziyorum. Öğretmen emeklisi olduğunu düşündüğüm ama sormadığım beyefendi çok mutlu oluyor ve neredeyse tüm hikâyeyi anlatıyor.  Epeyi bilgiyle ayrılıyorum mekândan ve onları paylaşmayı hayal ettiğim kahveyi, hayal ettiğim biçimde içeceğim güne saklıyorum.

5 Ekim 2021 Salı

Gün Pazardı Ve Yolda Bir Adam Yürüyordu*

Üçlemeyi tamamlamaya kararlı Buraneros. Sabah erken uyandı yine. Bu kez eylemi değil de kitap üçlemenin son kitabını aldı eline, biraz okudu. Dün bir an gaza gelip karar verdiği ama içinden bir müdahale ile ve pek de kibar olmayan bir tavırla çüşşşlediği fikrini bugün hayata geçirmeyi düşünüyor.

Şimdi çalışma odasında. Meteoroloji gün için yağmur gösteriyor. Buraneros kendi tahminlerine daha çok güveniyor. Yıllardır burada ve Meteoroloji Bölge Müdürlüğü ile komşu. Çok insan tanıdı. Eskiler daha kafadardı. Kampüs alanında bir lokal vardı ve içki de içilebiliyordu ama O daha çocuktu.

Okula daha erken gitmesi gerektiği için babayı beklemiyor bu kurumun servisi ile gidiyordu.

Buraneros şu an pencereden dışarı bakıyor...

Gökyüzünü kolaçan ediyor...

Alaylı bir meteorolog O...

Yağmur izleri var! Ama bir şiddet içermiyor. "Yağmurluğu alırım, bir de polar," diyor.

Bir pazar keyfi mutlak görünüyor.

O ara bilgisayarını açıyor, son yazılarını okuyor, bloglarda bir tur atıyor. jaluzileri açmıştı zaten ve oturduğu yerden bir göz daha atıyor. Yağmur izi var günde ama bu renk her an değişebilir. Bundan emin. Çok kararlı; bugünün keyfini mutlak ve hayal ettiği gibi yaşayacak.

Biraz daha zaman geçiyor...

Gökyüzü göz kırpıyor...

Aramızda sır, diyor. Buraneros'a usulca fısıldıyor: Kesinlikle yok, diyor, bugün yağmur.

"Ama," diyor, "senin için; bu renk, yağmur fonlu bu güneş.

Al günü, çıkar keyfini.

Yakıştır!"


Buraneros dışa vurmasa, dile getirmese de bugün için sessiz saatlerde sessiz bir mekân, derinden bir müzik, manzara deniz, açıkta balıkçı tekneleri ve kendine özel bir zaman talebinde zaten.

Uygun saati düşünüyor.

Hatta son yazısını kendisi oradayken yayınlanmak üzere ayarlıyor; yazının son kısmına da okurlarına yönelik bir gönderme yerleştiriyor ve merak edenler olursa diye de mekândaki bir akşamına yönelik iki yıl önceki bir yazısının linkini bırakıyor.

Gelince de kaldırıyor...

Görünen o ki her şey yolunda. Buraneros'a düşense topu boş kaleye yuvarlamak..



Gönlüme Uymuşsa Asla Boş Geçmem


Şimdi sahilde...

İskelenin arkasında ve az açıkta üç gemi var.

Dün de oradaydılar. Çok kere niyetlenip, gitsem ve fotoğraflarını çeksem dedim ama erteledim. Bugün yine üşeniyor ve planımın peşi sıra sürükleniyorum. Keyifle yürüyorum. Polar gerektirmiyor hava. Günün rengi muhteşem. Çocuklar oyun parkında; bisiklet yolu canlı. Varıyorum Rock City'ye. Saat 13:30'u biraz geçmiş. Süzülüyorum dış kapıdan. Üzeri kapalı ama hayata açık verandaya geçiyorum. Tatlı bir loş ve kıvamında bir müzik. Benim için. Eminim. Bir an denize doğru ve aynı çizgide dizili son masayı düşünsem de onun içe doğru paralelinde bir grup var. Sohbet ediyorlar. O zaman onlara çapraz düşecek şu masa uygun.

Oradayım...

Sırtım gruba ve mekâna dönük.

Kendi ada'mı yarattım sanki.

Bandanalı genç adam geliyor. Menü önümde, bir göz atıyorum. Fikrimde musluktan akan fıçı bira var.

"Bir fıçı bira lütfen."

"Fıçı biram yok," diyor.

"O zaman Tuborg filtresiz lütfen, 50'lik," diyorum. Atıştırmalık istiyorum ki O, özür diliyor ve mutfağın üçte başladığının altını çiziyor.

Günü ıskalamaya hiiççç niyetim yok.

Kitabımı açıyorum. Genç adam masa başımda. Buzluktan çıkmış enfes bir bardak...

Açıyor buzzz gibi birayı, eğiyor bardağı ve usulca dolduruyor birayı. Teşekkür ediyorum.

Türkçe ve yabancı dilde bir seçki, tabii ki rock. Öyle güzel bir ses ayarında ve öyle güzel sıralı ki çalan şarkılar, bana sorsalardı üşenir, bu kadar güzel bir liste de yapamazdım.

Bira, müzik, ıssız mekân ve keyifli bir kitap!

Daha ne olsun!.


Çok mutluyum. Hayalim ötesinde bir andayım. Günün ruhları dürtükleyen saatlerine doğru yol alıyorum ve usulca içiyorum biramı..

İlerleyen dakikalarda çalışanlar teker teker işbaşı yapıyor. Ben kitapta kayboluyor. Arada gözümü ondan alıp uzak ufuklara bakıyor. Biramdan minik yudum alıyor. Yoldan gelip geçenlere bakıp, sonra kitabıma dönüyorum...

Arada bir saati de kontrol ediyorum... Mutfağı bekliyorum.

Günün hakkını vermeden asla!


Biram bitmek üzere. Saate bakıyorum. 15:16. İş başı yapan gençlerden salona bakana ve kaliteli genç adama işaret ediyorum. "Mutfak başladı mı?" diye soruyorum. Ohhh başlamış! Bu kişiden önce genç bir kadın içeri girmiş, açık alanı yürürken dikkatimi çekmiş ve onun nedense aşçı olacağını düşünmüştüm.

Enn Sevdiğim Kadın'la geldiğimiz, ama çoookkkk keyifli akşamda, O'nun tavsiyesiyle sigara böreklerini yemiş ve bayılmıştım. Özünde bugün, böreğe niyetli de gelmiştim; mutfak açık değil diye vazgeçmemiş ve sabretmiştim.

Menüyü istiyorum tekrar, aslında Müslüm Gürses tavuk ağırlıklı olması itibari ile biraz aklımı dürtse de... "Bir Orhan Gencebay, lütfen" diyorum. "Böreklerden birini çıkarıp yerine patates eklemek mümkün mü?" diye soruyorum. Elbette, diyor genç adam. Kısa sürede geliyorlar. Görüntü muhteşem. Biramı tazelermiymişim.

Elbette, elbette tazelerim, sonuçta tazelenmek için buradayım.

"Tuborg filtresiz, 50'lik lütfen.".


Önüme koyulan sepet muhteşem. Sigara böreğini önceden biliyorum. Patatesteki başarılarını da. Paçanga bir star havasında; imza istesem mi? Merak ettiklerimi sona bırakmak gibi bir huyum da var. Sigara böreği, patates şeklinde usulca başlıyorum. Biramı usulca içiyorum. Keyfi zamana yayıyorum. Enn Sevdiğim Kadın İstanbul'da. Dönüşünde bir gün... ama bu saatlerde bu kez... ve bu sakinlikteyken mekân, onunla takılmayı hayal ediyorum.

Bir yudum bira... Bir ısırık paçanga...

Gidip aşçıyı öpesim geliyor. Muh-te-şem.

Keyfim pek âlâ.

Günse gittikçe güzelleşiyor. Kitap çoktan çantada ve Buraneros an itibariyle başka bir sanatla meşgul. Sabırla, hissede hissede, hayatın bu anının keyfini çıkarıyor. Gözünün önünden bisikletleriyle, arabalarıyla, binbinlerle, motosikletlerle, yürüyerek insanlar geçiyor. Fonda rahatsızlık vermeyen bir tonda, asla kendini baskın kılmadan, anın tüm bu güzellikleriyle ortaklaşan ve iyi bir cihazdan çıktığı belli bir müzik çalıyor..


Son lokmalar ve son yudumlar... Ve artık eve gitme vakti. Ödememi yapıyor, teşekkür ediyor, sırt çantamı asıyor ve çıkıyorum dışarı. Önce yolu daha ileri doğru yürümeyi düşünüyorum ki orada başka hoş mekânlar var. İrish Pub ve tapas yapan, havası da öyle olan bir mekân, kahve dükkânları, burgerciler ve marina.

Sonra...

Dönüşü ve mesafeyi düşününce bundan vazgeçiyorum.

Üstelik markete de uğramam gerek.



Rock City'de iki sene önceki akşam, önü arkasıyla daha uzun bir yazı olarak tam da şurada.

*Başlığın Yolda Bir Adam Yürüyordu kısmı önceki yazıda bahsedilen bir kitabın adıdır. Ve Sevgili Zeugma tarafından başlık olarak yazıya uygun olduğunun belirtilmesi üzerine söz verildiği gibi bu devam yazısında kullanılmıştır.

17 Eylül 2021 Cuma

O Onsuz Olur Peki O Onsuz Olur mu?

Şu şekilde düşünüyordum.

Sezon açılmıştı ve ben bu açılışla siftahı yapmalıydım. Özlemiştim de... Ayrıca bu düşüncemi enn sevdiğim kadınla da paylaşmış, açılışı ne ile yapsam acaba noktasında netleştirici fikirler oluşturmuştum.

*

Aylardır, alışkanlığım olan bir mekânın kenarında olduğu bulvarın karşı kaldırımından  gelip geçerken göz attığımda ona doğru, içimde bir istek oluşuyor, eveti aklımdan geçiriyor, bir yandan da ama daha sezona var diyor, çiftlikte yetiştirilenleri ondan saymıyor, erteliyordum. Bir yandan da merak ediyordum. Nasıl acaba?

Üstelik denizin;  "Buyrun gelin dükkân sizin," dediği günler gelmişti ve sevdiğim türler üzerinde de bir karara varmaya çalışıyordum.

Mevsim birkaçını öne atıyordu. Bu birkaçı önemsemeliyim mi yoksa henüz yeteri kadar soğumadığı için su; kendi var ama biraz daha vakti var dediklerimizden birini mi seçmeliydim?

Sonra dün, henüz bazılarının gelişimi ve kıvama gelmesi için tazeyken mevsim. Kararımı netleştirdim. Sırt çantama bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske, ince bir hırka attım; yağmurluğumu çantamın askısından geçirdim, bahçeye indim ki hava inceden yağıyor. Gökyüzüne baktım; anladım ki niyeti bozuk değil. Yağmurluğu giydim, kapüşonu geçirdim, bir an düşünsem de deniz tarafını, karşısındaki kaldırımdan yürümeye başladım. Günün rengini çok sevdim. Bir ara "Ama o deniz!" desem de kararımda ısrarcı oldum. Vakit ikindiye varmıştı. Çok mu acıkmıştım acaba? Aklım rahat durmuyor,  aklımı çelmeye çalışıyor, başka alternatifler öne atıyordu. Gaza gelmedim ve kararımda ısrar ettim. Ana caddeye doğru bu kez erken bir sokaktan döndüm. Yağmur incecikten bir türkü tadında yağıyor, günün ıslak rengine hoşluklar katıyordu. Sanırım bilinçle davranıyordu ve benim "Ama daha yaz!" vurgumu düşüncelerimden atmaya çalışıyordu. Seçeneklerimden biri ıslık çalınca, çok uygun bir gün aslında diye düşündüm. O ara bir araba park ettiği Ömürevleri Migros'un önünden  geri geri gelip düzelttikten sonra yan yoldan caddeye varmak için manevra hazırlığındaydı. Benim için durdu ve bana yol verdi. İyi insanları ödüllendirmek gerekti.  Teşekkür manasında el işaretiyle lütfen buyurun devam edin, dedim. Teşekkür etti başıyla...

Işıklara gelmiştim ki içimdeki kara niyetli sürekli alternatifler üreterek hâlâ fikrimi çelmeye çalışıyordu. Direndim. Down Park'ın kaldırımından yürümeyi tercih ettim inatla; imana gelir diye. Fikrimin ilk eylemi sonrasında  kapuçinomu orada içerim, sonra onlarla maskeli bir fotoğraf çektirir, pandemi hatırası diye blogda paylaşırım, hem de boyumu posumu sergilemiş olurum diye düşünmüştüm. Geçerken selam çaktım tabii ki kankalarıma. Yolda da Erdoğan'la karşılaştım ve üzerindeki yeni sezon Samsunspor formasını hayırladım. Planladığım ilk mekân görüş alanımda. Aslında yabancısı olmadığım bir yer. Ancak önceki hali artık anılarımda kaldı. Pandeminin ilk yılında ve ilk açıldığımız sürede de geldiğim ve sevdiğim kitap okuma noktamdı. Bir yıl önceye kadar yazılarımda çoklukla olan bir pastane... Ekleri efsane bir pastane... İdi!

Ne kitapları ne keyifle devirmiştim orada. Dünya turlarımı, farklı ülkelerin yazarlarının romanlarında, sanki onun masalarındayken yapıyordum. Süzüldüm içeriye. Mekânın yeni halini de sevdim. Bir sıcaklık vardı ve konuya da yakışır bir mekândı. Oturdum dar, uzun, açılır camların önünde tek sıra masalı verandasına: yeni konsepte uygun yeni masalar olsa da artık aynı noktadaki masayı seçtim ve aynı yöne doğru oturdum. Sol yanım şirin bir park, etrafı renkli, seyrek ve alçak tarabalarla çevrili. Orta yerinde bir de oyun parkı var. Ve elbette Down Kafe. Direk karşıya baktığımda gördüğüm de bulvar.

Bir garson geldi. Maske kurala uygun; öylesine değil. Ciddiyetli bir sorumlukla duruyordu yüzünde. Sevdim kendisini: İş yapışını, ölçülü konuşmasındaki tavrı beğendim. İletişim gayet güzel, duruş güven verici, tavır sıcak ama şık da... Ve olması gerektiği anda var.

"Neler var?" dedim. Aklımdan geçirdiklerimin neredeyse tamamını saydı. "Ama?" dedi düşüncem; "bazılarının daha zamanı var. Su biraz daha soğusun." Hak verdim. Kararım altını çizerek, "Derim ki," dedi. "Şimdi onun zamanı."

Olmaması düşünülemezdi ama yine de sordum. Mesela rakı olmadığını biliyordum. "Var!" dedi. Heyecan yok, çorba içindi. 

"Az balık çorbası lütfen"

"Barbun lütfen," dedim ardından.

Altını çizerek... ve akıllıca ve aslında önerme de içeren, buna yakışan budur tadında bir üslupla sordu: "Tava mı istersiniz?"

"Evet, lütfen," dedim.

Arka masamda iki hanımefendi, ön masamda dört adet inşaat sektöründen olduklarını düşündüğüm ve kalkmak üzere olan, çaylarının son yudumunda dört beyefendi, onların caddeye doğru iki masa ötesinde bir anne-oğul ve onların arkasında da yine iki genç hanımefendi vardı ki günün o vakti için makul. Demek ki daha yeni olmasına rağmen kabul görmüş mekân, diye düşündüm.

Balık seçimimin ardından sormuştu garson. "Salatanız nasıl olsun?" diye. Bir an ekstra ücret mi yoksa yanında mı diye düşündüm. "Yanında başka ne veriyorsunuz," diye sordum. Ve zaten balık- salatacı olmadığım için de teşekkür ettim, istemedim.

Az çorbam geldi. Ancak az deyince ne anladılar da, ya da anlıyorlarsa miktar esnaf lokantaları gibi değildi. Sanki bir tadımlık! Bunu eleştirdim, içsel olarak. Turşu kavurma görüntüde güzeldi. Heyecan verdi. Sonrasına bakacağım. Roka tabağının sadeliğini de sevdim ve pırıl pırıllardı. Az önce sanki, toplanmışlardı bahçeden.


Çorba görüntüde biraz farklıydı, dedim bir tarzları var demek ki. Ekmek dikkatimi çekti. Tahta ve abartısız, sade ve şık bir sepetteydi. Bildiğimiz baston ekmeği şeklinde ama bir kişiye yetecek ölçüde ve özel yapımdı. Önce ekmeğimden bir lokmayı çorbaya batırdım. Onu atınca damağıma ve biraz çiğnedikten sonra, bu kez biraz çorba yolladım. Hımmmmm âlâ! Beğendim çorbayı. Eleştirsem de miktarı finalde dedim ki yaptıkları doğru!

Ve mevsimin ve balıkların gözdesi geldi.

Kocaman bir porsiyon.

Çorbanın haklılığının altını da peşin peşin çizdi.

Az sonra da iki mini minicik ve sıcacık ve kurabiye şeklinde mısır ekmeği konuşlandı masada. Önce yadırgadım alışınca klasiğine. Sonra dedim bu fine dining bir dokunuş. Modern bir esinti.

Hımmmm... doğru seçim, çünkü mevsimlerden Barbun'dayız. Muhteşem bir tava. Enn Sevdiğim Kadın'a bu fikrimi söyleyip düşündüğüm balıklardan da bahsedince mevsime uygunluk adına altını çizmişti. Şanslı adamım! Önce kafa göz, kılçık, kuyruk girişiyorum. Çünkü ne var ne yoksa ağızda dağılıyor. Enfes. Sonra biraz soğumaya yüz tutunca; kafa, kuyruk ve kılçıkları ayıklıyorum. Buna da tava balık üstü balıkhelva aşaması diyorum.

Mısır ekmeği, turşu kavurma, balık, roka sololarında olduğu gibi beraber şarkılarında da muhteşemler. Ne varsa süpürüyorum.



Çay içer misiniz? diye soruyor; ölçülü bir tavırla garsonum. Lütfen, diyor, hesabı da istiyorum.

Çayımı yine kaliteli bir genç getiriyor; Down Park'a bakarak keyifle içiyorum. Mutluyum, çünkü ezeli dostum pastanenin gidişine üzülmüştüm; an itibariyle de gelenin duruşundan kaynaklı olarak seviniyorum. Ama yemekle kitap okunamıyor işte! Çorbada deniyorum, çünkü bu mekânı hep kitap keyiflerimin eşlikçisi olarak hatırlıyorum. Ne yapsam da balığa kitap değil de rakı ve sohbet yakışırın hakkını teslim ediyor, iki yeni ve güzel kitap okuma noktama selam gönderiyorum.

Rakıdan bu aralar ne kadar söz ediyorum, farkındayım. Oysa en son, enn sevdiğimiz mekânda ve pandemide, o mekâna hiç yakıştıramasak da ve hatta onlar da bize inanamasalar ve bunu da ifade etmiş olsalar da... benim hevesim yüzünden bira içmiştik. Yazılarda rakı bir çokluk gibi dursa da bir yıldan fazla bir zamandır, belki de pandeminin başından beri... kokusunu bile unutmuş olabilirim. Üzüldüm şimdi ama!

Kankalarla fotoğrafımı erteliyorum. Çünkü çay, kapuçino hayalimin önünü kesiyor.

Aslında onu belki bugün, belki yarın çektirir, bu yazıyla birlikte yayınlarım diye düşünüyordum ama dayanamayıp yazdım.

Kankalarımla bir pandemi hatırası!

Ne güzel...

Belki de pek yakında...

20 Aralık 2020 Pazar

Geceye Bir Şarkı Eşlik Etse... Ve Deniz... Ve Rüzgâr...

 Öncesi

 


İsmail Şef'in teklifi olağanüstüydü, zaten rüyalar aleminde olan ruhlarımızı uçurmuştu. Ve o akşam, evet o akşam  kesinlikle bir Cuma olmalıydı!

                                                                                      ***

Akşama ve devamındaki geceye uygun hazırlanıyoruz: Sahnenin hayat hikâyemize dair uzun metrajlı bir filmin en özel sekanslarından biri için oluşturulduğu, bir tekrarı olur mu diye düşününce de kendi özel hâlini hep hatırlatacak ama geriye de hüzün bırakacak, baş başa bir akşam yemeğine...

Kostümler abartısız ama şık. Senaryo sağlam. Ufacık bir kurgu yok ve tümüyle doğaçlama... Senarist ise yaşamdan biriktirilenler. Yönetmense kaderimizi hep elinde tutan... Ve bilen.

Varıyoruz Sahil Kafe'ye. Ama çekik gözlü mavi kuştan iner inmez: fark ettiği anda oyunu bırakıp bize doğru uzayan can dostumuzla karşılaşıyoruz.. "O... oooo! Bu ne şıklık," diyerek pek nüktedan bir göz kırpıyor. Oysa ki bir yaz sadeliğinde ama bir güzel gece çağrışımı da yaptıran spor bir şıklık.... Onun laf atmasına gülücükle karşılık veriyor, yolun ortasında iki lafın belini kırıveriyoruz. "Hadi sen de katıl bize," desek de bu anlayışlı minik pek de manalı bir edayla "Annem merak eder" diyerek,  kendisi ile daha önce tanıştığımız karşı ağaçların ardındaki yuvaya doğru yürüyor.


Selamlaşıyoruz Dolores'le... İsmail Şef denizdeymiş? Gözler bakınca o yöne kıyıya vardığını ve hatta bize doğru yürüdüğünü görüyoruz. Nafaka sağlam! Birer akşam çayı içiyoruz kapı önü masalardan birinde. Fırınsa çıtır çıtır odun kokusu ile katılıyor sohbete. Şef müsade isteyip hemen arkadaki evlerine geçiyor. Bir balıkçı şıklığından aklanıp paklanıp, namı olan şef pozisyonunda fırının olduğu bölüme geliyor, bir süre sonra. Bizse masalardan masa beğenmek üzere varıyoruz denizin tam kıyısına... Ama önce Şef  "Izgara mı istersiniz?" diye fikrimizi soruyor. "Sürpriz olsun," diyoruz ve sanatını bildiğimiz şefe bırakıyoruz.

 


Çayların ardından -bizden daha heyecanlı- denize yürüyor, hemen kıyısındaki sıra sıra masaların göz kırpmalarından hareketle kafa dengi olduğu anlaşılan bir masayı seçiyoruz. Ne güzel ki an itibariyle ve günün ruhları dürtükleyen saatinde, bizden başka kimsecikler yok. Sonra geri dönüp Dolores'le birlikte masaya başlangıçları taşıyoruz: Yöre peynirleri, tabak süsü olarak hıyar dilimleri ve domates... üzerinde sarımsaklı yoğurt ile közlenmiş yaz sebzeleri olan bir tabak. Ve daha önce hallederiz diyen Şef'in bize kıyağı olarak da 35'lik rakı, su ve buz. Az sonra da içine tulum peyniri ve tereyağı sıkıştırılmış dumanı tüten Tophaneler geliyor...  Durum şunu gösteriyor ki Dolores ve Şef İsmail bize bu sevdiğimiz günde Shakespeare'e nazire yaparcasına Bir Yaz Gecesi Rüyası yaşatacaklar! Ah keşke Jackie'de olsaydı... Ne garip, fotoğrafını da kullandığım üç yazı yazdım mekâna dair ama adını şimdi, şu yazıyı yazarken hatırlıyorum!

Güneş gülümseyerek vedalaşırken ay denizden yükseliyor. Akşamın sessizliğine denizin müziği nağmelerle katılıyor. Kuşlar yuvalarına usuldan usula çekilirken sona kalan iki mini balıkçıl merakla bizi süzüyor. Muhtemel ki anneleri sesleniyor ve çocuklar için oyun saati sona eriyor. Fakat kırlangıçlar!.. Onlar hava geceye iyice dönmeden akşam ebesi oynayarak günü tamamlıyorlar ve anne bağırtılarına "Off ama ya!" deseler de tıpış tıpış evin yolunu tutuyorlar.

Hava gün ışığını terk ettikçe gecenin ışıkları yanıyor. Süperstar'sa gecenin merdivenlerini usul usul çıkmaya başlıyor. O'nun hakkıdır ki assolist edasında: Önce ucundan görünüyor, sonra kıpraşık denizin içinden nihavent adımlarla yükseliyor. Dolunay. Bir kez daha!..

Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz atılmış kadehlerimizi ona kaldırıyoruz. Sonra çın çın... Ve gecenin tüm canlılarının şerefine birer yudum. Peynirler muhteşem, hiçbiri endüstriyel değil ve etraf evlerin üretimi. Elbette sebzeler de...

 O halde müzik!  Tık ve tık lütfen.


 


Birinci kadehler usul usul akarken derinlerimize Çay, Simit  ve Peynir tadında...  Uzak evlerden birinin verendasındaki kontraplak bir gitardan fa diyez nidalar akıyor bize doğru... Öyle genç ki usul rüzgâra takılıp da gelen sesler, öylesine yaz kokulu... Hadi buna bir de gecenin, Delta ahalisinin seslerini katın. Ve düşünün... İşte o zaman, boşalan kadehleri, hadi gelin de doldurmayın!

Artık masada bir de mum var. Yerde ve kumların üzerinde de içinde Delta kokulu odunlar yakılı ve iri taş parçaları olan bir eski peynir tenekesi...  Bir şef spesiyali!  Sürprizse midyeler! Üstelik Şef onları mahalle usulü pişirecek, tenekenin üzerinde... "Vayy İsmail Şefim!" deyip boynuna atlayasımız geliyor elbette. Bunu O'nun gülümsemesine, söylüyoruz da... Piştiler ve şimdi kocaman bir kâseyle masadalar. Ama şefin o son dokunuşu ve onun sonucu; kusura bakmayın ama tam anlamıyla anlatılamaz yaşanır durumu. İşte o son dokunuşun alevi ve ardından midyelerle başbaşa kalan, sadece tütsülenmiş anasonun kokusu. Ölelim o halde...


Ara çayları eksik olmuyor elbette... Şef'le Dolores'i de katmak istiyoruz masaya ama biliyoruz ki yaşatmak istedikleri gece bize. İnanılmaz bir rüya yaşadığımız. Delta'da, kumların üzerinde, uçsuz bucaksız sesizlikte ve denizin kıyısında ancak filmlerde rastlanabilecek bir anda ve üstelik koca Cenneti kapatmışız bir durumda, kadeh tokuşturuyoruz.  



Ve geliyor pişirme kararını Şef'e bıraktığımız balıklar. "Aman Allahım!" Olamaz. Olsa olsa bu bir düş... Bir sanat eseri bunlar. Ahh İsmail Şefim! Ellerine sağlık... Ve yüreğine!

Balıklar kiremitte... Peki kiremit neredeydi? Şu coğrafyadan seçilmiş rahiyası çeşit çeşit, miss gibi odunların yandığı fırında... Ahh Şefim ahhh!.. Bu nedir, diyor başka bir şey diyemiyoruz. Ben bu işin kralıyım diyen tüm balık mekânlarına bir çizik. Bugün tarih yeniden düzenleniyor. Kiremitte sebzeli, fırında pişirilmiş balık. Limon tadı varla yok arası, kokusuysa havaya sıkılmış da elle alınıp üzerine salınmış sanki. Fırın izleri bir ressamın dokunuşları gibi. Hadi gelin de seyretmeyi bırakıp, kıyın bu yemeklere...

Onlar servis sonrası çekiliyorlar. Ay bize gülümsüyor. Deniz en güzel şarkılarını söylerken gitar mumun alevinden yankılanıyor. Kadehler doluyor. Yıldızlar kayıyor. Bir süre masadakileri, eşi bulunmaz doğayı, sanki ilk kez geldiğimiz bir yermişçesine Delta'yı, derin nefeslerle soluyoruz. Saatler akıyor. Kelimelerimiz bitmiyor. Ben, Enn Sevdiğim Kadın'ın gözlerinde bir kez daha kayboluyorum.

Sonrası iyilik güzellik diyecekken tam ve ayrılık saati gelmek üzereyken... Ne olsa beğenirsiniz? Fırınlanmış, hafif limonlu tahin helvası ve kahve... ve iki kase dondurma masada yerlerini alıyor. Bu bir rüyaya veda! İstemediğimiz ama beklediğimiz, bildiğimiz ve hiç sözünü etmediğimiz!

Hesap istemiyoruz. Çünkü bu gecenin bir ederi yok. Ve ne yazık ki tekrarı da yok. Gönlümüzden geçeni kasalarının içine yerleştiriyoruz. Hayatımıza kattıkları zamanlar için teşekkür ediyoruz. Ve denizden gelecek -yerine başkası konulamaz- bir sevgiliyi bekler gibi, bir gün çıkar gelir umuduyla... O'nu bekliyoruz...


Bu coğrafyayı adam eden,  partisinden bağımsız olarak takdir ettiğimiz, sevdiğimiz, beğendiğimiz ve yokluğunu milletvekili yapılması nedeniyle hissettiğimiz Başkan, bu kafeyi ve evi de yıkmak durumundaydı ama buranın anlamının ve hikâyenin kıymetinin farkındaydı. Ve bu çiftin bu işi devam ettirmesi için destek olup yer gösterecekti. O üç dönemin ardından başkan olarak devam ettirilmedi ki burası çok önemli! Ancak daha çok evin yıkılması etkiledi ve üzdü aileyi sanıyoruz. Sonra defalarca ve hâlâ cep telefonlarını aramamıza rağmen ulaşamıyoruz. Bir ayakları yurt dışındaydı zaten. Ve orada olduklarını düşünüyoruz. Ve umut ediyoruz ki bir gün yeniden.... Bu umutla Delta'ya her gittiğimizde aramalarımıza devam etmekteyiz. Bu masalar ve sandalyelerse çok kıymetli: Bir gün sormuştum, çünkü çocukluktan kalmış izleri hatırlatıyordu bana, yanılmamışım: Bafra'nın yıllar önce kapanan tek yazlık sinemasının masa ve sandalyeleriymiş.





* Mekâna dair dört bölümlük yazının ilki için buradan lütfen! 

 



**Çay Simit ve  Peynir ile kontraplak bir gitardan fa diyez, Nazım Hikmet'in şiirindendir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP