müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müzik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mart 2022 Çarşamba

Treni Birazcık Kaçmış Yazı

Üzerinden... bu sabah bakıyorum ki telaşlandığım kadar çok zaman geçmemiş. Şaşırıyorum. Üstelik bunu hatırlatan ifadeyle karşılaştığımda da telaşa kapılmamıştım. Plağı çalışma odasından almış, daha çok kapağından ve adından da tetiklenerek, kendimce konsept bir fotoğraf çekmiş, yüklemiş ama bir başlık koymamış, bir harf dahi yazmamıştım.

Bu sabah erkeninde, bir an ettiğim söz sanki 1 yıl önce falanmış hissiyle telaşlanıyorum. Sonra kendime gülüyorum. Günler öyle dolu dolu ve güzel geçiyor ki hayat kendini sokaklara atmış ve pandemi etkisi, engelleri ve kaygıları da sahayı terk ediyor. Oluşan boşluğu ise çaktırmadan daha nitelikli, daha kıymeti bilinir yeni bir yaşama isteği ve tat telaşsızca, usul usul dolduruyor sanki.

Üzerinden bir yıl geçti hissine kapıldığım sözümse "Şarkı bana çok iyi bir pas oldu Sevgili Momentos, teşekkürler. Bir plak üzerinden bir Bob Dylan yazısı yazmalıyım."

Nasıl bir ruh değişiminin, zenginleşmenin yansımasıysa bu; 1 yıl geciktiğini düşündüğüm yazıya dönüp baktığımda cümleyi sadece bir ay önce, evet tam olarak 22 Şubat 2022 tarinde ve saat 18:20'de yazdığımı fark ediyorum.




Yıl 1978. Hayatımın en güzel, en pervasız, en gözükara sınıfındayım. Gözdemiz Joan Baez. Bob Dylan bence onun gölgesinde bir yancı ama kitle onu da Joan kategorisinden bir devrimci olarak niteliyor. Camiada el üstünde. Plak kapağıyla ve adıyla yakalıyor beni de. İki aşk arasında kavrulan en zor ama buradan bakınca enn keyifli yılım.

Modaya uymuşum ve Bob Dylan'a bir değer atfetmişim, eyvallah; ama benim aşkım "Joan Baez." Bir akşamüstü sırtında gitarı ile geliyor. Bir rüyadayım. Yılların asla silemediği, silemeyeceği bir rüya bu. Gitarı ve vokali aklıma karışıyor. Kaç yazımın içinde o âna dair aynı cümle var bilmiyorum: "Şu an "Joan Baez" söylüyor; parkaların sıcağında bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta klişe sözcüklerin yankılandığı küf kokulu bir izbede..."

Bob Dylan etrafımca kabul görüp seviliyor. Ben gerçekten seviyor muyum?

Albümü bir süre dinliyorum. Bu bağ kalpten değil, çünkü Joan Baez olmasa; o yola kıyısından bile girmeyeceğini, aksine durumu kullandığını düşünüyorum. Sonra hiçbir gün Bob Dylan dinlemek aklıma gelmiyor.

Yıllar yıllar sonra ise bir akşam dizlerine yattığım ve sadece bana söyleyen "Joan Baez" ile olağanüstü bir yemekte buluşuyoruz.

Onunla hayatımın en özel gecelerinden birini yaşıyorum.

Çok çok konuşuyoruz, Bob'dansa tek kelime bile etmiyoruz...



Çünkü O Joan Baez

16 Aralık 2021 Perşembe

Ne Hayal Kurmuştuk Ama

60'ların sonu ya da 70'lerin başı hatırladığım. Bir pastane açılıyor; şehirin trafiğe kapalı, en şık mağazalarının olduğu Mecidiye Caddesi'nin hemen girişinde. Adı Kilim olduğu gibi dekorasyonda da kilim hakimiyeti var. Gerçekten çok hoş pastane bir eğlence mekânı tadı da veriyor. Ama daha ilginç olan şey ilk kez karşılaştığımız müzik kutusu: Şu para atılıp tuşlarda adı yazılı şarkılardan biri seçildiğinde, kurulu mekanizmanın, ses kalitesi evdeki radyoya entegre pikaplardan çok çok yüksek sistemin içine yerleştirilmiş plaklar arasından seçileni alıp pikaba taşıyarak çaldığı, görüntüsü pek hoş cihaz.

O günün koşullarında muhteşem bir eğlence aracı!

Müşteriler ağırlıkla  genç kızlar ve erkekler. Biz tıfıllara bir an önce büyüsek dedirten, çok sempatik ve hoş yıllar. Erkeklerde uzun saçın, kızlarda mini eteğin, pantolanlarda İspanyol paçanın moda, Anadolu Rock'ın patladığı, Apaşlar'dan Dadaşlar'a, oradan Mavi Işıklar'a ve dahi Silüetler'e kadar uzayan sürüsüne bereket gruba ve kızılderili/ kovboy filmlerine bayıldığımız, yazlık sinemaların bol olduğu, tıfıllar olarak mahalle savaşları ve maçları yaparken bir yandan abilere özenip onlar kadar büyümeyi istediğimiz, gerçek kot pantolanların sadece Amerikan pazarlarından ya da limana yanaşan yabancı gemilerden alınabildiği, adına balıkçı pantolonu denilen yerlilerinin yıkandıkça mor'a döndüğü yıllar. Kilim Pastanesi'nin disko havası ise bize sadece hayaller kurduruyor. Hep genç Halam şahane bir çıtır ve taze bankacı ya da bir kaç yılı daha var, bense okumayı henüz rayına oturtmuş bir tıfıl. Evde radyoya entegre bir pikap var. Babaannem Murat Çobanaoğlu başta olmak üzere aşıkları dinliyor; dinlerken söyleyip söyleyip içleniyor, gözünden yaşlar süzülüyor.

Halamla bizse  dans edilen bir kulüp hayali kuruyoruz. Nasıl bir şey olduğu konusundaki fikrimiz filmlerden ve dergilerden. Mekânın bir Kızılderili çadırı şeklinde olmasını, tüm personelin de Kızılderililer gibi giyinmesini planlıyoruz. Günlerimiz artık bu kulüple dolu ki hayallerimizde bir gerçeği yaşıyoruz.

Sonra bir gün, aradan bir kaç yıl geçtikten sonra belki; artık bizim diyeceğimiz daireye taşınmış mıydık, yoksa taşınmak üzere miydik çok emin olmadığım dönemde yine spontane bir seçim için bir plakçıda Long Play'lere bakarken ben... Plağa kapağından ve tabii ki yazı karakterlerinden kaynaklı olarak vuruluyorum. Çünkü hayalini kurduğumuzun, kostümlerin ve fikirlerimizin somut hali şu an elimde.

Heyecanımın ete kemiğe büründüğü bir anda, kıpır kıpırım.


Çıkarıp kabından çiziği falan var mı diye inceliyorum plağı. O güne kadar bilmediğim grup, 1910 Fruitgum Company'nin bir iki şarkısını dinliyor, "Tamam alıyorum, bunu sarın ben finansman temin edip geliyorum," diyorum. Çok heyecanlıyım, telaşlıyım çünkü tek olan bu plağı kaçırmamalıyım. Sanki ona sahip olursak gerisi kolay. Eve koşa koşa gidiyorum. Hatta uçarak. Çünkü hayallerimde çoktan açtık kulübü ve insan kaynıyor içerisi. Finansör babaannem. Para elimde. Kulübümüzün müzik sorunu çözülmüştür ancak artık bir ortağımız daha var: Babaannem. Bir de şartı var: Kulüpte Manço şarkıları da çalınacak.

İşte Hendek İşte Deve'yi yoldan geçerken sokağa dökülen plakçı pikabından dinleyip, bayılıp koşarak eve gelmiştim. Parayı kapınca da geri koşmuş, alıp eve gelmiş ve sıcağı sıcağına dinlediğimiz andan itibaren de babannem bir Manço hayranı olmuştu.


Plak Amerika'da 1969'da çıkmış. Grup 1965'de kurulmuş. Ve bu albümle büyük çıkışını yapmış. Bir çok kırkbeşlikleri milyon sınırı aşmış ve ödüller almış. Sonra dağılmışlar, sonra yine kurulmuş ve Vikipedi'ye göre 1999 yılında bir kez daha toparlanmış. Plağı geçen gün ne tetiklediyse bir anda aklıma geldiği üzere aldım yerinden. Uzun yıllardır dinlememiştim. Bu yazıya karar verip yazarken de dinlemedim. İki şarkılarını kullanmayı düşündüğüm grubu yıllar sonra bu yazı yayındayken tıpkı ilk kez onunla karşılaşan bir okur gibi dinlerken, Halamın varlığının beni hep çocuk tutuyor olmasının sevinciyle hayali kulübümüzün kaç onuncu yılını kutlarken bir yandan da: O güzel, huzurlu, sıcacık mahallenin aynı evin insanlarıymış gibi olunan, ucuz ekmek kuyruklarında olunulmayan, bayramlarda çikolatanın likörle birlikte neredeyse her evde ikram edildiği, kahvehanelerde ve mahalle bakkalarında has Tekel Birası'nın satıldığı, kuran ve din eğitimini mahallemizin unutulmayacak, izi derin Mümin Hoca'sından aldığımız, bir evin duvarına bir başka evin film makinesinden yansıtılan filmleri tüm mahalleli olarak izlediğimiz yaz akşamlı o güzel yılların keyfini, beceriksizlerin elindeki şu  günlere inat, dibine kadar çıkarmayı düşünüyorum.

Lütfen buyurun.

Damsız girilebilir!



İlk Parça albümün A yüzünün ilk şarkısı ve grubun hitlerinden biri: Indian Giver.



İkinci parça ise albümün B yüzünün son şarkısı: 1910 Cotton Candy Castle.



29 Kasım 2021 Pazartesi

Asansör Müziklerinin Altın Çağı- Billy Vaughn &

Müzikse söz konusu olan ilk başvurduğum, altını defalarca çizdiğim, eski müzik dergilerindeki o nitelikli tadı dibine kadar hissettiğim blog Zihnin Arka Sokakları, önceki cumartesi günü Kapak Olsun başlığı ile bir yazı yazmıştı. Çok keyifle okudum ve özellikle kapak üzerine cümlelerine gülümsedim. Çünkü tanımadığım pek çok yazarı kapaklarla kurduğum bağ neticesinde tanıyıp sevdiğim gibi plaklarımın çoğunu da kapaklar sayesinde edindim ve sevdim.

Elbette plak alırken önceliğim bildiğim, dinlediğim, okuduğum ya da bildik insanlardan aldığım tavsiyelerleydi. Ama onların yanı sıra kapağından etkilendiğim ya da şöyle bir elime aldığımda iyi anlaşabileceğimizi fısıldayan ve bir hikâyesi olduğunu bana sezdiren pek çok da plak aldım. Eğer Sevgili Zihin o yazıyı yazmasaydı, büyük ihtimalle bu hissiyatla ilgili bir tetiklenme olmayacak ve -belki de- seri olacak bu yazı yazılmayacaktı.


İlk plaklara koştum bu sabah. Önce kimden başlasam noktasında karar veremedim. Bir an adını sanını o güne kadar hiç duymadığım gibi, hiç bir yayın organında rastlaşmadan karşılaştığım, en az 35 yıl önce aldığım plağın bana göz kırptığını fark ettim. Daha bilinenlerin ısrarlarını görmezden gelerek, odaya onunla döndüm. Önce şöyle bir göz gezdirdim. O yıllarıma gittim. Yıl bana çok hoş ama aksiyonlu bir akşamı hatırlattı. "Ne hoş bir akşamdı ama!" dedi iç sesim.

Aslında bir kaç gündür, lise yıllarında tanıştığım bir kişiyi ve o günleri yazma arzusu sürekli dürtüyordu beni. Sevgili Okul Arkadaşım da hatırlayacaktır diye umuyorum. Okulumuzun karşısındaki Selçuk Abi! Kasetlere kayıt yapan ve o yılların en iyi cihazlarına sahip olduğu gibi arşivi en sağlam, kendisi de  dükkânın adıyla anılan ve o adla efsaneleşen Timpa Selçuk üzerine bir yazı düşünmekteydim. Çoğu zaman yürürken o yılları ve sonrasını hatırlıyor, çoğu zaman cümlelerim aklımda, adımlarımın ritmiyle akıyordu. İşte tüm bunlar bir araya gelince de plağı kaptım, fotoğrafları çektim ve dedim evet, asansör müziği diye küçümsenen ama ardında dev orkestralar ve şefler olan bir müzik vardı bir zamanlar!


Hawaiian Songs Delux adlı albüm 80'li yıllarda çıkmış olmalı. Ben de almışım. Ancak içindeki pek çok şarkının 45'lik olarak çıkış tarihleri 1950-56 arası. Billy Vaughn bir saksofoncu ve orkestra (Big band) şefi. Ülkemizde popüler olmamış biri, bilinirlik açısından bir Paul Mauriat değil, Fausto Papetti hiç değil.

Alttaki ilk şarkı albümün 1. yüzündeki ilk parça... Diğeri, yani Hawaiian Wedding Song ise aynı yüzün 8.parçası.








*Kapak Olsun başlıklı yazı.

14 Kasım 2021 Pazar

CumartesiGünlük

Çarşamba günü başlayıp perşembe günü devam eden sağ ayak iç tarafındaki ve dolayısı ile aynı bölgenin tabanında oluşan ağrı pek yabancım olmasa, yere basmadıkça sorun çıkarmasa da hayat akışıma sekte vurdu. Gerçi 10 şiddetinde bir deprem eğer sağ bırakırsa beni, hayatla ilişkimi engellemeye muktedir olamaz, ama kendimi sokaklara atamayacak olmak da sanki bir yoksunluk tokaçı gibi fikrimi döver durur!

Oysa önümüzdeki hafta sonundan sonraki hafta sonu Amasya'dan Bildiriyorum başlığı altında yayınlayacağım günlerin hayali ile meşguldüm. Ya geçmez ve bu hayale engel olursa tedirginliğim vardı ama artık çocuk da değildim. Şu bilgisayarı icat eden dedim bir kez daha. En sosyalsiz hayatta bile insanı sosyal hayatın içinde tutabiliyor. Ona epey epey geç bulaşmış biri olarak esiri olmasam da varlığından mutluydum ve sokakla bağım kopmuş bir anda dünyanın her yanına ulaşabiliyordum. İşim sekteye uğramıyor, hatta ülke ekonomisi fikrime yeni yeni komiklikler katıyordu. İki gün önce TL değeri daha düşük olan bir yatırım dolar olarak daha yukarıdayken, aynı yatırım dünyanın tüm ekonomistlerini ve hatta mezarda olanlarını mezarlarında ters çevirecek bir biçimde iki gün sonra TL olarak yükselmişken dolar bazında iki gün öncenin gerisinde kalabiliyordu. Ve tüm bunlara rağmen memleketin en baba şirketlerinin hisseleri 2 yıl önceye göre yarı fiyatınaydı!

Cuma günü içimdeki cengaver ayaktaki ağrıya açıkça meydan okudu. Bir kez de Gürcistan seyahati öncesi başıma gelmişti ki o yazılarımın girişinde söz etmiştim kendisinden. Bu kez de alt edebilirdim onu: Bir tedavi yazdım kendime ki elimin altında her zaman varlar... Ve ikinci gün başladım. Cuma günü sabah çivi çiviyi söker eylemimi zorlansam da başarıyla yerine getirdim; yürüdüm ve alışverişlerimi yaptım. Cuma akşamüstü pes ettim sesleri gelmeye başlamıştı ayaktan ama kulak asmadım. Bildiğim yolda devam ettim ve cumartesi sabah ayak beyaz bayrak sallıyordu.

Öğleden sonra saat ikiyi geçmişken çıktım evden. Planlarım doğrultusunda önce Adem Usta'ya gittim ve hayalim sulu yemeklerinden olsa da mecburen bir tavuk döner yedim. Bir Tayyip hayranıdır ve o konuşacaksa ya da haberlerin saatiyse televizyon hepimiz duyalım diye açıktır. Çıkarsız inanmışlığın sevinciyle duyurmak ister hepimize...  Enn sevdiğim esnaflardan biridir kendisi; hem yemekleri lezzetli ve temiz hem de fiyatları uygun. Misal estetik açıdan da çok hoş, yanında garnitürü ve mini pilavı olan tavuk döner tabağı 17 TL.

Oradan çıkınca hemen sokağa kıvrıldım ve Bredblok'a uğradım. Nohut mayasından Kumru ekmeği yapıp yapmadıklarını sordum ve bu konuda bir bilgileri olmadığını anladım.

Artık hedef noktam olan küçük kahve dükkânında ve aynı masamdayım.

Bir genç hanım geldi ki geçen gelişteki olmayan kişi olduğunu düşündüm ve "Bir Amerikano, lütfen," dedim.

Kitabımı açtım ve masama vuran güneşin ve pazar gününe göre daha canlı bulvarın keyfi ve çalan müzikler eşliğinde içinde yok oldum.

Sevgili Momentos'un chanson'lardan bir demet çalınsa önerisi aklımdaydı, konuşacaktım ancak geçen gelişte olmayan ve bu mekânın her şeyi olduğu belli oğul yine yoktu ve bir karşılığı olmayacağı için konuşmanın manası da yoktu çünkü içtiğim Amerikano'nun fiyatını bile neredeyse arayıp soracaklardı ki son dakikada buldular.

Amerikano başarılı değildi, usta işi çift espresso hazırlanıp üzerine sıcak su ilave edecek bir düzenekleri yoktu ve şu Nestlé'nin yarı profesyonel cihazları gibi bir cihazla hazırlanıyordu ama olsundu.

Kendine has bir tadı vardı, mekân şirindi: tabii ki dert etmedim, ona dünyanın en güzel ve özel Amerikano'su muammelesi yaptım. Mini kurabiyemi zevkle yedim ve sonra yine parkın içinden geçtim.

Fikrimde parkta kitap okumak vardı; fakat güneş düşmediği için soğuktu ve ben de tren raylarına paralel giden kaldırımda yürümenin keyfini çıkardım.


Bu kedilerle çoğu sabah olduğu gibi bu kez akşam üstü karşılaştım. Komik dostlarım benim. Genelde sabahları ekmek ya da börek, poğaça falan almak için Salih Usta'ya sahilden gelip şu çöp kutusunun önünden devam eden sokaktan ulaşırım. Bu kediler her sabah aynı nizamda orada toplaşmış olur ve hepsinin başları dikilmiş, gözleri apartmanın üst katlarına bakar vaziyettedir ve ben bir gün fotoğraflarını çeksem derim. Bu kez akşam üzeri ve sokağa kıvrıldım. Az önce ekmek almış onu da sırt çantama koymuştum. Bir an dürtüldüm ve sırt çantamdan fotoğraf makinemi çıkarmaya karar verdim; sanırım ekmeğin kokusunu aldılar, ya da onlara bir şey vereceğimi sandılar ve peşime takıldılar.

Oturdum kaldırıma. Eski pozisyonlarını alsınlar diye bekledim ama nafile.

Kısmet olursa bir başka gün ve özellikle sabah, işlem tamam inşallah.


Kedilerden sıyrıldım, daha çok gençlerin ve sosyalist izler taşıyan entelektüel abilerin takıldığı Tabure'nin de yer aldığı kafelerin olduğu sokakta yürümeye devam ederken bir gün kitabımla Tabure'ye gelmeye karar verdim. Hiç gelmediğim ama hep köşesinden kıvrıldığım Mavi Bar'ın önünden karşıya geçtim ve sahildeyim. Sıralı gidersem son fotoğrafın olduğu noktadayım. Sanki deniz güneşin ışığı ile aydınlanmış bir sahne. Bir bankta oturuyorum ve o kısımda ışıklar sönmüş sanki. Usta bir fotoğrafçı için büyük bir fırsat. Sanki iki farklı zaman dilimi aynı anda yaşanıyor. Güneşli bir gün ki tümüyle denizin üzerinde. Öte yanda usul usul geceye karışan bir kumsal. Kaldırımlarsa bütünleştikleri kumsalla birlikte akşamı çoktan etmiş geceye doğru kolkola yol alıyorlar. Bir süre oturuyorum bankta. Ay şu anda bir ağacın üzerinde. Biraz ileride bir grup genç de kumların üzerinde ve tadı buralara uzanan bir sohbetin içinde. Yürümeye devam ediyor bir yandan da ağaçın üzerindeki Ay'ın fotoğraflarını çekiyorum.


Sanki her 15 dakikada bir biz karanlığa gömülürken deniz üzerindeki canlılar gündüzü yaşamaya devam ediyorlar. Ruhum müzik istiyor. Neden mp3'çalarımı yanıma almıyorum bilmiyorum. Hımmmmmmm bunu düşünmeliyim. Üstelik cuma günü sabah hayat önüme iki enfes sanatçıyı attı. İkisinden de zerre kadar haberim yoktu. Yoksa ben pandemide hayattan koptum mu?

Kopmadığımı biliyorum, dert ettiğim de yok ki bukalemun bünye yeni durumu çoktan kabullendi ve bir süreçten sonra onunla bütünleşti. Ancak elimizden alınanlar gerçeğini de görmek lazım. Evet henüz bir canlı konsere gitmedim. Eksik parça bu. O halde ilk hedef bir konser!


Bu sahneyi çok sevdim. Uzun süre izledim. Uzun bir Hint filminin final sahneleri gibi. İki karga ki birinin betonun ardında kaybolmuşken birden bazı savaş uçakları gibi dikine kalkıp kaldırıma konması çok afacan gelmiş ve bu hal içimi ısıtıp bol bol güldürmüştü beni.

Brenna Mac Crimmon. Dünya yansa haberim olmayacaktı. Vikipedi bilgilerine göre Kanadalı, Balkan müzikleri üzerine tez yazmış bir müzisyen. Uzun yıllardır varmış ve söylermiş de ben duymamışım. Üstelik Selim Sesler'le bir albüm yapmış, Baba Zula'nın bir albümünde yer almış, sular seller gibi Türkçe konuşabilen bir kadın.

Bana bir algoritma kıyağı. Caz dinliyor, oradan oraya sıçrıyordum. Önce buyur şuna bir bak diye önüme yine bilmediğim Nim Sofyan'ı* attı. Onu "Vay be!" diye diye dinlerken de Brenna'yı ki Fatih Akın iki şarkısını filmlerinde kullanmış. Bir bakayım diye tıkladım. Cumartesi gecesi saat kaçlarda yatana kadar tüm albümlerini ve içinde olduğu albümleri dinledim. Bayıldım ve iki sanatçıyı iki tadımlıkla kişisel tarihime kaydetmeye, bilmeyenlere bildirmeye karar verdim.









*Nim Sofyan: Balkan ve Asya müziklerini yer yer funk ve caz tınılarıyla yorumlayan müzik grubu. Gitarist ve solist Alp Bora'nın Viyana'da kurduğu Nim Sofyan şimdiye kadar Divane, Agora ve Düm Tek adlı üç albüm çıkarmıştır.[1] Grup adını Anadolu müziğindeki 2/4'lük zamanlama için kullanılan bir terim olan nim sofyandan almıştır. Kaynak Vikipedi.

12 Haziran 2021 Cumartesi

Alelade Bir Yaz Sabahı

Bu sene baharla birlikte  salona açık mutfağımın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasını terk etmeye karar veriyorum ve tekrar kitapların, plakların, CD'lerin, dergilerin, geçmişten gelen tüm fotoğraf ve belgelerin ve gerçek çalışma masamın olduğu ve güneşin ilk düştüğü odaya geçiyorum.

Denize bakan pencerenin Fransız korkuluğunun üzerine kuşlar konuyor. Mevsimlerden Aşk! Çatının hemen altından geçen damlalıksa bir getto!

Kuşlar!..

Muhteşemler...

Her ne kadar ilk yaz sabahlarının ışıkları ile birlikte aşk oyunları  pek pervasızca olsa da Allahdan jaluziden kaynaklı olarak, muhtemelen beni göremedikleri için huzurlarını da kaçırmamış oluyorum.*

Öylesine kavak yelleri ki ne ben ne de dünya, umurlarında değil! Sabahın körünü bir kaç dakika geçmişken ve çoğu gettolarında uyuyorken mesela -ki benim de uyuduğumu düşünüyor olmamalılar-  bir tanesi sessizce sıvışıyor ve gelip Fransız'ın üzerine konuyor. O ara gözleri yukarıda... Hadisene ya da nerede kaldın dercesine bir bakış... Seslenmiyor, ayak ucunda yürüyor. Ufaktan havalanıyor, gettonun bir kaç adım uzağında ve havada asılı kalıyor, sonra aynı yere dönüyor. Gözler hâlâ yukarı bakıyor. Diğeri geliyor... ve sonra. Yazan tam da buraya bir adet necefli maşrapa koyuyor!


"E gençlik başta duman," diyorum. Görmezden geliyor hiç de rahatsızlık vermiyorum. Kendimi yetişkin sandığım çocukluk günlerime gidiyorum. Şanslıydım! 15 dönümlük alanda beş evdik. Köydük. Ne şans ki bu beş evde ben yaşlarda -gelenlerini gidenlerini saymazsak- 8 kız yaşıyordu. Bir de sol sınırımızda kamp, sağ sınırımızda da yemyeşillik içinde lojmanları, sosyal alanları ve kurum binası olan ve hâlâ yerinde duran bir resmi daire vardı. Tabii ki o lojmanlarda da kızlar... Ve nasıl oluyorsa o mesafeden soyunurken beni görüyorlarmış! Gecelerin uzadığı, buraların boşaldığı sabahlarda okula şehirden memurları alacağı için erken yola çıkan dairenin servisiyle gidiyordum. Ders saatine epey vakit kaldığı için de aynı okulda okuduğumuz  kızla henüz gözlerini ovuşturmakta olan caddelerde yürümek, ikimizin de çok hoşuna gidiyordu. Çünkü yaz sonuyla birlikte mıntıkada kıtlık baş gösteriyor ve o kız bana iyi geliyordu, ancak O birazdan bahsi geçecek olan değildi.

Yazlar elbette başkaydı. El ayak çekilip, ev halkları uyuyup da sessizlik saçılınca geceye; en görülmez ve duyulmaz sandığımız saatlerde bizim evin kılık değiştirmemiş halinin arkaya düşen mutfak balkonunun  altına geçmek keyifli, aynı oranda da meraklı, bir o kadar da çocukça bir eylemdi ben için! Ama akşam boyunca o anı bir türlü eve gitmeyi bilmeyen grup üyeleri bir an önce gitsinler diye sabırsızca beklemek de zordu, ama kıymetliydi. Çünkü o balkonun altına saklanarak ilk öptüğüm kız olarak tarihime kayıt düşenle acemice öpüşmek, o tadı keşfetmek ve zamanla geliştirmek fazlasıyla heyecan vericiydi. Sanki karanlığa seslenen anne ya da baba sesleri bize ulaştığında; geçen zaman bir dakikaymış gibi gelirdi.

Önceki sabah Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısındaki  Put The Blame On Mame adlı şarkı aslında bu yazıya sebep oldu... Bir zaman yolculuğunun fitili o siyah beyaz klibi izlerken ve ezelden bayıldığım o şarkıyı dinlerken ateşlendi. Aslında benzine kibriti çakan jaluzilerin arasından odanın yabancı yazarlar ve okunmayı bekleyen kitaplar hanesinin bir kısmına düşen güneşin izleriydi.

 Ben dünyaya dönemedim.

Ama bir kızın hayallerini yıktığım için üzüldüm.

Elbette çocuktuk ve önümüzde uzun yıllar vardı. İçselleştirdiğim bir durum değildi, sevmek ve aşk da söz konusu değildi. Ama öpüşmek güzeldi. Gündüzleri mağazada ölesiye çalışıyor, sürekli kendime iş yaratıyordum. Çünkü akşam, yol kenarında, bahçe duvarının üzerinde kalabalık oturmanın pek bir önemi kalmamıştı. Vakit tez geçmeli, el ayak çekilmeli, sadece ikimize kalmalıydı gece...

Sonraki yıllarda özellikle askerden döndüğümde onun beni sevdiğini, hayallerinde yerim olduğunu, umduğunu  anladığımda, artık kocamandık; bir başkasıyla çıkıyordum ve onun ruh halindeki psikolojik destek almaya neden olan karmaşanın sebebinin ben olduğumu bilmiyordum. Çocuk günlerde de aşık değildim ve sonraki yazlarda tüm yaklaşımlarım arkadaşçaydı. Fırsatı çocukça ve çocuk kalbiyle de olsa kabul ediyorum ki ganimete çevirmiştim. Beklentilerini fark ettiğimde ve içine düştüğü ruh haline baktığımda ve kısa süreli hayal kırıklığının yarattığı sarsıntıyı hissettiğimde çok üzülmüştüm. Sonra evlendi ve  bu şehirden gitti. İyi arkadaşız ve sıklıkla karşılaşıyoruz, kırgınlık bir çocukluk anısı olarak geride, başım sıkıştığında yanımda... Ve komşuyuz.

İşte sabah, içeri düşen güneş, parlayan ipiyle camın önünde tepeden inmekte  olan örümcek, denize ve odanın içine vuran muhteşem güneş hep birlikte ruhu tetikleyerek keyifli kılınca sabahı... Ben  Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısını* okuyup paylaştığı şarkıyı bitirince ve altına "Linke gittim tabii ki, epey erken bir saatte dinledim. Sonra o bana bir fotoğraf çektirip bir de yazı yazdırdı... ve o sayede bir de keşif!"  cümlelerini de içeren bir yorum yazınca; Youtube bunu da  seversin diyerek Avalon Jazz Band'i önüme bırakınca; aklıma direk Juliet geliyor. Blog dünyasında henüz yeni bir hevesle takılmaya başlamışken, belki de ilk paylaştığım klip onun Avalon adlı, dinlemekten bıkmadığım şarkısıydı.

Bir an "Acaba?" dedim.

Ama demekle kaldım, çünkü ilgisi yokmuş.

Sonra Avalon Jazz Band'in sitesini buldum.** Sonra da Spotify'da takipçileri oldum. Besame Mucho'yu  onların yorumuyla dinlemeye başlamıştım ki yorumlarına ve neşelerine ekstra bayıldım. Sonra pek çok şarkılarını dinledim... Bir tadımlık sunmalı, belki kendilerini ben gibi bilmeyenler de vardır diye düşünerek paylaşmalıyım, dedim.

Aslında bütün numara jaluzilerin arasından yere süzülen güneşin ve odaya dolan ışığının yarattığı etkideydi... O köşeyi çekmeden duramadım. Yere oturup da vizörden baktığımdaysa ruhum ayaklandı. Bir alt yazıyken düşündüğüm... Bir sürü şey... Bir anda...

Duygularımın tadında dökememiş olsam da yazıya...

Diriliverdi!



*Kuşların kısa bir hikayesi ise şu yazının ilk fotoğrafının altındaki paragrafta

*Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısı

**Daha çok Avalon Jazz Band içinse buradan lütfen.

23 Mart 2021 Salı

Gram Altın Bulmuştum Dün Akşam Külçe Oldu

Aslında geçen yıl bir açık hava festivalinde rastlamıştım ve şaşırmıştım. Bir gram şarkıyla bırakmıştı Arte beni... Benimse içim gitmişti bu sempatik gruba. Devamını sonra hep aradım ve bir türlü bulamadım.

Beni ele geçirmişlerdi çünkü çocukluktan bildiğim şarkıları özünü hiç bozmadan, biraz da esprili bir tonda çalıp söylüyorlardı. Devamının olmamasına benden çok keyfim üzülmüştü.

Dün akşam buldum onları. Arte onlara özel bir kayıt yapmıştı ki gurur duydum. O ekranda olmak için bir şey olmak gerekti ve benim kanaatimi Arte'de onaylamıştı.

Tıkladım kumandayı ve izlemeye başladım. Birken iki, ikiyken üç oldukça modum coştu; o çoşku gündemi silip süpürmekle kalmamış olmalı ki kaybettiğim kendimi sürekli gülümseyen bir insan olarak buluyordum.

Benim kuşağımdan olanlar Anadolu Rock denen müziği ve gruplarını bilirler, sokak düğünlerinde çalan yerel grupları da... İşte aldığım tat buydu! Çooook eğlenceliydi ki yazmasam olmazdı. Üstelik bu şahane çocuklar Amsterdam'da yaşıyorlar. Klavye çalan ve aynı zamanda solist de olan kızımızın cilveli şöyleyişiyse çok tatlı.

Piyasaların panik halinin çığlık çığlığa olduğu, uluslararası fonların ve güçlü sermaye gruplarının perşembe-cuma günleri hisseleri gayet güzel yükseltip fasılalar halinde -hemen zengin olunabileceği hayallerine kapılmış- yerli yatırımcıların kucağına bırakmaları ile başlayan, yüksek fiyatlı döviz satışları ile devam eden ve ardından  bir adamın tuz biber ekmesiyle alabora olan, an itibariyle alttan alanların kârlarına kâr katmalarıyla daha da yoksullaşan memleketin hallerinden sonra ve topluca tırlatmaya az kalmışken...


Eminim ki iyi gelecek!

Konser sonuçta bitti akşam. Durmadım. Bol buzlu çift limon dilimli, bir tık M.Dry dokunuşlu bir cin tonik yaptım. Televizyonu 3D görüntüye aldım, 3D gözlüğü taktım... Ve baştan aldım bu hoş seyri.

Ülkemin kayıp zamanları için üzülsem de asla bu ülkeye dair umutlarını yitirmeyen beni gündemin gerginliğinden alıp, hayatın sıcacık kollarına bırakan şarkılarla, daha da çok sarıldım ülkeme.

 

O halde bugün Altın Gün.

Veeeeeeeeeeeeeeeeeeeee..... Eller havaya!





*Arte nedir?

16 Mart 2021 Salı

Bir Bak Göreceksin

Kesintisiz devrim, devrimci çocukluğumun idollerinden biri tarafından kulağıma üflenmişti. Sonra biraz büyüdüm, elime ne geçtiyse okudum. Okumakla kalmayıp düşündüm, sentezledim, başkalarının dilinden konuşurken kendi dilimden konuşmaya başladım ve gittikçe daha ben oldum. Kesintisizlik teorisi hayatın durağanlığının aksine kendi çizdiğim yolda coşkuyla yürüme cesareti ve onun tadına yönelik güçlü bir farkındalık sağladı bana. Okudukça, dinledikçe sorularım oluştu; sorular oluştukça yanıtlarını aradım, buldum; beğenmediklerimi ayıkladım, sevaplarımı yanıma alıp yürüdüm.

Bu sayede yaşam çeşitlendi ve bir çok arkadaşım can sıkıntısından söz ederken, bu kelam benim dilimden daha az çıkar oldu. "Müziği, pop ve rock olmak şartıyla seviyordum. Türk Sanat Müziği de, türküler de tıpkı klasik müzik gibi bana ırak şeylerdi. Çocukluğumun hızıyla bağdaştıramadığım için dinlemeye tahammülsüzdüm," diye tanımlamıştım çocuk beni, yakın zamandaki bir yazımın içinde. Aynı cümlenin bir kısmını Sevgili Leylak Dalı'nın bu yazı için beni tetikleyen Şarkılar Neyi Söyler? başlıklı yazısına yazdığım yorumda da kullandım. Çünkü, Nesrin Sipahi hayatımın müzik tarafının ikinci kazancı Türk Sanat Müziğini  sevmemin, daha çok da anlamamın sebebiydi.


Benim ilkokul öğretmenin çok güzel kadındı. Cumhuriyetimizi çağrıştırıyordu. Bir gün, enn amcam henüz nişanlıyken, akraba olacağımız seçkin ailenin evine yemeğe gitmiştik. Gençler bir masanın etrafında sohbet ediyorlarken, tıfıl ben de çalmakta olan  bir 45'lik plaktaki sese kulak kesilmiştim. Aslında her şey o gün başladı. Bir aranjmandı ve ben aranjmanı batı müziğinin bizden olanı sanıyordum. Çalan vizyondaki bir filmin müziğiydi, masadaki gençler izlemişlerdi ve onu konuşuyorlardı. Belki de ben, o filmin müziği sanmıştım!  Plağa baktığımda okuduklarımdan ve konuşulanlardan popüler bir batı sanatçısının ve şarkısının müziği üzerine Türkçe söz yazılmış hali olduğunu anladım. Batı müziği bir eserin sözlerini anlıyor olmak hoşuma gitti.  Plağın kabını aldım, inceledim. Nesrin Sipahi yazıyordu. Sesin adını aklıma kaydettim. Öğretmenime benziyordu.

Bir de müzik öğretmenimiz vardı. Piyano çalıyordu. Cumhuriyetimizin yarım asrına bir kaç ay kalmıştı. 50.yıl marşına çalıştırıyordu. Ben için nasıl da zordu! Arada, muhtemel ki bizim yadırgamayacağımız türden klasik batı müziği eserleri de çalıyordu. Sanki bünyemizdeki  klasik nefretin buzlarını usul usul çözüyordu. Kenardan mahallelerden gelmiş bizler için ne kadar farklıydı; Atatürk'lü filmlerde gördüğümüz öncü kadınlara benziyordu.

Yıllar sonra kızkardeşim nedeniyle akraba olacağımızı, aynı masada yemek yiyeceğimizi, onunla -artık müzikten biraz daha anlar benim- sohbet edeceğimizi, hayal bile edemiyordum.

Ufak ufak, radyoda -daha çok da popüler parçalar çalındığı ve bir iki parça ile sınırlı olduğundan- reklam kuşaklarında yayınlanan popüler sanat müziği şarkılarını dinlemeye başlamıştım.

Plakçı vitrinlerine baka baka mağazaya giderken yine bir gün, onu vitrinde gördüm. Ya ilkokul sonda ya da ortaokulun başındaydım. Cumartesi günüydü, bir kaç saat çalışacak, ortalığı süpürecek, haftalığımı kapacak ama araya plak alacağımı da sıkıştırcaktım.

İşimi yaptım, masum ve emeğinin hakkını bekleyen, alın teri akıtmış çocuk rolümü gayet güzel oynadım. Haftalığım ödendi, bir de prim verildi. Kapı aralanmıştı, mağazanın kapanma saatini beklemeye tahammülüm yoktu. Sürekli sinyal gönderiyordum ve sanki büyükler farkettikleri ruh halimle eğleniyorlardı. Biraz kıvrandırdıktan sonra babam, "Sen istersen erken çık," dedi. Hafifledim, lastik öttüren araba gibi çıktım mağazadan. Bir uzunçalardı bu. O günkü adıyla Long Play. Vitrinin önünde biraz kalıp, ne söyliyeceğimi kurduktan sonra biraz daha cesaretlenerek, girdim plakçıya; sahibi Türk Sanat Müziği koro şefiydi, küçük şehrin ünlülerindendi, soyadı Çağlayan mağazanın adı da Taner Ticaret'di. "Taner Amca," diye seslenirken; işaret ederek, "Şu plağı istiyorum," dedim. Güzelce ambalajlandı. Bekledim. Sonra koştum eve, radyoya entegre pikaba koydum. Şarkının hızına yetişemedim! Sonra güldüm ve pikabı 33'devire getirdim. O kadınsa, yani Nesrin Sipahi, körfezdeki dalgın suya götürdü beni.

Yazarken bir yandan da albümden bir şarkı koymayı düşündüm yazıya. Google'a "Onu bul bana," dediğimde, bulamadı. Ama daha güzel bir şey yaptı: Telaşla aranırken o şarkıyı ben, 1973 tarihli ve Cumhuriyetimizin 50.yılı logosu köşeşinden parlayan, aldığım ilk sanat müziği albümümdeki şarkıların olduğu bir video çıkardı önüme.

Teşekkür etmem kaçınılmazdı...

22 Ekim 2020 Perşembe

Zorunlu Keşif

*Aşağıda linki verilmiş konser eşliğinde okumak tercihe bırakılmıştır!


Sonuçta bildiğimiz yumurta....

Kahvaltı işe başlama saatine yakın bir zamana denk gelirse ve zaman darsa, kolayıma gelen bir hızla, Annemin ve Babannemin deyimiyle Yağda Yumurta kurtarıcım olur. Kimilerinin sahanda yumurta dedikleri fast yemek yani...

Standart başlangıç ocak üzerinde önce boş döküm tavanın, sonra ilave edilen yağın ki tercih edileni tereyağıdır, kokusu ortalığa yayılana kadar ısıtılması...

Hatta biraz yanmadan yakılması, sonrasında yumurtanın kırılması makbüldür.

Beyazı pişmeli, sarısı ise ekmek dokunulunca dağılma derecesinde olmalıdır!

Bir kaç seferdir, kahvaltının acele halledilmesi gereken bir kaç sabahta yumurtayı önce beyazı gibi bir ayrım yapmadan doğrudan koyup sonra çatalla şöyle bir karıştırıp, üzerine de minik ve kübik kaşar dilimleri ekleyip biraz sonra tavanın altını kapatarak peynirlerin tavanın ısısında erimesini beklerken ve  kızarmakta olan dilim ekmekler tamam noktasına gelince ve yumurtanın krema tadındaki haline ve de aromalanmış yağına banarak yemeyi sevince... Bu sabah, daha hızlı halletmem gerekti kahvaltıyı ve sanırım bu da iyi oldu!

Tıpkı Arşimet'in suyun kaldırma gücünü bulması gibi tavayı önce boş haliyle ıstmak için ocağa koyduğumda ve orta gözü en kısıktan biraz fazla açtığımdan; haddinden fazla ısındı tava. Sonra yağı, -aslında tereyağı olmalı ama ben sızma zeytinyağını tercih ediyorum ve bu tat hoşuma gidiyor- koyup da altını kısmayı unutarak başka bir şeyle meşgul olunca, tava ufak çaplı bir isyanla ve çıtırdayan bir sesle, işe dalmış beni feryat figan çağırdı. Biraz telaşlandım elbette... Fakat yanaşıp da dinleyince anladım ki o kadar da abartılacak bir durum yok; sadece, durum gereği yeni bir kısa yola ihtiyaç var.

Tavayı aldım ocaktan ekmek tahtasının üzerine koydum ve O patlayan seslerle cızırdarken yumurtayı kırdım. Çatalla, beyazın ve sarının kendilerini ifade edebilecekleri ama aynı zamanda kolektif bir tat oluşturacakları şekilde, hızlı ama narince karıştırdım ve hâlâ cızırdamakta olan tavaya küçük ve kübik dilimlenmiş kaşarları yaydım.

Kahve için vakit yoktu, onu bu ritüele katamadım ama sonuç muhteşemdi ve böylece bir kaza sonucunda oluşmuş kremamsı ve nüanslı bu tat, kişisel literatürümde yerini almış oldu.

Güzel bir işbaşı ve elde kahve kokusu...

Güneş muhteşem!

Açıkta bir yük gemisi... Deniz pırıl pırıl. Sol taraftan iki beyaz balıkçı teknesi bu kareye kafa uzatıp, usulca dahil oluyorlar.

Kıyıda sessiz ve uysal birer çocuk oynaşlığında dalgalar... 

 



Odaya yayılansa  Anja Lechner- François Couturier ikilisinden harika bir müzik!*
 

 



*Yaklaşık birbuçuk saatlik enfes bir konser içinse buradan lütfen: Anja Lechner-François Couturier.



 


13 Ekim 2020 Salı

Tek Yumurta İkizi Değiller Ama...

Yavaş Hayat başlıklı yazımın bir bölümünde, "Bir isim koydum; La Gazetta dello Sport ile El Pais arasından La'yı seçtim, ironik seçimim Asparagas'ın da As'ını attım," diye söz etmiştim, blog adımla ilgili olarak...

 



Geçen gün Mussano gelip de söyleyene kadar blog adımın sadece bana ait ve benim imalatım bir sözcük olduğunu düşünüyordum. Ne olur ne olmaz, diye, Google'a aratmış ve o tarih itibariyli La Paragas geçen tek bir ifade ile karşılaşmamıştım. Özgün bir ad olduğuna kanaat getirmiş ve kullanmıştım.

 



Bahse konu yazımda da ifade ettiğim gibi sonraki yıllarda çok olmasa da -ki o da bir şarkının adı olarak- başka La Paragas görmeye başlamıştım ama bir dilde, özellikle de  dünyanın ortak dili olması amacıyla yola çıkılmış bir dilde kelime olabileceği aklımın kıyısından bile geçmemişti.



Mussano onca yıl sonra merak edip, "İspanyolca ya da İtalyanca'da bir anlamı var mı?" diye, Google Translate'de aramasa, O da, "Yok ama bir de Esperanto diline bak," diye uyarmasa varlığından hiç haberdar olmayacaktım.



Alınca Mussano'dan haberi, Google Translate'e "Esperanto dilinden çevirir misin bir kez daha?" dedim. "Şemsiye," dedi. İçeriklerimle bağdaştırdım, kan çekti.

Sevindim.



Gülümsedim....



Bloguma ithafen yapılmış bir şarkı demeyeceğim elbette;

O halde Guillermo de la Roca'dan geliyor: La Paragas.





16 Eylül 2020 Çarşamba

Sabaha Basit Cümleler

Hava kapalı ama aydınlık. Sabah sakin. Günün pek güzel hallerinden biri, ufuk çizgisinden kafa kaldırıyor.

 Güneşin bugün yokum diyen hınzır tebessümü, orada.

Bir yük gemisi sol cenahtan sağa doğru usulca hareket halinde... Camdan giren serin, tazelik kokuyor. Deklanşörden gelen klik sesiyse bu anı hapsediyor.

Müzik dinliyor, blog yazıları okuyorum.

Ne yazık ki kahvem bitmiş! 

Domates iri parçalar halinde dilimleniyor. Bir de yeşil biber...

İnce ama büyük bir dilim ekmek teflon tavada.

Domatesler şöyle bir çevriliyor. Izgara edilmiş biber parçacıklarıysa şimdi domateslerin yanında... Karabiber, kekik ama nane esintili...

Eklendi.

                                                                                ...........

Önce yumurtanın beyazı...

Şimdi sarısı.

Biraz peynir...

Ve şimdi dinlenme zamanı!


                                                                           
                                                                                  ............

Manzaraya paralel masa.

Bilgisayar biraz öteleniyor. Menemen, kızarmış ekmekle birlikte ekmek tahtası, masada yerini alıyor.

Bir yazıda uzun kalıyorum: İçindeki ve çok hoşuma giden bir cümlenin altını çizen kısa bir yorum yazıyorum.

Dinlediğim albüm bitiyor.

Gözat'a göz atıyor, daha önce rastladığım ama yabancı sandığım albümü tıklıyorum bu kez.

Yakın durduğum bir tür değil fakat dikkatimi çekmeyi başarıyor. 

İçindeki bir şarkı antenlerimi dikiyor.

Paylaşmak istiyorum.*

Blog listesindeki taze ve duygu yüklü bir başka yazı okunurken içindeki hoşa giden ve bir tanım içeren cümle, bir kaç kelime eklenerek  yorum haline dönüşüyor.

                                                                              ................

Ne ilginç: Enn Sevdiğim Kadın da sanıyorum o meydanda!
                                                                          
                                                                               ...............

Albüm bitiyor.

Bir yazıya girişiyorum.

Fotoğrafları yerleştiriyor fakat eksik buluyorum. Eksik olanlarsa, yazının girişinde bahsedeceğim ve zamanda yürüdüğümüz bir noktanın.

Taslak olarak bırakıyorum.

Bir planım var!

                                                                              .............


Sonra şaşırıyorum.

Biliyorum ki yıllarca çok fotoğraf çektik. Ama neden bir tane bile bulamıyorum ve var sanırken; blogda onca yazı içinde sadece iki yazıda birer cümleyle söz etmenin dışında O'na dair bir şey yok?!.

O, çok özel bakkaldan söz etmek istiyorum.

Ve onun köşesinden inen ve O'na giden yoldan.

Yüz yıldan eski ve ben için, bizim için çok kıymetli, pek çok popüler ve bilinen ve de görkemli yerleşimin önüne koyduğumuz, bir bebek tadında sevdiğimiz bu olgun ve dünyada çok azı kalmış nokta üzerine yazarken; defalarca geldiğimiz 4000 yıllık coğrafyanın fotoğraflarını eklemeden ve ondan söz etmeden yapamam, yazmamalıyım, diye düşünüyorum.

                                                                           ..............

Bir umudum var ama!

Enn Sevdiğim Kadın hafta sonu dönüyor.

Oysa ki ben için hep buradaydı.

Şu telefon ne güzel bir şey!

                                                                             .............

Kahvem var!

*

5 Eylül 2020 Cumartesi

14 Dakikada Şarap Menü

Komik bir durum!..
Yazıyı yazarken müzik dinliyorum, favorilerimi elbette: sonra onlar bitiyor ve hiç dinlemediğim, dinlediklerim üzerinden önerilen ve ilk kez karşılaştığım bir şarkıcıyı tıklıyorum, Spotify'da... bildik ve eski bir şarkının, bilmedik bir şarkıcı tarafından yorumlanmış hali ilginç geliyor ve hemen yazının sonuna ekliyorum. Şimdi, onca yıl blog yazdıktan sonra ilk kez bir okur gibi ayarlanmış saatte yayınlanmasını bekliyorum yazımın: şarkıyı tıklayıp dinlerken, onun eşliğinde okumak için!


                                                                                  ****

Hikâye bir İzmir dönüşü, ekmeği şeklen İzmir usulü Kumru, daha özü, süslü olanlardan değil de Tarihi Alsancak Gevrek Fırını sadeliğinde geleneksel Kumru yapmam; bu vesileyle de nispeten özlem gidermem, hem de kahvaltı meselesini kolaya getirmemle başlıyor. Sonra bunu biraz daha tembel işine çevirip bu kez adını yerelleştirerek Alanos Usulü Kumru'ya eviriyorum ki bundaki maksadım daha az ekmek tüketmek! Başlangıçta orjinale sadakatle sadece domates dilimleri ve İzmir-Bergama Tulumu kullanırken, olayı özellikle kahvaltıda, peynir cinsleri dahil olmak üzere çeşitlendirmeye başlıyorum.

                                                                               .................

Derken, geçenlerde CarrefourSA'da bir şarapla karşılaşıyorum: tadı ruhta olağanüstü izler bırakmış bir bağda içilen şarabın,* "alt segment" kardeşlerinden birisi bu!

Bir Cabernet Sauvignon-Merlot kupajı ki fiyat* kalite noktasında benim diyen çok şarabı arkasında sıra yapacak kadar başarılı bulacağımı, bilmiyorum henüz!

Gelince eve ve ilk kez deneyeceğim üzere ve tembele bağladığımdan: yakışacağını düşünerek aldığım Lays Fırından, yoğurt ve mevsim yeşillikleri katkılı patates cipslerini bir kaseye döküyor, serinlemiş kadehteki şarabı da masaya taşıyorum.

Şarap görüntüsü ve ilk yudumu ile aklımı alıyor, bayılınca ona bir ışık da yanıyor! Fazla uğraşa gerek olmadan, toplam 14 dakikada hazırlanacak atıştırmalıkla keyifli bir gece geçirilebileceği noktasında yol gösterici bir menü oluşuyor zihnimde.


Dün akşam -ankastre- fırını açıp, 195 dereceye ayarlıyorum. Sonra mahallemin fırınından yarımını dilimleterek aldığım, lezzetini bu tür atıştırmalıklar için ideal bulduğum, üstelik dayanıklı Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinin büyükçe ve ince iki dilimini içine pişirme kağıdı koyduğum döküm fırın kabına yerleştiriyorum. Üzerine bir miktar sızma zeytinyağı gezdiriyor, onun üzerine bir dilim Namet-hindi füme yerleştiriyor, onların üzerine de pişerken kurumasınlar diye ince dilimlenmiş domatesleri, onların üzerine de dilimlediğim küçük dolmalık biber halkalarını koyuyor, köyden aldığım kurutulup öğütülmüş, nane esintili kekikten bir miktar serpip, üzerlerinde bir miktar daha zeytinyağı gezdirdikten sonra....


Çoğu zaman iki büyük ve ince dilim, bazen de örnekteki gibi bir büyük bir de küçük parça İzmir-Bergama tulumu yerleştirip, bir miktar kırmız pul biber ekliyorum ki tüm bu işlemler bittiğinde fırın da ısınmış oluyor.


Kabı fırının orta sırasına yerleştiriyor, süreyi 14 dakikaya ayarlıyorum. O arada bir kadehe keyfe keder ölçüde şarabı koyup, kadehin üzerini buzdolabındaki diğer kokuları almayacak ölçüde tecrit eden bir bardak ya da kase ile kapatıp buzdolabının üst rafında serinlemeye bırakıyorum.

Şarap ilk aldığım gün, açıp kadehe koyduğum anda beni şaşırtmış, rengi ve kıvamı ile de teslim almıştı.  Hem görsel olarak etkilemiş, serinledikten sonra biraz daha havalansın diye bırakmış, ilk yudumla da notunu vermiştim. Genizde biraz yakıcı bulsam da damakta ben kaliteyim demişti. Merlot, Cabernet karşısında ezilmemiş, bu ortaklığın içinde ben de varım demiş, özgün kimliğinin altını çizmişti. Onun meyvemsi izleri ile çaprazlanmış Cabernet Sauvignon'un asaleti bu işe gönül koymuş Lucien Arkas'ın zevki, özeni ve kalitesiyle birleşince ortaya çıkan tat rüya gibiydi. Bir kez daha bir şarap, İdol-2018: fiyat kalite noktasında beni şaşırtmayı başarıyordu. Kendi damağının keyfine değil de aldığı şarabın fiyatına, markasına ve bilinirliğine bakan birine kör tadım yaptırsak ve ederi nedir bunun diye sorsak, eminim ki ağızdan çıkan kelam çok yukarılarda olacaktı.

Sonraki içimde havalandırma süresini biraz daha uzatıyor, genizdeki yakıcılık azalıyor ve kendi idealimi buluyorum, ve ilk şişeyi henüz bitirmemiş olsam da rengine ve kıvamın dolgunluğuna hayran şaşkınlığım devam ediyor... Seyrine bayılıyorum.

                                                                              .................

Ondördüncü dakikada fırın beni çağırıyor, önce kapağını açıyor, ilk sıcaklığı dışarı atıyor, sonra da tutacakla fırın kabını alıp biraz dinlendirip, sonrasında atıştırmalıkları ekmek tahtasının üzerine yerleştirip, dolaptan aldığım serinlemiş şarapla tanıştırıyor, sonra da televizyonun karşısına taşıyorum. Hemen kaynaştıklarını söylemeliyim.


Uzun zamanlara yayılmış bu mutlu, telefonda paylaşmalı geceyi; nüanslarında dolaştığım, yeni yeni keşifler yaptığım tek bir kadehle doya doya yaşıyorum.

Fikrimdeyse kırmızı, dili körletmeyecek kadar  acı biber halkalı kavurma üzeri, Bergama tulumlusunu denemek var!
                           
                                                                                ..................

195 derecede 14 dakika çünkü: Ekmeğin üzeri ve altı ince bir tabaka halinde çıtırlaşırken ara bölüm bir tık daha yumuşak kalıyor, fümeler sertleşmediği gibi domatesler sularını yitirmiyor, kekik kararmıyor ve biberler sertleşmeden ızgara tadında izlerle sakin ve dumansı bir tatla, tulum peyniri de tam olması gereken, kendini tam anlamıyla salmamış ama kremsi bir dokuda kalıyor.

Sonrasıysa... 

iyilik, güzellik!




 *CarrefourSa'da an itibariyle 45,90 TL

*Bağ ve o Şarap'tan bahis, La Mahzen'de Consensus başlıklı yazının üçüncü fotoğrafından sonra!

2 Eylül 2020 Çarşamba

Bayıldığım Dizi Şaşırdığım Kitap

"Bir Amerikano lütfen."

"Bir de elmalı, tarçınlı, ballı kek lütfen."



                                                                                   .................

Güzel okuma Pusula'nın ardından her zaman olduğu gibi o mu bu mu kararsızlığı yaşıyorum. Günün çalışma saatleri bitti, dükkanı kapatıyorum. Yeni kitap için çalışma odasına geçiyor kitaplığın okunmayanlar bölümüne göz atmaya başlıyorum; o mu bu mu anının keyfini yaşarken  ara sıcak  fikriyle daha ince kitaplar arasında dolaşıyor, 176 sayfalık, kapağından anlaşıldığı üzere müzikli ve yine tanımadığım bir yazarın kitabını alıyorum raftan. Salona geçip kanepeye uzanıyor, gizem bağıran, uyanıkça yazılmış önsözünü okurken ardındaki hınzır gülümsemeyi de fark ediyorum.

O görmezden gelinen millet, başlıklı birinci bölümü geçip 14. sayfaya  kadar geliyorum ki onun üst başlığı da Ne olur gerçeği dinle! Bu kısa sürede de kitapla aramda kuvvetli bir bağ oluşuyor, seviyorum. Hatta Pusula'nın altındaki cin yoruma bu kitabı kastederek;   

Bu kitabın ardından başladığım kitap!

Bu kadar mı olur, dedirtiyor: yine bilmediğim ve ilk okuduğum biri, elim gitmiş; "mevzubahise, yani müzik kısmına şahane bir katılım yapıyor," ipuçlarını vererek... çekiliyorum."
  şeklinde bir yanıt yazıyorum.

Gizemli, farklı üslubuyla ve de şaşırtıcı kurgusuyla yazar Lev Matvej Loewenthal etkiliyor beni. Güçlü kitap Pusula'nın ardına gelmesini de kitap meleğimin beni hissediyor olmasına yoruyor,  şansıma seviniyorum. Fakat bu arada, zorlu ve geri dönüşlü bir okuma olacağını, şiddetle öneriyorum sözcüklerini kullanamayacağımı da hissediyorum.

Gönlümse zihinsel bir yorgunluk istemiyor, yoğun mesainin ardını lay lay lom ve emeksiz geçirme fikrinde. Kapatıyor kitabı açıyorum üyesi olduğum portalı, BBC First'de ne var ne yok diye bakarken yeni olduğunu düşündüğüm, bilmediğim ve adından hareketle komedi olduğunu sandığım bir dizi ile karşılaşıyorum ki başlama saatine henüz var. 3.bölümü olduğunu görünce de nasıl fark etmemişim diyerek, zamanda geri gidip birinci bölümünü arıyor, bunun zaman alacağını düşününce de portalın tekrar izle bölümüne geçiyor ve 2017 yapımı bu dizinin 3.sezonunun 12 bölümünün bana gülümsediğini görüyorum. Kısa özetin cümlelerine göz atınca da aramızda şiddetli bir aşk kıvılcımı oluşuyor... Ve birinci görev için Nepal'deyiz! Bu arada Doluca Kav Öküzgözü Boğazkere 2017'den bu üzümler için özel tasarlanmış, Paşabahçe-Nude serisinden bir kadehe bir miktar koyuyor, onu da kısa süre için buzdolabına, kadehin ağzını kapatarak serinlemeye bırakıyorum. Bu üzümler söz konusu olduğunda Buzbağcı* olan ama Tekel özelleşince de Kayra Buzbağ Rezerv'in başarılı bir kupaj olduğunu düşünen ben yemekle değil de aperatif fikri taşıdığında şarap: Kav'ın bu şarabının -eğer şişe bitirilmeyecekse- kadehte biraz havalandırıldıktan sonra içimini keyifli bulduğumun da altını çizmek istiyorum, yeri gelmişken.


Nepal'de deprem sonrası bir yardım için bulunuyoruz. Bu arada bölük ile tanışıyoruz. İlk anda seviyorum kendilerini. Çekim ve elbette sahne düzenlemeleri muhteşem, çok da başarılı bir reji ki bir film izlemiyor bizzat içine dahil oluyorum. Üstelik ilerleyen bölümlerden birinde bir Katmandu turu bile atıyoruz. Velhasıl-ı kelam diziye bayım bayım bayılıyor ve hayatımda ilk kez, Saga'yı iki bölüm üst üste izleme hallerim dışında ilk kez bir dizinin 6 bölümünü aynı gecede izliyorum. Nerelere gitmiyoruz ki ve yakın tarihten hangi terör grupları ve ateş altındaki ülke yok içinde...


İyice kanka oluyorum bölükle, heyecandan heyecana sürükleniyor, arada bir gülüyor, arada bir siperin ardında ter döküyor, uyuşturucu kaçakçılarının hakim olduğu muhteşem nehirlere ve Güney Asya doğasındaki güzelliklere hayran kalırken bir yandan da canımın derdine düşüyorum. Bir yanıyla da bunun Amerikan değil de İngiliz dizisi ve askerleri ve elbette BBC yapımı olmasına seviniyor, sempati duyuyor, nispeten tarafgil olmayan politik üslubunu seviyor bunu kendi okumalarımla sentezliyor, aynı düşünmediğimiz yerlerini ayıklıyor, kaliteli ve heyecanlı bir diziyi soluksuz izlemenin tadını çıkarıyor ve üç akşamda bitiriyorum diziyi! Elbette ki Emperyalizmin gülücük dağıtan güzellemeleri var, ne kadar yardım sever, ne kadar kollayıcı politikalarla oralarda oldukları masalını gözüme sokuyorlar lâkin bir yanıyla da terör gruplarının baskısı altındaki yoksul ve sivil halk gerçeği var. Solcu ve insan yanımı şöyle bir kaç adım uzağıma yolluyor, düzenin içinde yoğrulmuş kimliğimle dizinin keyfini çıkarıyorum.

                                                                                      ............


Kitapla arkadaşlığımız ise epey sürüyor, bazen geri dönüyor, sayfalar arasında bazı yerleri arıyor, onu, o an okuduğum sayfadaki durumu netleştirmek için buluyorum. Belki ara vererek okumanın sıkıntısını yaşıyorum, bilmiyorum. Ama yazarın beni zorlamış olsa da başarılı ve sıradan olmayan zengin dokundurmalı, ufuk açıcı bir polisiye yazdığını düşünüyorum ki bunun bir polisiye olduğunu anlamam ve kabul etmem zaman alıyor! Sonra her şey yerli yerine oturuyor: Bu kitabı mesela Enn Sevdiğim Kadın okusa, başladığı gibi bitirir, eminim ki çok tat alır, kolayca anlar ve anlatılanı kavrar, ve daha kesin cümlelerle bir anlatım bütünlüğü kurardı hakkında. Demem o ki bir kenara atmadan en çok iki gün içinde bitirmek ve biraz da emek vermek gerek!


Bir akşamüstüyse dükkanı kapatınca atıyorum çantama kitabı, çünkü onunla olmayı seviyorum. Küçük bir kitap gibi dursa da ben için zengin ve kocaman, müziğe dair çok bilgi var, tarihsel anlatılar, meraklandırıcı durumlar, üslup sanki 176 sayfalık bir kitap değil de en az beşyüz sayfalıkmış gibi doyurucu...

Açık havadayız, girişte siparişimizi verdik, hazırlanmasını bekledik, dışarıda, yola biraz uzak, denizi gören, yan sokağın sakinliğine teşne masaya oturup kahvemizi ve pastamızı masamıza yerleştirdik. Bölüm başlıklarına bayılmaya devam ederken gülümsüyorum... Mesala Oldukça tuhaf bir tahkikat!  Mesela, Tamam Müfettiş umutsuzluğa kapılma! Ve mesela, İşte şimdi yaratılanların ruhu kozmozun armonisiyle akorlanıyor viyolasında...

Bu arada Kahve Dünyası'nın elmalı, ballı, tarçınlı keki muhteşem: şekersiz Amerikano ile de rüya gibi. Bu tatlara karışmış kitabın tadıyla güzel yaz akşamının denizle buluşmuş serinini çekerken içimize, On İkinci Nota ile ben:  bu zorlu kitabı başarıyla çeviren Betül Parlak'ı da anıyoruz. Dip notlar şahane, Kudüs'e, Budapeşte'ye, Prag'a, Tel Aviv'e uzamak... Yahudi geçmişin derinliklerinde dolaşmak, Roma ve Paris'te aynı anda düzenlenen konserde Rachmaninoff çalınırken iki virtüözün düellosuna tanıklık etmek; kahve ya da hoş bir şarabı kitap ile birlikte, onun dünyasını dolaşarak yudumlamak muhteşem. Ve ayrıca Bomba, tablolar, Terezin gibi haller... kurmacadaki bulmacaları usul usul çözme, yazarın okurla konuşma anları çok çok farklı, ben için zorlu ama lezzetli ve hatırlanası bir okuma haliydi ki bir gün baştan sona hiç ara vermeden ve yeniden: sıfırdanmış gibi okumayı düşünüyorum.

Roma Müzik Parkı Konser Salonu, Paris, Paris Filarmoni, Villette Parkı?

Karmaşık bir mekanizma: bomba?

Paganini'nin Bir Teması Üzerine Rapsodi (24 Numaralı Kapriçyo)!

Kurmacacı bir yazar!

Daha ne olsun...


*Buzbağ Şarap!


23 Ağustos 2020 Pazar

Ama Pusula Şahane Bir Romandır

 Şuradan başlayan üçlemenin son yazısıdır!


 Son günden sonra

Güneş yatak odamın perdelerini aşarak ve sessizce süzülüyor içeri... Günün en erkeni, şahane bir Öküzgözü-Boğazkere kupajından biraz da serinletilmiş bir kadehi usul usul, hissede hissede dönmüşüm geceye...

Ve güzel uykunun derinlerinden çıkıp kıpırtılı bir heyecana uyanmışım.   

Dün akşam çocuklarla laflamanın vakti uzatması, saatin yatma saatlerine denk gelmesi, yine uyandırırım kaygısıyla ve isteğimi bastırarak ama bu ikircikli halden de kurtulamayarak telefonun tuşlarından uzak tutmuştum kendimi. 

O'nu düşünüyor ve gülümsüyorum.

Sabahın beş buçuk altısı gibi... Yıllardır ve her gün O'na yazdığım ve bana yazılan, sayıları kaç binleri aşmış -kısa, uzun- mektupların tadı geliyor gözlerime, gülümsüyorum. Sonra nedense İskele'nin üzerinde; deri montu, kotu, omuz hizası, muzur kız çocuğu saçları ve o andaki duyguları ile O.  

Çaktırmadan çektiğim ve bayıldığım o an fotoğrafları bir de...

Alıyorum bir kez daha Pusula'yı elime, açıyorum 414'üncü sayfayı: kitabın son bölümü ve bölüm başlığı 06:00.

Ağırlıkla romanın iki ana karakteri arasındaki mektuplar...

İlerlerken ve kitabın lezzeti üzerine düşünürken 446'ıncı sayfada kalıyorum, çünkü: oradaki bir paragrafı bloga taşımalısın, diyor, içsesim. Önce üşeniyorum; yatak rahat, odam sessiz bir huzur veriyor, güneş iyice yayılıyor, cam aralığından denizin kokusu bu huzurlu sabaha usulca katılıyor, dingin ve gülümseyen ruhumun da kıpırdayası yok.

Bir yandan da keskin bir tavsiye içermeyen, alıcıları önemseyen, pişmanlık hissi yaşamalarını istemeyen tereddüt ifadeli yazımı düşünüyorum.

Oysa ben bayıla bayıla okumuştum: ruhunu iyi tanıdığım, zevklerini bildiğim insanlarıma bağıra bağıra; alın, okuyun bu kitabı, derken yazıdaki bu çekingen tavrım neden, diye soruyorum.

Bir kahve istiyor canım. Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Güneş bu kez sağ yandan verev giriyor ve uzuyor parkelerin üzerinden Batı'ya doğru. Deniz sakin dalgalarıyla bana doğru geliyor.  

Çok Sevgili ....., diye başlayan mektubun özellikle bir bölümünden bazı cümleleri kitaptan bir tat vermek için karar verdiğim üzere yazmaya başlıyorum. O ara tam ben yazmaya başlamışken kankam, şu bayıldığım içsesim, "Şiir," diyor, "şarkı," diyor, "eklemelisin," diyor. "Üstelik mektuptaki "Himzo Polovina'nın yorumunu tavsiye ederim,"  sözlerine kulak vererek..."



Sayfa 446

  
Bosna folklorunda sevdalinka denilen geleneksel şarkılar vardır. İsmi Türkçe bir söz olan sevdadan gelir ki o da "siyah" anlamına gelen sawda'dan alınmıştır..........

                  ........Şimdi hediyen:

                ........Sana bir şarkı, bir sevdalinka sunuyorum: Küçük bir hikâye anlatan Kraj tanana šadrvana. Sultanın kızı gün batarken şadırvanın temiz sularının şırıltılarını dinler; genç bir Arap esir her akşam muhteşem prensesi, gözlerini ayırmadan, sessizce izler. Esirin yüzü her seferinde biraz daha sararıp solar; sonunda bir ölü yüzü kadar solmuştur. Kız ona adını, nereden geldiğini ve aşiretini sorar; adam ona adının Muhammet, memleketinin Yemen, aşiretinin de Asra olduğunu söyler: sevdalanınca ölenler bu Asralılardır, der.

                        Türk ve Arap motifleri taşıyan bu şarkının sözleri sanılacağı gibi Osmanlı dönemine ait bir şiir değildir. Safvet Beg Basagic'in bir eseridir bu -Heinrich Heine'nin ünlü şiiri Der Asra'nın çevirisidir......




Bir çevirmen tarafından iyi ki haddi bildirilmiş, o had bildirmeyle hayatının en güzel yazılarından birini yazmış bir blog yazarı olarak: Bu kitabı anlaşılır dipnotları ile lezzetli kılan Ebru Erbaş'a teşekkür ediyorum.

18 Haziran 2020 Perşembe

Checkpoint Charlie ve Karantinalı Despina

Enn Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. Korana Günleri onun için işi anlamında çok yoğun; iş dışı anlarında da aktif, üstelik yeni bir yüksek lisansa başlamıştı bu yıl, ve üstelik hem öğrenciyken hem de okulun öğrencileri ve uluslararası ilişkileri ve de uluslararası işbirlikleri ile uğraşmak zorunda... Ve üstelik mahalledeki çocukların kurduğu Çetenin üyesi kendisi... arada bir, tabancasını alıp savaşa katılması, onlarla oyun parkındaki kaydırağın tepesindeki kulübemsi yerde oturması ve ayrıca hem kargaların yavru, hem de sokaktaki kedilerin kedicikler ürettiği bu insansız dönemde, onları da yalnız bırakmamalı... Online başladığı Macarca kursu ve diğer pek çok şeyden bahsetmiyorum, çünkü bahsederken yorulmam mümkün! Tüm bunlara rağmen her zaman tatlı, enerjik ve karantina günlerimin ve elbette hayatımın renkli ve çok ama çok güzel geçmesinin sebebi... canımın taaaaaaaa içi!

Ona bir teslimat yapmam gerek, üç kitap ve üzerine konuştuğumuz, plaklarımın arasında bulunca da çok sevindiğim, fotoğrafını gönderince de onun çok sevdindiği bir 45'lik plak...

Geçen gün konuşurken telefonda, üstelik eriyip şımarmışken ben, bir an, doğaçlama, sonrasında da çok hoşuma giden bir cümle çıkıyor ağzımdan: "Bir Checkpoint Charlie belirleyelim, Türkan'dan bir balkabaklı pasta -bunu sadece pasta olarak belirtmiş neyli olacağını söylememiştim- alalım, sonra masalardan birine oturalım deniz kenarında, sosyal mesafeyi koruyarak yiyip içelim, ben de teslimatımı yapayım." Sonra o an, birden aklıma geldiği üzere, Sailor'dan, Onların Checkpoint Charlie adlı şarkılarından, albümlerinden, Sailor ile tanışmama sebep olan TV programından falan söz ederken ilkmiş gibi, üstüne üstlük de anlatmış mıydım daha önce, diye sorunca...

Evet anlatmışım, üstelik karşımdaki  hafıza ne zaman ve ne konu üzerine anlattığımı bile anlatınca... hafızamın çok güçlü olduğu söylenen ben sustum sanmayın, susmadım. Üstelik bir ışık yandı ve hemen araştırmaya koyuldum. Sailor'ın o albümünü bulup, fotoğrafını çekip, blogda havalı havalı paylaşacağım bir yazının, ön izlemesini bile yaptım.


Fakat ne yapsam ne etsem de, geçen gün Edvard Grieg'in Peer Gynt albümünde olduğu gibi bulamadım uzunçaları. Muhtemeldir ki bundan beş on yıl önce pikaplar yeniden revaçta olunca, benim pikap alan ama plak bulamayan arkadaşlarım tarafından yağmalandım ve  gidenler geri gelmedi doğal olarak, dolayısıyla da kendi fotoğraflarımı koyamadım. Bu  fotoğrafsa elinde plak olmayan Amazon'dan!

Dün sabah şu üst bölümdeki kadar yazıp, fotoğrafları ve şarkıları koyup, bırakmıştım yazıyı... Sonrasında iş güç, gazete, blog yazıları falan derken tembele bağlamış, bir daha da dönmemiştim yazıya... 

Akşam iş güç bitip de uzanınca kanepeye ve okumaya başlayınca Olga'nın son kitabını... telefonum çalıyor.  Enn Sevdiğim Kadın.  Aylar sonra kendi mıntıkasını terk etmiş ve bizim mıntıkada... Ömürevleri Migros'da. Olleyyyy... Süperrrr!

İniyorum bahçeye, elimde teslimatlarım, kolumun altında da Olga'nın kitabı, o gelene kadar okuyacağım; yönümü onun geliş yönü olarak tahmin ettiğim tarafa çeviriyorum ama yanılıyorum. Çünkü eve dönüşü sahilden yapmayı düşünmüş. Bu kadın çoooooooooookkkkkkkkkk güzel yaaaaaaaaaaa... çooooookkkkkkkk tatlı üstelik.

Sosyal mesafeli oturuyoruz, telefon sohbetlerimiz canlıya dönüyor ama içimde kaç aydır hiç görmemişiz birbirimizi gibi bir his yok. Arka bahçeye geçiyoruz, apartman sakinleri, ben hariç, arkada çay kahve, her akşam sohbet halindeler; allahtan sesler bu tarafa gelmiyor.  Küçük kiraz ağacının boyundan büyük meyvalarından iki taneyi koparıyor ve birini bana uzatıyor. Hımmmmmm çok lezzetli... sonra, tekrar ön tarafa, benim mıntıkama geçiyoruz. O ara erkek kardeşim işten dönüyor, biraz laflıyoruz ki kızkardeşim de camdan katılıyor. Teslimatları da yapıyorum bu arada...

                                                                                ***


Evet, Bir Zamanlar Sailor Vardı

İlginç olan, benim yıllar yıllar önce BBC'nin Supersonic adlı müzik programında Girls Girls Girls adlı şarkılarıyla izleyip bayıldığım, sonra da ilk gördüğüm yerde uzunçalarını aldığım Sailor'ın Checkpoint Charlie'sininse aslında, tarihin ne kadar önemli bir noktası olduğunu anlamam yıllar yıllar yıllar sonra, Steven Spielberg'ün Tom Hanks'li ama Mark Rylance'ın muhteşem oynadığı, şahane filmi Casuslar Köprüsü'nü izleyince olmuştu.*

Supersonic adlı programın sunucusu, aynı zamanda -belki de- yönetmeni, reji odasında ana kumandanın başından sunardı programı. Televizyon Yönetmeni ve Program Yapımcısı olma aşkı ile yanıp tuttuşan tıfıl benim idolümdü... Sunuş biçimine hastaydım; koltuğuyla kameraya döner, şarkıyı anons eder ve sonrasında kolunu dirsekten bükerek yukarı doğru kaldırır, sonra ileri doğru uzatarak, işaret parmağı ile havalı bir şekilde monitörlerden bir numaralı kameranınkini işaret eder, kamera monitöre zoom yaparken bir anda sahnede olurduk. Sonra da yakın plan görüntüleri seçer, kameradan kameraya geçer, son derece dinamik bir reji ile keyfime keyif katardı. O kaydı çok aradım ama ne yazık ki koca Youtube'da  bir tane, amatör kayıt bulabildim.

Varsayın ki öyle bir sunum ve varsayın ki görüntü canlı...




Serbest Çağrışım

Sailor, 70'lerin ikinci yarısı, gizemler, ergen yıllar, devrimci  haller, filmler falan derken ve karantina günlerindeyken şu aralar; birden dilime pelesenk oluyor bir şarkının sözleri; Karantinalı Despina.  Koşuyorum içeri, o albümde olmayacağını biliyorum ama o albümün de önemi var. İşte, orada....  Sol'un en organize ve en örgütlü ve giderek yükseldiği yıllar...  İdollerimiz var, sendikalar güçlü, ve %40'ları aşan sol oylar... Afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde polislerden sakındığımız duvar arkalarındayız. İşçi Sendikaları, Öğretmen Sendikaları ve hatta şimdilerde kulaklara inanılmaz gelecek Polis Dernekleri ile sanki uzay çağına ermiş bir demokratik güç oluşturmuş Türkiye... Elbette karşıtlar var, elbette mücadele zorlu, ama umutlu... Sanki az sonra bir rüya, Devrim, gerçek olacak.

İşte o yıllarda Atilla İlhan şiirinden Karantinalı Despina gibi şarkılar yaparken ve henüz hidayete ermemişken Timur Selçuk; bu albümü de yapıyor. Lisenin başlarındayım ve Bizim Lise ve şehrimizdeki tüm Liselerde, Maarif Koleji'nde Devrim Şarkıları söyleniyor.


Şehrin Üniversitesi henüz yapım aşamasında, bir eğitim fakültesi var, kimlerin ele geçirmeye çalıştığı malum, defalarca karşı tepelerden kurşunlanıyor. Liselerse kale gibi. Devrimin eli kulağında sanki! Ne zaman bir yürüyüş olsa, ne zaman sendikalarla el ele yürünse; bizim cadde şenlik.. ve tıfıl bir devrimci, tüm camları açıyor, bu plağı koyup bangır bangır çalıyor. Piyano ve Timur Selçuk... Dilimizdeki marşların enfes yorumlanışı...

Timur Selçuk'un başta Ayrılanlar İçin olmak üzere, diğer şarkışlarına da bayılıyorum.  Fakat kaset listelerimden birinde ve doğal olarak da kasetlerimden birinin içindeki Karantinalı Despina; şiirden de kaynaklı olarak dilime yapışıyor ve çok sevdiğim bir kız arkadaşıma öyle seslenmeye başlıyorum.

Ve, şimdi ben iyi müzikler çalan, çok özel bloglardan Radyo Z'ye** öykünüyor ve anonsumu yapıyorum.

Karantina günlerinde, yeniden... taaaa geçmişten, muhteşem bir şiirden muhteşem bir yoruma evrilmiş haliyle, Karantinalı Despina.



*Checkpoint Charlie aslında nedir için Vikipedi lütfen.

**Radyo Z
 

18 Şubat 2012 Cumartesi

Söyleyince Sana Sanıyorum Söyledim*



Plakları hep sevdim. 
Kapaklarını daha çok sevdim. 
Çoğunu sadece kapaklarına bakarak aldım. 

"O", bilerek seçtiklerimin bir tanesiydi. 

 Duruşunu ve gözlerinin gülüşünü hep sevdim. 

Kimbilir kaç kez onun için plakçı vitrinlerinde kaldım. 

Günlerce sadece onu dinledim. 

Askılı bluzlu ince kadını hep sevdim.

Girdiğim kalplerde çok kaldığım günler değildi. 

Ne bir başka plağını ne de başka bir CD'sini aldım. 

Ölüm haberini aldığım gün kalbime bir damla düştü.

Bugün "o" gündeyim.



*Albüm  1987 yılında ilk çıktığı gün, birlikte ve bir an önce dinlemek için  defalarca uğranıp sorularak 2 saatin sonunda  alındı ve ilk kez -Doluca Moskado eşliğinde- şöminenin dibinde dinlendi..
*Başlık, Özdemir Asaf'ın Dum adlı şiirindendir. 
*Şarkı, aynı albümden Where Do Broken Hearts Go

30 Ocak 2012 Pazartesi

İncecikten...




...dokunulmasın


uyanılmış oda


...bebek aydınlığın üstü...


.... hala temizlik kokulu ...


tazelik kokan soğuk


Çıtırtılı soba


saflık



Birsen Tezer Konseri?


hımmmmm!!!




kelimeler buradan

 *Birsen Tezer'in Cihan adlı albümünden...
*Fotoğraflar Nikon L23 ile.. .

24 Ocak 2012 Salı

Bahaneler


Araf;
bir yazının giriş cümlesinde kelime olmayı bekliyor.

Bir yazı; 
bir üçlemede son olmayı bekliyor.

Bir gidiş-dönüş uçak bileti; 
şimdisini bekliyor.

Bir soru;  
bilet olmayı bekliyor.

Bir arzu; 
düş olmayı bekliyor.

Bir mekan;
iz olmayı bekliyor.

Sipariş edilmemiş bir şişe şarap; 
anını bekliyor.



Madeleine Peyroux son albüm Standing on the Rooftop şahane;
kelimelerse bahane.

2 Ocak 2012 Pazartesi

14 Aralık 2011 Çarşamba

Bir Yudum Luz Casal



Güneş dağların ardına doğru çekilmeye başlarken; ağaçların üzerine emanet bıraktığı turuncular, yeşersinler diye dallara astığım cümleleri boyayınca... günün, ruhları en dürtükleyen bu saatinde, bir de şarabın dibine yatırılmış sözcükler göz kırpmaya başlayınca... Birden düşüverdi aklıma!

Tahta masalardan birinin üstüne koyuverdim şişeyi: Pamukkale Anfora Trio.

Onunla tanışmamız bütünüyle rastlantı aslında: Günlerden bir gün, elimdeki gazeteye göz atarken gözüm takılıverdi reklama; girdiği pek çok uluslararası yarışmada, almıştı çeşit çeşit madalya.

İlk markette park edince arabayı, ayaklarım otomatik gitti reyona.

Onu alırken bir de kadeh almıştım. Tek bir kadeh!

Eve gelip kadehe doldurunca şarabı, fark ettim ki, hayatımda ilk kez tek kadeh almıştım. Oysa bugüne kadar kadeh benzeri ne aldıysam sayıları hep çift olmuştu: 2, 4, 6 gibi...

Pamukkale Anfora Shiraz favorilerimdendi. Trio ile hiç tanışmamıştık. Ve gariptir ki ben hiç bir zaman şarabın ritüellerine bulaşmamıştım. O kez kadehe koyduğum şarabı kokladım. Kadehi yerden hiç kaldırmadan tabanından tutarak çevirdim. Kadehin duvarlarına çarptım onu. Çalkaladıkça renklerine ayırdım. Her bir rengini ayrı ayrı kokladım. Kokladıkça şarap izi bırakmış kadınları düşündüm.

Şimdi, bugün, şu saatte yani!

Pamukkale Anfora Trio, uzun bacaklı bir kadeh, ben ve Luz Casal.

Düşlerim kimsesiz.

Tavsiye ederim!

Kimsesiz düşleri değil.

Shiraz, Kalecik Karası, Cabernet Sauvignon kupajı... son derece yumuşak ve içimi keyifli, fiyatı kalitesine göre oldukça uygun Pamukkale Anfora Trio'yu.

Ve tabii ki bir Luz Casal CD'sini.

Gökyüzünün ışıklarını yakmayı unutmayın! Unutmayın ki; her bir cümleniz en halleriyle üzerine düşsün. O, her bir cümleye uzun uzun baksın. Baktıkça cümleleriniz kapansın. Kapandıkça yüzünden anlayın.

Sonra o uykuya dalsın. Siz usulca yatağına taşırken uyansın. Uyandığında bir kahkaha atsın.

Ve "Sen delisin" desin.

Bunu sesle söylemesin;

Kelimeleri, dudaklarınıza değsin.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP