kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2022 Cumartesi

Başkana İki Ölü Balık Gönderen

Geçen hafta cuma akşamı Palmiye Kafe'de çay-kitap yaparken birden gaza geliyorum. Engiz'e gitmeyi, kahvaltı niyetine Merkez Lokantası'nda alemin en güzel kelle paça çorbasını sirkeli sarımsaklı, pul biberli tam tekmil götürmeyi hayal ediyorum. Ön izleme mükemmel; bir an kendimi orada ve sahnenin içinde buluyorum. Derenin kenarındaki kahvede ve de çınar ağaçlarının en kadiminin gölgesinde serin serin kitap okuyor, o sırada girerken sipariş verdiğim sade kahve yanında bir bardak su ile masama geliyor.


Elbette bununla sınırlı kalmıyor olan biten. Öğleden sonra, diyelim ikindiye az varken kadim çınarın altından kalkıyor, ağır adımlarla şirin kafe restorana doğru yürüyor ve masama gelen tatlı genç kıza bir yoğurtlu Adana kebap lütfen, diyor, yoldan yüksek verandanın en kenar masasında akan trafiğe göz atarken, kola ile götürüyorum kebabı...

Elbette tatlı gerek. Bundan iki yıl önce, pandemi zirvelerdeyken her şeyin makinede ve 60 derecede yıkandığını vurgulayan mini tabelası ile bizi bizden alan, iki tatlı, cıvıl cıvıl genç kızın garson olduğu, bir genç adamın çok zevkli bir noktadaki yol kenarı sevimli mekânı Engiz Balkaymak'a varıyorum bu kez. Limonlu, çilekli, cevizli, parça çikolatalı ve sade olmak üzere beş cins dondurma seçiyor, minik masalarından yola en yakın olana geçiyor, usulca ve günü batırırken dondurma kâsemi bekliyorum.


Cumartesi tüm bunları hayata geçirmek üzere çıkıyorum yola. Önce trenle o yöne gidecek minibüslerin olduğu garaja gitmem gerek... İstasyona yanaşırken sıcak ve minibüs, fikrime geri adım attırmaya çalışıyorlar.

Fikrimse direniyor.

Ben kendimi çınarın altında kitabımla görüyorum. Adımlarım kararlı. İstasyona çok az kaldı.

Fakat nem?!


Çelişkiler içindeyken ve istasyonun turnikelerine varmışken son anda fikrim planı değiştiriyor. Çıkardıklarının yerine en çok gittiğim kafeyi yerleştiriyor ve bu kez bulvarın gidiş yönüme doğru sağ tarafını tercih edip, sıklıkla karşılacağım trenleri sol yanıma alarak gezinti adımları ile yürümeye başlıyorum. Az gidip uz gidip Ömürevleri kavşağına varıyorum. Fikrim yine müdahil ve ben bir ikilemdeyim. Sola dönüp ışıkları geçsem en çok kitap okuduğum pastane...


Sağa dönüyorum.


"Bir San Sebastian lütfen,"

"Bir de limonata lütfen."



*

Başkana İki Ölü Balık Gönderen Adam, öyküleri ile beni benden alıyor. Aslında ilk bir kaç öyküde kısmen topallıyorum ki bu bazen olur. Louis de Berniéres daha önce okumadığım bir yazar ama Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni film olarak izledim. Dolayısı ile film yönetmenin imgelem dünyasından çıkmış bir görsel, elimdeki kitaba şıp diye adapte olabilmem için bir katalizör değil. Neyse uzatmim bir iki öykü sonra yazarın üslubuyla benim bünye senkronize oluyor ve ötesi lay lay lom.

Ama iki öykü var ki onlar için bile bu kitap alınır, diyorum.


Bunlardan ilki Emanet, diğeri ise Andouil ve Andouillette Tatile Çıkıyor.

Kitap fena sarmış durumda, bir nefes için kafamı kaldırıyorum o ara ki masamda Trileçe var; az önce çay içmişim, onların yanında poğaça yemişim, bir de limonlu soda söylemişim ve hiç farkında değilken gün pazar olmuş ve ben kitaba Afiyet Pastanesi'nde devam etmekteymişim.

Elbetteki şaşkınım; ne hayal ederken nerelere uğramış ve nereye varmışım. Allahtan kendime gelmem kısa sürüyor ve bunun babannemin hikâyelerindeki cinin işi olduğunu düşünüp şaşırmıyor ve olan biteni normal buluyorum.

İşte tam o sırada Prudente De Moraes'in Boş Gecesi adlı öyküye başlıyorum.

Kaptı beni ki bir kaç sayfa sonra içindeyim; ne yaman bir abla, zımba gibi, rabbim sahibine bağışlasın falan derken tam anlamıyla ters köşe bir final. Berniéres şahsına dönüp ne fırlamasın sen, diyesim geliyor da dilim yaşına hürmeten frene basıp salmıyor cümleyi dışarı.

Dilim cümleyi salmıyor ama ben bir zaman sıçramasıyla kendimi sahilde yürürken ve akabinde de bir dondurmacının balkonunda buluyorum.

Bulmasına buluyorum da durum çok ürkütücü!


Gün cumartesiydi, Engiz'de iki tatlı genç kızın garson olduğu, bir genç adamın yol kenarı sevimli mekânında beş cins dondurma seçip verdiğim sipariş şimdi, şu an, pazar günü aynı saatlerde şaşılası bir şekilde mahallemdeki dondurmacının masasının üzerinde...


*2 yıl önce..

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Kendi Şiirini Aşkla Yazan Bir Gün

Enfes bir güneş perde aralığından sızıyor. İlkbahar yaza doğru yolculuk halindeyken camı tıklatıyor. Duyarsız kalamayacağım mükemmellikte bir sızma bu. Sadece vurduğu nokta itibariyle değil, kalın perdelerimin ardına döktüğü dizelerle de beni çağırıyor.

Kalkıp perdeleri öteliyorum.

Bana bıraktığı bir kaç cümleyi alıyor, balkondaki dizilişlerin bir işaret olduğunu çakıyor ve hazırlanmaya başlıyorum.

Gerçek bir fotoğraf makinesi, bir şiir kitabı, bir de ince trikoyu ekliyorum sırt çantama. Binanın dış kapısından çıktığım gün, enfes bir Cumartesi. Pırıl pırıl bir dünya ve bahçenin yeşili üzerinde şen şakrak sığırcıklar. Kahvaltı sofrasında âlâ bir menü, kulak kesilmek zorunda bırakıldığım, imrendirici bir sohbet. Huzur bozamaz adımlarla bahçe kapısını usulca açıyor, ağır adımlarla, baharın tadını çıkara çıkara kıyıyı yürüyorum.


Sığırcık sofrasına elbette davet edildim, ancak ben dizelerin esiriydim, ve buna bağlı bir söz vermiştim! Elbette sofralarına teşekkür edip, afiyetler diledim. O hayali gerçekleştirme adımlarıyla ve heyecanla yürürken meydandaki festivale göz atıyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyor, denizin derinliklerine götürecek yolu usul dalgaların keyifli oynaşlarına gülümseyerek; martıların, havadaki uçakların, mavi tulumları içindeki gencecik havacıların ve biraz sonra okuyacağım dizelerin ufak adımlarıyla ve heyecanıyla İskele Kafe'ye ulaşıyorum.


Konuğum çok etkileyici. Kısa bir sohbet sonrasında geldiği uzun yol nedeniyle onu istirahate bırakmış, kelimelerimin uyumsuz gürültülerden azade olacağı, sadece rüzgârın ve denizin notalarından oluşmuş müziğin duyulacağı bir noktada onun kelimelerini duymak, o kelimelerin beni ne türden yolculuklara çıkaracağının merakıyla ve belki bencilce bir istekle bu sabahı planlamıştım. Ama o benim bu bencilliklerimi anlayacak kadar olgun, coşkulu ve sanırım bana oranla biraz daha tecrübeli ki sıcacık kelimeleri ile sadece kalbime değil, yanağıma da değiyor.

O sırada çok ama çok tatlı bir genç kız masama yanaşıyor. O kadar sıcak ve tatlı gülümsüyor ki. "Siparişiniz alındı mı?" diye soruyor. Gülümseyerek "Hayır," diyorum, sonra ekliyorum:

"Bir karışık tost lütfen,"

"Bir de çay, fincanla lütfen."



Kitabın kapağını açıyorum. İskelenin açık deniz kıyısındaki en kenar masasındayım. Kafamı sağa çevirdiğim anda uçsuz bucaksız deniz ve muhteşem satırlar dışında kimseler yok. Kitabımın içine bana atıfla yazılmış satırların rengi sanki bu an hayal edilmişçesine güzel.

Muhteşem bir el yazısı ile...

Elbette yazının tümünü kitabı ambalajından ilk çıkardığım anda okudum. Özen ve cümlelerin sıcaklığı, el yazısının zarafeti dikkatimi çekti. Ama bugünü şımartmak hakkım çerçevesinde, ortamla birlikte; hiç fark edilmemişçesine bir kaç kez daha okuyorum, altında tarih ve imza olan yazıyı.

Bunu çok görmeyin bana lütfen, bir abartı olarak da sakın almayın. Özellikle yazarken, duygularını ardına saklayan, onları içinden geldiğince, coşkusunun bir yansıması olarak ortaya dökmekten kaygı duyan biri hiç olmadım... olamadım ben. Üzgünüm...


Tostum enfesti, ikinci çayım da... Ama satırlar! Yol aldıkça zamanda sıçrıyorum. Özellikle B. şehrindeki yaş, bir karakteri saç kesimine kadar gözümün önüne getiriyor. Satırlardaki duygu, net resimler çiziyor zihnime.

Altını çizmek istediğim, sonra onları yazıma taşımayı düşündüğüm duygu sahneleri akıyor dizelerden. Bir gün bunları şairi ile yüzleşmek istiyorum. Kendimi kendime kanıtlamak için. Bir iddiam var hayatla; bana kelimeleri verin duyguya dair, resmini çizeyim kelimelerimle... Olmadı derseniz de çizin üzerimi. Bu öz güven nereden bilmiyorum: Oysa çok şiir okuyan, çok şiir kitabı olan biri olmadığım gibi şiir okurken de onu piç eden biriyim.

Beceremem!


Şu dizelerin olduğu şiiri okurken, birden kalıyorum.

Sen başka hayatlara öykünmelerinle,
ben, sevginin bayrağın yükseklere
         çeken insanlarla...
sonsuza kadar elveda...


1993

Kitabı bitiriyorum. Uzun bir süre denize bakarak iki şeyi düşünüyorum. Aynı insanın zaman dilimlerinden haraketle iki farklı zamandaki duygu dünyasının nasıl bir yol aldığını. Kanaatler oluşturuyorum elbette. Bu kez, evet işte ben yine bildim sevinci değil beklentim. Kumbarası belli ki dolu bir başka ve bence özel biriktirmişlikleri olan bir ruhu ne kadar anlayabildiğim iddiamın yüzdesini görmek istiyorum.

O sırada iki genç adam yanaşıyorlar. "15 yıllık arkadaşız ve birlikte bir fotoğrafımız yok, çeker misiniz?" diyorlar. Çok sevimli bir talep değil de nedir bu? Gülümsüyorum. Bir yandan da çekinceleri var, yöneticileri müşteri ile girdikleri diyaloğa ve isteklerine kızarsa diye. Öte yanda sürekli tekrar ettikleri cümle 15 yıl... ve bir fotoğrafları yok birlikte. Seve seve çekerim, diyorum, "Ben için de öyle güzel bir hikâye ki bu çocuklar," diye de ekliyorum ve 5 poz fotoğraflarını çekip e-mail adreslerini alıyorum. Öyle mutlular ki ben sayfalarca yazsam anlatamam.

Ama az önce bitirdiğim kitabın şairi iki cümleyle kesin anlatır!

Ödememi yapıyor, benimle ilgilenen genç kızı buluyor, "Şahanesin, çok teşekkür ederim," diyor, iskeleyi yürüyor, festivali geçiyor ve bu güzel zamanı kahve ile şımartmalıyım diyorum ve eve kıvrılmaktan vazgeçiyorum.

İyi ki de vazgeçiyorum?

Bir evlenme teklifi hazırlığı var. Bir genç kadın yakılacak ateşin odunlarını dizmekle meşgul. Kurulan düzenin profesyonel bir iş olduğunu düşünürken ben, fotoğraflarını çekebilir miyim? diye izin istiyorum. Elbette diyorlar, sonra bir fotoğrafçıları olmadığını öğreniyorum. Neden diyorum, dolu olduğunu söylüyorlar. Çektiğim fotoğraflar için e-posta adreslerini istiyorum. Evim şurası diyorum, ihtiyaç olursa bir telefon yeter diye de eklemiyorum.


Sende aramak bile güzel
            acının her zerresini,
avareliğin bir başına kişisini.

vurmak
her şeyi yerden yere,

Sonra yeniden dönmek
           şu şiirin başına

Ve demek:
Hep sevgiyle başlar her şey...


1983


Moena Books&Coffee'nin kısa merdivenlerini adımlarken kalbim sıcacık. Ayaklarım yerden kesik, ruhum havalarda. Mutluluk doz aşımı bir gün. Üstelik bunun bir de Pazar'ı var. Tarihe geçecek bir haftasonu.

Baristanın önündeyim.

"Bu kez tatlı bir şey istiyorum... beni iyice şımartsın ama!"

"Ne önerirsin?"


Enfes bir fincanla, enfes bir beyaz çikolatalı kahve, uzun süreye yayılmış bir keyifle şımartırken beni, şairin dünyasında ufak adımlarla, güzel satırlar çıkarmaya devam ederek, bir kez daha sessizce dolaşıyorum.

Bil ki:
          benim hüzünlerimden kocaman
bir dağı da yüklemek istemem.

Ama görüyorum ki...
           ıslak dağ çiçeklerinin
           çiğlerini taşıyan rüzgâr,
koştura koştura gelmiş de
                     göz pınarlarına oturmuş.


1993

 



*Üç şiirin de tamamı olmayıp içinden seçilmiş tadımlık dizeleridir, Sezer Özşen- Sevgili Momentos'a ulaşmak içinse buradan lütfen.

6 Nisan 2022 Çarşamba

Alışmak Bir Yara Bağrımda Kanıyor

Onunla kitapçımda dolaşırken rastlaşıyorum. Sadeliği, boyu bosu, fiziki durumu fena etkiliyor beni. Gözaltına alıp, göz ucuyla çaktırmadan bir süre izliyorum. Davranışlarına dikkat ettiğimde ise entelektüel düzeyinden, ona bir karşılık veremeyeceğimden ürküyorum. Zihnimi fazla yormayacak, biraz laylaylom, pandemi sürecinin etkilerinden uzak, hafif, hayata dokunan, bittiğinde duygusal acılar içerip de arabeske bağlanmayacak; kalbinde ve kalbimde yaralar açmayacak one night stand bir ilişki aradığım.

Gün sonunda ikimizin de "Birlikte çok güzel zaman geçirdik. Duygusal bir beklentimiz yoktu. Çok teşekkür ederim, güle güle," diyeceğimiz, elimizde ne bir adresin ne de bir telefon numarasının olmayacağı, adlarımızın bile o günlük seçilmiş ve sahte olduğu bir birliktelik.

Fakat sanki o da gözünü bana dikmiş, bakışları ardımdan gelip içimi delerek geçiyor gibi hissediyorum. Kalbimi bir sıcaklık kaplıyor. Bu bir zaaf değil; bu, karşılıksız bırakamayacağım, tam da hayal ettiğim ilişki sanki birkaç adım arkamda inancı. O sıra göremediğim biri, bir arka kapak fısıldıyor ve bir kenara çekip hakkında bazı ipuçları veriyor. Sonra da ilave ediyor. "Seversin. Gel kaçırma bu ilişkiyi; sende bırakacağı etkiyi ve ardında bırakacağı tadı uzun zaman unutamayacaksın."

"Sonuçta bir yancı o," diye geçiriyorum içimden. Fikrimse "Söyledikleri konusunda çok da güvenme," diyor ve "Bu bir reklâm, bu gerçeği gör lütfen," diye de uyarıyor.

Çıkıyorum kitapçıdan. Dışarıda bir boşluk. İçimdeki ile koşut sanki. Cesur ben müdahil artık olaya ve "Dön geri," diyor. "İstediğin sana herhangi bir duygusal yük taşıtmayacak, sorumluluk almayacağın, ardında bıraktığını hiç düşünmeyeceğin ve üzülmeyeceğin one night stand değil mi? Değil dersen sen, ben yaşamak istiyorum bunu."

Bu işime gelir işte. Bir duygu erozyonu olursa sonuçta üzerime toz bulaşmayacak ve ben yaşadığımın keyfiyle kalacağım. "Uyar bana," diyorum ve dönüyorum. Sadeliği, boyu bosu, fiziki durumu fena, karşımda. Delici bakışları, entelektüel edası, dik duruşu ve pek anlamlı gülüşü ile duruma egemen ve ufalıyor beni.

Enfes bir söz başlangıcı. Kafa dengi kelimeler karşılılıklı olarak akıyor. Ancak ondaki derinlik benim boyumu yer yer aşıyor. Önce kendime yediremiyorum. Ama O, o kadar olgun ve farkımda ki; içim, şefkati ile parıldıyor ve dönüp de yeniden cümlelerin üzerinden geçmesini istemek hiç de sandığım gibi bir komplekse sebep olmuyor. Biraz hız kesmek zorunda bırakıyor bu geri dönüşler ancak nedense aynı sözleri tekrar etmek beni rahatsız etmiyor. Bir aşağılık kompleksi oluşmadığı gibi onun entelektüel düzeyi pek sevimli; anlayışlı ve hiç de sandığım gibi havalı değil.

Onu sinemaya davet ediyorum ve reddetmiyor. Bergen'i birlikte izliyoruz. Çıkışta ki okuyucular bilecektir, berbat bir burger yiyoruz; ben huzursuz oluyorum, o hiçbir serzeniş göstermeyecek kadar alçak gönüllü. Sonra bu durumu telafi etmek için onu, sevdiğim bir okuma noktamda çay içip browni yemeye davet ediyorum. Sohbete orada da devam ediyor, birbirimizden fazlası ile hoşlanıyoruz. Ve bu mutlu ânı bira ile kutlamayı teklif ediyorum. Hafta sonu için anlaşıyor ve buluşuyoruz. Onu Mavi'ye götürüyorum. Güzel müzik, bira ve enfes bir sohbet yine. Çevirmen Esin Kuşşaklı da aramızda olsaydı diye düşünüyor, zaman nedeniyle davet edemediğim için üzüntü duyuyorum.


11 Mart'ta başlayan yakınlık bütün yavaşlığı ile sonrasında da devam ediyor. Derin sularda dolaşıyoruz. Kendisi dünyayla ilk olarak 1936'da tanışmış. Biraz... Hımmm ne derler, distopik bir karakter, ancak espritüel de. Anlatım tarzı renkli ama bu renkler birbirinden farklı. Sohbet ettikçe daha da yakınlaşıyoruz ve onu bir iki hafta sonra biraz daha tanımış olarak ve elbette kendi seviyemi test etmiş olmanın güveniyle de yine sinemaya, ardından da David People'a kahve içmeye davet ediyorum. Kırmıyor. Bu kez yine yaklaşan 2.Dünya Savaşı'nı, kapitalizmi, ve onunla birlikte yükselen faşizmi konuşurken, kendisini yazan rahmetli Karel Çapek'in bu durumu öngörebilmiş olmasının müthiş bir şey olduğunu söylüyorum. O da "Rahmetli göremedi ama ben çok ünlendim, hatta 20. yüzyılın distopik roman türündeki en önemli örneklerinden biri olarak değerlendirildim," diyor. Uzun kalıyoruz, ikinci bira teklifime teşekkür ediyor ki bu benim için de iyi oluyor.


Dışarı çıkmadan az önce dolu atıştırıyor, kar beklerken güneş gücünü artırıyor. O Thomas Mann'ın "Çapek'in Avrupa'daki delilikle ilgili saftirik görüşleri kesinlikle büyüleyici," dediğinden bahsediyor. Bense coğrafyanın, eski sosyalist toplumların edebiyatlarından ve yazarlarından hoşlandığımı, Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ile beni yıllar önce vurduğundan, Juliette Binoche'a filmiyle vurulduğumdan, hatta onu tanımadan önce benzeri bir sevgilim olduğundan söz ederken O, Milan'ın "Semenderle Savaş hiçbir zaman unutulmayacak... Çapek, romanlarıyla totaliter bir dünyanın dehşet verici görüntüsünü önceden gören belki de ilk Avrupalı yazardır," sözlerini bana tekrar ediyor. O ara sahil boyu yürürken bir an dikkatini çekiyor. Uzağa bakan bir adam. Deniz. Açıkta bir gemi. Ona sayfalarından bir şey hatırlatıyor; o sayfalarda yok olmuş bana da... Benimle vedalaşıyor. "Karel'e, Kaptan J.Van Toch'a, çok selam söyle ve adıma teşekkür et, lütfen," diyorum: "Beni Kaptan Toch ile hemen başlarda çocukluk dünyama götüren, 288 sayfaya rağmen uzun zamanda okuduğum, bazen geri döndüğüm sen için... Ve ayrıca ilk sayfalarda Kaptan'ın varlığı ile "İlk kitaplarımın tadı gözlerime bulaşıyor. Mesela Mercan Adası..." cümlesini kurmama vesile olup yaşattığı sevinçlerim için."


"Çok keyifli bir buluşmaydı, aralar verdiğinde bir an dönmeyeceksin diye korkmuştum," diyerek elimi sıkıyor. Sarılıyorum. Uca doğru yürüyor. Suda kaybolmadan önce dönüp bana gülümsüyor. El sallıyorum. El sallıyor ve denizde, dünyasında kayboluyor.

8 Mart 2022 Salı

Üç Öğün Bir Yazar

Sabah bir tıkırtıya uyanıyorum. Penceremi tıklayan kim? Kalın perdenin kenarından bakıyorum. Afacan bir güneş. Oyuna ortak aradığını anlıyorum. Kaçınılmaz bir gülümseme yüzüme bağdaş kuruyor. Gönlüm söz dinlemiyor ve o da oyuna ortak oluyor. İtiraza yeltensem de üçe karşı birim. Dışarı bakıyorum, havadaki pusu ve ışığı seviyorum. İstemem yan cebime numarası çekiyorum ama!.. Ortalık kahkahadan geçilmiyor. Yemezler abim tadında bir tekerleme kulaklarımda çınlıyor. Sabah rutinlerinin ardından giyiniyorum. Gün Pazar. Aklımda pide dönüyor. Etli ekmek kafasını uzatıp uzatıp gönlüme oynuyor. Minik fotoğraf makinesi ve bir kitap benden önce sırt çantama kuruluyor. Bahçe kapısına yürürken fikrim hâlâ bir karara varamıyor. Köşeyi dönüyorum. Gündeki ve denizdeki pusu seviyorum.

Fikrimse seçenekler içinden bir yön seçti seçecek...


Önümde cam göbeği bir mavi. Suyun üzerinde martılar. Sol yanımda pus ama karşı tepede güneş. Denizin kıyısında kırmızı montu ile bir genç kadın. Gözleri ufukta, düşünceleri duru. Anında yazıyorum. O ara kararım ses veriyor. Hava soğuk ama gönlüm "Olur be!" diyor


İskele yönüne kıvrılıyorum. Aklımda ne yesemler dönüyor. Su böreği net. Yanına eklemek istediklerim kararsız. Sabah mahmur. İskele boş. Ufuk da pus. Binbinler yorgun; ıssız bir uykudalar. Parmak ucu yanaşıyorum. Uzak ufuk rüya tadında. Bir fotoğraf çekmeden asla. O ara aklım bir önermede bulunuyor. Gözüm ona uyup Kahve Dünyası'na kayıyor. Fikrim boş durur mu? O da beni çelmeye çalışıyor. O ara bir "Heeeyyt!!!" narası yeri göğü titretiyor.


Lozan Caddesi'ndeyim. Açık hava okuma noktam. İçeri giriyorum. Yeni bir eleman. Uzun boylu bir genç kız. Farklı.

"İki dilim su böreği ve bir çay lütfen."

Geliyor böreklerim ve çayım. Sıcacık börekler göz alıcı, ara katlardaki yumuşaklıkta köy sarısı, ısırıkla birlikte en üst kattan ve tabandan gelen incecik bir çıtırtı.

Ve "İşte bu!" dedirten bir peynir tadı...

Miss gibi çay, miss gibi börek ve ve miss gibi bir kitap.

Montun fermuarını çekelim yine de...


Makbule Aras Eivazi bir çevirmen. İran Edebiyatı'ndan, Farsça'dan kitaplar çeviriyormuş. Kitapçımda dolaşırken aralık ayının sonunda, göz göze geldiğimiz anda kalakalıyorum ve bir kıvılcım oluşuyor aramızda. Kitabın kapağı beni çeken. Daha doğrusu kapaktaki kırmızının tonu ile kapağa hakim renklerin kontrası. Ve elbette ad: Sonun Bacakları.

18 kısa öyküden oluşan 115 sayfalık bir kitap. Başlangıçta biraz burun büker gibi oluyor içimdeki ukala. Ne var bunda ki ben de yazardım havasında. İlk hikâyede üsluba ısınıp bükülen burnu geri alma, sonrasında basit bulunan anlatımın inceliklerini fark etme... Isındıkça birbirimize kapılıp gidiyorum seline. Gündelik hayat, mahallenin kenarları, arızalı durumlar, aşklar, kadınlar, erkekler falan derken kitaptaki harfler yok oluyor. Keyfim kitaptan bir türlü kopamıyor. O ara yeni eleman genç kız elinde çay ile dışarı çıkıyor.

"Bir dilim su böreği ve bir de çay lütfen"

Dediğim anda uyanıyorum ve ekliyorum. "Çayı'nı ve sigarını içtikten sonra ama."

Şaşırmış olmalı ki "Emin misiniz?" diye soruyor. Ve bingo, bir kez daha birisi benim üniversitede hoca olduğumu düşünüyor.

Konuşkan bir genç kız. Atak. Öğrenci olduğunu anlıyorum. Bölümünü soruyorum. Yan flüt ve şu an hatırlayamadığım bir enstrüman çalıyor. Hedefleri var, para biriktirmek için çalışıyor. Bizim opera baleye yönlendiriyorum. Mutlaka erasmus yap diyorum ki planlarının içinde. Mola bitti ve benim çayımla böreğim geliyor.

O halde Börek Çay Kitap.

Öğleden sonra enn sevdiğim kadın arıyor. Dün akşam bir doğum günü kutlamasındaydı. Bugün geçen haftadan söz verdiğim barınakta balık işi yaş gözüküyor. Sinema işimi de hafta içine erteliyorum çünkü bir taşla iki kuş vurma fikrindeyim. Üstelik iki filme bir üçüncüsünü ekledim ki o da Bergen.

Enn Sevdiğim Kadın çok sevmiş.

Biraz uzanıyor, elime bilgisayarı alıyor, blog yazıları okuyor, yorumlar yazıyor akşam ne yapsam diye düşünüyorum. Sinema dürtüyor ama akşam seansı yüzünden iki arada bir deredeyim. Sonuçta bölgemde kalmaya karar veriyorum ve kitabı sırt çantama atıp bu kez yine sevdiğim bir mekâna yürüyorum. O arada da kafamda menüyü oluşturuyorum ki uzun bir süre kitapla takılmak istiyorum.

Hoş bir masadayım. Müzik güzel. Az önce, "Bir simit, iki tane şu pastadan, iki şundan, iki şundan, şunlardan da birer tane ve bir de çay lütfen," demiştim.

Küçük kuru ve tatlı pastalardan oluşan tabağım, simitim ve çayım masada yerlerini alıyor. Bense öyküde kaybolmuşum. Sakin bir köşede ama tüm insanları ve mekânı ve sokağı gören bir noktadayım. Hımmmm minik kuru pastalar yine çok nefis... Görünüyorlar!

Önce simiti götüreceğim, sonra uzun bir zamana yayarak, belki ikinci çayı isteyerek okumanın tadını çıkaracağım.

Öyle de yapıyorum.


Dün. Sabah dünyada ne var ne yok taraması yapıyorum, gazetelere göz atıyorum. Sonra da iş başı. Rutin bir gün. Az aksiyon katmak istiyorum. Bir kaç öngörüm var ve o doğrultuda bir kaç talimat veriyorum. Hava Kuzeyli. Arada bir güneş göz kırpacak gibi. İkindi vakti atıyorum kendimi dışarı. Paraşütün ucunda bir genç kız; eğitim aldığı belli. Havalanma olasılığı sıfır. İzleyiciler bekliyorlar ama henüz paraşüte yön verme eğitiminde O, asla havalanmayacak.

Deniz Kızı Kafe'ye doğru yürüyorum. Sonra aklım "Palmiye Kafe'ye gitsene," diyor.

Çok haklı.

Dışarıda oturuyorum. Kitabımı açıyorum.

"Bir karışık tost ve bir çay lütfen," demiştim az önce. "Karışık tost kalmamış, kaşarlı ister misiniz?" diye sesleniyor şef. "Olur," diyorum.


Deniz kıyısına bir küçük kız geliyor. Sırtını dalgalı denize dönüyor ve kumlara çömeliyor. Önüne ya fotoğraf makinesi ya da bir telefon sabitlemeye çalışıyor. Biraz uğraşıyor ve sanırım hedeflediği fotoğrafını çekiyor. Bir adam martılar için yemek artıklarını kumsalda bir yere dağıtıyor. Bir anda gökyüzünü martılar kuşatıyor. Sabırla uçuyor, sofranın adabıyla kurulmasını bekliyorlar. O sırada bizim kafedeki görevli de sofraya katkıda bulunuyor. Yüzü denize dönükken ve kim bilir aklından neler geçerken kapuçinosunu yudumlayan kadın kalkıyor.

Kitabın son hikâyesi Hariçten Gazel'deyim.

"Bir çay daha, lütfen"

5 Mart 2022 Cumartesi

Bir Kitap Nasıl Murdar Edilir?

Kitap, alışveriş yaptığım kitapçının sitesinde dolaşırken adıyla vuruyor beni. Yazarı tanımıyorum. Arka kapaktaki tanıtım yazısını okuyorum.

... Jenny Erpenbeck Bütün Günlerin Akşamı'nda bizi 20.yüzyıl boyunca Galiçya'dan Viyana'ya, Moskova'dan Berlin'e uzanan farklı kültürel coğrafyalarda, farklı siyasal iklimlerde, tek bir ömrün kucaklayabileceği olası hayatlarda dolaştırıyor.

Michel FABER, The Guardian.

Refarans etkileyici, kışkırtıcı ve üstüne atlamalık. İçgüdülerimse ayakta ve almam konusunda müthiş bir baskı oluşturuyorlar. Yazar Doğu Almanya'lı. Bu ilgimi çoğaltan bir unsur. Merak ettiğim, yalnızlaştırılmış, efsaneleri olan ve bu nedenle çocuk bende hep merak uyandırmış bir ülke; Tıpkı Sovyetler Birliği başta olmak üzere diğer blok ülkeleri gibi... Geçmişe, soğuk savaş yıllarına, belki daha öncesine dair bir heves iştahımı gittikçe kabartıyor, bunun yanı sıra da ısrarcı bir çocuk tadıyla ve bir an önce telaşıyla elimi ayağımı çekiştiriyor. Elbette gönlüm romana düşmüş durumda... Ekliyorum siparişe ve hemen satın alıyorum.

İki gün sonra elimde. Onunla başlıyorum; sıra bekleyen pek çok kitabın heveslerini kursaklarında bırakarak...

İlk sayfayla efsunluyor beni yazar ve bir elektrik süpürgesi gibi çekip alıyor dünyasına. Su gibi akıyor. Aradığım her şey var. Yazarın dili ve birikimi muhteşem.


Toplam 290 sayfa; I.Kitap, II.Kitap,III.Kitap,IV.Kitap,V.Kitap diye bölümlere ayrılmanın yanı sıra her bölüm kendi içinde Intermezzo başlıkları ile de ayrılıyor ancak bu ilginç kurgu, bir yerden sonrası için bir altyapı ihtiyacı da duyuran romanı çok da keyifli kılıyor.

195.sayfaya kadar soluksuz geliyorum. Artık SSCB'de dahil olaya; Stalin, Buharin, Lenin adları, politbüro, sistemdeki yozlaşmalar, "parlak" devlet yapısının ardındaki çekişmeler kitabı bir başka tona yükseltirken aslında kuvvetli bir dönem tasviri ile birlikte, eleştirel örnekler de katıyor ana hikâyeye.

Yazar aslında -aynı kuşağın insanı olarak- benimle aynı düzlemde kuvvetli bir fon olarak da kullanıyor bu tarihsel altyapıyı.

Ama bende bir arıza oluşuyor o noktada. Bir bıkkınlık hissi mi döneme dair bu bilmiyorum. Tıfıl yaşlarımızda boyumuzdan büyük onca kitabı okumuş olmak, oradan bir devrim ve dünya hayali oluşturmak, Fidel, Che ve Deniz gibi nispeten romantik devrimcileri sempatik bulmak ve öykünmek, sonra 80'lerin ikinci yarısında tasavvur edilenin dışında bir pratikle yüzleşmek!

Yıkılan duvarların ardındaki çıplaklıktan saçılanlarla, okunarak benimsenmiş doğru teorilerin uygulayıcıların niteliklerine bağlı olarak yolundan şaşıp faşizan yönetimler oluşturuyor olmasına tanıklık etmek, bu çelişkiyle yüzleşmiş olmak; belki de baştaki heyecanımı kalbimden ayaklarımın dibine düşürüyor.

Elleri avuçlarımda soğuyan arkadaşlarımı düşünüyorum. Bir aldatılmışlık hissi göz kenarlarımı ıslatıyor. Yine de haftalarca inatla araya kitap almıyorum, yazarı eleştirebilecek bir durumda değilim. Film gibi akan kitabı bitirmek konusunda ısrarcıyım ama her seferinde bir kaç sayfa sonra bırakıyorum. Sonra hızlı okuyarak, atlayarak gitmeyi deniyorum, biraz gidiyor ve kalıyorum.

Ve pes ediyorum.



*Konuyla bağlantılı bir film, Elveda Lenin.

26 Şubat 2022 Cumartesi

Bazı Yazarlar Var Ki...

Karabatak gibi yer altına gömülüp nadiren, bir nefes için, gökyüzünü merak ederek yüzeye çıktığım kimsesiz saatlerde; güneşle iki lafın belini kırdığım, radikal kararların eşiğinde olduğum ve topyekün bir devrimin illegal bir biçimde planlarını yaptığım sessiz bir dönemde bir gün; e-postamda gördüğüm bir yorum uyarısı, bünyemde "Allah'ın sevdiği bir kulum ben," hissi yaratmanın yanı sıra bütün silahlarımı kuşanıp, savaş alanına konuşlanmamın yolunu da açıyor bana.

Çokça kitap okuyorum. Nefes aldığım dünyadaki kapılarımı kapatıyor, bir başka dünyada bir başka kapı açıyorum kendime. Başlangıçta bu yabancım, bilinmezlerimle dolu evrende el yordamı dolaşıyorum. Gurbetteyim ve her şey sıfırdan. Tek bir parmağım dahi klavye denen alan üzerinde tek bir adım atmış değil. Hızlı bir gelişme gösteriyor, gittikçe bu aleme alışıyor ve olanaklarını kullandıkça da yeniden yeşeriyorum. İşte bu yeni yaşamı kurma sürecindeyken daha çok sosyalleşiyor, bilgiye kolay ulaşıyor, sinemaları geziyor, kitapçılara dalıyor ve alışverişlerimi artık bu yeni dünyamın düzeniyle yapmaya başlıyorum.

Yine bir gün, avare avare kitapçı vitrinlerine bakarken bir yazar,* bir kadın yazar; dikkatimi çekiyor ve hemen alıyorum kitabını. Soluksuz okuyorum. O sanki benim saçlarımı okşayan ilkokul öğretmenim. Artık olmayan annem. Babannem... **Kitaba ölüp bitiyorum. Ama henüz tanışma aşamasında olsam da artık hayatımda daha ölüp bittiğim biri var. Zihnim pırıl pırıl. Sırtım sağlam. Bütün kilitlerimi açacak, neyim varsa dökecek kadar güveniyorum O'na. İşte bu devrim süreci devam ederken kitap üzerine bir yazı yazıyorum ve içindeki cümlelerimden biri şu oluyor: "Şu yakın tarihte hayatıma girmiş ikinci şey bu kitap, ve şu yakın tarihte hayatıma girecek hiç bir şeyin birinci olma şansı yok, ne yazık ki. O yüzden bu ikinciliğe o gözle bakılsın lütfen."


İşte bir kaç gün önce ben, çok severek takip ettiğim, özellikle İstanbul'da yaşayanların çok yararlanabilecekleri, tüm kültür sanat etkinlikleri üzerine detaylı yazılar yazan İmgeleme adlı blogdaki bir yazıya, tırnak içindeki cümleme ilaveten, İşin garibi ülkemizde en bilinen kitabı Iza'nın Şarkısı, onu da ben okumadım'ın da olduğu ve aynı yazarın iki kitabını da öneren bir yorum yazıyorum.

Ve anında bekleyen siparişime ekliyorum Iza'nın Şarkısı'nı.

Dün akşamüstü ulaşıyor kitaplar. Çok bayıldığım, daha önce söz ettiğim ve ancak bitirmek üzere olduğum ve Enn Sevdiğim Kadın'la üzerine çok konuştuğum Bütün Günler'in Akşamı'nı da fotoğrafa katıyorum.

Onun için aldığımsa; O'na kavuşmak, bir başka hayatın yolunda bana yoldaş olan çokkk tatlı kadının boynuna atlamak için yarını bekliyor.



*İmgeleme için buradan lütfen

*Magda Szabo- **Kapı, Katalin Sokağı

20 Ocak 2022 Perşembe

Aynı Ekspres İle Zaman Farklı İki Yolculuk

Adını duymadığım bir yazardı. Ta ki Klio'nun Şarkısı'ndaki resim derslerine kadar. Bir ressam olarak derste önüme çıkmıştı. Kitapların içinden tren geçtimi onu yazan kimse adamımdır. Manhattan Transfer ile birlikte Doğu Ekspresi ilave edildi siparişe ve geldiler. Hemen atlamadım tabii ki üzerine. Şımartmayı sevmem. Elimdeki bir kaç kitabı bitirince buyur ettim. Güzergâhın bizim topraklarımızdan geçen kısmına hakimdim. Ama zamana değil elbette! Bildik yerlerde bilmedik şeyler dinledim, gördüm... Hoşuma gitti. Heyecanlıydı. Kafa dengiydi ve de edebi. Normalde iki, bilemedim üç günde biterdi; bitmedi. Trenden inip deveye binmek gerekti ve o kervanların yol alması da günler sürmekteydi. İnsanlar çeşit çeşit. Çöller aştık. Masal diyarlar gördük; toz toprak... Korktuk. Otsuz olmazdı, olmadı. Nerelerden geçmedik ki. Şark bir dinler koleksiyonu. Hırlısı var hırsızı. Çok haraç verdik. Çok keyifler yaşadık. Yıl 1921, Tarabya'da, taraçada, boğazın yeşil sularına karşı, Alexander içtik. Jardin'de kocaman kan portakalı bir Ay eşliğinde Dardanella'yı dinledik; bir Rus orkestrasından... Pera'da bir suikast; gözümüzün önünde. 72 millet İstanbul'da. Zor yıllar. Ajanlar, katiller... Falan filan işte.

 Dört gün sonra bir baktım ki yatağımdaymışım!


Diğer kitabı kafama takmıştım, yazarı tanımıyordum; Leylak Dalı'nda rastlaşınca, dedim hemen! Hemen dedimse de 24.11.2021'de elimdeydi ve epey kalabalık okunmayanlar bölümünün biraz kenar mahallesinde yerini aldı. O yerini aldı ama kaşar kitaplar aralarına pek almak istemediler. Kıdem meselesi.

Hır çıkmasın isterim. Onun için alt devre muammelesi yaptım. Görünürde ama kıdemlilerin uzağında bir yere bıraktım fakat; şımarır, hava atar, dile döker diye de, sır vermedim. Dedim aklımdasın.


Önceki gün, el ayak çekilmiş saatlerde, sessizce girdim çalışma odasına. Ortalık süt liman. Dikkatlice, özellikle kaşar takımın olduğu kısmı süzdüm. Uykular derin. Çorap ucu adımlarla yürüdüm ahşapları... Bunun ise çenesini kapattım ve ufaktan dürtüm ki işaret parmağım; ucu burun üstünü aşmak kaydıyla dudak üstümdeyken... Uyanık, çaktı. Sessizce çıktık.

Yatağıma kuruldum, başucumdaki okuma lambamı açtım. Künyeyi okudum. İlk sayfayı geçtim ve ondan sonra baktım ben yatağımda yokum. Bir kaptı beni ki soluksuz...

120. sayfada zor kurtardım! O nasıl akıcı bir anlatım. Konuya nasıl bir hakimiyet. Mizah zaten... Aşk meşk zaten... Haydarpaşa canımız ciğerimiz... Solculuk başımız gözümüz üzerine... Mevzu can yakıcı; uyku paçalarımdan çekiştiriyor. Saat neredeyse "Sabah şerifleriniz hayrolsun," diyecek. Kontrollü adamsın her ne kadar kaptırsan da paçanı vur elini masaya evresindeyken ben; ehil kişi bir hooop çekti ve kibar ol, dedi. Söz büyüğün, saygı bizden. Roman kahramanlarına dönüp "Bana müsade, size iyi eğlenceler," dedimse de baktım sözlerine, niyetler bozuk. Anladım ki ufacık bir zafiyet gösterirsem; bu iş Çiçek Pasajı'na uzar. Romanın içinde, yazarın kaleminde olsam başımla beraber; sonuçta hayatım onun elinde olacak. Yat yat, kalk kalk. Yani O ne buyurursa o. İrade koydum: "Baylar bayanlar, Ali Baba, hepiniz cansınız, canımsınız, sizinle masanın da sözün de keyfine doyum olmaz; ama bu saat de bana uymaz lakin gözüm de ardımda kalır, hatırım için yarın takılalım," dedim.

Ertesi gün Haydarpaşa'nın yanmış çatı katındaydım. Manzara derya. Ona döndüm ve "Gözlerimi yaşarttın, 24 saat dolmadan kapağı kapattım, helâl sana! Haa hiç mi fren yapmadın dersen Başar Öztürk kardeş; belli ki bagajın dolu, sağlam adamsın, dağarcık pırıl pırıl lakin biraz daha sakin. Biz gördük zira seni; ama sen gözümüze sokmaya kalkma bir dahakine kendini," dedim. Sonra gözlerim Marmara'ya ve karşı kıyılara derin ve anılarla bakıyorken; ne ihale aşaması, ne Orient Ekspres, ne Orient Ekspres'in sahibi ve hanımefendileri, içtiğimiz şampanyalar, ne de patronun kredi kartıyla çizik ayırıp burunlarımızla çektiklerimiz, enfes sohbetler, ne 10 numaralı forma, ne de geçirdiğimiz tüm bu güzel saatlerin yitişi içimi yakıyordu. Her önünden geçişte gözlerimi alamadığım hüzün yüklü bakışlarıma, yaşadıklarıma, hatıralarıma, o gara trenle son girişime sığınıyor; gün gelir, gün gelir zorbalar kalmaz gider cümlelerimin ritmiyle teselli buluyordum.


*Klio'nun şarkısı ve enfes John Dos Passos yazısı için buradan lütfen.

*Ve... ve... ve... Leylak Dalı!

10 Aralık 2021 Cuma

İştah Açıcı



...

Yıllar geçti. Evrenin yaşı. Tapınaksız çağlar. Paslanan ince dallar arasından, her yıl cüretkâr termitlerin daha çok kemirdiği kubbe kirişleri arasından güneş doğdu, battı, tekrar doğdu; her şey pul pul döküldü, her şey soyuldu, her şey toprağa, çamura ve acı suya karışıp kayboldu, son bir hamleyle kendi içinde filizlenecek enerjiye sahip ne varsa, her şey onlarla karışmak ve yeniden biçimlenmek üzere şekilsiz bir kozaya dönüşüp ortadan kayboldu. Hepsini daha önce görmüştüm. Aynı uykudan uyanıştı, aynı uykuya dalıştı. Eğer gündüz vakti rüzgâr kuvvetli eser ve bataklıktaki otları çiğneyip dümdüz ederse, geceleyin rüzgârın kesileceğini ve havanın sakinleşeceğini, ya da sıcak bir günün ardından daima serin bir esintinin geleceğini ve pusu dağıtacağını ezbere biliyordum. Yine de elimden geleni yaptım. On yıllar boyunca ihmal ettiğim mektupları yazabilmek tam bir yılımı aldı, eski arkadaşlarım sonunda bana ne olduğunu, hayatımın ne hale geldiği, eski aynalar, karanlık halılar ve bitmek bilmeyen kamaralar arasında, kederli bir senfoni dinlemek için ayda bir kez bir limuzinle konser salonlarına götürüldüğüm büyük ve öfkeli bir şehrin en yüksek binasının tepesinde nasıl inzivaya çekildiğim konusunda fikir sahibi olabildiler; sürgünde, vahalarda, su kemerli ve fıskıyeli surların ve karmakarışık çinilerle kaplanmış duvarların arkasında, develeri gut hastası olan suratsız haydutlardan başka kimselerin oturmadığı alev alev yanan bir çölün ortasında nasıl yaşadım, develerini hurmalarla nasıl besledim, çocuklarına nasıl Fransızca öğrettim; ya da kuzey dağlarındaki hayatım, yılın dokuz ayı gövdeleri yarı yarıya karın içinde gömülü kalan çam ağaçlarının kilometrelerce uzandığı, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kurulmuş oturan büyük taş ev, üst ve alt katlarda boydan boya kitaplarla kaplı duvarlar, okumalarım, hayatlarım, hepsine söylediğim yalanlarım. Çünkü denizden söz edemiyordum.

...

Bayan Unguentine'nin Seyir Defteri, Sayfa 88, ve 89'un bir kısmı...

Yazar, Stanley Crawford.

Çeviri ve dip notlar, Suat Kemal Angı




Üç Gün Önce Ben

*Kitabımı açıyor, denizdeki ilginç yolculuğa eşlik ediyorum. Bay ve Bayan Unguentine çok ilginç iki karakter, bense yazarın edebi ve şahane üslubu sayesinde onların mavnasında, heyecanlı, meraklı, gülümseten, çok keyifli bir yolculuktayım.

Velhasıl an itibariyle ortamımdan çok memnunum. Eski bir yazlıktan evrilmiş, dolayısıyla kadim ağaçları olan ve güzel düzenlenmiş bir mekândayım. Hava enfes, minik kedi çok tatlı, ve anında kankayız.

*Film Tapas Kitap FalanFilan


28 Ekim 2021 Perşembe

Soğuktan Gelen Casus

Annemle babaannem çok sık kavga etseler de hiç küsmezlerdi. Bilirdim ki babaannem onu çok severdi. Çünkü mektuplarını hep ona yazdırırdı. Ve gelenleri de ona okuturdu. Taa ki ben okuma yazmayı öğrenene kadar. Bütün torunlarını severdi ama daha çok erkek torunlarını. Gözdesi bendim ve o da benim Babıda'mdı.

Annem özel bir kadındı. İlkokulu, üstelik de çoklu bir sınıfta, yoklukta, ülkenin unutulmuş bir coğrafyasındaki unutulmuş bir  köyde 3. sınıfa kadar okumuştu. Öğretmeninden ki bir erkek öğretmendi, sevgiyle söz ederdi.

Bir fotoğraf yoktu ama annem bizim aklımıza bir öğretmen fotoğrafı çizmişti. Belki de bu birikimle önce beni, ben beş yıl sonra mezun olunca da küçük erkek kardeşimi -aynı- güzel, unutulmaz bir kadın öğretmene, yine kızkardeşimi de başka ama yine çok güzel bir kadın öğretmene teslim ettmişti.

Annem casus filmlerini ve kitaplarını çok severdi. Eğer okuma olanakları geniş bir coğrafyada doğsa muhtemelen okur ve kesinlikle casus olurdu.

Mutluyum ki herbiri özel ve eve giren paranın az ama önemli bir değer olmadığı insanların arasında, kalabalık bir ailede yetiştim.

Anlaşmazlıklar, tartışmalar olsa da sevginin, kollamanın buram buram tüttüğü, farklı renklerin şahane bir armoni oluşturduğu bir ailede büyümenin bana kattıklarınaysa paha biçemem.


Kitabı okumaya başladığımda henüz bir kaç sayfa ilerlemişken telefona sarılıyor, tek tuşa basıyor, onun sesiyle kendimden geçiyor ve coşkuyla, keyiften erimiş okur heyecanıyla kitaba bayıldığımın altını ballandıra ballandıra Enn Sevdiğim Kadın'a çiziyorum. Öyle coşmuşum ki tereciye tere satıyorum. O sakin ve çok olgun. Sessizce dinliyor beni. Adını ilk kez duyduğum yazarı aslında bildiğimi incitmeden anlatıyor bana. "Köstebek," diyor.

Ben, bir an, daha çocukken ve topluca aldığım E Yayınları'nın 20 civarı kitabı içinden okuduğum biri olduğunu düşünürken... O, izlediğim ve yazdığım bir film olduğunu çağrıştırıyor.

Şaşkınım!

Önce kitaplığa koşuyorum.

Orada başka bir kitapla karıştırdığım gerçeği ile yüzleşiyorum ve bu yazıyı yazarken şeytan bir kez daha dürtüyor ve diğer kitaplarına bakmak üzere nete giriyorum.

Şu an yüzümde muhteşem bir utanç kırmızısı var.

O geçen yılki ölümüyle bana, anca kendini fark ettiren bir dehaymış meğerse.

Bense onun kitaplarından yapılmış bir sürü filmi, üstelik ağzından sular akarcasına izleyip de adını o güne kadar duymamış, kazımamış, bilmeyen bir ODUN'muşum.

"Çok özür dilerim Anne."

Çok özür dilerim, John Le Carré.



Saat 03:25

10 Ekim 2021 Pazar

Çerçeve, Geçiş Ve Övgü

Yine yazarını tanımadığım bir kitap. Beni onunla yaklaştıran neydi bilmiyorum. Yine içgüdüsel bir çekim belki. 2020'de kitaplığıma konuşlanmış. Arka kapağına göre önce The Paris Review'da dizi şeklinde yayımlanmış. Çerçeve. Pek çok ödüle aday gösterilmiş ve The New York Times Book Review tarafından 2015'in en iyi on kitabından biri seçilmiş. Bunları okuduysam dahi beni ırgalamadığı kesin. Çünkü hiçbir filmi sırf ödül aldığı için izlemediğim gibi hiçbir kitabı da aynı nedenle alıp okumam. Bakarken bana göz kırpmalı o, ve bir ateş yakmalı içimde...

Sadece bu.

Aşk gibi.

Yakmış ki almışım. Keyifli bir uçak yolcuğuna tanıklık etmişim ve Atina'ya inmişim. Güçlü bir kadın karakter imajı çiziyor anlatıcı. Biraz hayatımın ipleri benim elimde havasında ama bu tür kadınları tanıdığımı sanıyorum. O yüzden "Eyvallah abla," diyor ama için için de gülümsüyorum.

Keyifli Atina günleri, bir sürü karakter, ve edebiyat dünyasına hoş geldik. Tabii ki tavernaları boş geçmiyor, Atina sokaklarından geçip gecelere akıyor, insana ve kadına ve erkeğe dönük duygu ve düşünceler içinde edebi tatlar da yaşıyor, Yunan mezeleriyle ve uzoyla kendimizden geçiyoruz.

Edebiyat camiasına kulak misafiri oluyor, bu dünyayı biraz daha anlıyoruz.

 
Kitabın bir de sırrı var. Baş karakter, yani anlatıcı ki onun yazarımız Rachel Cusk olduğunu düşünmekteyiz. Tüm kitap boyunca tek bir yerde adıyla müşerref oluyoruz. Tabii ki gerçek adı değil. Aslında adı açıklamamda bir sakınca yok ama yine de açıklamayacağım. Bir sakınca yok çünkü daha sonraki iki kitabın arka kapağında ad deşifre ediliyor. Üstelik kitap hakkında okuduğum bir yazıda, yazıyı yazmış uyanık hanımefendi kül yutmaz karakterinin altını çizmek için bu ince nüansı deşifre etmişti ve ben bu yazıyı çok şükür ki sonradan okumuştum.


Çerçeve'den sonra 2021'de rafta yerini alan ikinci kitapla birlikte ufaktan bir yolculukla İngiltere'ye varıyoruz. Biraz kalacağız çünkü bir ev kiraladı yazar ve evin bayağı bir tadilata ihtiyacı var. Üçlemenin yeni çıkan ikinci kitabındayız artık, Geçiş. Üçüncü de rafta. Yazarımızın iç dünyasına biraz daha giriyoruz. O izin verdiği ölçüde tabii ki ama eğer kadınları birazcık tanıyorsak da hanımefendiyi kısmen çözüyoruz, üzerine varmaya gerek yok.

Ev ilginç, alt komşusu daha ilginç. Tadilatta çalışan ustalar ve tadilatı alan abi de hoş karakterler olarak, keyifli kılıyorlar okumayı. Bir zengin kadın var. Çok zengin, yaşlı ve... ve işte! Şehir dışında hoş bir mülke sahip ve oradaki bir yazarlar toplantısında konuğuz. Bir parti veriliyor ve biz de bir köşeden edebiyat dünyasının insanlarına göz atıyoruz. Dünyanın kapsamı geniş; herkes var üçlemede; eleştirmenler, çevirmenler, editörler, patronlar vesaire... Fakat ben Amanda'ya taktım. Yazardan dinledim. Kendisi de bir köşede başbaşa kaldığımızda anlattı, güzel sohbetti, onu sanırım iyi anladım. Vakti olsa ki ben vakit ayırmaya gönülden razıydım; bir barda bir akşam onla başbaşa bir sohbeti çok arzuladım, istedim. O da istedi ancak yazar 154 sayfada bitirdiği kitapta bize bu imkanı tanımadı. Bir ukde kaldı mı içimde? Kesinlikle hayır. Sadece bir kadın karaktere yönelik izlenimler edinmek, kitapta yüzeysel geçilen hislerine erişmek ve bunların tahminlerimle ne kadar örtüştüğünü öğrenmek, belki de bu yazıda, bakın ben kadınları ne kadar iyi tanıyorum havası atmak içindi bu arzum. Başkaca bir niyetim olmadığı gibi bir one night stand fikri asla değildi.


Dünse gün boyu dizimle uğraştım. Yine zorlamaya bağlı olarak bu kez sağ dizimde bir ağrı. Çok bükmezsem sorun yok. Tembele bağladım ve laptopumu yatağıma taşıdım. Dünyayı da yatağıma getirdim. Fakat sağlam bir kahvaltıyı ertelemedim ve keyfini çıkardım hazırladığım tabağın.

Üçüncü kitap Övgü elimde. Chris Rea dinliyorum. Gün boyu neredeyse... İlerleyen saatler için fikirlerim var. Yazar sonuçta bir kadın, övmek gerek diye düşünmüştüm zaten; ama bunu gözüme sokmasına gerek yoktu. Tabii ki ufak bir kasılma var yazarımızda, hakkıdır diyorum ve yakıştırıyorum da kendisine.

Yine Brexit bölgesindeyiz. Yine ilginç karakterler edebiyat dünyasından. Fakat bu yeni coğrafyaya uçarken yan koltukta oturan yolcu da ilginç.

Biraz daha kadınların dünyasına giriyoruz Övgü'de. Kulak kesiliyorum onların sohbetlerine. Düşüncelerim tazeleniyor. Bildiklerimin, kabul ettiklerimin ve bazı kadınlara yakıştırdıklarımın üzerinden geçiyoruz yazarla birlikte. Hiç müdahale etmiyorum; O saptamalarını karakterleri üzerinden çizerken, ben için için gülümsüyor ve onun bu bilmiş ve sevimli hallerinin tadını çıkarıyorum.

Aslında şu an dışardayım. Anlaşıldığı üzere Gloria Jean's Coffeese'deyim. Bu arada mozaik pastam bitiyor, iki saati bulmuşum yine. Kahvemin son yudumundayım. Ancak benim Hint-Avrupalım bugün yok.


Onun boşluğunu nedense hissetmedim. Çevirmen Lâle Akalın sayesinde öyle canlı bir okumaydı ki harfler ve sayfalar bile yok olmuştu. Yazar bu son kitabın bir kenarına iliştirmişti beni sanki. 

Sıkı gözlemler yaptım bu seyahatler ve tanıklıklar esnasında, beslendim. Bazı kanaatlerimi teyit ettim, kasıldım. Neredeyse kadınları bana sorun der bir ukalalığa tırmanıyordum ki kendimi çekip çıkardım. Arka kapağı kapattım ve yere indim. Erkeklerden söz etmeye gerek duymadım çünkü onlar zaten odun.

Sonra...

Biraz evvel istediğim yarım kupa kahvemin son yudumlarını akşamın ruhları dürtükleyen bu saatinde, büyük bir keyifle içtim.

Toparlandım ve ödeme için içeri geçtim ki muhteşem bir final!

Hint-Avrupalı, yüzyüze geleceğimiz bir noktada olmasa da orada.

Ödememi yaptım, teşekkür ettim ve çıktım dışarı.

Kumsala indim, fotoğraf çektim; bir yandan yürürken kıyısından denizin, günden aldığım tadın içinden bir kez daha geçtim.

Şu an bu yazıyı yazarken, bu sabahın erkenindeyim. Gün için planlarım var.

Havaysa planlarıma pek uygun. Yağmur hissi veren bir gri.

Gerçekleşirse düşündüklerim, çantamdaki yeni kitabımla yürüyeceğim ve Rock City'e varacağım.

O halde dünün güzelliği hatırına gelsin, Chris Rea'dan; en sevdiğim değil ama dün güne başladığım şarkısı.




27 Eylül 2021 Pazartesi

Az Konuşmak İyidir Kitaplar Hep Renklidir

İnternette, bir kitapçıda, kitaplara bakıyordum. Volvo Kamyonlar gözümü aldı. Ben de onu aldım. Malum ki, sıklıkla dile getirdiğim üzere kuzeyin ve yazarlarının hastasıyım. Fakat Bu Norveçli'yi tanımıyordum. Edepsiz diye mi pek bilmiyorum ama o güne kadar gözüme çarpmamış olması da enteresan.

Böyle durumlar için sıklıkla kullandığımız ve aslı şaraba dair olan ve Sideways'den aşırma cümleyi bir kez daha kullanıyoruz: Bekler her kitap belli bir ânı!

Vitrin her zaman önemli ve bir satıcı bilmeli ki 3 saniyesi var. Bu bir üstat tespiti. Kendisi Benotton'ın kurucusu. Kulağa küpe bir söz!

Kastı şu: Öyle bir vitrin yapmalısınız ki önünden geçen ve o an için fikri vitrin olmayan insanı yakalamalısınız. Öyle bir vitrin yapmalısınız ki onu bu üç saniye içinde baktırmak için bir yem bulmalısınız.

Ben işte bu kitapla öyle karşılaştım.

Volvo Kamyonlar!

Beni gözümden yakaladı ve çekip aldı. Üstelik dumanı üstündeydi. Taze sandım ama sonra öğrendim ki aslında öyle değilmiş.

Çok uzatmayayım, hemen sipariş verdim; başka bir kaç kitapla birlikte. Gelince kitaplar, koliyi açmanın, onlara dokunmanın hemen ardından, okunmayanlar bölümüne yerleştirdim.

Elimdeki sıkı bir kitabın ardından da lay lay lom bir kitap okusam dedim; onlar diğer kitaplarla kaynaşıp ortama alıştıktıktan kısa bir süre sonra, ve mesleki formasyondan da kaynaklı olarak  158 sayfalık bu kitabı diğer bekleyenlerden özür dileyerek çekip aldım raftan.

Yazar Erlend Loe bir cin. Ana karakteri gibi de edepsiz. Bir de  epey yaş almış bir hanımefendi var. Kafası hep güzel. Bunlarla sınırlı değil elbette. Aşklar var. İlişkiler var, falan. Kısacası okuma boyunca biribirinden ilginç çok insan katıyor hayatımıza Sevgili Erlend. Ve fakat, ilk kitabın kapağından anlaşılacağı üzere bir de Geyik var!.. Önemli bir şahsiyet. E bir geyik varsa o zaman doğa ve doğal yaşam da olmalı! O da var. Porno film dünyası, ondan bir kesit, oranın ilginç karakterleri, farklı etnik kimlikler, maketler yapan ve bir hikâyesi olan Abi, ummadık anlarda rank diye çıkıveriyorlar önümüze.

Sonra...

 
Kaptırmış gidiyordum ki Volvo Kamyonlar'a -yazarı bilinmiş olduğu üzere tanımıyordum- merak edip kimdir, necidir diye araştırmaya karar verdim. Neredeyse bir ben bilmiyormuşum diyecektim ki tam, özel bir okuyucu kitlesi olduğunu anladım. Buna bir klan da diyebiliriz. Fanlar kulübü desek daha mı iyi acaba?

O arada, okur kitlesini ve dolayısı ile yazarı daha yakından tanımak üzere ora bura gezerken ve bakınırken, aslında elimdeki kitabın tek değil üç kardeşin ortancası olduğunu öğrendim.

Derim hep, beni kollayan bir ilahi güç var diye.

Şükrederim!


İşte bu fark edişle diğer iki kitabı da aldım ve toplam sayfa sayısı bir tuğla oluşturan takım tamamlanmış oldu.

Klandan bir güzel insanın, ülkemizde bu üçlemenin yanlış sırayla yayınlandığını ve son çıkmış olmasına rağmen Volvo Kamyonlar'ın aslında ikinci kitap olduğunu yazmış olduğunu da gördüm.

Diğer iki kitap gelince yine de künyelere baktım ve gördüm ki, klan mensubunun söylediği doğruydu: Norveç'deki yayın sırasına göre ilk kitap Doppler ki kahramanımızın adı, ondan sonra Volvo Kamyonlar ve sonrasındaki de Bildiğimiz Dünyanın Sonu'ydu.

"Artık bu bilgiler de cepte olduğuna göre Volvo Kamyonlar'daki bayıldığım abla Maj Britt'le şimdi vedalaşabilir, kısa zaman sonra tekrar görüşeceğimiz için onu özlemenin tadını da bir süre çıkarabilirim," dedim.

Ve Doppler ile baştan aldım. Pastanedeydim. İki kişilik masanın Lozan Caddesine bakan koltuğuna oturmuştum. Konsept kahvaltıydı ve sıcacık su böreği; yanına da çay söylemiştim.

Aman aman... Kapıldım gittim.

Güldüm edepsiz cümlelerde, yüzüm kızardı, utandım. Sonra alıştım. İnceden bir modern dünya, sistem, doğaya eziyet eleştirisi de sezdim. Pek çok özel, farklı etnisiteden insanla daha da yakınlaştım. Norveç özelinde kuzeyde yaşamanın ne olduğunu bir kez daha anladım. Biraz tazelendim. Finli ve İsveçli Penfriend'lerimi sıklıkla andım.

Onu sonra, benim için de bir ilk olan Gloria jean's Coffese'e taşıdım. Bir Amerikano söyleyip yanına da frambuazlı cheesecake ekledik. Birlikte denize ve yoldan geçenlere baktık. Servisimizi yapan genç kıza güzellemeler yazdık.*

Sonra birden içim sızladı ve dedi ki: "Bugünün koşulları o yıllarda olsa kesin oralardaydın, hep dile getirdiğin kültürü bizzat yaşamış olacaktın."

Buna pek kulak asmadım, çünkü o yaşta mektuplaşmanın yarattığı hayallerin de tadını çıkarmıştım.

Pandemiye küfür edecektim ki tam, dilimin ucundan aldım.

Çünkü dünyanın en ilginç beş tren hattından söz eden bir belgeselde rastlaştığım treni araştırmış, bulmuş, intrerrail biletlerini erkenden almayı tasarlamıştım. Ve en az 15 gün, ama özü bir aylık bir tur planlamış, bunu da enn sevdiğim kadınla paylaşmıştım. Mutabıktık.

Bu yaz muhtemelen oralarda olacaktık.

Neredeyse bir nefeste okuyup bitirdim üçlemeyi. Daha ilk kitap Doppler'i bitirmemiştim ki Ernerd Loe'nun ülkemizde çıkmış tüm kitaplarını aldım. Onları fazla ciddiyetli kitapların ardından arasıcak yapma fikrindeyim. Hafif oldukları için değil, eğlenceli oldukları için...

Ama!

Dilek Başak.

Muh-te-şem.

Dili bilmem. Dolayısı ile orjinalinden bir kıyas yapamam. Ama hislerime ve ruhumun aldığı tada güvenirim. Bu nedenle, mükemmel bir çeviri olduğuna eminim hatta abartmadan Norveççe aslından okudum bile diyebilirim.


*Linkteki yazının 15.fotoğrafının üst ve alt paragrafı.


Bir kaç gün önce üçlemenin son kitabı Bildiğimiz Dünyanın Sonu üzerine yazılmış yazıya bir yorum yazdım ve son cümlesi şu şekildeydi: Sondan başa gelim de ilginç olabilir!

10 Ağustos 2021 Salı

Edepsiz Felsefe

Hayatta var olanı okuyunca ya da bir filmde izlerken -neden- sinemada gözlerini kapatan çocuk oluyoruz acaba?



"Edepli bir kaç okumanın ardından konu suç dünyası ve onun mekânı kodes olunca doğal olarak kitabın dilindeki -evlere şenlik- argo kullanımı terbiyeme dokundu!" yazmıştım, Alain Guyard'la tanışma kitabımız Kodes'le ilgili olarak.* Sonra da uzun bir cümlemin içinde şu sözcükleri kullanmıştım: "Dilimin ucuna gelmişken esirgemeyeceğim üzere fırlamanın âlâsı ve hergelenin önde gideni, sevilesi bir yazar Alain Guyard."

İşte hayal dünyası üzerine araştırmalar yapan, üniversitelerde ve liselerde felsefe dersleri veren bu adam oturmuş +18 ibareli, "yüz kızartıcı" bu kitabı yazmış. O anlı şanlı felsefecilerin ipliğini pazara çıkarmış. Başlangıçta "O ha ne oluyoruz?!" dedirtse de sonrasında kabul ettiriyor ki dünya zaten böyle... Hem de o zamanlar!

Felsefenin kuramlarından ve gelmişinden geçmişinden bahsederken dönem hallerine dair bilgiler eşliğinde felsefenin kibarlaştırılıp uysallaştırılmasına karşı kırmızı noktalı bir magazin turu da attırıyor...

Keyfekeder bir okuma.

Felsefeye eğlenceli, esprili, pornografik ve popüler bir giriş!

Okunmasa ne olur?

Hiç...




Çevirmeni: İsmail Yerguz

*Kodes

7 Ağustos 2021 Cumartesi

Aşılı Ballı Edebiyat Tatlı

Dün üçüncü aşı günüm. Bir Plan yaptım, anlık, vaziyet üzerinden; günü keyifli kılıp anlatılacak eylemlerim olsun diye...

Yazılarımın bir ritmi olduğunu fark ettim; rastgele okuyunca bir kaçını. Bir Günlük tadı var dedim ama sanki de her biri birbiri ile ilintili... Bir roman?! "Vayy be -daha- yazılacak sayfalarıyla birlikte hayatım roman!" da  dedim az önce. Dalga geçtim kendimle tabii ki.

Bugünse, öğleden sonra bir vakitte, şu bizim sahilin batı yakasındaki bir mekânda bira içip tapas yesem, diye düşündüm.

Sadece düşündüm!

Havada ağır bir nem var. Kapalı ve sanki yağdı yağacak yağmur. O zaman dedim, otur yaz.

Nereden başlasam diye düşünüyorum...

Önceki akşam, bahçeye indim, okuma sandalyemi aldım, okuma ışığımın altına çekildim. Bu aralar binaya girip çıkmak zor. Muhtemelen şu vaşak kırması dediğim ürkütücü kedinin kızı doğum yapmış. İki şirin bebe. Biri dün ortalarda yoktu. Endişe ettim. Bir beslenme sorunları yok. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Hatta geçen gün bizim Mussano, gözünde sorun var teşhisi koyduğu diğer bebenin gözlerini temizliyordu. O'na bir şey demiyor Ana, çünkü ilk yemek, su veren, onlarla ilgilenen O.

Bir de gece vakti tam da bina girişindeki paspası yatak bellemeseler...

Ödüm kopuyor biri fark etmeyip basacak üzerine diye. İşin kötüsü biz bu kadar duyarlıyken, anne kedide genetik bir vahşilik ya da güvensizlik var: Tıslıyor; sanki 10 kaplan gücünde. Tırsıtıyor. Bir tekmelik canın var, diyesi geliyor insanın gerçi ama...  sonra sen anasın, dünya kötü, haklısın, diyor.

Neyse... dün sabah kalktım. Yol heyecanı sardı beni. Burnumun dibi yerine taa o gün demiştim ki hem seyahat eder, hem o mıntıkada bir yerlerde bir şeyler atıştırırım; günü eğlenceli hale çevirme planlarım çerçevesinde de özellikle OMÜ Hastanesinden almıştım randevumu. Güzelce duşumu yaptım. Jean, lacivert polo yaka bir tişört, spor ayakkabılar, çantaya bir kitap, yedek maskeler ve okuma gözlüğü atarak düştüm yola. Endişeleydim ama yurtlara kadar çıkacak tren şıp diye geldi. Boş. Çok iyi. Güzergâh zaten keyifli. Yolum bu kez daha uzun.

Ormanın içinden de geçeceğiz.

Vardım. Ama biraz erken. Çünkü ilk gelenin rektörlüğe kadar olma ihtimalini düşünmüştüm. İstasyondan çıkıp biraz yürüdükten sonraki mini parkın içinde serinlik bir banka iliştim. Randevuma 15 dakika kala ana binaya girerim, diye planladım. Hava güneşli, ısısı yüksek bir Yaz. Bulunduğum alan gölge ve serin. Yoksa aşı sonrası kampüs içinde bir yerlerde mi bir şeyler yesem?

Vaktim yanaştı, biraz erken girdim binaya. Bir sakinlik var. Asansör ve 6.kat. Kapı açıldı ki beklentim lebalep insanken kocaman bir sessizlik. Bir kağıt doldurup imzaladım. Sonra onunla bir odaya girdim. Bir kaç soru soruldu, yanıtladım. Kibar ve genç hanımlar. Tarifledikleri aşı odasına doğru yürürken bir odadan tatlı bir tınıyla seslendi  bir genç hanım. Salmadı beni daha ileriye. Ah şu cazibem benim işte! Girdim. Hazırlandım. "Şunu bastırın lütfen," dedi. "Neyi?" dedim. Sonra uyandım. "Oldu mu?" diye sordum ve ekledim, "Bu kez hiç anlamadım ama!" Tabii ki teşekkür ettim, elinize sağlık dedim, iyi günler diledim bu eli hafif genç hanıma.

15 dakika salondaki koltuklarda beklemeliymişim.

Canıma minnet. Öyle bir sakinlik ki hiç kalkmasam yeridir. O sıra boşluğun nedenini anlıyorum. Emekliliği yaklaşmış bir görevli var, kağıtları doldurtup imzalatan. İyi adam. Başka yerlerdeki randevuları -aşı tedarikindeki aksaklık nedeniyle- iptal edildiği için gelenlere  ne yapmaları gerektiğini sabırla izah ediyor.

Sonra, trene binince güzel bir istasyondan ben, o mıntıkada bir yerde yeme fikrimle dalaşmaya başlıyorum. Hava terletmelik, ahh şu nem işte! Sebebim bu. Neyse, sonra Feşmekan aklıma uygun düşüyor. Dış alanı çok hoş. Pedersen Hoca'yla pek de keyifli bir öğle arası yaşamıştık orada.

"Keşke tarih kitaplarımızı da Jean yazsaydı," diyorum. Aşı günüm olmasaydı eğer, bugün Jean'la da bir öğle yemeğinde buluşmamız kesindi. En az bir öğle arasını birlikte geçirdiğimiz Pedersen Hoca kadar sevdiğimi, söylemiştim sanırım kendisini. İlk kitabından sonra bir kaç kitabını daha alıp koymuştum okunmayanlar kısmına.

Önceki akşam Kraliçenin Huysuzluğu'nu aldım raftan.


Çekildim okuma lambamın altına diyeceğim ama tam altı sayılmaz: Ben bahçe duvarının içindeyim, o sokakta. Yıllardır süren bir dostluğumuz var onunla. Havaların izin verdiği her zaman sokağın lambası, ben ve bir kitap, bir araya geliriz. Çok da eğleniriz ki Jean Echenoz bu anlar için biçilmiş kaftan. Çünkü O şahane bir ders anlatıcısı. Çok sevilesi bir öğretmen. Bu kez geçmişten bugüne yine tarihsel bilgiler içeren anlatılarla alıp götürüyor beni, minik ama dev kitabıyla. Edebiyat aramak gerekmiyor onun yazılarında. Bir üslubu var kendisinin ve sanki sohbet tadında. Akıp gidiyor ve okuyanı da beraberinde götürüyor. Onunla zaman yolculukları çok keyifli. Mutsuz olmanın imkanı yok desem de tam yeri.*


Aslında bir tuğlaya hazırlıyorum kendimi: Amerikana. Hemen ardına da Mor Amber'i ekleyeceğim. İşte bu nedenle o uzun yolculuk öncesi kısa turlar yapan, okunmayanlar bölümünden sayı eksilten bir telaş içindeyim. Kraliçenin Huzursuzluğu bol vitaminli bir hap. Altmışüç sayfada yedi hikâye... Bir akşam yetiyor ve bence damakta bir de lezzet bırakıyor. Bir tek, İnşaat Mühendisliği adlı öykünün yarattığı heyacan için bile okumaya değer, diye düşünüyorum.

Geçen akşam, mesai sonrası kendimi kalabalıkların içine atma arzum depreşiyor. Bir de kafama taktığım, sloganı sevimli bir dondurma tezgâhı kalmıştı aklımda: Maskemi unuttuğum için kendimi cezalandırdığım akşamdan. Yola ondan dondurma almak amacıyla çıkıyor, hatta minik mekânın geniş açılı bir fotoğrafını çeksem, fotoğrafı da kullandığım bir yazı yazsam hayalini kuruyor, bu düşünceler içinde de önüne varıyorum. Sonra, ben sanki onlar, yani sloganda vurgulandığı gibi kadınlar yapıyorlar sanıyorken, bunun da bilinen bir markanın ürünü olduğunu anlıyorum. Bu endüstriyel dondurmadan vazgeçip rotayı yine Kahve Dünyası'na çeviriyorum.

Bu kez sanırım abartıyorum.

"Vişneli, kahveli, kaymaklı ve sakızlı dondurma lütfen."

Bununla yetinmiyorum, sanki biraz vakit öldürmek istiyorum ve sanki bu karasızlıklarım içinde eğlenceli bir uğraş gibi görüyorum.

"Bir de balı tarçınlı kek lütfen."


Geçiyorum masama. Senaryosu zayıf Siyah-Beyaz Türk Filmi gibiyim.

Karar veriyorum: Isıtılmış kek ve soğuk dondurma, yanlış seçim. Kararsızlığın kararı her zaman yenilgiye mahkum! Ama kitabım şahane. Okuduğum en enfes romanlardan biri sayesinde tanışmıştık kendisi ile... Hatta bana hayatımın enn sevdiğim yazılarından birinin bir yerinde şu cümleleri kurdurmuştu yazar:"Ruhumun coşkun mutluluğu, içimdeki heyecan, okuma süresince beni yalnız bırakmayan korku, merak, Birgül Oğuz'un akıcı ve çok ama çok tatlı, çapraz sorgu tadındaki oyunbaz üslubuyla sürekli yükseliyor, olayların yarattığı duygu değişimleri nedeniyle de gerilimle ferahlık arasında gidip geliyordum. Bir okur daha ne ister ki diye düşünüyor, elimin altında keşke ödül aldığı kitabı da olsaydı diye hayıflanıyordum."

HAH, benim O'nunla tanışmamdan önce yazdığı bir öykü kitabı; yetmişdokuz sayfa. Jean'ın aksine bu metinlerde edebiyat tadı var. Hem de ne tatlı! Lakin bazı öyküler okuru zorlayabilir! Oyunbaz cümleler, kırık kelimeler, eksik harfler, dolayısıyla simgelerle yapılan anlatımlar yorabilir, emek isteyebilir. Hatta istiyor; kolay okumaların ardında gelirse de patinaj çektirmesi mümkün. Jean gibi lay lay lom bir üslup değil onunki; sapına kadar şiirsel, bazen zorlayıcı ama aynı oranda da verilen emeğin karşılığı olarak heybeye düşenleri bal gibi... Eğer öyküde geçen dönemlere dair varsa dağarcığınızda bilgiler, işte o zaman verilen emeğin karşılığının alındığı enfes bir okuma lezzeti hoş geldi!  Sonra kendi okuma sürecimden de hareketle düşünüyorum ki bu hap ölçeğindeki kitap hap gibi bitirilebilir mi? Bugünün edebi anlamda tembelleştirilmiş okuru için zorlayıcı bir uğraştır sanki... Ama lezzetli de bir uğraş olabilir. O şiirsel anlatımın ve kırık cümlelerin içindeyken biraz emekle ve gayretle bir anlayış birliği sağlanıp dostluk kurulabilirse de Hah'la; 2014 Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü almış Birgül Oğuz'un ve kitaplarının değeri, üslubu anlaşıldığı gibi tadına da varılabilir! Onunla tanışmadıysanız henüz, İstasyon'la başlamanız, aranızda sıcak bir bağa neden olabilir ki sonrasında onu daha önce tanımadığınıza pişman olacağınız kesindir!**

Aşı sonrası kendimi ödüllendirme fikrimse her ne kadar mekân tercihim değişse de bâki. Tren keyfindeyim ve istasyona yanaşıyorum. İstikamet Feşmekan olacak, kesinleşti. Önce Samkart'ıma para yüklemem gerek. Hallediyor, karşıya geçiyor, Feşmekan'ın kapısından süzülürken Mantar Güveç yazısı ilgimi çekiyor ve bu kez farklı yerdeki bir masaya oturuyorum. Açım çok güzel. Kavşağı görüyorum. Aynı zamanda da bizim istasyondan kalkacak ve varacak treni uzun süre takip edebileceğim, yaya ve araç trafiğinin tadını çıkarabileceğim bir açı. Fotoğraf makinesi almamış olmanın pişmanlığını ve üzüntüsünü yaşıyorum.

Menüyü inceliyorum bu kez. Oysa Pedersen Hoca ile buluştuğumuz gün fikrim netti.*** Mantarlı Güveç'in etsiz olduğunu anlıyor ama yine de sorma gereği duyuyorum. Et yokmuş. Çizburgerleri nasıl diye merak ediyorum, şekersiz kola ile birlikte rica ediyorum. Bir beyefendi bu kez, o da çok kibar ve ilgili. Elektrikler olmadığı için patates veremeyeceklerini söylüyor. Sorun değil, diyorum. Sonra tekrar geliyor ve aynı nedenle hamburger ekmeği için hamur hazırlayamadıklarını, istersem sandviç ekmeği içine hazırlayabileceklerini belirtiyor. Vazgeçiyor ve iddialı olduklarını düşündüğüm üzere Çökertme istiyorum; ama tavuklu. Sırt çantamdan kitabımı ve okuma gözlüğümü alabilirim.

Okurken Birgül Oğuz'u... Keşke, tıpkı Pedersen Hoca'lı bir gün gibi olsaydı ve bugünü anlatan bir yazı yazabilseydim, diye düşünüyorum. Çok keyifli olacağından hiç kuşkum yok ama ne yazık ki bu an ve mekânlar aslında planlanmamış, evden kahvaltı yapmadan çıkıldığı için oluşan, bir anlamda kahvaltının da yerine geçecek bir eylemsellik. Aşısını olmuş çocuk coşkusuyla kararsızlıklar içinden seçilmiş bir karar.  Ben bu keşke ile uğraşırken şekli çok hoşuma giden ve içine iki buz atılmış bardakla, kutusu açılıp bardağa doldurulmadan bırakılan şekersiz kolam masada yerlerini alıyor. Bunu takdir ediyorum; çünkü ilk sipariş anının hemen akabinde, ikinciyi de satarız mantıklı tüccar uyanıklığı yaparak erkenden getirenlerden nefret ediyorum. Sevmiştim zaten burayı, boşuna olmadığını anlamak bir kez daha takdir etmeme neden oluyor.

Geliyor Çökertme'm. Enfes bir tabak. Çok isterdim bir fotoğraf ama!.. Neyleyim, almadım yanıma makine. Ama bu anlatmama engel değil tabii ki: Çıtır çıtır, kıvrım kıvrım patatesler harika, lezzetli yoğurt üzerindeki gayet güzel pişmiş tavuk parçacıkları hımmm tadında, ve kare tabağın orta yerindeki bu öbeğin  kenarlarına ve o öbeğe yaslanarak yerleştirilmiş, hafifçe soslanmış, üçgen kesilmiş dört parça tost ekmeği lezzetli... Üstelik, ben bunu nasıl bitiririm dedirten bir porsiyon. Kare tabağın dört köşesinin ikisinde incecik dilimlenmiş salatalıklar ve diğer köşede küçük domates parçacıkları... Varlığını yaptığı tat katkısı dışında hissettirmeyen, rengi hafif sütlü kahveye çalan bir et sulu sos. Tertemiz çatal bıçaklar, serin ve çiçekli bir mekân, enfes bir bulvar devinimi, gelen ve giden trenler manzarasında enfes bir öğle yemeği, güzel bir bardakta buzz gibi şekersiz kola. Biraz daha kalasım var ama... Bir bardak ince belli çay hani!..

Paris bulvarları halt etmiş!






*Tanıştırayım: Jean Echenoz

**Birgül Oğuz: İstasyon üzerine yazı " Yine Mi Büyük İkramiye"


***Pedersen Hoca ile öğle arası yazıdaki fotoğraftan sonra..

1 Ağustos 2021 Pazar

Yazar Sırt Çantamda

Cuma sabah kardeşle şehire indim. İşimi hallettim. Sonra baktım hava yaz tadında, o halde yürümeliyim, dedim. Öncesinde kardeşle cadde kenarında hoş bir masada çıtır çıtır ve biri kaşarlıyken diğeri klasik beyaz peynirli olmak üzere su börekli ve ince belli bardakta çaylı kahvaltı... ve de meslek, piyasalar, biraz da mesleğin varacağı noktalar üzerine sohbet ettik. Sonra O işyerine doğru üç harflisiyle devam ederken ben; sevdiğim bölgede kısa bir tur atıp tam randevu saatimde doktoruma geçtim.

Kitap okumaya devam mı, dedi doktor. Dedim onsuz olmaz, "Yazar sırt çantamda." Kim, dedi, söyledim. Adını duydum, dedi; muhtemelen lafın gelişiydi. Kısa bir özet geçtim, çünkü, tanışıklığım benim de yeniydi. Yazarla kankalık durumu henüz taze ama sevdim kendisini! Siparişi hazırlarken bir anda dikkatimi çekmiş; öykü kitabı olması nedeniyle de işime gelmiş; ama daha çok da kitabının adıyla çekmişti beni. İlginç de bir detay fark ettim ki elime geçtiği tarih: Denk gelmiş doğum günüme.

Sorarsınız şimdi nasıl, diye...

Derim ki iyi ki tanıdım O'nu.

Doktorla uzun sohbet derin; ekonomi, memleket halleri, biraz kitap, maskesiz insanlar, az siyaset, biraz Fenerbahçe, kısa kontrol... Hoşçakalın.

Trene yürüyorum. Pandemi, gemi azıya almış da olsa caddeler sakin. Bense felekten bir gün daha çalıyorum. Bir an, bir sonraki duraktan binsem, o arada gara uğrasam ve sorsam diyorum: "Tren seferleri başladı mı?" Sonra sıcak ve onca yürüdüğüm, ama keyifle yürüdüğüm yol sonrası varınca binmem gereken istasyona, "Netten bakarsın, şimdi atla trene," diyor, 17 dakikası olduğunu görüyor, kitabımı açıyorum. O ara, bir gün Tekkeköy'deki eski gara, yani en bayıldığım kitap okuma noktalarımdan birine, gitsem diyorum. Dinliyorum uyaranlarımı, biniyorum trene, açıyorum tekrar kitabımı. Biraz manzara biraz kitap derken varıyorum bizim istasyona... Eve varana kadar nem gerekeni yapıyor. Duş ve çalışma odamdayım; açıyorum ekranı, iki saatlik bir iş kaybım var, göz atıyorum piyasalara; olumlu haber faiz artırımı, dolarda bir tık düşüş, bazı önemli şirketlerdeki açıklanan kârlar piyasa beklentilerinin üzerinde. Ama memleket hali kötü! Saray'a 13 uçak, orman yangınında çaresizlik... Yoksa... yoksa yeni yeni oteller mi?

Sedat Peker'den iyi haber var, ne diyeyim, sevindim. Alsın sazı eline.

Açıyorum Fransızın iki kanadını; dışarıdan odaya dolan deniz ve serinlik kışkırtıcı. Bir plan yapıyorum, mesai sonrasına.

İskele Kafe, atıştırmalık, kahve ve kitap!

Heyecanlanıyorum.

En sevdiğim alanlardan biri; denizin ortasında bir yelkenli sanki. Rüzgar bedenimi yalayıp geçerken... denizde balıklar oynarken... ve şıp... şıp... şıp diye minik sesler ruhuma ulaşırken güzel güzel satırların arasında olmak, miss gibi kokusu kahvenin... Muhteşem.

Ekranı kapatıyor, giyiniyor, maskemi takıp sırt çantamı asıp çıkıyorum yola. Bu kez kalabalık ama deli dolu değil. Kıvamında. Keyfim artıyor. Maskesizlere, hadi açık alan ve insanlar kısmen mesafeli, diyerek bu kez tolerans tanıyorum. Denize girenleri, kıyıya çadır kuranları, iki sandalye bir masa atanları, şortları, etekleri kasık boyu pırıl pırıl genç kızları, kadınları ile diyorum ki bu şehir vallahi başka. Upuzun bir sahil, tertemiz tuvaletler, duşlar ve elbette cankurtaranlarıyla ve de mekânları ile sanki bir medeni Akdeniz kenti; hiç buralı değil gibi. Ahh bazı insanlarımız buralı gibi olmasa da doğru düzgün kullansalar şu tuvaletleri ve dahi duşları; canı çıkmasa belediye görevlilerinin, nasıl olur acaba?!

Varıyorum İskeleye, alanda bir yerel grup var, eskiden şarkıları tazecik bir solist eşliğinde sadakatle çalıp söylüyorlar. Rock saundunda ve eski usulde bir şenlik hali var ki plastik sandalyelerin hepsi dolu, insanlar mutlu. Afad'ın Tır'ı orada ve aşılama insanların ayağında... Bu kez görüyorum ki ilgi yoğun!

Balık avlayanlar, iki sandalyesini açmış denizi yaşayanlar, yürüyenler, selfi çekenler arasından geçerek varıyorum İskele Kafe'ye...


Dolu gibi görünüyor; girip bir tur atıyorum ve kıyı kenarda boş bir masa bulamıyorum. Çıkıyorum.

Niyetim ora mı bura mı arasında gidip gelirken, geçen yaz pasta, kahve ve On İkinci Nota* eşliğinde yaşadığım keyif ve o keyif üzerine yazdığım yazı aklıma geliyor. Hem sonrası da çok güzel olmuştu; yazımın altındaki yorum çevirmenindendi ve beni o akşam internet üzerinden yapılacak ve yazarın İsviçre'den katılacağı sohbete davet etmişti. Sevinmiştim tabii ki!

Çenem açıldı ve fazlaca düştü, farkındayım. Oysa binbir sıkıntıyla başlamıştım yazıya. Bir ara vazgeçmiş, bugüne yazı yok demiş, epey kısırlık çekmiştim. O ara Enn Sevdiğim Kadın aradı, epey konuştuk ki çenem O'na hep düşer. Akşamımı anlattım, dondurmayı ballandırdım. Telefonu kapatınca da dedim ben bu yazıyı yazarım.

Ama bu kadar uzatabileceğimi de vallahi düşünmemiştim; mekândan, andan, daha çok kitaptan söz edip kısa kesecektim.

İskele'den çıkınca rotam belli olmuştu: Kahve Dünyası. Madem niyetim dondurmaydı ve geçen gün onların da dondurma yaptıklarını görmüş, bir an endüstriyel tadından ürkmüş olsam da şimdilerde hep endüstriyeliz zaten rızası göstermiş, sonra da demiştim ki: "O halde kitabımı orada okuyabilirim." Girdim. "Dondurma lütfen," dedim. "Topu 6 TL." dedi genç kız. Bir an bir top için 6 TL. fazla geldi ama kısmen de olsa zeki adamım; büyük mü küçük mü toplar, diye sordum ki büyükmüş. Hayalimde çocukluk dondurmaları var; vişne, limon ve vanilyalı sipariş ettim, porselen kasede hazırlandı ki toplar gerçekten büyük. Masaya döndüm, kitabımı açtım, okuma gözlüğümü çıkardım ve yazı için fotoğrafı çektim. Sonra vişnelinin tadına baktım ve gittim.

Nerelere?..


Evden çıktığımda ilk dondurmamı Milka'dan alırdım ki dondurmaya benzin muammelesi yapardım. O tam ikinci dondurmacıya vardığımda biterdi, oradan gerçek kornet içine koyulan süper dondurmalardan alır, onu da bir numaram Roma Dondurması'nın önüne varana kadar bitirir, Roma Dondurması'nda henüz yapılmış tazecik kornetlere vişneli, limonlu, çilekli ve vanilyalı koydurur, benzin bitmeden de mağazaya varırdım. İşte şimdi çocuk adam halimde de; o çocuk olarak oturduğum masada kitabını açmışken ve önündeki dondurma kasesinde taa Çanakkale'lere varan bir dondurma yolculuğu yaşarken, sanki çocukluğumun bütün dondurmaları damağımda ve bir şenlikteymişçesine seviniyorum. Vişnelinin içinde minicik vişne kabukları bile var, hiç rahatsız edici değiller, bilakis mutluluk veriyorlar. Hakeza limonlusu; ferah mı ferah. Kitabı okumaya çalışıyorum ama gidemiyorum. "Erir mi acaba ?" diye korkuyorum ama daha çok bu enfes ve gerçek meyveli dondurmaya konsantre olmak istiyorum. Sanki çok eskide kalmış bir dostu bulmuş gibi sevinçliyim; limonlunun limon, evet gerçek limon tadına bakarken.

Kaşığı daldırıyorum sonra... ve missss gibi vanilya, diyorum bu.

Kitabı masanın üzerinde bırakıyor. Dondurma kasem ile hayatın güzel yıllarına, dönmemek üzere gidiyorum.

O ara yandaki Columbia'nın terası gözüme takılıyor. Kahvemi orada içsem, deniz yüzümü yalayıp geçse ve taaa Ukrayna'yı göre göre kitabımın tadını çıkarsam, diyorum...

Ama!

Tadı damağımda bir dondurma var, kopamıyorum. Kalkıyor gidiyorum, bu kez bal bademli ve vanilyalı iki top dondurmayla dönüyorum. Kahve mağlup! Ruhum eski zamanlardan bir çocuk. Mutluyum.

Kitaptan ve bayıldığım yazarından söz edecektim aslında değil mi?

İkisinden de özür dilerim. Anlayacaklarından eminim! Fazla söze gerek yok aslında! Tanıştığıma çok ama çok memnunum. Bayılarak okuyorum ve en çok da kitabın girişindeki, "Ustam Recep Gürgen'e," atfı nedeniyle hayranlık ve saygı duyuyorum, yazar Şule Gürbüz'e. Bir akademisyen kendisi. Dolmabahçe Sarayı'nda sanat tarihçisiyken tanışıyor Recep Gürgen'le ve O'na çırağı olmak istediğini söylüyor.

Şimdilerde akademik kariyerin ve yazarlığın ve koleksiyonerliğin yanı sıra mekanik saat tamirciliğine de devam ediyormuş kendisi. Yazı dili ve öyküleriyse altını bir kez daha çizmeliyim ki mizahi dokunuşları ve insan halleri ile birlikte muhteşem. O kadar heyecanlandırdı ki bu tanışma beni; henüz kitabın sonlarındayken ve bitmemişken, dökmek istedim içimdekileri.

Aslında o akşam öyle kendimden geçmiştim ki ben: Kahve Dünyası'ndan başı dönmüş bir halde hülyalar içinde çıkmış, İskele Meydanı'ndaki sahneden gelen müzikle coşmuş, yaz şaşkını bir halde yürürken bir anda fark etmiştim ki yüzümde maske yok! Ahhh benim hülyalı başım, dedim elbette, telaşlandım, "Bir de millete laf çakarsın sen ha!" dedim, sırt çantamı usulca indirip, bir kenara çekilip maskemi taktım ve bir de ceza kestim kendime: Gözünün kaldığı şu tezgahtan bu akşam dondurma yok dedim sana!

Benzin bitti, eve ittirerek gidiyorum.



*Bayıldığım Dizi Şaşırdığım Kitap

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP