kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Temmuz 2021 Pazartesi

Tanıştırıldığımıza Çok Memnun Oldum Adichie

Diyaloglar*


Yine akıp, tatlı tatlı gitti yazı, inceliklerin içinde bir ismi ucundan yakaladım ama!.. Nijeryalı yazarların hastasıyım ki tanımadığım biri, ilgileneceğim hemen.

Aa, hem Nijeryalı yazar seviyor hem de Adichie’yi denemediyseniz hemen ve ilk fırsatta!

....

Ben de Chimamanda Ngozi Adichie - Boynunun Etrafındaki Şey'i bitirmek üzereyim, öykü kitabı ve nispeten kısa olduğu için ne olur ne olmaz diye tanışmaya onunla başlamak istedim. İlk satırlarda kaptı ve bırakmadı beni ve biri Amerikana olmak üzere iki kitabını daha alacağım. Kesin.



Gece yağmurun sesine uyanıyorum. Uykuya dönemiyor, başucumdan son öyküsü kalan kitabı alıyorum. Bitirip kapatıyorum. Sonra zihnimden kitabı baştan sona geçiriyorum. Bir yazı kuruyorum. Cümleler akıyor ama dünyama bir türlü dönemiyorum. Yazar muhteşem! Tartışmasız. Ben yaşadım, her bir ânın tanığıyım. Biriyle otursam Nijerya konuşsam; sanır ki ben Nijerya'yı Nijerya'da yaşadım. Otursam Nijerya dışına hiç çıkmamış bir Nijeryalıyla konuşsam; sanır ki benim Amerika'da Nijeryalı kocaman bir çevrem var.

Aslında ikiyüzotuzbeş sayfalık kitaba başladığım andan itibaren Nijerya topraklarında geçen öyküleri daha çok seviyor, daha meraklı ve farklı bir tat alıyor, Sibel Sakacı'nın çevirisi sayesinde sanki oradaymış ve tanıklık halindeymişim gibi içinde yaşıyordum. 

Ben öyle düşünmeye devam ederken son sayfayı kapattığımda içimdeki tadın bütüncül bakmaya,  parça parça öyküleri bütünleyerek onu artık bir romana çevirdiğini fark ediyorum.

Dışarıdan tatlı bir serinlik odaya akıyor. Gün henüz yeterince ışımadı. Kitap kapalı şekliyle göğsümde. Dokunuyoruz birbirimize. Sanki parmaklarımla hissediyor ve bu bağlantı üzerinden kitap baştan alınmış bir film gibi akıyor zihnimde. Bu tada da bayılıyorum. Uykuya dönmeye fazlası ile ihtiyacım var... Ama bir türlü dönemiyorum!

Sonra gelip bilgisayarı açıyor, bu yazı için dün çektiklerim içinden bir fotoğraf seçiyorum. Onu yerleştirip, yazmaya başlarken ekranda 03.22 çıkışlı bir e-postanın geldiği mesajı beliriyor.  Kargo'dan geliyor, açıyorum: "D&R gönderinizi teslim aldık."** cümlesini de içeren detaylı bir mektup.

Beklediğim kitaplardan biri Amerikana, diğeriyse kitabın tekrarı, O'nun için. Amerikana'dan da söz etmiştim ama onda İngilizcesi varmış. Vardığında Amerikana'ya bir göz atacağım; bir tuğla!  Şimdi kısa bir kitabı aradan çıkarabilirim. Uykum da var ama, mesaim yaklaşıyor,  kahvaltımı hazırlamalıyım önce!

Gün içindeyse sızarım diye hayal ediyorum.

...

Şu an saat 19:36. 16:30 civarı uyku bastırınca, işi bırakıyorum. Odaya geçip uzanıyorum. Sızmışım; derin. Uyanıyorum. Komiğim. Çünkü sanıyorum ki ertesi gün sabah. Cep telefonunu alıyorum; saati 19:28'i gösteriyor. Cumartesi günü bir saat içinde ekranı değişen telefonun saatinin yanlış ayarlandığını düşünüyorum.

Sonra uyanıyorum!

Geliyor ve bu paragrafı ilave ediyorum.


*Burada


**Kitapçım aslında Eganba. D&R sıklıkla e-posta atıyordu, şu an bir kampanyaları var ve 50TL. üzeri kargo ücretsiz. Fiyat gözetmeksizin uzun yıllardır Eganba'dan alırım. Onlarda 150 TL. üzeri alışverişlerde kargo ücretsiz, o ölçekte bir alım olsaydı fiyat farkı gözetmezdim. Bilgi paylaşımı için söylersem fiyat olarak an itibariyle -genel olarak kitaplar- en ucuz D&R'da. Kitapyurdu'nda daha ucuz ama kargonuzu onların temsilciliklerinden gidip de alırsanız!

18 Temmuz 2021 Pazar

Hazmı Zor Bir Kitap Müziğini De Kendi Seçtirmeli

Fonda müzik isterim derseniz, tık lütfen.



Sabah ezanı okunurken uyandım, geç yatılmış derin bir uykuydu. Bozuk ve dengesiz hoparlörün sesi geceyi metalik ve ideolojik bir boğuculukla parça parça ediyordu. Konu ne olursa olsun liyakat önemli diye düşündüm. Özellikle ulviyetli bir söyleyiş gerektiren ulvi hallerde...

Hayatımın en güzel yaşanmışlıklarından, ruhumla dinlediğim Polis filmindeki o an... Sonra bir Sinop erkenindeki hissedişle bana şu cümleleri yazdıran ses: "Sabahın bu hoşluklarına ilaveten, kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor. Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Haluk Bilginer'in oynadığı Polis* filmindeki anı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü."*

Sonuçta bu sabah, özensiz, kelimelerin anlaşılmaz olduğu metalik an uykumu kaçırıyor; geçiyorum bilgisayara, bir süre oyun oynuyorum; ruhum dönüyor, gözlerim özlüyor ve tekrar geçiyorum yatağıma. Derin bir uyku ve enfes bir uyanış. Domates, salatalık, biber dilimliyor, tabağa beyaz peynir, deri ve Bergama tulumu ekliyor, kaşarı es geçiyor, yeşil kırma zeytin ve siyah zeytinle tamamlıyorum kahvaltı tabağımı. Peynirler hariç diğerlerinin üzerine kuru fesleğen serpiyorum, sonra da yine peynirler hariç sızma zeytinyağı gezdiriyorum biraz. Kahve istemiyorum. İki dilim ekmek de kızardı. Şimdi tabağı çalışma odasına bilgisayarın karşısına taşıyorum. An itibariyle bloglarda okunmamış taze yazı yok. Bir Bergama yazısı yazma sorumluluğu var artık üzerimde. Ondan başlarım demiştim ama!!!..

Sonra beni bir telaş alıyor, onunla başlarsam akıcı olamayacağımı düşünüyorum, sonra en baştan başlasam diye bir karara varıyorum çünkü çok ama çok yıllar önceden bir hikâye; tarihe kayıt düşülecek anlarıysa mutlak ve ayrıca içinde insan olmayan fotoğraf neredeyse yok. O zaman, bütün bunları düşününce, normal akışıyla yazmaya karar veriyorum; bir anlatı şeklinde, bir anlamda kervanı yolda  dizerim diye düşünüyorum. O yıldan sadece o geziye ait bir minik not defterim de vardı ama nerede? Hatta albümdeki her bir fotoğrafın gün ve saatini de yazmıştım albümün içindekiler bölümüne... Bulamıyorum. Olsun, geçmiş de olsa şu coşkun ruhum çok becerikli, alıyor beni ve götürüyor zamanın orta yerine...

Sonra bilgisayarı kapatıyor. Gün içinde gelecek kitaplarımın meraklı tadıyla uzun zamandır orada, okunmayanlar bölümünde bekleyen ve Enn Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı Kitabı çekiyorum.

Yoğun bir inşaat döneminde kitap okumaktan uzak kalınca yeniden o sıcaklığı tesis etmek biraz zaman almıştı. Elime çok kere almış, biraz okumuş ama içine bir türlü girememiştim. Şaraba dair sevdiğim ve çok kullandığım Sideways'deki o sözü evirirsem: Bekler her kitap belli bir ânı! Bu bir çizgi roman. Bu sabahın huzurlu ve coşkulanmış haliyle ona heveslendim ve berrak bir akılla başladım okumaya ve kapılıverdim kendisine... Kalınlığından da tırsmıştım muhtemelen. Göz ucuyla şöylesine değince değil de bütünleşince onunla ve dahil olunca içine, su gibi akmaya başladı. Sevdim, kaynaştım ve o da kabul etti beni içine...


Çizgiler hoş, hikâye daha hoş. Bir çocuk, bir çocuk kadın, sonra kadın, sonra büyümüş aynı çocuk ve kadın arasında İslam ve Ortadoğu mitolojisi ile harmanlanmış bir sevgi hikâyesi. Masalsı, sert, mistik. Karar verdim ki bugün ve yarın mesaim bu kitapla... Hatta dip notlardan hareketle ki oralarda hangi surelerden alıntılandığı yazıyor; bu yüzden yanıma Kuran'ın Türkçe çevirisini de alarak devam etmeye karar verdim. "Bir de Tevrat çevirisi olmalıydı," diye de düşündüm tabii ki!

Bir yazı düşlemeye başladım. Yazacaksam bir fotoğraf da olmalıydı elbette. O arada, gün boyu kanepeye uzanıp kitabı okumayı düşünürken ben, bir de müzik çınladı kulağımda, ulviyet içeren ama modern de dokunuşları olan.

Gözüm uzun çalarlarlarımın olduğu noktaya takıldı. Acaba yağmalananlardan kendini kurtarabilmiş miydi?

Kalktım, gittim ve sırayla bakmaya başladım plaklara. Oradaydı, tıfıllık çağlarından, 78'lerdendi, buldum ve çıkardım. Sonra kitapla birlikte fotoğraflarını çektim. Pikap başlığım inşaat sürecinde üst üste taşınmalardan dolayı yok olmuştu; Spotify'dan buldum grubu, dinledim. Sandstorm adlı parça tamamdır, diye düşündüm önce; sonra bir ampül yandı, çünkü diğer parçalar tarzları dolayısıyla anlamsız düşecek ve albümün tamamı kitapla senkronize olamayacaktı. Sonra Emel geldi aklıma. Tunuslu Emel. Onun The Tunis Diaries albümünü tıkladım Spotify'da. "Tamamdır!" dedim: Uzanılmış kanepe, fonda Emel ve bu hafta sonu hep Habibi.


Naif bir kitap diyerek başladım dün. Yer yer sertlikler iç yaktı. Duygular, iç yakışlar, heyecan, korku, kaygı peşpeşe dizilirken derinlik de usul usul aklı kurcalamaya ve bu karmaşa ile de sorgulatmaya başladı. Bir ara "Ara versem," dedim ama merak ve akıcılık rahat bırakmadı, dürttü, tahrik etti ve tekrar elime aldım. Çizimler ve desenler ve de bölüm başlıkları, bazıları bildiğimiz duyduğumuz, anımsayacağımız mitlerin başarıyla çizgiye ve konuşma balonlarında söze dönmüş halleri etkileyiciydi. Okuyucuyu bir yan karakter olarak, kenardan bir izleyici şeklinde de olsa dışarıda bırakmadı kitap ve  beni içeri alıverdi. Kitabın kurgusunu ve desenlerini çok beğenmiştim, başlangıçtaki bölüm adları heyecan vericiydi, ilkokuldayken yazları şahane bir hocadan dersler almıştım: Binanın en altındaki alçak tavanlı, kısmen karanlık ama camlardan içeri düşen aydınlıkla kutsiyetli mekânda doğru bir insandan eğitim almanın anıları bir bir geçmeye başladı gözümden. Öyle güzel bir insandı ki cinsiyet ayrımı yapmaz, bir önceki, Dedemin Namaz'a gittiği Cami'nin hocası gibi kısa kollu gömlekle gittik diye uzun çubuğu ile kollarımıza vurmaz, arada tenefüs verirdi. Bir an ders aldığımız alçak tavanlı, içine düşen ışığının ulvi kıldığı, miss gibi gül suyu kokan, rahleleri özenli ve bayıldığım alanı hissettim; hemen kapı önündeki bahçede, çocuk seslerimizle kızlı erkekli bağrış çağrış oynamamıza ses çıkarmayan güzel yürekli, ak sakallı, aydınlık Mümin Hoca'yı bu vesileyle şükranla andım.


Hayattan güzel şeyler biriktirmiş olduğumu da düşündüm, Habibi'yi okurken. Dini yasaklaycı zihniyetlerden değil de sevgiyle, hoşgörü ve anlayışla anlatanlardan ve sorgulamamıza anlayışla yanıt verenlerden öğrenmiş olmanın bana kattıklarının tadını çıkardım ve fazlasıyla zevk aldım kitaptan. Bölüm aralarındaki çizimlere de bayıldım. Elbette sertlikler, bıraksam mı dedirten anlar, bu kadarı da fazla dedirten olaylarla da karşılaştım; ama bu karmaşa aslında bir yaşam gerçekliğiydi ve yazar da bu anlamda fantastik dokunuşlarla doğru bir iş yapmıştı. Belirtmeliyim ki kitapta cinsellik ve çıplaklık da var, hatta bir yaşam gerçeği olsa da fazlasıyla incitici, üzücü, elden bırakmayı düşündürtecek, kendi düzleminde insani dursa da bazı bünyelerin kabul etmesinin zor olacağı ölçekte olaylar da var. Bu nedenle de arka kapağına 18+ ve 18 Yaş Üzeri ibareleri konmuş.


Bazı ölçütlerden bakınca şiddetle tavsiye ederim diyemeyeceğim, Türkçe'ye Melek Berfin Işık tarafından çevrilen Habibi; 1975 Michigan-Traverse doğumlu Craig Thompson tarafından iyi bir araştırma sonucunda yazılıp, çizilmiş ve Flaneur tarafından da ülkemizde yayımlanmış. Toplam sayfa sayısı 672. Ana iki karakteri Dodola ve Zem olan Habibi'yi iki günde bitiririm diye düşünürken dün başlayıp bitirdim. Arapça yazıların kitabın son sayfalarında tercümeleri ve kaynakları var; okuma esnasında gidip bakılmasını öneririm, ayrıca bazı anlar için "Kur'an Bakara, 30" gibi dip notlar düşülmüş, merak edilirse kontrol edilebilir. Kitabı incelemeden almamanızı öneririm. Ne çıkarsa bahtıma diyebilenlerdenseniz mesele yok. Alırsanız okumaya başlamadan önce son sayfalardaki Notlar bölümüne göz atın, hatta oradaki notların sayfa numaralarını bir kağıda yazın ki o sayfalara geldiğinizde gidip notlardan okuyun, çünkü bazı hallerde sayfa altlarında belirtilmemiş bir durum bu!

Kitabın Amazon'daki güncel fiyatı ise 104,60 TL.


*Sinop'daki o an yazının ikinci fotoğrafından sonra!

*Polis

13 Temmuz 2021 Salı

İleri Üçlü

İkindinin akşama yakın zamanları, pencereden bakıyorum; güneş batıya çekilmiş, ön bahçenin önemli kısmına binanın gölgesi düşüyor, arka bahçe ise tam anlamıyla güneşlenmelik. Ön bahçe günün ruhları dürtükleyen bu saatinde bana uyar. Bir tuğla ile ilişkimizse uzun süredir devam etmekte; Bolaño'nun Vahşi Hafiyeler'i. Biraz ağırdan aldığım çok keyifli bir roman; onu okurken araya arasıcak tadında kısa öykü kitapları da sıkıştırıyorum. Hiç okumadığım ve hiç bilmediğim yazarlarla tanışıyorum. Bir tanesini bilmemem çok normal ki yazarın ilk kitabı; yine içgüdüsel bir satın alma... İki üç sayfalık öyküler; iddiasız, yalın, iç döküşlü, mizahi dokunuşlu, hesaplaşmalı ve sıcacık. 95 sayfada 18 hoş öykü: Derya Sönmez'den Sırça Kanatlar.


Diğeri ise arka kapağındaki cümleleri ile beni 102 sayfada Ankara'yı mesken tutmuş martılardan Galapagoslu Yalnız George'a, Tarlabaşı'nın karanlık köşe bucaklarından Balat'ın ayazmalarına, büyük kentin kalabalığındaki kimsesizlerden aynı şehrin sokaklarında kendi cemaatini oluşturmuş, kulağı küpeli köpeklere.. Gerçeküstü bir düşten, rengârenk 9 öyküye dahil ederek bu katılımdan zevk almamı sağlayan, hayata soldan bakan Elvan Çubukçu'nun ikinci öykü kitabı Köpek Düşü.


Maskemi takıp iniyorum bahçeye, onu çıkarıp çantama atıyor, biraz fotoğraf çekiyorum. En alt katımızda bir getto var. Mahallenin tüm kedileri orada. Bir sürü yeni yavru ki artık usul usul ergen oluyorlar. Bir kaçı bahçede, bir kaçı da arabaların üzerinde güneşlenmekte. Alıyorum sandalyemi, güneşe açıyorum kitabımı. Tabii ki Vahşi Hafiyeler. Artık Fransa'dayız. Sahilde ise şenlik var. Bir an konser olduğunu düşünüyorum. Biraz kitap sonrasında muhtemel ki dayanamayıp gideceğim. Ama şimdi güneş, çimen ve bahçe kokusu...


Şu kedi beni tırsıtıyor. Yeni nesilden kendisi. Bir kedi olduğundan şüpheliyim. Uzun boynu, gözleri ve bakışındaki sert ve vahşi ifade vaşak kırması olabileceğini düşündürtüyor bana. Şimdilik sadece bakışıyoruz, henüz bir temasımız ve sohbetimiz yok.


Beyaz papyonlu, siyah ve bir önceki nesilden kedi ise konfor düşkünlüğü ve ciddiyetli gamsızlığı ile favorim, bir temasımız olmasa da göz göze geliyoruz sıklıkla. Arabalardan birinin tavanına yayılmak, iyice mayışınca da siesta en büyük keyfi. Ekmek elden su gölden bir hayat bunlarınki, çift daire genişliğinde bir kapalı yaşam alanı, el vurmadıkları, bakımına hiç karışmadıkları bir bahçe ve enfes yemeklerinden yararlandıkları altı daire. Bir elleri yağda bir elleri balda...

Arka bahçedeyse zeytin ağacının altında bir mezar var: Son ve en uzun, son ana kadar bu bahçede yaşayan ama en korumacı, havlaması ve kafa tutması boyundan büyük Bitsy'nin...

O bir teriyer efsanesi, hikâyelerinden kitap olur... Biz ilk biten binaya geçmiş, eski ve kadim evin yıkımı başlamışken  canını yakan bir şey onu inletip duvarlara tırmandırmaya başlayınca komşu kız öğrenci yurdunda kalan bir öğrencinin kontrolü sonucunda onun önerisiyle hocasına götürdüğümüz ve muayenenin ardından son haddeye varmış kanser olduğu anlaşılan ve hocanın acı çektirmeyelim uyutalım dediği ve öyle ölen, yerine bir köpek koymayı düşünmediğimiz, düşünemiyeceğimiz en emektar ve  en unutulmazlarımızdan birinin mezarı...


Kitapla aram çok iyi, Roberto ile de anlaşıyoruz. Çok karakterli bir roman olması, o karakterleri üniversite öğrenciliklerinden beri takip etmek, okumayı uzun zamana yaymam nedeniyle akılda kalıcılık açısından sıkıntı yarattır mı acaba? diye endişe etsem de fark ediyorum ki hiç de öyle değil. Sanki onlar benim hayatıma değil de ben onların yaşamına dahil olmuşum. Hatta bazıları ile diğerleri hakkında dedikodu bile yapabilirim. Bir paralel evren durumu.

Sanırım araya başka kitaplar alsam da uzun bir süre daha Bolaño'nun kitabında takılacağım; sonuçta alkol var, taze şairler, ilişkiler, aşk, seks, edebiyat, barlar, uyuşturucu, şehirler, kısacası insana ve bohem hayata özenmek manasında ne aranırsa kitapta. O ara benim aklımda ise dondurma dönüyor. Toparlansam, kitabı da çantaya atsam, önce konsere takılsam sonra iskeleye doğru yürüsem, dondurmamı İskele Kafe'de yesem, o arada belki kitabımı açsam, o sırada iskeleye balık tutmak için giden Naz ile erkek arkadaşına "Rast gele!" desem, diye düşünüyorum.

Konser sandığımın konser değil bant kaydı olduğunu, alandaki basketbol sahalarında da belediyenin sokak basketbolu turnuvasına dahil maçlar oynandığını, alkışların sandığım gibi konsere değil oyuna yönelik olduğunu anlıyorum. Kahraman halkımızın özellikle genç kısmının maskelerinden sıyrılmış olduğunu görüyor, ne olacak bizim halimiz diye düşünürken ve yürümeye devam ederken iskeleden vazgeçip meydanındaki amatör tiyatro gösterisine biraz bakıyor, sevdiğim dondurmacıya varıyorum. Oh ne âlâ! Burada da pandemi bitmiş, çok şükür. Lebalep. Anında yeni plan, geri dönüş ve ilk Migros'a dalıyorum.



Mini nevalemi alıyor, bir an karasız kalsam da yine sahile iniyor, ağır adımlarla yürüyorum. Şimdi evdeyim, çalışma odasında pencereler denize nazır ve açık. Sarı votkam üç haftalık bekleme süresini doldurmuş, süzülüp şişelenmiş ve içime hazırdı ama biraz daha dolapta bekletmek istemiştim. Migros'tan bir 50'lik malt bira ile tussuz kavrulmuş fıstığı kapmıştım az önce. Yani bira, şat sarı votka ve fıstıktan oluşan İleri Üçlü ile takılmak bence iyi fikir. Elbette müzik. Sonuçta bi şat iki şata dönüyor, bira 25'lik kadehte bir devir yapıyor, o ara Enn Sevdiğim Kadın'a sarı votka başarımı anlatıyorum ki 6.kattayken yapmıştım ve birlikte içmiştik, dolayısıyla keyfime keyif katıyorum. Elbette can tertibim, alemin ve Bodrum'un en şahane garsonu, bar insanı, barmenlerin kralı, ilk sarı votkayı onun yapımıyla askerde içtiğimiz, yaşça bizden büyük, yani devre kaybı Aziz'i sevgiyle anıyorum. O zamana kadar bilmediğim sarı votka konusunda ustam, bana, bize el veren O.


Ve fakat pazar günü yiyemediğim dondurmayaysa dün akşam gidiyor, daha sakin bir ortamda sade, karamel, parça çikolatalı, çilekli, cevizli bir kase dondurmamı keyifle yiyorken tam ben, ortam bir anda lebalep oluyor. Tırsıyorum ki allahtan bitmek üzereydi... Şükür ki dondurmadan eksik kalmıyorum. O yürüme esnasında iki mekânla ilgili olarak geleceğe dönük planlar kuruyorum. Biri için önceden Berkay'ı arar ki burası bir balık lokantası, şu kapalı tuttukları üst kattan, taa Kiev'i görecek pencere önü masalardan birini ayırtırım diye düşünmekle birlikte, ama en sevdiğimiz mekân da çok özel, diye de düşünüyorum ve ikili bir planı sonuca bağlıyorum. Ben aslında bu ön izlemelerimi çok seviyorum.

Şimdi, lafı daha uzatmadan, ben dokunuşlu Aziz Üstat' dan el alınma sarı votkayı kısaca tariflesem ki şeker dokunuşu benim tercihimdir, diyorum.

Fotoğrafta görüldüğü üzere benim oynar kesicili şahane bir soyacağım var; bir limonun kabuğunu hiç koparmadan zar inceliğinde soyabiliyorum; bunu yaparken de beyazını hiç almamayı başarabiliyor ama çok çok az miktarda, kabuğun minik girintileri arasında yer yer o beyazın olmasını istiyorum. Ebadına göre 5 ya da 6 tane hakiki Finike limonunun kabuğunu cerrah titizliği ile alıp bir kavanoza koyuyorum önce, sonra dört-beş adet tane karabiber ekliyorum, sonra 70'lik votkayı boşaltıyorum ve bir tane de  yarım şeker boyutunda esmer kesmeşeker ilave edip kapatıyor, 3 hafta buzdolabında bekletiyorum. Sonrasında da süzerek şişeliyor, buzdolabına içilmeye hazır halde bir süre daha bırakıyorum.

Sonuç pek âlâ!



İstanbul'da yaşasaydım... İkinci iğne de tamamsa, bir öğle sonrası can bir arkadaşımla Ayaspaşa Rus Lokantası'na gider, bir karaf sarı votka ile iki kişilik Etli Votka tabağı söyler, yarım karafını dolapta bekletir yarımını masaya ister ve o kadim mekânın loşluğunda, Rus tınıları eşliğinde keyfime keyif katardım.

Benden söylemesi:)

Daha fazla Ayaspaşa Rus Lokantası ise şurada!

17 Haziran 2021 Perşembe

Yüz Yıl Önceden Yüzyıl Sonraya Bir Aktarım

Ayrıntı Yayınlarının Türkçe Klasikleri serisi ilginç gelmişti, aldım. Tasarımı ve kapak malzemesi ve renk hoşuma gitti. Dili yazıldığı döneme sadıktı. Kitap, okunmayanlar bölümünde yerini aldı. Tuğla arası kapsamında değerlendirmek istemedim onu ama dün akşam bir kitap alıp da uzansam ve sonra da uyusam, diye düşününce göz atmak maksatlı olarak onda karar kıldım. Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali ve dil içi çevirileri yapan Duygu Turp Kaya'nın yararlı ön açıklamalarını okuyup romanın ilk sayfalarına başladığımda, bazı sözcüklerin günümüzdeki karşılıklarını sayfa altından okumak sıkıntı verse de kitabın 22. sayfasına geldiğimde durum bayağı ilginçleşti! Yazar, 16 Şubat 1330'da, ki bunun Miladi karşılığını 1912 olarak tespit edebildim, Heybeliada'da bitirmiş romanı. Sonra okuduklarımdan yola çıkarak dedim ki yazar 100 yıl sonrasını öngörmüş!.. Belki de bu ülkenin geleneği bu dedim.  Bal tutan parmağını yalıyor. Aslında biraz tereddüt ettim: Okuyup bitirsem ve o zaman kitap hakkındaki düşüncelerimi yazsamla, şu bir kaç paragrafı olduğu gibi yazsam arasında kaldım. Ve nihayetinde bu da böyle bir yazı olsun diyerek, kitabın üç sayfasını halimizi iyi anlamak adına buraya taşıdım. Okuyuculara bir kıyak olarak da bazı kelimlerin bugünkü karşılıklarını hemen yanlarına iliştirdim.







Sayfa 22 , 23, 24'den...

..... Onları bugün affettik, unuttuk. Lâkin tarih sayfalarına, beşeriyet-i ayiyye (gelecekteki insanlığa) gözyaşları döktürecek, ateşten, kandan, irinden, melanetten satırlar nakşettiren, bugün içinde kavrulduğumuz yangının kundakçılarından birtakımları da daha büyük servetlerin verdiği refah ve gurur ile pencerelerinden bu haşr u neşri (toplanıp dağılma) seyrediyorlar. Aç halk birbirini didiklerken onlar tok, endişe-i ferdadan (yarın endişesi, gelecek kaygısı) azade, rahat ve huzur içinde lehlerine yeni bir inkilâp için fitne düşünüyorlar.

Öyleleri var ki İstanbul'un en çukur, en havasız, en karanlık mahallelerinden, en adi evlerinden Taksim'in, Şişli'nin, en âlâ, en mualla, en muhteşem kâşanelerine (büyük, süslü ev) fırladılar.

Zavallı gazeteci, sen bunlardan birinin bahriye tayinatından (erzak, yiyecekler) her ay beş yüz çift ekmeği ne yaptığını düşünüyorsun... Bu kadar ekmeğe ne miktar katık lazım geleceğini bir hesaplasana... Belki yemiyor, satıyordu. O halde bu harp zamanının kepekli kuru ekmeğini irtikap eden bir doymak bilmezin hâsebül-vazife (görev sebebiyle) elinden geçen bilyonlarla sarı liraların cazibeleri önünde çevirmeyeceği entrika mı tasavvur olunur? Beş yüz ekmeğe razı olalım efendi. Afiyetle yesinler...  Ah sen hakikati bilsen, vücudundaki kan, tahamülünden fazla fayrap (ateşi harlama) edilmiş bir makine gibi damarlarını patlatır... Biz canımızı aç kurtlara, peynir tulumlarını kedilere emanet etmiştik, şimdi neye çırpınıyoruz bilmem!..

Evet, Hacı Ferhat Efendi, yağmur yağar iken küpünü doldurmuştu. Servet serveti cezbeder. Talih yardım etti. Zorbaların içinde kulaç attıkları yağma deryasından hanesine bir nehir akmaya başladı.  İki kızı vardı, ikisini de birer zabite verdi. Damatlarından biri levazıma yerleşti. Öteki bilmem hangi komisyonda mühim bir mevki tuttu. Levazımdaki damadı kıymet ve kadir ve ehemmiyetçe Reis İsmail Hakkı Paşa'nın yalnız iki gözü değil bir çift eli ve tek bacağının mütemmimi (tamamlayan), müttekası (dayanmaya yarayan şey), bastonu idi. Onun levazım umurundaki reviyeti (bir işin her yönünü düşünme), kârşinaslığı (iş bilirlik), ve himmetiyle tek bacak Reis artık topallamıyor, sekmiyor, aksamıyordu. Paşadan himmet, damattan gayret öyle bir ticarete koyuldular ki milyonlar önlerinde taklak atıyordu.   En büyük tüccarlar, Kamhiler filanlar yanlarında aciz birer gölge gibi kaldılar.

İkinci damat elinde tekâlif-i harbiye* kamçısıyla bir ticaret evinden, bir depodan içeri girdimi hokkabazların tılsımlı değnekleri gibi bunun ucunu nereye uzatsa, önünde yüzlerle fıçı fıçı yağlar, teneke teneke gazlar, çuval çuval şekerler, gazevilerle* pirinçler, balya balya yünler, pamuklar, kumaşlar, işaret ettiği tarafa akıp gidiyordu. Bu eşya meyanında bazen levazım-ı askeriyyeye* bir vech-i lüzumu tasavvur olmayan ponjeler*, süreler, güpürler, dantelalar, yelpazeler, ajurlu ipek çoraplar, kolonyalar, lavantalar vesaire vardı. Bu zabıt bir kağıdın üzerine iki üç rakam çızıktırınca piyasadaki eşyanın tekmilini kaldırabilmek kudretine haizdi. Şaşılır....

2021'den sevgiler... Durumda bir değişiklik yok!


*Tekâlif-i harbiye: Türk ordusunun eksiklerini gidermek ve Yunan kuvvetlerine maddi anlamda olabildiğince denk bir ordu oluşturmak gayesiyle yayınlanan emirler.

*Gazevi: içine pirinç konan kap.

*Levazım-ı askeriyye: Askeri malzeme.

*Ponje: Bir tür ipekli kumaş.

15 Haziran 2021 Salı

Bir Kaç İyi Şey... Veeee Çooook Şahane Bir Şey!

Erken kalkıyorum; her zaman olduğu gibi. Önce çalışma odasına geçiyorum ki denizin üzeri çıldırmalık.  Böyle merhabaya can kurban! Gökyüzünün melekleri yine konuşturmuşlar... Güller açtırmayı iyi biliyorlar ve her gün başlangıcında pandemiyi eğlenceye çevirmeyi başarıyorlar!

Bir kahve yapsam... Denizin kokusunu eve doldururken onu derin derin solusam ve hatta elime de bir kitap tuttursam... mı?

Hımmmmmm... Müzik?




Geniş bir kahvaltı istemiyorum. Daha önce tarifini yazdığım, Trabzon/Vakfıkebir ekmeğinden tek dilim üzeri ve orjinalinden biraz zenginleştirilmiş Alanos usulü kumruları hazırlıyor, fırına yolluyor, 195 derecede 14 dakika 30 saniye olan pişme süresi içinde zeytin tabağını hazırlıyor, yumurtayı pişmeye bırakıyor, fırının son 5 dakika 40 saniyesinde de filtre kahvemi hazırlamaya başlıyorum; o demlenirken de yumurtayı soyuyor, ikiye bölüp zeytin tabağına ilave ediyor, üzerlerine de pul  biber, nane esintili kekik serpip, sızma zeytinyağı gezdiriyorum.

Fırın sesleniyor!

Bir Alkış?

Bana!

14 dakika 30 saniye içindeki senkronizasyon başarım için... Sonra hepsini bir araya getirip çalışma masasına konuşlanıyor, kuş sesleri eşliğinde şarkılar dinliyorken  blogları ve öncelikle de sevilen köşe yazarları olmak üzere gazeteleri okuyor, bu esnada da ne var ne yoksa silip süpürüyorum.




Çok fazla uzak olmayan bir evvel zaman önce, Spotify açıkken ve ben çalışıyorken o an dinlediğim şarkıcının albümü bitiyor. Sonra, biraz arabeske vuran ama bunu kaliteli yapan şarkıcıları dinliyorum... Öyle damardan vokaller değil tercihim, eğlenceli olsun istiyorum. Bitiyor albüm. Göz at'ı tıklıyor, yenilerde ne var ne yok diye aranıyorum. Şöyle biraz pavyon ağzına çalan ama gazino yıllarındaki solist altlarının tınısına dokunan bir ses ama özellikle bir kadın sesi istiyorum. Bir albüm dikkatimi çekiyor. Kapağı ki  tuğla duvarlı bir alanın fon olduğu bereli, mantolu bir kadın fotoğrafı...* Etkiliyor.  Tıklıyorum. İşte bu! Ben bir isterken Rabbim iki veriyor. Dinliyorum. Öylesine derken kulak kesilmekle kalmıyor fena halde de eğleniyorum. Çok ama çok hoşuma gidiyor, popüler biri olmadığı kesin.. Hatta diyorum ki "Kim hangi pavyonda keşfetti acaba?" Fotoğraftaki yaş hiç taze değil ama edası cuk oturmuş. İki kere üst üste dinliyorum. "Bu ne iş?" diye düşünüyor, "Hele bir bak, başka albümleri var mı? diye dürtüyorum... İsmini tıklıyorum, Spotify saçıyor önüme. Bir "Vayyy beee!!!" çıkıyor ki dilimden; karşı duvardan gidip gidip geri dönüyor. Yağmalıyorum. Yok böyle bir şey! "Ne kara cahilmişim ben ah... ah... ahhh!" diye dövünüyorum.  Utanıyorum ama bunun sorumlusu sen değilsin diye de teselli buluyorum. Bu arada sanatçıya kendimi affettirebilmek için çabalıyorum.

Sonra bir gün Sevgili Momentos* blogunda Ayşenur Kolivar'ın Lazca bir şarkısını paylaşıyor, o paylaşıma şöyle bir yorum yazıyorum: "Sıkı dinlediğim bir grup vardır, Koliva... Bir de Mircan Kaya! Muhtemelen dinlemişsinizdir diye düşünmekle birlikte bir ihtimal daha önce dinlemediyseniz, diye düşünerek, onu da dinlemenizi öneririm. Lazca caz da söyler, Gürcüce de, ve Türkçe dahil üç dilde türküler de. Popüler kültürün sunduklarından olmadığı için kariyeri de pek bilinmez, diye düşünürüm. Özel bir sanatçıdır, vasıtanızla bilinsin istediğim bir kıymettir. Eğer daha önce dinlemediyseniz mutlaka dinlemelisiniz!"

Çok hoş bir yanıtın ardından,  adını başlığa çıkararak daha çok insana ulaşmasını sağlayacak bir paylaşım yapıyor blogunda.  İşte tam o sıralarda ben satın almak için kitap bakınırken; 10 parmağında 10 marifet olan ki bunlardan biri akademik kariyer -üstelik dünyanın dört bucağında- Mircan Kaya'nın bir de kitabı olduğunu görüyorum. Üzerine atlamam kaçınılmaz! Listeme ekliyor ve hemen... ama hemen siparişi veriyorum. Elime geçer geçmez de bir hafta sonu güneşinde bahçeye iniyor, annesinin dilinden,  coğrafyadaki yaşamı gözler önüne serdiği, olağanüstü bir hayat içeren, zihne şarkılar söyleten ve hoş bir kurgusu olan Gece Karanlık Çekirge Ve Sen adlı ki 2014'de çıkmış tek kitabını bir solukta okuyor, arka kapağını kapattığımdaysa elimden bırakmıyor, anın bu tadını hafızamda döndürüp duruyorum.  Yüzümde paha biçilmez bir tebessüm, kalbimde enfes bir sıcaklık...




Yolu uzatıyor ve Carrefoursa'ya varıyorum, demiştim. Sonra "Bu taze marketin raf düzenini seviyorum." diye eklemiş sonra da şöyle devam etmiştim, kısa dönem önceki bir yazımda: 

"Giderken aklımda alacağım şarap netken, orada aklım çeliniyor. İşin aslı sonradan fark ettiğim üzere şarap rafının düzeni değiştiğinden onu eski yerinde göremeyince yok diye düşünüyor, Cabarnet Sauvignon, Shiraz ve Merlot üçlüsüne kapılıyor, hayal ettiğim, başka çeşitlerini deneyip sevdiğim ve hatta mekânında şahane bir İzmir akşamı yaşadığımız markanın denemediğim şarabını seçtiğimi anlıyorum. Bu yazıda kendisi ile ilgili bir fikir vermek isterdim ama henüz şişeyi açmadım. Ramazan geleneği olan bir ailede yetiştiğim için, inanca ve geleneğe saygı duyar, günahmışı hiç umursamaz ama ramazan bitmeden de içkiye bulaşmam." diye bir not düşmüştüm.

İşte o şarabı bayram sonrası açmış, bazı akşamları tek bir kadeh olmak kaydıyla, bazen yanına atıştırmalık bir şeyler hazırlayarak içmeye başlamıştım. Aslında daha önce söz ettiğim aynı markanın İDOL'ü için gitmiştim ama üst paragrafta söz ettiğim karışıklık nedeniyle de PUNTA'sı ile dönmüştüm. İnanır mısınız, bir kez daha fiyat kalite noktasından bakınca (44,90TL) ve hatta bundan da öte içim keyfiyle şarap şaşırttı beni. Fakat özel bir yemek akşamının şarabı olmadığını da söylemeliyim!.. Çünkü Shiraz'ın katılımıyla bir tık daha tatlanmış Punta yalnız başına bir akşamın altından kalkabileceği gibi yemek söz konusu olduğunda işin özü, arafta kalsam da, olumsuzluğa daha yakınım. Fakat, şu pastanelerde olan ve arasına peynir ve yeşillik  koyulmuş sanırım sakallı denilen minik sandviçlerle de keyifler yaşatabileceğini düşünüyor, hatta yine tatlıya yakın pastalarla da belki olabilir diye düşünmekle birlikte, denemediğim için şimdilik bir şey söyleyemiyorum. Ama bu yazmaya susacağım anlamına gelmiyor tabii ki... Çünkü çok keyif aldığım bir sürü şey sanki bana sürpriz olarak ben dışında planlanmış ve o güç tarafından da bir bir aklıma sokulmuş olmalı diye sürekli şaşıran, ama çok da mutlu, coşkulu ve doğal olarak çenesi düşmüş bir adam haline dönüşümü gülerek izliyorum.






Gabriel Garcia Marquez tıfıl çağlarda okuduğum Yüzyıllık Yalnızlıkla hastası olduğum bir adam! Benim Hüzünlü Orospularım'sa hep elimin gittiği ama çocuk aklıyla hep çekimser kaldığım, fazlası ile merak ettiğim bir kitabı. 11.06.2020'de bir toplu siparişle alıyorum. Ama okumuyorum. Bu ara Roberto Bolaño'ya sarmış vaziyetteyim ve elimde bir tuğla sayılabilecek Vahşi Hafiyeleri var. Hoşuma gidiyor, hem kurgusu güzel hem gençlik, benzerlikler falan derken akıyor ancak ortalarına gelince tuğlanın, diyorum ki: "Bununla birlikte hap gibi yutulacak ama "kocaman" bir kaç kitap daha okuyup, okunmayanlar hanesindeki sayıyı düşürsem biraz."

Aklıma yatıyor ve Mircan Kaya ile ilk arasıcağı yapıyorum ve ardına da Marguez'i ekliyorum.  90 yaşını kutlayacak bir Abi. Gün görmüş, zengin bir ailenin son ferdi; ilginç bir karakter, gazetede köşe yazıyor, klasik müzik dinliyor... Kitapsa şarkıların adlarını ve bestecilerini söylüyor. Duygularının ve maceralarının takipçisiyiz. Anlatım bence muhteşem, ortaya saçılanlar da gerçek bir gözlemin ürünü. E duygu da içeriyor, bayağılık yok, romantizm var. Kısa bir roman olsa da ara sıcak muammelesi yapılamayacak kadar da edebi...  Gerçekçi dil bazı anları rahatsız edici yapabilir diye düşünülse de bazı kalemlerde anlam bulabiliyorlar ki bence bu o türlerden biri. Ben bir tek kişi özelinde -ki o yazıları okumuş olanlar anlayacaklardır- şöyle şeyler geçirdim içimden: "Bazı "Orospular" iyi ki tanıdım diyecek, sözcüğü başka bir seviyeye taşıyıp sevimli kılacak ve arkadaşlıkları, kişilik özellikleri nedeniyle unutulamayacak ve roman tadında, upuzun bir yazıya konu olacak kadar kıymetlidir!..."





Mircan Kaya yorumlaşmasının içinde akordiyon sözcük olarak geçiyor ve plağı yerinden almama neden oluyor bu. Dokunduğumda bir zaman yolculuğu başlıyor. Plakçı dükkanlarının neredeyse manifaturacılar sayısında olduğu yıllara uçuyorum. Para atılarak müzik dinlenen cihazlardan ilkinin geldiği Kilim Pastanesini hatırlıyorum ve onun çapraz köşesindeki, bu plağı aldığım mağazayı,  onu bir an önce dinlemek için uçarak eve gelişimi de. 
 

Sonra bu albümü youtube'da buluyorum ve linkini yazdığım yoruma ekliyorum. Ve bütün gün de akordiyon sesi eşliğinde ne güzel yaşadığımı düşünüyorum.

O aralarda blogrolumda Sevgili Elisabeth'in taze yazısını fark ediyorum.* Okuyorum ki etkileyici... Bir kitap; yazarını bilmiyorum. Altına şu sözleri yazıyorum:
 
" Küçük şeyler mi?

Yoksa insanı çoğaltan koskocaman şeyler mi?

Hatta yıllarına sevilme ve sevme izler bırakacak!..

Ne çok soruyorum değil mi?

Yoksa okuduğumu ve ardındaki kalbi anlamıyor muyum? dersin.

Olamaz mı?


Bu arada yazarı tanımıyorum ama kitap ilgimi çekti.

Şimdi de yazarla tanışmaya gidiyorum. Yazını sevdim:)

Ne kazançlı bir gün."



O da şöyle yanıtlıyor: "Okusan ve sevsen nasıl mutlu olurum. "insanı çoğaltan koskocaman şeyler" o kadar güzel bi tanım ki... teşekkür ederim:)"


Okuyorum bir cumartesi öğle sonrası... Bahçede oturuyor, bir yandan bodrum katı mesken bellemiş kedi ailelerinin güneşe serilmiş yetişkinlerini ve de oyun halindeki bebelerini izlerken kitabı bitiriyorum. Sonra da Sevgili Elisabeth'in yazısına dönüp; "Kitabı aldım ve okudum, çok sevdim, hatta bir yazı yazarsam büyüklere şahane masal diye söz ederim kendisinden dedim. Çok teşekkür ederim. Bir gün bizim efsane kedilerimizden de söz ederim belki. Süheyla ve sana mutluluklar," Yazıyorum. 


Vahşi Hafiyelerle başbaşayız...
 
 




*Sevgili Momentos'un yazısı için buradan lütfen

*Sevgili Elisabeth Vogler'in yazısı içinse buradan lütfen.


*Mircan Kaya'nın Bir akşam sen ve ben, adlı albümü.

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Karanlık Dükkânlar Sokağı'nda Kaybolmadan

"Yazarımız biraz kasıntı biraz arıza, cama buğu bırakmayı seviyor kabul, ben öbürlerine benzemem havası da atıyor. Onu ilk okurken başlarda kapılmış, sonra arkadaş olur muyum? diye düşünmüş, sonra olurdum ama enn arkadaş olmaz, enn arkadaşlarımla onu bir araya getirmez ama ıssız mahalle kahvelerinde onunla kahve içip donuk ruhundan çıkacak sözcüklerini dinleyip sohbet etmek isterdim. Bir Gençlik'le tanıdım onu ve yukarıdaki izlenimlerle birlikte bir başka tat olarak sevdim, bu kitabı da hakeza öyle... ve genel düşünceden bağımsız olarak gri alanda da olsa, her şey iyi giderken bu ne şimdi halinde de bıraksa...  finalde insanı auta da çıkarsa elinden tutup, dünyasını anlayıp, kalabalıklar içinde yalnız bırakmak istemedim.  Kabul etmeliyiz ki O da öyle biri işte!. Muhtemelen ben onu yalnız bırakmayacağım... Ve grisinin tadını farklı buluyor ve şefkat duyuyorum sanki. Vicdanımı off yapıp bir eleştirmen kimliği takınsam başka tabii ki... O nedenle üzerine yazıp da kamuya sunmadım."



Üst paragrafımı yakın zamanda iki ayrı yerde kullandım; ilki Sevgili Okul Arkadaşım'ın kitap üzerine yazdığı enfes yazıya yorum olarak ki Sevgili Leylak Dalı'nın katılımıyla yorumlar hanesinde çok hoş ve keyifli bir sohbet olmuştu ben için...

Aslında kimse olumsuzlamamıştı ama içimde bir ben var ki çocukluktan beri ötelendiğini ve yalnızlar dünyasında kaldığını düşündüğü kim varsa inadına arkadaş olur, onun tekliğinden iki kişilik bir kalabalık yaratır, aramızda oluşan güven mutlaka o zor  kilitleri açar ve ondan sonrası dibine varılmış  denizdeki istiridyenin içinden çıkan inci taneleri gibidir. Tüm bu deneyimlerime ve inançlarıma rağmen bu farklı haller genelde pek kabul görmeyeceği için tavsiye konusunda hep birkaç adım geride dururum.

Sevgili Ekmekçi Kız bu kitabı fısıldamamış olsa o keyifli yorumlaşma olmayacak, ben de bu kitabı almayacaktım, alsam da yazmayacaktım.

Şimdi düşünüyorum da... ve elbette şu satırları yazarken kitaptan anlar geçiyor aklımdan. Mesela daha önceden tanışıklığım olan ve üzerine çok tanıyan insan edasıyla cümleler kurabildiğim yazarın bu karanlık kitabı kapaktan itibaren 173 sayfa olmasına rağmen, sıklıkla geri dönüş yapma ihtiyacımdan kaynaklı olarak neredeyse 300 sayfalık bir kitap okumuşum hissi yarattı.

Bir labirent okuma diyebiliriz buna...

Bu bir sorun gibi gözükse de kitabı okuma ve daha doğrusu kurguya dahil olup ana karakterle birlikte izleri takip etme ve çözme arzusu, ben için çok da keyifli bir durum aslında! Kanımca bu zorlayıcı kurgu bir ustalık, bilinçli bir tavır.

Karanlık!


Çok isimli ve çok karakterli kitaplar başka ülkelerdense aklımdaki kalıcılıkları açısından okuma esnasında zorlar beni, bazen kim kimdi için geri döner, bakarım. Bu kitabın olay örgüsü ana karakterin yapısıyla o kadar ilişkili ki ve yazar bunu okuyucuya o kadar iyi geçiriyor ki mesela ben, bu gizemli karakterin yanında bir görünmez olarak aynı anlara kendimce sonuçlar üretebiliyordum.

Buna bir kanıt istersiniz elbette!.

Şöyle yanıtlasam bunu, desem ki bir dedektiflik bürosu var ve onun bir de çalışanı... Hımmmm... aklıma gelmişken ve unutmadan iki güzel şehriyle, kafe ve restoranları, cadde ve sokaklarıyla  Fransa var kitabın içinde. Ve ayrıca hem geçmiş hem de içinde bulunulan zaman dilimi... Giz var, gizem var ve bolca da karakter. Kafa karıştıran, beni zorlayan  dönüp arama ihtiyacı duyuran, karmaşık gözüken ipuçları... Elçilikler, belgeler...

Çok mu kafa karıştırıyorum?

Okumaya başladığımda uzun bir süre ben de kafa karışıklığı içinde kaldım. Yukarılarda da belirttiğim gibi sıklıkla geri döndüm. Ama bu hiçbir zaman kitaptan uzaklaştırmadığı gibi ana karakterin yancısı olarak onunla birlikte tahmin edip yanılarak, farklı insanlar tanıyarak, hatırlayamayarak, Paris sokaklarını arşınlayarak zaman geçirmeme neden olduğu gibi bir dönem hakkındaki meraklarıma da katkı verdi.

Tabii ki Paris'e gitmek, kitabın izlerinde dolaşmak arzusu da yarattı betimlemeler. Sonra heyecanın iyice yükseldiği satırların ardındansa final geldi. Yalan yok, bir görkem bekliyordum! Gerçi Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısındaki "İşte o bilmecenin ne olduğu, nasıl hatırlanacağı kitabın yarısından sonra biraz anlaşılır gibiydi, gel gelelim sonunda her şey çözümsüz kaldı bence ve tam bir huzursuzluk hissiyle, "eee, ne oldu şimdi" duygusuyla kapattım kitabı,"* cümlelerinden kaynaklı olarak bilgiliydim ve yüksek bir beklentim yoktu lâkin yine de boşlukta kaldım!

Sonra, "Eyy Sevgili Patrick Modiano, yoksa sıkıldın, daha uğraşmak istemedin ve bir an önce bitsin de kurtulayım tembelliğinin özensiz aceleciliği ile  gaz mı kestin?" diye sormak istedim.

Fakat sonra gerideki bazı izleri düşününce... bir sonuca bağladım, anladım ve askıdan indirdim zihnimi.

Çünkü bizi çözüme götüren karakterin kafasında da sorun var!




Ekmekçi Kız ile tanışmak için buradan lütfen

*Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısının tamamı da burada.


Kitaba fon olan tablo Ailemizin Ressamı'ının ilk tablolarındandır!

2 Mayıs 2021 Pazar

Bukalemun Okuma Fakat

Kapatma bu kez beni de kapattı sanıyorum. Bir türlü yazıya giremiyor, bir yanıyla da blog dünyasından kopmuyor, okuyor, bir daha okuyor, içimden o an geldiğince yorumlar yazıyorum ki bazıları epey uzun. E bunları yapabiliyorsam neden blogumda bir yazı yok, günlerdir? Hımmmm belki de değmez bir duruma fazlası ile değebilecekken boşvere bağladım da ondan.

Oysa dışarı çıkıyorum, sokaklar boş. Ama ben doluyum. Eğleniyorum hayatla ve şu yasaklı günlerle... Mesela önceki gün yasağın ilk günüymüş ama ben habersizmişim! Cuma günü yani... Çıkıp bir şeyler alayım diyorum, daha çok bahar tadını sevdiğim sokaklarda tozutarak, bunu kutlamak istiyorum.

Yolu uzatıyor ve Carrefoursa'ya varıyorum. Bu taze marketin raf düzenini seviyorum. Bir şişe şarap, bir şişe portakal suyu alıyorum. Giderken aklımda alacağım şarap netken, orada aklım çeliniyor. İşin aslı sonradan fark ettiğim üzere şarap rafının düzeni değiştiğinden onu eski yerinde göremeyince yok diye düşünüyor, Cabarnet Sauvignon, Shiraz ve Merlot üçlüsüne kapılıyor, hayal ettiğim, başka çeşitlerini deneyip sevdiğim ve hatta mekânında* şahane bir İzmir akşamı yaşadığımız markanın denemediğim şarabını seçtiğimi anlıyorum.

Bu yazıda kendisi ile ilgili bir fikir vermek isterdim ama henüz şişeyi açmadım. Ramazan geleneği olan bir ailede yetiştiğim için, inanca ve geleneğe saygı duyar, günahmışı hiç umursamaz ama  ramazan bitmeden de içkiye bulaşmam.

Ama polis bana bulaşabilir!

Aslında bu yazıdaki amacım fısıldanan  kitaplar serimden çektiğim kura sonucunda sırası gelmiş olan ve okuduğum kitabı yazmaktı  fakat, madem istemsizce uzattım yazıyı, kısaca polis- ben durumunu da anlatayım.

Dedim ya cuma başladığını bilmiyordum yasakların; işte o bilmez adam ara sokaklarda avarelik yaparak yürüdüğü için de farkında olamamıştı durumun, taa ki dönüşte ana yolu tercih edip eve daha yakın Migros'un önüne varana ve orada iki kibar, sivil ama polis yelekli adamlar durdurana kadar. İlk soruları kolaydı, ben bundan geçerim, diye düşünüyordum. Nereye gidiyor muşum? Sonraki ciddi "Kimliğiniz, lütfen." Elde bir tablet. Yine de telsizle merkeze vatandaşlık numarımı aktarma. Gelen yanıt sokağımın numarası. Sonra yine kibarca bir açıklama: En yakın markete gitmeliymişim. Teşekkür ettiler ve iyi günler dilediler. Bense büyük bir marketin çıkış kapısını tuzakladıkları için takdir etmedim değil kendilerini...

Sonra yol üstündeki peynircime dalıyor akabinde fırından iki pide kapıyorum. Dün yine çıktım tabii ki! Bu kez sahilden yürüdüm. Deniz öyle güzel sahil öyle hoş bir boşluk içindeydi ki o halin fotoğrafını çekip tek kare olarak blogda yayınlamak istedim. Kısmetse bugün bu yazıdan sonra çıkacağım ve ne günler yaşadık biz hatırası olarak belki bir iki satır yazıp bir gün yayınlayacağım.

Bugün aslında elimde yeni başladığım bir kitap var. Kuzeyli tabii ki... Fakat yazarı tanımıyorum. Ama bayıldım. Hem de çok bayıldım. Sonra... aslında bakmayacaktım ama merakımı yenemeyip kimdir diye nete baktım; bakınca bir ikileme düştüm çünkü elimdeki kitap bir üçlemenin ikincisiymiş ve yine anladığım yayınevi daha önce ikinciyi basmadan üçüncüyü basmışmış. Gördünüz mü aymazlığı? Biri ve üçü okuyan şimdi ikiyi okuyacak. Pöhhh!

Neyse ki ben avantajlıyım: Bayıldığım kitabı bıraksam diğerlerini alsam ve sıralı okusam diye düşünmedim değil ama biliriz ki tüme varım ve tümden gelim diye bir şey de var!

İşte ben ortadan başa, baştan sona diye yeni bir yola karar verdim. Bir yanıyla kitap beni aşka getirmişti, hemen bitirip yazarım ben bunu da demiştim ama....

Hımmmm... belli ki an itibariyle bir açmaz içindeyim, kısa keseyim ve asıl amacıma döneyim.

Kusura bakmayın lütfen, bu dilsiz mi acaba endişeleri yaşatıp, sonra birden konuşmaya başlayan çocuk gibiyim bu sabah; güneş coşkulu, gün güzel, çenemse farkındayım ki fena düştü.

Oysa ben, ben için çok enteresan bir okumadan söz edecektim, sadece. Hatırlarsınız fısıldıyan bloglardan kitaplar seçmiştim, işte onlardan en tereddütlü yaklaştığımı, hatta bayağı ön yargılı olduğumu, içimdeki ukalanın laf aramızda biraz burun büktüğünü okumuş, bitirmiştim. Fotoğrafını da özellikle bahçenin bahar yeşilliğinde çekmiş, başlığı yazmış, fotoğrafı yerleştirip öylece bırakmıştım. Ne yazık ki o arada içimde yazmaktan imtina eden bir tembel türemişti, o tembel fısıldanan kitaplar içinden birini daha bitirmişti üstelik! Aslında hiç de tembel değildi, işini sadakatle ve keyifle yapıyordu ama ilham bekleyen "yazar" kasıntılığı içindeydi belki de... bilmiyorum.


Şimdi!.. Gelirsek bu yazının ana konusuna...

Öncelikle kıymetli bloglardan Klio'nun Şarkısı'na teşekkürler. Ve onun nezdinde de kıymetli yazarı Sevgili Sezer'e...  Çünkü ben bu kitapla ve yazarla Sevgili Klio'nun Şarkısı'nda sıklıkla karşılaşmasam, Onun hayranlığının altını çizerek bir yazısının altına biraz da esprili şekilde, "Sayende bir gün İsmail Güzelsoy okuyacağım," diye yazmaz, O da -içinde endişe de barındıran cümlelerle- kitabı öneren bir yanıt vermez ve ben de o güne kadar adını duymadığım, muhtemelen rastlasam da ilgimi hiç çekmeyecek yazarın herhangi bir kitabını hiç bir şekilde almaz ve okumazdım.

Kesin!

Kitabı sırası gelince alıyorum elime. Ön yargım yerli yerinde. Çünkü bir ukalam var; öne atınca ukalam kendini, biraz takılır ve beklerim. O kendini beğenmiş beni küçümser, ama ben önce suyuna kapılıp tepki versem de kendime döner, anlayışla bakar onu da pek umursamam sonrasında.

Alınca kitabı elime, önce, "Kim bu bilmediğim, çok kitap yazmış yazar?" diyerek künyesini okuyorum. Ortak noktamız ilk satırlarda: Kars! Yazar oralı. Birinci golü attı...

Sunuştan sonraki ilk sayfanın ilk paragrafının şu cümlesi: "Aras Nehri, lacivert karanlığın içinde bir bütün olarak uzayıp giden iki ülkenin sınırını çizerek akıp gidiyordu." Ellerim havada, teslim oldum! Beni çekiyor kitap içine. Çünkü içinde Kars geçen ne varsa benim teslim bayrağını çekmem için yeterli! Üstelik kurmaca bir yerleşim var romanda, bir köy, coğrafyanın neresi olduğunu anlıyorum. Bir de onların deyimiyle ve t'si yutulmuş haliyle Doslar Kahvesi ve köyü. Sınırdaki askerler! Bir köprü ve iki taraf askerlerinin olağan protokol toplantıları. Aras'ın buzlarının altında da bir Abi. Dediğim gibi, beni teslim almak için bunlar yeterli. Kars yazılarımı okuyanlar bunu, Kars'ın benim için değerini, anlayacaklardır.

Arada bir içimdeki ukala kafa kaldırmıyor mu?

Hiç rahat bırakmıyor ki, bazen beni bile ele geçirip yandaş yapabiliyor. Bir zaafım var, onu biliyor. Fantastik kitaplara, masallar dışında uzağım, özellikle tercih ettiğim bir tür değil ve bilmeden okuduğum bu tür kitap sayısı çok azdır.

Bazen yazar İsmail Güzelsoy'u taklitçilikle suçlamıyor değilim, bazen zamanda yolculuklarını anlamsız buluyor, biraz ondan biraz bundan oh ne âlâ diye küçümsüyor, sınıfın çok zeki olmayan ama çalışkan, ondan bundan kaptığının orasını burasını alıp kendince bir farklılıkla yazan öğrenci konumuna taşıyorum. Yalan yok... Ama bir yanıyla bakıyorum ki meraktayım. Okuyorum. Görsel hafızam maşallah. Bir film izliyorum. Demek ki dil akıcı, betimlemeler mükemmel.

Bazen çok severek okuduğum ve en kitaplarımdan Benim Adım Kırmızı ile kıyaslıyor; "Bak ona özenmiş işte!" diyor, ukala. Ama ben tam o anda bir bakıyorum ki hooop bir zaman sıçraması daha... Yetişemediğim ama okuduklarımdan bildiğim bir siyasal çalkantı dönemindeyim. Bir gazete!

Sonra hooop bir zaman sıçraması daha... Sanki birbirinden kopuk insanlar dünyasında farklı zaman dilimlerinde farklı hikâyeler içinde absürt ama garip ki birbirinden bağımsız ama anlaşılır mekân ve zamanlarda dolaşıyorum. Arada kahkalar atıyor, bazen üzülüyor, bazen tırsıyorum. Ukalaysa, bunun bir fantastik kurgu olduğunu gözetmeden, benim gündelik yaşamdan koparak girdiğim kitaba kapılıp gidişime, ayar oluyor. Uyumlu ve okuduğundan zevk alan yanım ona müdahale ediyor, kafa tutuyor, işte o zaman dalaşmayı göze alamıyor, tırsıklaşıyor, bunu kendine yediremediği için "E ne yapalım oku bari," deyip kenara çekiliyor.

Derken hooop bir zaman yolculuğu, yer ve mekân değişimi daha...

Uzattım mı?

Daha da uzatabilirim.

Farkındayım!

Çünkü çok güzel bir deneyim, şahane bir arasıcak oldu ben için. 369 sayfalık, 1.Kitap, 2.Kitap, 3.Kitap ve kişilerinin adları ile bölümlere ayrışmış Değmez'i zevkle okudum. Onu büyüklere masallar diye tanımladım. İçerikleriyle dönemleri merak ettiren bu tatlı dilli ve çok karakterli romanın, bilgilenmek isteyenleri kaynak kitaplara yönlendirebileceğini de düşündüm. İlginç ve zevkli bir okumaydı, su gibi aktı. Başta da dediğim gibi bu tarz kitaplar ben için istisna, o nedenle tutkunu olacağımı söyleyemem. Üstelik aynı yazarda takılı kalmayı kişisel olarak sevmem, çünkü daha farklı yazarları tanımak isterim. Türü sevenler içinse biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum ki şu yazıyı daha uzatabilecek olmamı mümkün kılan nedenin; her bir olayını, ilginç karakterlerini ve satırını aklıma nakş etmiş olmayı, yazar İsmail Güzelsoy'un başarması! Çalışkan bir yazın emekçisi olduğu ve yazmayı sevdiği kesin.

Ötesi ise okura, bence okura ait bir durum...


*Mekân

Klio'nun Şarkısı ile tanışmak için buradan lütfen

8 Nisan 2021 Perşembe

NEFES

İlk görüşte aşk olur mu?

Çok tartışılan bir konudur ki benim de herkes gibi bir fikrim vardır. Ama bu italik başlangıç bir kenarda durabilir, çünkü Ben de "Hayırdır?" şaşkınlığı içindeyim, şu an.

Okumayı sökmüş, kısa pantolondan yeni kurtulmuş, ilk mektepten ortaya geçmiş, ilk kotumun cakasını satarken önüme gelen anket defterlerinden başlayan, biz büyüdük artık dediğimiz evreye varana kadar sürekli yanıtladığımız anket soruları içinde en göze batanlar; aslında defterin sahibine bir anlamda selam çakma olanağı da veren ve aslında manalı bir yanıt arayışı içindeki soruşturmacının en tatlı soruları; "Aşka inanır mısınız?" "Sevdiğiniz biri var mı?" "Tarif edebilir misiniz acaba?" gibi, yoksa o ben miyim, duymak istiyorum merakında yolunuza dökülmüş yem sorulardır.

Neden böyle alakasız bir girişle başladım ki?

Sormayın! Çünkü ben de bilmiyorum. Öylesine çıkıverdi... Muhtemelen fısıldanan kitapla ilgili olarak süslü bir başlangıç arzum, ya da her yazıda olduğu gibi o ilk cümleyi verin bana, sonrası kolay tavrıydı buna sebep. Şimdi düşündüm de bana o pası atana minnet duydum; o, benden bağımsız haraket etme yetisine sahip spontan Beni bazen çok seviyorum. Çünkü ben sayfaya içimden taşan ve bir türlü dışa vuramadığım coşkuma ne yazacağım, nasıl anlatacağım ben bunu şimdi diye boş boş bakarken ve üzerimde bir boş ver koy kenara hali çekiç olmuşken, bir kaç teşebbüs sonrasında "Off ya!" deyip sayfayı kapatarak vazgeçmişken; O, bir anda alakasızca sandığım bir pası atıyor ve kenara çekiliyor. Ben elimde bir ilmekle başbaşayken ve ilmeğin ucu elimdeyken bir anda bir şey oluyor ve O değil de ben çözülüyorum.

Sakın halime gülmeyin, şaka hiç sanmayın. Lütfen! Çünkü işim gerçekten zordu. Yaşamıştım. Daha önce de yaşamıştım. Belki yine yaşayacağım ve bunların her biri de özel olacak. Ama şu an anlatmak, ondan bana geçeni ve ele geçirilişimi anlatmak gerçekten hiç kolay değil. Belki de kolay! Şu pek hoş  bir klasik olan ve her zor şart altında imdada yetişen vurgu her şeyi bin kat daha iyi anlatabilir, belki: Muhteşem!

Ya da mesela bugüne kadar okunmuş bazı iddialı ve parlatılmış romanlara bakarak, "Siz romansanız bu ne?" de denebilir. Fakat o zaman duygusuz, soğukkanlı, duygu kumbarası boş ya da boşaltılmış bir akıla ihtiyaç var. Aslında bu ben açısından zor bir durum değil! İş hayatı olsa mesela, tak... tak... tak! Üç beş matematiksel düşünce, strateji, kıvrak bir zeka, çözümleme, duygusal bir dokunuş ve üç beş sıcak cümle yeter. Ama bu!

Evet bu ne?

Bu HAYAT.

Yaşama NEFES!

                                                                                            ***



Önce Sevgili Leylak Dalı'na minnet duygularımı ifade etmek isterim. Ben  Kuzey diye tanımlasam da İskandinav Edebiyatını ben de çok seviyorum. Ama yine de bir göz teması ve o temasla bir şimşeğin çakıp kalbime akması gerekiyor, bazen. Bu kez çakan şimşek pek fenaydı.

Aslında kitapçımda -İdefix'di eskiden, sonra bir sermaye grubu satın alınca onu, işim olmaz deyip Eganba'ya transfer etmiştim kendimi- bakınırken, görmüştüm daha önce. Bir tuğlaydı ve kitabın eni aynı olsa da boyu standarttan bir tık uzundu! Şu sıkıntılı süreçte, kısa ve çok sayıda kitap okumak, günün rutininden uzaklaştırıp sürekli beni başka hikâyelerin ve mekânların içine sokacağı için daha işime gelir bir durumdu. O şimdilik aklımda kalabilir, sonra da isterse kalbime taht kurabilirdi.



Ne diyordum? Ha, evet! Blogları dolaşıyor, fısıldayanlardan kitaplar seçiyordum. Aklımın bir köşesine iliştirdiğim kitapla Leylak Dalı'nda karşılaşınca, birikimine ve hayata duruşuna ve mizahına saygı duyduğum, bir dönem sayfasına giderken önümü iliklediğim Sevgili Leylak Dalı'nın hakkında yazdığı satırları okuyunca kısa kitaplar ezberimi bozmuş, ocak ayının sonlarında diğer fısıldayan bloglardaki kitaplarla birlikte almış, kitap fısıldayan bloglar yazımda da bahsetmiştim.

Çektiğim kura sonucunda da sıra ona gelmişti.

Tam bir tuğla olmamakla birlikte 694 sayfa içimdeki düzenbaz tembeli ayartmadı değil. "Bir hile yapsan, bunu sonraya atsan, daha kısa bir kitap okusan," dedi, o düzenbaz elbette. Ona uyup sıvışmak istemedim değil! Sonra dedim ölüm yok ya... Dürüst yanım, hadi oradan deyip bir de ayar verince, baktım o çok istekli.  Aldım elime, çekildim okuma lambamın altına.

Kayboldum. Lüp diye kitabın içine düşmüşüm. Okumuyorum. Mekânım değişmiş, evimde değil ama sanki bildiğim bir evin içindeyim. Hiç bir soğukluk yok, ben bir kenardan bakıyor olsam da her anın içindeyim. İsim isim bahsedebilirim herkesten ki çok karakterli romanların çoğunda zor bir durumdur bu. Ama yazar Lars Saabye Christensen öyle bir roman yazmış ve öyle güzel bir rol dağılımı yapmış ki zorunlu olarak hepsiyle merhabanız oluyor.

Ve DENİZ CANEFE. Ona minnetarım. Bu kitaba emeği geçenler içinde adı ara ki bulasın şeklinde yazılmamalıydı! Tıpkı oyun üzerine yazımın altına şu serzeniş cümlelerini "….. sanırım Türkçe metin SİZİ etkilemediği için “Ben, Feuerbach” adlı oyunun çevirmenin ismini yazmaya gerek duymamışsınız….. Yoksa siz Trabzon Devlet Tiyatrosunun sahneye koyduğu oyunu Almanca olarak mı izlediniz?" yazarak, bu kıymeti fark etmemi sağlayan, ve bu farkındalıkla bir kez daha tekrar edersem hayatımın en güzel özeleştiri yazısını bana yazdıran Sayın Sema Engin-Edinsel'e olduğu gibi.*

Muhteşem bir çeviriydi, dili bilmiyorum ama ne yaşadığımı biliyorum! Çünkü ben bir kitap okumadım. "Bir film izledim," desem yeridir ama demeyeceğim! Çünkü bu kitabın lezzetini anlatamaz. Oradaydım.

Çatı katı, büfeci ve gazete dergi bayi Esther, okul, kilise, papaz, sokaklar, Grönland, Fred, Arnold, Vera, Boletta, İhtiyar, Barnum, Peder, onun anne babası, Vivian, babası ve annesi... Ve Buick... Ve ve veeee Lauren Bacall!

Piyanonun apartman içinde akan sesi, o piyanoyu çalan hanımefendi ve kocası, yani Arnesenler ve diğer tüm karakterler sanki hayatımın bir parçası gibi hafızamda yer ettiler. Ayrılmak zor gelmedi desem, diyemem. Kocaman bir yalan olur.

Oslo caddelerinde dolaştım, gemide, güvertesinden onun buzları kıra kıra gidişini gördüm, film setinde takıldım, kar çiğnedim, sinemaya gittim, Frogner Parkında dolaştım, üç arkadaşın yaşına dönüp onlarla bira içip hayaller kurdum, Esther'den  Aftenposten'in akşam baskısını aldım, Boletta'yı işyerinde gördüm, onlarla birlikte şaşırdım. Hem yabancı bir ülkedeyim hem kimseyi tanımıyorum; dil deseniz yok ama kendi başıma dolaşabilecek kıvamda olduğum gibi hepsiyle sohbet eden bir kankayım. En ince zevklerinden tutun, bütün arızalarını biliyorum. İçimden "Ya şu bebeğe bir hediye de ben alsaydım keşke," diyor, niye bir kadeh de ben içmedim şu lokantada diye hayıflanıyor, gittiğim boks maçında şehrin insanları ile birlikte "Vur Fred, vur!" derken, heyecanlanıyor... rakip dizlerinin üzerine çöküyorken, içim havalanıyor, heyecandan ölüyor, coştukça coşuyordum. Ve Anneanne'nin annesi, sessiz filmler ve bir yıldız! Yan rol olması mümkün olamayacak, izini okuyucuya kesin bırakacak bir yıldız!...  Ve Aşk!..

Derken efendim, bir an geliyor; ki farkında değilim! Bitmiş. Belki de ilk kez bir kitap için bitmeseydin keşke, diyorum.


*"ben" Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım. 

 



Leylak Dalı ile tanışmak için buradan lütfen.

24 Şubat 2021 Çarşamba

Bu Da Mı Başıma Gelecekti!

Oysa incecikti; 114 sayfa-cık! 9.sayfadan başlayıp 114'ün çeyreğinde biten... Onunla Pelin Pembesi'nde rastlaştık. Kendini ortalara atmayan bir sessizlik içindeydi. Fısıldıyordu. Oysa ben bağırdığını, ama sessizce, göze girme çabası içinde olmayan bir vakarla bağırdığını duyuyordum, sanki.

Evet duyuyordum!

Bir süre kitaptan alıntılanmış satırların üzerinde kaldım. Onların fısltılarını da tıpkı Pelin Pembesi'nin fısıltıları gibi dinledim. Bir his düştü içime. Yazarı tanımıyordum. Fakat iyi bir okur olduğundan artık emin olduğum Pelin Pembesi hakkında yeterli fikre sahip olmuştum. Bir derinlik vardı yazılarda, tartışmasız. Bir ruh zenginliği öte yandan... Hayata dokunduğu mutlak  bir farkındalık ayrıca! Bir süre ilgiyle takip etmiştim önce, kitaplarının ve okuma yelpazesinin genişliği dikkatimi çekmiş, ruhun ulvi seslerini kıymetli bulmuş, bakış açısından etkilenmiş, sonra da blogroluma eklemiştim.

Kitabı fısıldayan yazısındaysa altı çizilmiş bir alıntı vardı. Cümleler, etkileyici idi. Ama roman karakterinin mesleği ben için daha cezbediciydi. O dünya hakkında dışarıdan da olsa bir fikrim vardı. Bir izleyiciydim ve yazıyordum. O yazılarım biraz da olsa camianın içine sokmuştu beni. Hayatımın enn güzel kadınından bilgiler alıyordum, camiaya yakındı ve arkadaşları vardı. İşte tüm bu bileşenlerin bendeki etkisiyle "Almalıyım... evet bu kitabı almalıyım!" demiştim. Blog da ilk cümleden itibaren"Kesin almalısın," diyordu zaten.

İlk kitap akıp gitmişti. Yazdım. Kurada ikinci çıkan bu kitabı ise adını vermeden belirttmiştim, yazıda. Şimdi altını çizerek duyuruyorum: Duygusal Adam. Yazar: Javier Marias. Çeviren: Neyyire Gül Işık.

Zorlu bir okumaydı sanki! Yazdıklarım da bu hissi verecektir muhtemelen.  

Fakat nasıl tanımlasam bilmiyorum ve buradan ötesinde söz edeceklerim bir yaman çelişki gibi duracak olsa da, öyle değildi işte!

Hap gibi içerim ben bunu diye düşünüyordum elime aldığımda, evet. İlk sayfaları okuduğumda bayılmıştım; bir trendeydim çünkü. Hatta Enn Sevdiğim Kadın'a coşkuyla anlatıyordum okuduğum sayfaları. Sonra bir konuşmada yazarın adını söyledim ve gördüm ki o tanıyor zaten; iki kitabını okumuş. Övdü. Fakat ben... evet ben... çoğu dev kitabı kısa sürede bitirmiş ben... üstelik de plasiyer diye adlandırılmış satıcılarla ilgili -kitaptaki- analizleri ve iki meslek arasındaki benzerlikleri gayet iyi anlayan ben... ve üstelik de onlara dair bir kanaati olan ve bunu kendi tanıdığım bir kaç kişi üzerinden somutlaştırmış, hatta enn sevdiğim kadına özellikle intihar örnekleri vererek anlatmış ve bu durumu da kitaba övgü ve beni ayrıca heyecanlandıran bir durum olarak onunla paylaşmış ben; çoğu zaman kitabı bir kaç sayfadan sonra bırakıyordum. Fakat bu bırakmalar nedense  rafa terk etmeme sebep olmuyor, bir başka kitabı da çağırmıyordu. Sonra, diyelim ertesi gün,  elime aldığımda bir kaç sayfa geri dönüyor, döndüğüm sayfadan devam ediyordum. Sanki bir yeni okuma zevki edinmiştim ve üstelik sanki kitaba dahil bir karakterdim; dün ne olmuştuları ölçüp biçiyordum!

Onunla aramızdaki bu fırtınalı ilişki 15 günden fazla devam etti. 114 sayfalık bir kitap ve 15 gün! Elime aldığımda bizzati harflerin arasından geçip canlı bir an lezzetiyle betimlenmiş alanlarda, görünmez bir izleyici oluyor, konunun zenginliği içinde renkler açıyor, olağanüstü zevk alıyordum. Ve sürenin bu kadar uzamış olmasına dışarıdan bakıldığında mutsuz olduğum, ya da kırıcı olur diye kitabı eleştirmediğimin düşünüleceği gibi kaygılar taşımıyordum ve 15 günde eziyetli gözükecek bir okuma olduğu düşünülecek bu duruma ve ondan vazgeçememe bir açıklama da getiremiyordum.

Hani desem ki "İşte klasik müzik dünyası, besteci adları, opera eserleri, oraya ait bir erkek, onun dünyası falan," bir de eklesem ki "bilmediğim bir dünya, üstelik sevmediğim bir müzik ve dolayısı ile bana ırak bir mevzu..."  Değil!

Üstelik, Carmen tadında bir kadın karakter var. Ve enteresan ve bir o kadar da aşık bir adam, bir eş. Duygusuz gibi görünen pragmatik bir iş adamı. Cümleleri akılda çevrilen ve o cümleleri üzerine düşündürten bir adam!

O zaman neden?

Neden hiç değilse bir kaç günde bitirip de kitaplığın okunmuşlar bölümüne koyamıyorum ben bunu?

Bir cevabım ne yazık ki yok...


Nihayetinde, bazı sayfalarını verdiğim aralar nedeniyle baştan aldığım, belki de 15'den biraz daha fazla gün sonunda bitiriyorum. Kapatıyor ve elimden bırakmıyorum. Vedalaşmadan önce bu beraberliğimiz üzerine düşünüyorum; onu sevdiğimi dokunarak ifade ediyorum.

Sanki bir ülkeden, bir yolculuktan yatağıma bırakılmış, o ülkede ilginç ve zengin karakterli insanlar tanımış, onlar beni göremeseler de ilginç hayatlarına tanık olmuş, oteli sevmiş, şehrin sokaklarında dolaşmış ve barda bir kaç kadeh içerken insanlarla merhabalaşmış ve bir iki kelâm etmiş, görünmez bir adam gibi hissediyorum kendimi.

Sonra kalkıyorum uzandığım yerden, Duygusal Adam'ı okunanlar bölümüne bırakıyorum kitaplığın.

Neden, Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri başlıklı serimin içinde yer almıyor bu kitap? Üstelik bu konuda çekincesiz de biriyim!

Peki ilk kez başıma gelen çok farklı bir okumaydı bu diyebiliyor muyum?

Hayatımın en özel okumalarından biriydi. Çok ilginç ve bu sıkıntılı gibi duran süre nedeniyle buna yine de bir açıklama getiremiyorum...

Karakterleri ve olayları gerçekten tanık olarak kaydetti mi kitaptan biriktirdiklerime?

Kesinlikle!


O halde derdim ne benim?




*Sıkıntıdaki Bir Okurun Garip Halleri, merak edilirse buradan lütfen.



 

*PELİN PEMBESİ ile tanışmak için de buradan lütfen

9 Şubat 2021 Salı

Mavi Kapaklı Sabah

Dün evde temizlik vardı. Evde temizlik olunca laptopumu ve iş defterimi alıp küçük kardeşin dairesine inerim. Her birimizde ötekinin dairesinin anahtarı vardır. Üç kardeşte üç farklı anahtar. Kapılar öyle çilingirle falan açılacak gibi değildir ve anahtar unutulursa sonu faciadır.

İnince dolabını açtım ve bir kaşarlı tost hazırladım kendime. Kahve istemedim. Mutfak tezgâhının üzerinde bir kutu kestane şekeri ve üzerinde bir çatal duruyordu. Açtım kapağını, elimle bir tane alıp attım ağzıma. Tost makinesinin başına döndüm. Gözüm yine tezgâhın üzerindeki kutuya kaydı. Bir tane daha... Sonra bir tane daha. Tostuma tereyağı sürmedim. Buzdolabında arandım, sonra vazgeçtim. Televizyonda İz TV'yi açtım. Sonra bilgisayarımı... Önce haberlere bakıp, bir iki köşe yazısı okuyup, şöyle de gündeme bir göz attım. Sonra gong çaldı. Günün ilk hareketini biraz takip ettim, bir fikir edindim, nasıl bir gün olacağının kokusunu aldım ve bir iki alım, bir iki de satım için fiyat belirleyip, talebimi ilettim. Yanımda bir kitap var. Son çeyreğindeyim. Biraz okudum kanepeye uzanıp. Sonraya bıraktım kısa sürede. Fakat dayanamadım, iş arası verip ara ara gelip yine okudum.

Aslında bir başka yazı yayında olacaktı bugün, bir kaç yerini düzenlesem hazırdı. Ondan vazgeçtim. Şimdilik tabii ki. Çünkü bu sabah, henüz gün ışımamışken ve yatağımın sıcağındayken yan yastığımdan aldım kitabı, hayranlıkla okumaya devam ettim ve bitirdim. Onu yazmalıyım diye düşündüm o an. Yazı için fotoğrafını çekmeye karar verdim. Çıktım yataktan. Yorganın dağınık hali hoşuma gitti ve üzerine koydum kitabı. Sadece okuma ışığım açıktı. Görüntü hoşuma gitti. Giyinme odasına geçip dolap çekmecesinden fotoğraf makinemi aldım. Bir kaç poz çektim ve içlerinden biri bu yazıda olacak diye düşündüm. Fotoğraf makinesini yerine koyup yatağa dönünce durdum. Bu nevresim takımının odama çok yakıştığını düşündüm. Beyaz çarşaf ve mavi beyaz çizgili yastık ve yorgan kılıfları ile yatak başımın olduğu duvardan başlayıp köşeyi döndükten ve banyo kapısının ardında biten mavi ve sonrasında giyinme odasının kapısından geçip balkon çıkışının ve kocaman pencereyi geçip sonlanan beyaz duvarlarımla ham ahşap mobilyaların uyumunun Kuzey'li havasını bir kez daha sevdim. Tasarımları bana ait sade ve beyaz kapılarımı da...

Enn Sevdiğim Kadın'la akşam uzun uzun sohbet ettik. Cıvıl cıvıl bir neşeyle. Ona sarılmayı ne kadar özledim. Yoksa pandemi de bir deneyim, eğlendiğimi bile söyleyebilirim. Yan yastığım hep boş kalmasın da istiyorum bir yandan. Elbette önce sağlık ve önce canan!

Gündemi konuştuk dün akşam. Espriler yaptık, güldük. Yarın güneşli, dedim. Hafta sonu sokağa çıkma yasakları sıktı, dedim. Bunu dün demedim. Geçtiğimiz hafta sonu dedim. Bir yerden atıştırmalıklar, sonra kahve mekânlarından birinden koca bir kahve alıp, kıyısında denizin, bir masaya yayılıp belki kitap okurum da dedim. Dedim mi? Yoksa bunu hayal edip de söylemedim mi acaba ikileminde kaldım şimdi.

Öğleden sonraydı sanırım. Dün öğleden sonra yani. İz TV'de bir hanımefendi Atina'daydı. Güzel anlatıyordu -ki yemek kitapları da varmış. Güzel bir programdı. Bir de Yunanlı hanımefendi vardı ona eşlik eden. Bir ara masadan kalktım, kanepeye uzanıp izledim. O esnada Atina'ya gitmeliyiz, diye düşündüm. Akşam bunu da konuştuk, Enn Sevdiğim Kadınla. Hatta dedim ki Atina artı Kuzey'de tren. Belki de bunu demedim. Aklımdan geçirmiş olabilirim. Ama Kuzey fikrimi biliyor. Konuştuk. O bölümü izler izlemez aradım. İnterrail biletlerine baktım, dedim ve ekledim: Lütfen TL'ye çevirme! Şunu düşündüm bir kaç gün önce aslında ve bunu enn bayıldığım yol arkadaşımla paylaştım: Dünyanın en güzel manzaralı tren yolculukları belgeseli ki altı bölüm, bitince, bir gün toplu izleme yapıp birine karar verelim. Kuzey'den vazgeçebilirim.

Tırtıl'a sormuştum cuma günü amcayla döndüklerinde. "Neden kestane şekeri almadınız?" diye. "İşimizi hemen bitirmemiz gerekiyordu," dedi. "Niye araba gelmedi?" dedim. "Onun gece yol izni yoktu ve yol izni olan arabayla döndük ve araba yarın gelecek," dedi. Dün akşam camdan baktım. Sunroof'u da var. Ben tadını çıkarmıştım ki kardeşim yan koltukta çıkarıyordu keyfini... Bir kez daha üç harfli arabayı bahçe duvarının önünde park halinde görünce akşam, onun adına çok sevindim. Sabah işe giderken personeli toplamayacak artık!  Neredeyse üç yıldır araba kullanmıyorum. Niyetim de yok. Eskimi hatırlatan bir performans yapsam mı acaba?*


Gün henüz ışımadı ve ben asıl yazacağıma değinmedim henüz. Bir kitap! Okudum ve bayıldım. Bu kez ben seçmedim bloglar fısıldadı. O fısıltılar arasındaki kurada çıkandı okuduğum. Yazarın bir kitabını okumuş ama hatırlayamamıştım. Raymond Carver. Büyük kayıp benim için! Bir öykü kitabı. Katedral. Mindmills* fısıldamıştı bana. Hatta Sevgili Neslihan bir anlamda kefil olmuştu. Bayıldım. Kısa cümlelerle ve sanki hepsi olağan bir durummuş -ki bence öyle-  tadındaki anlatıma ekstra bayıldım; öykü sonlarının bir sona varmamış gibi duran hali önce bir şaşkınlık yaratsa da sonra anladım ki bu bir tarz. Derin. Etkilendim. Taklit etmiş bile olabilirim. Üslubun etkisinden çıkamayıp da o tatla yazarken taklitçiliğimle yüzleşmenin tadına da bayılır, keyfini de yaşarım. Öyle yapıyorum. Okuduğum kitaptan bir diğerine geçtiğimde ilk anda yeninin üslubunu yadırgarım. Huyumdur. Başlangıcında yaşadım. Bu ne, bile demiş olabilirim. Ama sonra... evet sonra... seversem...  İçinde eririm. Eridim. Fena halde. Arka kapağı kapattığımda bile o eriyikten ayrışıp da hayata dönemedim. Tadı damağımdayken henüz, gidip giyinme odasındaki dolabın alt çekmecesinden fotoğraf makinemi aldım ve sıcağı sıcağına yazı için fotoğraflarını çektim işte! Sonra... Kurada ikinci çıkan kitabı çalışma odasına geçip okunmayanlar bölümünden kitaplığın... Aldım. Bir göz attım. Ve araya kitap almadan belki, fısıldananlarla devam kararını verdim. 



*Bu Kez Ben Seçmedim Bloglar Fısıldadı için buradan lütfen !

*Bir permormans hikâyesi Radara Gir ki Görem için buradan lütfen.

MINDMILLS ile tanışmak için de buradan lütfen!

2 Şubat 2021 Salı

Okuduğum Romandı

Şahane roman.

Doğum tarihi 1933.

Buram buram edebiyat kokuyor ve elimden onu hiçbir şey alamıyor.

Ve gerçek bir entelektüel; hayatın tozunu yutmuş, savaş alanı görmüş, dünya görüşü sağlam, muhteşem bir yazar:

André MALRAUX!



282. sayfada şöyle bir cümle var: "Hayatın içine sanatın araçlarını sokmak gerek dostum, hayır, hayatı sanata dönüştürmek için değil, Tanrı aşkına, hayır! Onu daha fazla hayat haline getirmek için!"


Bildiğim bir yazardı ta ezelden. Politik duruşu, ideolojik açıdan henüz çocuk bana yakın oluşu, İspanya iç savaşına devrimciliğin enternasyonelci karakterinin olmazsa olmazı çerçevesinde katılışı, organizasyona katkısı, 2. Dünya Savaşı'nda Almanlara karşı Fransız Direniş Örgütü'ne katılarak verdiği mücadele, vurulup yakalanması ve akabinde kurtarılmasıyla birlikte Özgür Fransa Tugayı'nı örgütlemesi, savaş sonrasındaysa 10 yıl süreyle Fransa Kültür Bakanlığı'nı yapması onu, küçük bir devrimcinin gözünde nerelere taşıyabilirdi ki! Üstelik o küçük devrimci Pal Sokağı gibi kitaplardan yeni kurtulmuş, kendince büyümüş, devrimci ruhu topraktan çiçek çiçek fışkırmışken tıpkı diğer arkadaşları gibi ideolojiye yönelik, çapından büyük kitapları okumakla meşguldü. Elbette çocuk/gençliğinin coşkusunu yaşıyor, boyundan büyük romanları da okuyordu. André onun gözünde yazardan öte bir ikon devrimci, gözü pek bir savaşçıydı. Elbette kocaman da bir kültür adamı.

En Amcamın kitaplığında görmüştüm kitaplarını ilk; ama beni aşar gözlerle bakmış, şöyle bir göz atmış, boyumu aştığını hissedince "Ahh bir büyüsem de okusam," hayalleri kurmuştum. Sonra Nâzım Hikmet'in dilinden de rastlamıştım bir kez daha;  Memleketimden İnsan Manzaraları'nın 238. sayfasının alt tarafındaki şu satırlarla:

"Ve bizde

Hânedânı Ali Osman

       ve etrafındakiler

       Londra bankaları ve Venizelos'la beraber

               Yürüdüler fethetmeye Türk milletinden Anadolu'yu

        "Ve hattâ

         laf aramızda,

         milli Çin lideri Çan Kay-Şek,

        Amerikan parası ve japon silahlarıyla..."

Süleyman'ın sözünü kesti Fuat:

"...İnsanlığın Hali Romanında Malro'nun

lokomotif vagonlarında bir yakılışı vardır işçi Çinlilerin..."




Geçen yıl Ağustos ayında birden aklıma düştü André Malraux; okuma zamanım gelmiş ve geçiyor, diye düşündüm. İki kitabını birden sipariş verdim. Hatta Altenburg'un Ceviz Ağaçları'nı şu an ne yazık ki kapanan, ekler'ine bayıldığım ve yanına çay söyleyerek keyfime baktığım ve kitap okuduğum pastanede o an okumakta olduğumun son sayfasını çevirip arka kapağını kapatınca almıştım elime. Sonra evde devam ederken  kenara bırakmış, sonra da zamane romanlarının kolaycılığına sığınmıştım. Okuduğuma emek vererek kendimi yormak istememiştim! Çünkü bazı kitapları okumak kolayıma geliyordu; düşündürtmüyor, daha çok da gündelik hayatın sıkıntılı hallerinden uzaklaştırıp bir hayal aleminin içinde, eğlendiriyordu beni. Üstelik pandeminin kararttığı hayatı bir de satırların derinliğinde boğmanın ne alemi vardı! Öyle düşünüyordum.


Sonra birden bir aydınlanma yaşadım sanırım. İşte o zaman kült kitaplardan sayılan İnsanlık Durumu'nu aldım raftan.

İş arası her elime aldığımda ya da okuma lambamı yakıp yatağa uzandığım her seferde kitabın içine dahil olup bu dünyadan uzaklaşınca; "Ne iyi etmişim de almışım," diyerek, kendimi alkışladım sürekli... Yoğun diyalogların olduğu, ideolojinin ve eylemlerin tartışıldığı bölümlerde tadım kısmen kaçtı, yalan yok.

Belki de benzer tartışmaların yorucu geçmişiydi buna sebep! İşte oralarda sağdan soldan okuyup gördüğüm hızlı okuma tekniklerini kullanıp sayfanın sol üst köşesinden sağ alt köşesine doğru hızla tarayarak geçtim. Zaten ideolojik yakınlık dolayısıyla bildiğim şeylerdi ama genel akış ve uzak durduğum Çin "sosyalizmi" nedeniyle de derinlikli bakmaya bir ihtiyacım yoktu. Ama yazar diyaloglardan çıkıp da anlatıcı olduğunda ağzımın kenarından tartışmasız bir lezzet akıyordu. İnsana dair ne kadar çok şey anlatıyordu. Şiirsel bir derinlikle değiyordu aşka, kadına, ve erkeğe... Erotizmin keskin, zeki ve zarif bir estetikle yer aldığı ve bayağı addedilebilecek ortamlarda bile bayağılaşmadan ortaya koyulan çıplaklık, muhteşemdi. Ve elbette karakterlerin iç seslerine yönelik, her biri kitaptan alınıp aklın bir köşesine nakşedilecek,  yeri geldiğinde satılacak cümleler, çok lezzetliydi. İlişkinin cezbedici, oyunbaz tuzakları; zeki kadınla sığ erkek arasındaki farkın altını pek de güzel çiziyordu.


Ve ben için farklı şeyler söylemeyen, şaşırtmayan ama elbette geçmişte okusam bana çok şey katacak son bölüm ve hızlı geçtiğim diğer bir kaç -yoğun diyaloglu- sayfa; hâkim ideolojiye yakın durmayan, onla içlı dışlı olmamış ama bu dünyada neler olmuşa meraklı ve öğrenmeye açık,  özellikle genç okur için kesinlikle muhteşem. Ben hızlı geçtim, çünkü emperyalizmin elemanları, elbette bankaları masayı kurmuşlardı. Para ve güç hırsı kabul ettiğim bir gerçeklik de olsa, romantizm ve insan hallerinden aldığım tadı ezmiş,  ideolojinin felsefesinden bakarsam da bir araya gelmeleri mümkün olmaması gerekenler ne yazık ki kabul etmek zorunda kaldığım bir gerçeklik olarak bir araya gelmiş, yol haritaları oluşturuyorlardı.

Tüm bu gidişat ve duygu fırtınaları içinde ruhuma düşense, yazının son bölümüne  Ken Loach'un* İspanya iç savaşını anlatan muhteşem filmi Ülke Ve Özgürlük için yazdıklarımın içinden- bir iki istisna dışında- her devrimin kaderi olan hâle isyan eden kelimelerimi, buraya taşımaktı: "Belki de tüm olması gereken; elinde pazar torbasıyla iki fraksiyon arasındaki çatışmanın ortasında kalan teyzenin "Birbirinizi öldüreceğinize faşistleri öldürün, açız biz!" diye bağırdığı sahnededir. Fraksiyoner farklılık, ''No pasaran!'' diyen bir anti faşist birleşmeyi gerçekleştiremediği gibi, safları iyice ayrıştırıp sertleştirir; ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar'' olanlar tarafından tasviyesiyle biter."


Son söz: Zorlu bir okumadır şiddet içerir, devrimcilik zor zenaattır, eziyet yaşatır. Üstelik şu dünyada Çin işkencesi diye bir şey vardır! Aşk da vardır, ve finaldeki bazı cümleler geç olmadan sevdiklerinize hissettirin, diyebilir!

*Ken Loach, Ülke Ve Özgürlük

28 Ocak 2021 Perşembe

Bu Kez Ben Seçmedim Bloglar Fısıldadı

Üvey Kardeş'le Leylak Dalı'nda karşılaştım. İki kuzeyli ilk anda göz göze geldik. Yazarı tanımıyordum. Ama gelen sesler beni almalısın, diyordu. Duymazdan gelemedim ve listeme ekledim.

Sonra, Pelin Pembesi'nin yeni yazısını görünce blog listemde ki dumanı üstünde yazılara bayıldığımın altını çizerim hep; gittim, okudum ama Javier Marias daha önce okumadığım bir yazardı! Bir yorum yazdım ve "Almalıyım!" dedim. Blog da "Almalısın!" dedi. Attım sepete.

Bir kitap yazım için MINDMIILS uğramış bloğa, yorumunun içine şu cümleleri de bırakmış: "En son tren yolculuğuna ve hatta istasyonlarına dair okuduğum öyküler oldu. Raymond Carver'ın Katedral öykü kitabından. Carver müthiş bir öykücü."

Vurgu kendinden çok emindi, etkiledi, bilmediğim, -daha doğrusu o an hatırlayamadığım- bir yazardı ve sepete eklenmesi kaçınılmaz oldu.

Tren yahu!

O ara bir baktım La Paragas yerinde duramıyor, sesleniyor, zıplıyor, dikkatimi çekmek için elinden geleni ardına koymuyor. Çocuk işte! Kıskanıyor. Önce biraz kafa yapıp eğleneyim şunla, dedim, görmezden geldim. Ama o çok telaşlı. Farkındayım. Biraz daha cool yapayım, dedim. Çakmadı. Artık burnumun dibinde ve neredeyse elleri kendini fark ettirmek için gözüme girecek. Güldüm. Yeni fark etmiş numarası yaptım ki yedi. "Buyur," dedim. "Bolaño," dedi. "Sevdin," dedi... "Seni mi kıracağım," dedim. Biri Enn Sevdiğim Kadın'ın önerisi olmak üzere ki tuğla olan, iki kitabını birden ekledim.
Sonra baktım 2020'de okuduğu kitapları yazmış Klio'nun Şarkısı, koştum gittim ve içinde şu cümleler de olan bir yorum yazdım:"Sıkı bir liste, senin İsmail Güzelsoy hayranlığın ki sen yazana kadar hiç haberdar değildim, sen yüzünden sonunda bir kitabını okutturacak sanki bana." O da dedi ki, "Umarım, umarım Değmez'i beğenirsin." Sözümü tutum ve onu da ekledim sepete.

EKMEKÇİKIZ, yani Benim Sevgili Okul Arkadaşım, aldığı kitapların fotoğrafını koymuştu ve dumanı tüten yazılara bayılan ben hemen sıçramış, altına da bir yorum yazmıştım. Sonra üzerine çok hoş bir yazı yazdı ki bu bana blogda bir yazı yazmak yerine, oradaki şahane sohbete katılma fırsatı verdi.* Yorumda da belirttiğim nedenlerle, Modiano'nun gönlünü almak, biraz da yalnızlığına yoldaş olmak için bu kez kendim kendime fısıldayarak ekledim onu da listeye.

Yorumda ne mi yazmıştım?

"Yazarımız biraz kasıntı biraz arıza, cama buğu bırakmayı seviyor kabul, ben öbürlerine benzemem havası da atıyor. Onu ilk okurken başlarda kapılmış, sonra arkadaş olur muyum? diye düşünmüş, sonra olurdum ama enn arkadaş olmaz, enn arkadaşlarımla onu bir araya getirmez ama ıssız mahalle kahvelerinde onunla kahve içip donuk ruhundan çıkacak sözcüklerini dinleyip sohbet etmek isterdim, diye düşünmüştüm. Daha önce dediğim gibi Bir Gençlik'le tanıdım onu ve yukarıdaki izlenimlerle birlikte bir başka tat olarak sevdim, bu kitabı da* hakeza öyle... ve genel düşünceden bağımsız olarak gri alanda da olsa, her şey iyi giderken insanı auta da çıkarsa elini tutup, dünyasını anlayıp, kalabalıklar içinde yalnız bırakmak istemedim:) Kabul etmeliyiz ki O da öyle biri işte!. Muhtemelen ben onu yalnız bırakmayacağım... Ve grisinin tadını farklı buluyor ve şefkat duyuyorum sanki. Vicdanımı off yapıp bir eleştirmen kimliği takınsam başka tabii ki, o nedenle üzerine yazıp da kamuya sunmadım.:)"

Ve aslında bu kolide iki kitap daha vardı, hatta üçüncü de olmalıydı fakat takdir-i ilahi işte, tükenmişti ve kitapçım onu bir kaç gün sonra gönderecekti ve bu yazı yayınlanmak için onu bekliyordu. Gelseydi muhtemelen onu yazacaktım ki bugün elimde olacak! "İyi ki gelmemiş," dedim sonra, çünkü üzerine tadını çıkara çıkara bir yazı okudum, dün akşam!



*Bu kitabı da, ifadesiyle kastedilen yazarın Mahallede Kaybolma Diye adlı kitabıdır ve o çok hoş yazı şuradadır. Tadı çıkarıla çıkarıla okunan da şurada.

*Kitap fısıldayan bloglar blog listemde vardır ve tanımayanlar için bir tık mesafededirler!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP