14 Temmuz 2013 Pazar

Bugün Kitabımı da Alıp Gidiyorum


Yola çıktığımızdan itibaren "İnsan bunu daha güzel duyurabilir değil mi?" temalı konuşmalar yapıyorduk. "Sen kendi duyarsızlığını boş ver ötekine çak" davranışını kendi tembelliğine siper etmiş bir ulusun evlatları olarak dilimize yer etmiş tüm cümleleri sarf ettik: "Niye şuraya bir levha koymazsınız maç bu salonda diye... Niye şu işi daha iyi organize edip insanları salonlara doldurmazsınız" diye diye yol boyu yöneticilere çaktık. Bir garip milletiz vesselam. Dilimizin ve aklımızın ayarı yok. Hür irademizin tembelliği ile bazı güzelliklerden kendimizi uzak tuttuğumuzda bile suçluyu hemen bulup ateşimize buz tutmayı iyi biliyoruz. Oysa internet denen bir şey var ve neredeyse şehrin tüm üst geçitlerine asılmış pankartlar.


Bir de eleştirdiğimiz insanlar hiç mi iyi bir şey yapmazlar. Neden onlar da güzel bir şey yaptıklarında işin tadını çıkarıp, "Ya helal olsun!" demeyiz. Tamam şahsımın da mevcut iktidara dönük olarak eleştirdiği pek çok yan var, büyükşehir belediye başkanlığı dışında kendilerine oy atmam, hatta spordan sorumlu bakanlarına da şehrimizin milletvekili olmasına rağmen hiç ısınamam ama bir konuda da haklarını teslim etmek gerek sanki.

Hani içimdeki muhalif ukala zaman zaman kafa kaldırıp "Ya bunlar da diktatörlükle yönetilen ülkelerin temel propaganda aracı işte, bu yapı da onların bir tezahürü, Hitler bile spor üzerinden, orada elde edilecek başarıların yapacağı katkılardan medet umup insanların canını yakmadı mı?" gibi laflar da etti. Ama tüm bunlar yeni açılan ve ilk kez gittiğimiz salon gözüktüğünde ve maç başladığı anda yerini başka bir şeye terk etti.


Mesela şunu düşündüm: Ben şimdi bir Leh ülkesini vatan bellemiş, oranın pek çok şehrini dolaşmış, memlekete geldiğimde kendimi gurbette hissedip o ülkeyi komşu kapısı bellemiş yakışıklı mı yakışıklı bir genç olsam Leh ülkesinin maçlarının hiçbirini kaçırmaz, kamp yaptıkları yere gider sohbetin dibini çıkarırdım, çünkü bilirdim ki en azından takıldığımız mekanlar aynı olan insanlar var orada. Tamam bu cümle birine laf çakmak üzerine kuruldu eyvallah ama kitleye söyleyeceklerim de var elbette.


Böylesine önemli bir turnuvayı şehrimize getirmiş, iftar çadırını kurmuş, belediye otobüslerini bedava ve oraya özel tahsis etmiş, üstelik maçlara da para almıyor adamlar. Ama Türkiye insanından yola çıkarsam bir şeyi eksik yapmışlar; bizzat gelip insanların sıcak popolarını kaldırmalarına yardım edip de her birini otobüslere yerleştirmemişler. Salona vardıklarında kucaklayıp tribüne oturtmamışlar.


Ya benim güzel insanım: Bu U 20 Kadınlar Avrupa Şampiyonası, boru değil. Hiç bir şey yapmazsan koca salonda gümbür gümbür çalan müziği dinle, yeni yapılmış salonu merak et, çekil ücra köşelerden birine dolaş kendi dünyanın içinde. Al çoluğunu çocuğunu götür, görsünler değil mi ama, belki kanları kaynar spora. Mesela ben günden aldığım keyfi anlatamam. Anlatmaya kalkarsam da ilk kuracağım cümle şu olur: Devletimiz şahane bir salon yapmış; her ne kadar bu hissiyatımın dışa vurumu parkesine bastığım, çemberine top attığım, tribünlerinde olmaktan çok keyif aldığım, pek çok konser dinlediğim eski salonun kalbini incitecek olsa da eminim kendisi de adını verdiği bu salonu çok beğenecektir; çünkü ben bayıldım. Hayatımın bir spor salonunda geçirilmiş en keyifli günlerinden biriydi ki dünün gazıyla bugün kitabımı da alıp gidiyorum. Üstelik de klasman maçları dahil dört maç seyretmek üzere; yani ikiden son maçın bitimi 11'e kadar oradayım. Koca salon benim, ve elimde okumakta olduğum şahane bir kitap var. Daha ne olsun. Üstelik de bulunduğu yer itibariyle sıkıldığımda çıkıp gezip dönebileceğim, tekrar içeri girip maç izleyebileceğim ve tandırının suyuna ekmek banmayı sevdiğim mekanın olduğu yere çok yakın.


Aslında eski salona göre kalabalık sayılacak ama bu salonun yuttuğu bir seyirci topluğu vardı dün akşam, bu anlamda pek de günah almasam iyi olacak sanki. Bu şehrin potalarına çokça sayı bırakmış, parkelerinde ayakkabı gıcırdatmış her yaştan pek çok eski sporcu oradaydı. En ateşli taraftar da onlardı. Özellikle hakemlerden erkek olan epey nasiplendi tribünün basketbol bilgisinden; kadın olanı ise lehimize verdiği kararlardan dolayı bağrımıza bastık. Oyuncularımız da nasiplendi tabii ki bu eski kurtlardan: öyle mi şut atılırmış, ya kızım ne yaptın sen, ribaunt ribaunt, bas bas bas, şut gibi talimatlar bol miktarda sahaya yansıtıldı doğal olarak. Garibim oyuncular bunlardan hangisine uyacaklarını şaşırdılar tabii ki. Futbol maçlarımızın bıçkınları da oradaydı ve maç süresince ve maç sonunda milliyetçi duyguları açık edip saldırgan bir tavırdan da geri durmadılar. Polisimiz ise bu şahıslara karşı çok anlayışlıydı. Bir grup İspanyol taraftarı ise takdir ettim. Cesurdular.


Bu arada finale çıkan italyanların 4 ve 5 numaraları oyuncuları Francesca Dotto ve Caterina Dotto ikizdiler ve bu da oldukça hoş görüntüler sundu. Özellikle birbirlerine oyun içinde çak yaptıkları sahneler pek şirindi. 12 numaralı oyuncuları Elisa Penna takımın en skoreri olmamasına rağmen bu maçtaki skoru ve düzgün eliyle göz doldurdu. Belarus ise uzun boylu ve güzellerden kurulu bir takım olmasına rağmen İtalyan kardeşlerin sürüklediği tempoya bir türlü önlem alamadılar ve sonuçta maç başından itibaren hiç geri düşmeyerek finale giden İtalyanların ardından bakakaldılar.


Bizim takımsa oldukça yüksek bir tempoyla başladı yarı finalin diğer ayağına ki "bu çocuklar inşallah bu maçı çıkarırlar" dedim içimden. Seyirci gazı müthiş ama bilindikti. "Vur kır parçala bu maçı kazan" sloganlarının "ne oluyoruz ya" dedirtmesinin yanı sıra, sürekli hızlı hücum tercihini kullanan koçumuz sayesinde iyi savunma arasında eriyen hücumlarımız da çocukların telaşını artırdı. Top İspanyollara her geçtiğinde yuh ve ıslık sesleriyle top yekûn defans yaptı seyirci ama bu da telaşı daha da artırmaktan öte bir işe yaramadı. İspanyollar hakikaten çok disiplinli ve ne yaptığını bilen, hiç de gaza gelmeyen bir takımdı. Onların koçu da da tıpkı İtalyan koç gibi oyuna doğru yerde doğru şekilde müdahale etmeyi bildi. Özellikle 15 numaraları ve turnuvanın 18 sayı ortalaması ile en sokorer oyuncusu Dakar doğumlu Astou Ndour ile 7 numaralı gard Inmaculada Zanoguera izlemesi keyifli oyunculardı. Bugün sıkı bir final olacağı kesin. İspanyollar finali alırlar diye düşünüyorum ama şu İtalyan ikizler de kısa boylarına rağmen pek yamanlar. Gard oynayan Francesca Dotto takımın en skoreri. Televizyon maçları veriyor ve yapacak daha iyi bir işiniz yoksa geleceğin adından çok söz edilecek yıldızlarını izleyin.


Bir de futbol seyircisini kesinlikle salonlara almayacaksın abi. İnsanın maçı kazanan takımı alkışlamasına bile fırsat vermiyorlar, ayrıca alkışlayanı direk vatan haini ilan edip üzerine çullanıyorlar. Hatta çocuklardan birini bugünkü maça nasıl olsa gelecek diye listeye bile yazdılar.


Sonuç itibariyle iki güzel maçı şahane bir salonda izledik. Üstelik seyirci yenilen takımımızı ısrarla çağırdı ve hançeresini yırtarcasına "Samsun sizinle gurur duyuyor" tezarühatı yaptı. Köfte ekmek ve kolayı boş geçmedik. Dönüş yolunda da daimi midyecimizin tezgâhına çöreklenip yığdığımız kabuklar kadar parayı ödedik. Dünün gazıyla bugün de aynı salona dört maç izlemek üzere kitabımızı da alıp gidiyoruz. "Devletimizden allah razı olsun." Güzel tuvaletler yapmışlar ama gel gör ki "bağzı" halkım içine etmeyi gayet iyi beceriyor!


Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

1 yorum:

  1. nedense mussona yazmış gibi okudum, sıklıkla nasıl da babasının oğlu diye diye... nedense ;)


    bi de özlemişim... demiş miyim?

    YanıtlaSil

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP