8 Eylül 2023 Cuma

Neden Cenaze Marşı

Bu yazı,

5 Ağustos'daki Katliam başlıklı yazının açılımıdır ve o yazıdaki teklif iş makinesinedir!

Yıllarca, ilkokul dahil öğrencilerin öğretmenleri eşliğinde Meteoroloji nedir bilgilendirmesi için geldikleri, pırıl pırıl mühendisleri ve çalışanları tarafından tüm aletler konusunda bilgilendirildikleri, tahmin için gökyüzüne gönderilen ucunda ölçüm yapacak cihazlar takılı olan balonun çok ilginç odasına girip onu el sallayarak gökyüzüne alkışlarla uğurladıkları, gelişmiş teleskoplarla takip ettikleri, sonrasında geniş ve ağaçlık coğrafyasında piknik yaptıkları bölge, kamu yararına park ve piknik alanı yapılabilecekken ve tüm sahil boyunca kamunun kullanacağı -yolun kıyı tarafı hariç- bir alan kalmamışken, güzergâhtaki tüm kampların alanları da inşaat ya Resulullah diyenler tarafından yine aynı karakterlere peşkeş çekilip kamunun elinden alınarak bir kaç kişinin çıkarına teslim edilip iki de AVM yapılmışken, coğrafyadaki son kale, "muhtemelen anılarımdan bir bölümü yazma fırsatı bana verilerek" sona bırakılmış sanki. Kalbimdeki yeri derin alttaki metin ilk olarak başka bir hikâyeden söz ettiğim bir yazımın içinde daha önce, bu günlerin yaşanacağı ihtimali henüz yokken, kullanılmıştır.





Peşkeşe Ağıt


Hava henüz aydınlanmamış olmalı, sokak lambalarının sıcak ışıkları şapkalarından başlayarak genişlemeli ve bir huni şeklinde inmeliydi caddeye... Ben yanımdaki o güzel kızın nefesini, sesinin bıcır bıcır kelimelerini yanağımın dibinde hissetmeliydim. Sonra ona, yüzüne bakmadan, gözlerim ileri bir noktadayken, hiiiçç ben sana yangımın rüzgârı göndermeden, en cool halimle iki kelâm etmeliydim. O, tatlı gülümsemesi ve hadi yedim bunu da cinliği ile beni biraz daha kavramalı, yine hin bir gülümseme ile iyice sokulmalıydı bana. Kelimelerinin nefesi, ve onun kocaman sevgisi kışın ortasında bile baharı hissettirmeliydi.



**

Hep de öyle olurdu çünkü!..

Ben biraz hıyardım Erkek adam pozlarımla yürürdüm. İnce lafları bile benden çıkar gibi değil de racon gereği söyler gibi yapardım. Ama bilirdim ki o yemez.

Sonra gevşerdim. Ben olurdum. Elimi beline koyar. Onu Osmanlı Bankası'nın zaman eskisi binasının giriş kuytusuna çeker. Kolumu dolar elimi illaki bel çukurunda tutar, kendime çeker ve tek bir öpücükle; bütün duygularımı deryalar gibi önüne dökerdim.

Yazı beklerdim. Onun saç kesimini ve rengini çok severdim. Aramızda çok mesafe yoktu ve onun odası ile benim odam birbirine bakardı. Oradan işaret eder, ben tamam der. Onun elinde bir kitapla yürüdüğünü görür, heyecanlanır; O kurumun ana kapısından çıkıp bizim bahçe kapısını açtığında, evin önüne gelene kadar alt kata inerdim.

Gözlerimle dinlerdim Onu. Kalbim atardı. Onu o an odamda görürdüm; fikrim dürterdi. Ama Ona bunu bir türlü söylemezdim.

Tüm okul sezonunda hep yapmayı düşündüğüm şeyi gözden geçirir. Bir an önce gel yaz derdim. Yaz gelirdi. Kıyafetler incelir. Bazı bölgeler açılırdı. İlk yazdı. Kapıdaydı, elinde bir kitap vardı, bahaneydi. Belli ki ilk kez birlikte sahile gidilecekti. Çam ağaçlarının arasından yürüdük. Askılı elbisesi, şahane göğüslerini saklamaya çalışsa da beceremiyordu, belki de elbise bana kıyak atıyordu, hissetmiştim ve bu yüzden de ekstra sevmiştim. İyi ki de beceriksizsin diye bir de göz kırpmıştım.

Bahçenin tellerine vardık. Çiti aşıp kumsala, oradan da denizin sesi için kıyısına uzayacaktık. Beklediğim andaydım, hayal olsa da antremanlıydım, bir kış boyu dersimi çalışmıştım. Bir anda sağ kolumu bacaklarının arkasından geçirip, sol kolumun desteğine yatırıp kucağıma aldım. Boynuma sarıldı ve gülüyordu. Sanki bu durumu da biliyordu. Öyle güzeldi ki. Nefesinin sıcağı nefesimi kesti. Aştım tel örgüyü; dalgaların kırıldıktan sonra vardıkları son noktaya kadar taşıdım Onu. Sonra usulca yere bıraktım.

Sağ kolum... daha çok da ellerim nasıl mutlu.


Taşırken onu; öyle güzel, öyle mutlu gülüyordu ki, kendimi bir filmin kahramanı sandım. Bir de şansımız vardı. O zamanlar buralar hep kumsaldı. İki yanımızdaki; biri onlarınki diğeri Topraksu kampı olmak üzere kamu kurumlarının varlığı, onların denizin içine kadar çektikleri tel örgüler, bizim alanımızı da kimseler giremez yapıyordu.

Oturduk.

Yüzümüz denizde. Ayaklar çıplak, ayakkabılar dört metre geride. Dalga kırılıyor, deniz makara yapa yapa geliyor ve ayaklarımıza muzırca dokunuyor. Sonra çekiliyor.

Biz biribirimize bakıyor, gülümsüyoruz. Sonra gözlerimizi yine ufka dikiyorduk. Elimi eline doğru götürüyorken O onu yakalıyordu ve parmaklar birleşiyordu. Ne de güzel bacakları vardı. Sere serpeliğine bayılıyordum. Dizlerden bükülmüş, etek uçları ıslak, dizin üstünü geçer biçimde çekilmiş elbise ile bütünleşmiş film karelik bir an daha. Çok az konuşuyorduk. Çok gülüyorduk. Arada bir dönüp ânı ve bakışlarımızı yakalıyorduk. Çirkeflik yok. Arzu var. Ama kalpler öyle güzel ki fırsatı ganimete çevirmek fikri asla yok.

Yaş 17'nin eşiğinde. Forma numaram hâlâ 16.

Uzak ufuklara bakarken aklım bir ön izleme sunuyor, hayalim müdahil gördüklerime; bayılıyor, hevesleniyor, kararım netleşiyor hatta bu önizlerin birinde Ona iyice yanaşıyor, sağ kolumu sırtına koyuyor, onun desteği ve sol kolumun yardımı ile önce kolunu boynuma taşıyor, sonrasında göz göze ve nefes nefeseyken... onu kumlara doğru yavaşça yatırıyorum. Sonra bir dalga... ama şakacı bir dalga üzerimizi aşıp geri çekiliyor. O yine gülüyor. Ben de muzır bir espri yolluyorum dalgaya. Sonra da Onun dudağından tuzu alıyorum. O zaman mıncırıyordu beni ve daha daha bir keyifle gülüyor, beni sırt üstüme döndürüyor, dalga üzerimden geçiyor, çekilince de bu sefer o benim tuzumu alıyordu.

Kaç sefer sonra çekiyorduk kendimizi kıyıya...


Öyle de kalıyorduk.

Güneş iş bende çocuklar diyor, gereğini yapıyordu. Sonra da el ele, ayaklarımız denizde, sınırları aşıp yürüyorduk.

Sonra, güneş dağların ardına çekilmeye başlarken, ona el sallıyor, kurumun sahil tarafı kapısında vedalaşıyor, bir süre onu ardından izliyor, dönüp gülümsemesine bayılıyordum.

Geri dönüp bizim bahçe tellerini aşıp eve doğru yürürken, onların ilk lojmanlarını geçtiğimdeki boşlukta onu beni beklerken görüyordum. Sadece gülüyorduk. Bir sonraki aralıkta bir kez daha... Sonra bir kez daha...



Ah o araf haller!

Ne güzeldi.

Ahh onun coşkulu saflığı, sevgisi, güzelliği... ne güzeldi.

Saatlerce oturduk. Çok az kelâmla o kadar çok konuştuk. O kadar çok ki yankıları kaç on yıl sonra bile duyuluyor.

Çok mu sevmiştim?

Evet, çok sevmiştim.

Onla geçen zamanlarım çok güzeldi. Ama ah kahrolası o aşk işte. Ne zaman ve kime çakacağını asla söylemezdi.

Onu hiç kırmadım.

Hiç kimseye açmadıklarımı ona rahatlıkla açıyordum. İkimiz de solcuyduk ama o Halkın Kurtuluş'u sempatizanıydı. Kitap paylaşırdık ama asla iki farklı ve zıt fraksiyonun insanı olarak aidiyetlerimizin teorilerini eleştirmemek için tartışmazdık.

Bir sonraki yıl onlar tayin olup gitti. O bendeki yerini hep korudu. Yarım bıraktığımız anlar aklımda dönüp durdu. Olmaması, olmasından daha iyi geldi bana.

Ara ara düşünürüm. Nerededir, ne yapar? diye. Görsem ve yazdıklarımı ona okusam ne hisseder bilmek isterim bir yanıyla... ama derim ki sonra, O hep 16 yaşında.


*Yazıdaki alıntının olduğu ana mevzusu farklı yazının üç bölümlük tamamı ise şuradan başlıyor.

6 Eylül 2023 Çarşamba

Piksel Piksel

Macar yazar Dezső Kosztolányi'nin Tarlakuşu adlı romanını bitirip de yazısını yazdığım gün Leylak Dalı öğretmenimiz dikkat çekici yorumuna bir de link ekleyerek diyor ki: Eğer okumadıysanız size şahane bir kitap tavsiye edeceğim, yine bir Macar yazardan.

Okumadığımın ve kendisini tanımadığımın altını çizen bir teşekkürle yanıt veriyorum ve linki tıklıyorum.

Kitaptan bir tane var. İkincisini enn sevdiğim kadın için deli gibi arıyorum tüm yayınevlerinde...

Babannemin aradığı bir şeyi bulamadığındaki deyişiyle: Sanki yer yarılmış da içine girmişler!

Yok oğlu yoklar!

O zaman daha önce de altını çizerek tekrar ettiğim gibi ve belki de hayatımın sonuna kadar tekrar edeceğim ve onları asla unutmayacağımız Hatay'lı abilerden Musa Abi'nin cebinden çıkardığı mandalinalarla birlikte dilinden çıkan muhteşem cümle geliyor aklıma: Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var.

Hemen alıyorum tek kitabı.

Sabırsız bekleyişim sonucunda kavuşuyoruz birbirimize ve hemen okumaya başlıyorum; zaten kısa bir roman ancak enn sevdiğim kadın tatile gidecek ve sanıyorum ki iki gün sonra. Onunla buluşturmak için bir an önce bitirmem gerek.


Enfes bir yaz akşamı, günün ışığı muhteşem. O halde gelenek olduğu üzere Lozan Caddesi'ne ve Afiyet'e.

Günün önemli ve özel olduğunun o an için farkında değilim. Ay dikkatimi çekecek kadar muhteşem. Siparişlerim masada. 67 doğumlu yazar Krisztina Tóth, Gün Benderli'nin enfes çevirisi ile beni kafadan ele geçirmiş durumda. 168 sayfalık roman dikkat çekici; sevimli ve cin fikirli ara başlıkları ile beni benden alıyor. Satırlar sel olmuş akıyor ki ben çoktan yok olmuşum, harfler yok olmuş, bizzati olay mahallerinde bir gerçekliği -bir kez daha- rüya sanarak yaşıyorum.

Farklı öykülerle ve farklı bir karakterle tanışıyorum sanki ama öyle de değil! Krisztina bir büyücü ya da büyü kaleminde. Cin fikirli, zeki ve farklı bir karakter olduğu, yazarken çok eğlendiği, kurguyu okura göre değil de kendi keyfine göre oluşturduğu kesin.

Ve şundan çok emin ki en azından belli bir okuru kendine özgü üslubu ve kurmacaları ile ele geçireceğinden zerre kadar şüphesi yok. Elbette okurken zihnimde bir kadın tasavurum var, lakin görsel manada an itibariyle ve özellikle bir merakım yok. "Tecrübeli bir şahsiyetim ben de," diyorum ve bir tahminle elimdeki kartları, sonucu beklemeden, peşinen masaya açıyorum.

Bütün bunları 30 Ağustos akşamı yaşıyorum. Lozan Caddesi'nin üzerindeki ay açısıyla muhteşem ve ben için etkileyici olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor ama güzel duruşu, havanın pek hoş serini, kitaptan alınan lezzet ve enfes çay onu da bu kareye dahil ediyor. Ve ben hiçbir ayara bulaşmadan otomatik olarak çekiyorum fotoğrafı.


Oysa çok özel bir gösteriymiş ân ve benim cahil kafam bu özel hali bir fotoğraf hoşluğu dışında zerre kadar bile anlamlandıramamış. Ta ki ben Sevgili Okul Arkadaşım'ın 31 Ağutos tarihinde Her Güne Üç Güzel Şey adlı bloğunundaki yazısını okuyana kadar.

Bu uyanışla birlikte onun yazısının altına eklediğim şu cümleleri buraya da eklemek farz oluyor; kişisel tarihime bir bilgisizliğimi kaydetmek üzere: "Ben dün akşam bilmeden Mavi Ay'ın fotoğrafını çekmişim demek ki Sevgili Okul Arkadaşım, bugün sözde bir yazı yazacaktım ve o fotoğrafı kullanacak ama mavi ay olduğunu bilmediğim için altını çizemeyecektim. Yarın yazarsam ki yarın başka bir yazı muhtemelen, bir sonraki gün fotoğrafı gururla sunabileceğim şimdi.

Teşekkürler."*



Keyifle yürüyoruz eve doğru, kitapla konuşuyoruz, Krisztina hakkında ağzından laf almaya çalışıyorum; amacım tasavurumdaki karakterin fiziki durumunu görmeden önce tahminlerimi teyit edecek ipuçları elde etmek. Kullandığı az ama öz erotizm dikkat çekici. Bazı bünyelerde ürküntü yaratıp bu ne şimdi dedirtecek düzeyde.

Cesurca...

Bir meydan okuma hissi vermiyor değil!


*Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısı

4 Eylül 2023 Pazartesi

Sizce?

Çocuk ben henüz derin analizler yapabilecek farkındalıklara sahip değildim ama umut vaadediyordum ve bu kitap nedeniyle hayatımın enn kıymetli bir ânını uzun yıllar sonra yaşayacağımı hayal bile edemiyordum!*

*Bir önceki yazı İki Ferenc Bir Epepe'den



.......

Varıyorum berbere, dükkânda olmasını istediğim kalfa var; boşta biri varken ona olmayıp da bir başkasının işini bitirmesini beklemek incitici geliyor bana. Tıraşla birlikte sohbet de başlıyor. Fakat benim gözüm muhtemel ki tatilde bizim çocuk boş durmasın bir zanaat öğrensin, diye çırak verilmiş çocukta. Yaşının daha küçük olduğunu düşündüğüm çocuk bir şey alması için dışarı gönderilince ve o işi yapmadaki becerisinden yola çıkınca, soruyorum... 6.sınıftaymış. Futbolcu olmakmış istediği.

Tıraş bitmek üzere ve bahşiş meselesini düşünüyorum. O ara pek kayda değer şeyler olmasa da kitap okuduğunu öğreniyorum. Mesela Saftirik. İşim bitiyor, kalfaya ellerine sağlık, çırağa da seninle görüşeceğiz deyip çıkıyorum.

Yönüm eve doğru değil. Sevdiğim bir kırtasiyeci var; küçük bir rafında  kitaplar olan... 1.5 metre civarında bir raf ama! Fakat hanımefendi genelde birer, bilemediniz ikişer adet olmak kaydıyla öyle güzel kitaplar seçiyor ki... Benim aklımsa net, söz konusu erkek çocuklarsa da mutlak.

Rafa bakınırken Define Adası'nı görüyorum, elim uzanıyor, sonra çekiliyor. Nasılsa bu cepte diyorum, ötekinin olacağı konusunda şüpheliyim. Fakat var... bir tane... nasıl bir sevinme... Alıyorum. Poşeti ile dönüyorum berbere.


Üst fotoğraftaki kitapsa benim.  Çok kıymetli! Bayram sath-ı mahali günlerden biri. En sevdiğim kadın geliyor. Elindeki kağıt poşet bana.

Şimdi ben onun yüreğini öpmem mi... iyi ki ennnnnnnnnn sevdiğim kadın sensin demem mi... ayaklarını yerden kesmem mi...  Ne güzzel bir kadınsın sen yahu!  da dedim.

Sen memleketi alt üst et ve sahaflardan kitabın kaybolmuş kitabım halini bul. Bununla yetinme! Macaristan'dan o kitabın yüzüncü yılı anısına basılmış hatıra parayı ve kartı getirt. Sonra o kartın arkasına, pulun altındaki kısma "Kedves Ö.B.Z. Szeretlek, E." yaz, üstelik de soyadımı öne koyarak. Bununla da yetinmeyip kitabın orijinal kapağını, boyadığın kutunun üzerine dekupaj tekniği ile baskıla... bu da yetmesin... kitapla birlikte kutunun içine ipler,  dantel gibi zemin üzerinde "mutlu ve hep çocukluk tadında bayramlar..."  yazan not, bir mavi balon ve renk renk misketler,  çikolatalar, şekerlemeler de koy. Ellerinle topladığın küçük küçük kır çiçeklerini -asla- unutma... Ve o gün, 12 yaşımda o kitabın kapağını kapattığım anda hissettiğim bütün duyguları geri çağır. Bir gün, bir sohbet esnasında elden ele dolaşan en kıymetli kitabımın gittiği yerden gelmeyip de kayboluşu üzerine üzüntülerimi anlattığım cümlelerimden yola çıkarak üstelik.*


Onu  bulmuş olmanın sevinci ile yürüyorum. Berber dükkânı kalabalıklaşmış. Patron da iş başı yapmış ve iki de müşteri berber koltuğunda... Çırağa işaret ediyorum. Saç kesme eylemleri duruyor; gözler ve kulaklar bize dönük. Uzatıyorum poşeti.

"Bu kitabı aldığım  çocukların hepsi çok başarılı ve güzel insan oldular, mesleklerinin doruğundalar."

"Eminim ki sen de olacaksın... ama öncelikle güzel insan!"

"Futbol oyna. Ama futbol için okulunu asla bırakma."

"Bir sonraki gelişimde konuşacağız kitabı, fikrini merak ederim."

"Şimdilik hoşça kal."




*Oysaki sadece saçlarımı kestirecektim... başlıklı yazıdan

1 Eylül 2023 Cuma

İki Ferenc Bir Epepe

Macar yazarlara ilgim her ne kadar Magda Szabo ile başladı desem de aslında benim için her zaman başyapıt olan Pal Sokağı'nın Çocukları süreç içinde sadece bir başyapıt olarak kalmamış, değişik zamanlarda hayatımın enn güzel ânlarını yaşatmış, kumbaramda derin izleri olan ama çok güzel izleri olan çok özel heyecanlar da katmıştır, daha sonraları! Dolayısıyla Ferenc Molnár tanışıklığı ile başlamıştır aslında Macarlara tutkum ama henüz farkındalığım yükselmediği için bilinç noktasından bakarsak ilk okuduğum yazar Ferenc Molnár olsa da tutkum Magda ile başladı kısmı yönlendirme ve farkındalık açısından daha gerçekçi ve doğrudur.

İlkokuldaydım, okumayı iyice sökmüştüm ve tekrar etmekten asla bıkmayacağım normal ama unutulmaz bir mahallede en alt kat kira evde kalabalık, 8 kişilik bir aile olarak yaşamaktaydık ve genç bankacı halamla iş çıkışı onu almaya bankaya gittiğim rutin akşamlardan birinin en güzel saatlerinde, Fıstıkçı Tahsin olarak tanınan ve ne ararsan bulunan kişinin minik mağazasından içeri girmiş ve ciltli Altın Masallar'dan artık çocuk romanlarına evrilme zamanımın geldiğine karar verilen evrede kitabı almamızla başlamıştı, Macar dünyası ile tanışıklığım.

Henüz taze filizler açmakta olan ve olgunlaşma yolunda emekleyen zihnim enn sevilenler ya da sevilenler noktasında kategoriler oluşturamadığı için de sadece çok keyifle okunanan ve kendi mahalle savaşlarımız nedeniyle de özel sevilen bir kitap olmuştu, Pal Sokağı'nın Çocukları.

Çocuk ben henüz derin analizler yapabilecek farkındalıklara sahip değildim ama umut vaadediyordum ve bu kitap nedeniyle hayatımın enn kıymetli bir ânını uzun yıllar sonra yaşayacağımı hayal bile edemiyordum!


Enn Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı ve enfes bir akşamda, sohbetli bir rakı masasında, harikulade bir mekânda ve ben onun gözlerinde yok olmuşken; O'nun uzattığı kitapla da ikinci Ferenc ile tanışmış oluyorum.

Velhasıl aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir Ferenc daha katılmıştı hayatıma.

Bakalım onu da sevip benimseyebilecek miydim?


İlk sayfada Budai ile rastlaşıyorum. İlginç bir karakter, kafadengi gibi, akademik bir kişilik, dil bilimci. Bir toplantı için ve benim için çok özel bir ülkede... Matrak bir şahsiyet gibi duruyor ve bir otelde kalıyor lakin fena halde dilden kaynaklı olarak iletişim sorunu yaşıyor ki karanlıkta ıslık çalmak gibi bir hal onun iletişim çabaları. Lakin benim bir avantajım var: Lise yıllarımdaki penfriend'imin ülkesindeyiz. Durumları algılamakta bir sorun yaşamıyorum. Ve bu Ferenc, yani Ferenc Karinthy de kelimenin tam anlamıyla bir fırlama. Öyle bir Budai yaratmış ki yeme de yanında yat.

Tanışma anından itibaren takılıyorum peşine.

Nereye gitse onunlayım.

Bırakamıyorum, sürekli takipteyim. Fakat Ferenc de bir fırlama, yarattığı merak fırtınasının peşine gel de takılma ki şahsen ondan aşağı kalır bir yanım olmamakla birlikte sadece onu izlemeyi düşünüyor, maceraya dalıp da olaylarda ortaklaşmayı düşünmüyorum.

Lakin kendimi de zor tutuyorum.


Gitmemiş olsam da sanki şehri ondan daha iyi biliyorum, her ne kadar benim penfriend'im Anne başka bir şehrinden olsa da ülkenin; onunla yazıştığımız süreçte ben ülkenin altını üstüne getirmiştim. Şu an Budai'yi izlemekle yetiniyorum. Ona yön verme çabam yok; çünkü o yeni konuşmaya başlayan meraklı bir çocuk gibi neyi görse el atıyor.

Bu arada durum epey de korkunç bir hal almaya başlıyor. Fakat öncesinde hadi diyorum, seni ülkeme götüreyim. İtiraz etmiyor, çünkü paralar suyunu çekmek üzere. Karnının aç olduğunu düşünüyorum ama onun uzun boylu atıştırmaya niyeti yok; sanırım yola çıkmadan önce bir köşede halletmiş bu işi. O zaman diyorum başladığım her kitapla mutlaka uğradığım ve en bayıldığım okuma noktama götüreyim seni; O ise bizim sahili merak ediyor. Tamam, diyorum, sahilden yürüyerek gidelim, emin ol sakinliğini çok seveceksin.  Denizden iç kesimlere doğru uzuyoruz. O merakla etrafı tarıyor. Ve şirin parkın içindeki Down Kafe'yi fark ediyor. En sevdiğim yer diyorum, istersen kankalarımla tanış. Seviniyor. Kankalarım formalarıyla; Samsunspor aşkları alev alev. Kucaklaşıyoruz ve  Budai'yi çok seviyorlar. Birer kahve içip, tip box'ı asla boş geçmeyip, vedalaşıyoruz ve Lozan Caddesi'ne kıvrılıp Afiyet'de her zamanki masama yerleşiyoruz.

Pastaları ben seçiyorum; çok seviyor ki ben de bayılırım. Uzun uzun konuşuyoruz, ülkesini özlediğinin farkındayım ve aynı zamanda katılamadığı, daha doğrusu katılmayı beceremediği bir toplantının telaşını da yaşıyor.

Üstelik paralar da suyunu çekmek üzere.

O sırada bizim şehre geldiği, aslında akademik bir toplantı için bulunduğu ama katılmayı beceremediği ülkenin malum şehrinde durum karışık ki o bölümü okurken ben bile fena oldum. Mizahla adımlar atarken şehirde, bir anda kendimi neredeyse ateşin ortasında buldum. Okuduğum mizah temelli bir kitap değil miydi tereddütü bile yaşadım. Sonra bunu Ferenc Karinthy'ye de söyledim, kitabı bitirince; ki fena kahkaha attı.


Elbette Ferenc Molnár'dan ve Pal Sokağı'nın Çocukları'ndan söz ediyoruz. Ortak kahramanımız Nemeçek'i anmadan geçmiyor, macunlardan bilyelere kadar her şeyi konuşuyoruz. Mahalle savaşlarını da elbette... Ferenc de burada olmaktan memnuniyetini ifade ediyor. Peki ne olacak bu Budai'nin hali diye soruyorum elbette; ama ben henüz o sırada kitabın o bölgesine gelmemiş olduğum için, ser de vermiyor sır da...

Dag Solstad'ın bir kahramanının ziyaretime geldiğini, kendisiyle bir mekânda sol tandanslı, iki ülkenin kitlelerinin ideolojik yaklaşımlarını kıyaslayan enfes bir sohbet yaptığımızdan bahsediyorum ki haberi olduğunu, konuyu Dag'la daha önce konuştuklarını, bu nedenle de beni tanımak istediğini ve Budai'nin geldiğinden haberdar olunca da bunun bir fırsat olduğunu düşünerek, uçağa atlayıp geldiğini söylüyor.

Karşılıklı teşekkürler ve uzun bir sohbetin ardından birbirimize sarıldığımız esnada gülerek "Budai sana emanet, Ferenc" diyorum. Kardeşi arıyor, o üç harflisi ile geliyor ve onları birlikte havaalanına götürüyor ve uğurluyoruz.


*Dag Solstad'ın roman kahramanı ile sohbetimiz Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası başlıklı linkteki yazının Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması! alt başlığından sonrasındadır.

29 Ağustos 2023 Salı

Daha İyisi Varsa Beri Gelsin

Bildiğiniz ve sevdiğiniz bir şarkıyı aynı günün rastgele saatlerinde kaç kez dinleyebilirsiniz?

Ya da bilgisayarınızın ekranında takip ettiğiniz rakamlar, gündeme dair haberler ve ekonomi alanında olan bitenler...

Elinizde kahve kokusu, karşınızda deniz, üstelik çırpınırken Karadeniz; sizi böylesine tetikleyip teslim alacak, işten uzaklaştırıp bir nefes ânına davet ederek keyfinize keyif katacak kaç insan, ve şarkıcı bulabilirsiniz?

Ve işte ben bu ânları yaşarken ve O'nu düşünürken, çalışma masamdaki telefon bana dönerek "Enn Sevdiğin Kadın," diye seslenmesin mi!

Ve ben çalışma odamı telefon elimde terk edip salon penceresinden denizi daha geniş açı ile karşıma alarak, ve O'na bir kez daha bayılarak, enn neşeli çocuk halimle, enn güler yüzlü, enn esprili bir sohbetin tadını yudum yudum yaşamim mi!

Sonra çalışma odama dönerken tüm hücrelerim, alkışlarla ve sevinçle: "İyi ki O'nunlayız, iyi ki Enn Sevdiğimiz Kadın O," diye tempo tutmasınlar mı!

Tüm bu cümleleri yazmama sebep olan, günün bu enfes ânını planlayan ve bu tadı bir kez daha yaşamama sebep olan tüm ilahi varlıklar...

Ve EDNA VAZQUEZ:

Şükranla, sevgiyle, minnetle...



24 Ağustos 2023 Perşembe

Sting'i Nasıl Bilirsiniz?

Güzel bir tatil gününde elinizde kahve kokusu, önünüzde bir kitap ya da bir dergi, belki de günlük gazetelerle süregiden neşenize müzik de eklemek isterseniz, buyurun: Sting'in duru, romantik ve büyüleyici sesinden keyifli bir zaman yolculuğuna...* Cümlelerini kurmuştum bundan uzun yıllar önce...

Ani bir kararla blog yazmaya başladığım dönemdeki ilk yazılarımdan biriydi. Oysa Sting'le tanışıklığım çok eskiye dayanıyordu ki henüz Sting olmamıştı. Dönemin güçlü ama taze gruplarından biri olan, bir dönem ortalığı kasıp kavuran The Police adlı grubun bas gitaristi, aynı zamanda da solistiydi. En iyi bateristlerden biri kabul edilen, sonraki yıllarda başka müzisyenlerce Bateri Tanrısı olarak adlandırılacak Stewart Copeland ve gitarist Andy Summers ile birlikte fırtına gibi esmeye başlamışlardı.

Elbette benim de onlardan uzak durmam olanaksızdı!


O sırada yabancı müzik dergilerinden birinde albümlerinin çıktığını görüyorum. O yıllarda İsmail Cem'in genel müdürlüğündeki TRT televizyonu efsane. Dolayısı ile müzik programları da... Üstelik ülkede her tür yabancı dergiye ulaşmak mümkün. Bir finansman bulma dönemim geride kalmış, arabayı artık ehliyetli kullanır olmuş, projeler üretmiş ve o projeleri öne atarak da Amerika'da okuma hayallerimi somutlaştırıp alana döker olmuşum.

Albümün çıkış yılı 1979. Bir süre aranıyor, bakıştırıyor, bulamıyor, kısa süre sonra da sevdiğim bir plakçıda rastlaşıyorum kendisi ile.

Plaksa tekti, artık mağazamızın "finanstan ve proje geliştirmeden sorumlu" elemanıydım. O sıradaki planımsa:  Amerika'da, önceki bir kaç yazımda söz ettiğim gibi ihracatçı bir yedek parça şirketinde çalışmak, her ne kadar ekonomiye yönelik bir dalda okuyacağımı söylesem de aileye bir çalım atarak televizyon programcısı ve yönetmeni olmak...

Ve o çerçevede üniversitelere bakınırken ve ilk olarak enn amcamla gittiğimiz Amerikan Kültür ve ABD elçiliğinin kapılarını artık sürekli Ankara'ya gidip aşındırırken ve evraklarım Amerika'ya ulaşmışken birden: Yine daha önce yazılarımda çok kere söz ettiğim gibi içime düşen babanın erken öleceği hissi nedeniyle -aradan çıkarmak için- askerliğe karar veriyorum.

Ve bunu aileye deklare ediyorum.


İşte bu kararları aklımda döndürdüğüm sırada bu albümü alıyorum. Lise bitiyor. Amerika, zihne çökmüş kaygı dolayısıyla askerlik sonrasına erteleniyor ve o yaz çoklu planlardan ilki devreye giriyor. Zaman zaman efsane seyahat başlığı ile yazdığım Samsun'dan başlayacak ve kıyı bölgelerini boydan boya geçecek, sonra Kıbrıs'a ulaşacak gezinin planları yapılıyor, yola çıkılıyor ve gezinin son noktalarına varılmışken ve efsane bir akşamın sabahında gel teskere türküsü söylenmeye başlıyor: Çünkü tam o sırada 12 Eylül darbesi oluyor.

Bu albümü benim hayat akışımdan daha özel kılan başka bir özelliği var: Kendisi bir long play değil.

Ama 45'lik plak da değil!

İkisinin arası...

Benim yakıştırmamla midi play.

Üstelik 11 şarkıdan oluşan ikili bir albüm.

Kanımca koleksiyon değeri de var... Uzun bir aradan sonra bu yazıyı yazarken yeniden dinliyorum albümü ve nerelere, kimlere gidiyorum.

İşte o zaman, okuyanınki de can devre kesicisi araya giriyor.

Ve ben sahneden çekiliyorum.


Ve dönemin popüler grubu The Police'den, solisti -taze- Sting'den ve 79 yılındaki albümden iki tadımlık şarkı sahne alıyor:

The Bed's Too Big Without You ve Walking On The Moon.






Grubun Regatta De Blanc adlı bu albümünün tamamı için buradan

*Sting'in pek bilinmeyen albümü Songs From Labyrinth'den söz eden yazı ve şarkılar ve özel bir enstrüman içinse buradan lütfen.

20 Ağustos 2023 Pazar

Macar Yazarlar Candan Öte

Macar yazarları severim, baş tacım elbette Magda Szabo, çünkü onun Kapı adlı romanıyla başladı Macar Edebiyatı tutkum. Sonra kime rastladıysam kaptım kitabını ya da kitaplarını ki en ilginç yazar, 1888'de doğup 1919'da ölen, romanlık hayat öyküsüyle baş döndüren Géza Csath oldu: Ülkemizde çıkan tek öykü kitabı Afyon sayesinde tanışmış oldum onunla ve yaşam öyküsüne bakılırsa başkaca da bir kitabı olmamıştır diye düşünüyorum.


Elbette Tarlakuşu da kaçmazdı. Kitap 2019'da basılmış ve ben de havadayken kapmıştım. Bir süre kendisi kitaplığın okunmayanlar bölümünde istirahatte kalmış bu da pandemi sürecine denk geldiği için onun adına şanssızlık olmuştu. Çünkü tüm ülkece okuma heveslerimizin ve hızımızın kesildiği nadir bir süreçti pandemi.

Can derdine düşmüş, bilinmez bir düşmanla savaşa girmiş, uzunca bir süre hayattan da el ayağı çekmiştik.

Yasaklar kalktıkça ve hayat normale dönüp de o günleri unuttukça, yeni normalimizde kendimizi ufak ufak eskiye döndürmeye başlamıştık ama yine de yavaştık. Henüz, Hayat Bayram Olsa'nın nakaratlarındaydık ki şahsım sinemaya adımlar atmaya başlamıştı.

Lakin kitaplara konsantre olmakta hâlâ zorlanıyordu.

Önceki gün onu bulunduğu yerden aldım ve bu kadar bekletmiş olmama şaşmadım çünkü süreçte zaman kavramım da göçük altında kalmıştı.

Dezső Kosztolányi de tanımadığım bir Macar'dı. Kitabın sayfasına attığım 31.10.2019 tarihine göre el sıkışmamızın üzerinden dört yıl geçmişti.

Önce gönlünü aldım ki tavrı anlayışlıydı, "Zor günler geçirdiniz ülkece, farkındayım," dedi. Bir kahve yaptım. İlk sayfadan bismillah dedim lakin ben yok oldum. Kendimi ararken kitabın içinde kahramanlardan biri olarak buldum. Tüm satırlar görsele dönmüş, kelimeler yok olmuş, ben kendimi Macaristan'da bulmuş ve bir anda herkesle kanka olmuştum.

O konser senin, bu opera benim dolaşırken; Barros Kahvehanesi'nde en yeni şarkıları dinlemiş, Magyar Kiraly'da lezzetli yemeklerin tadına bakmış, şehir kulübünde kafa çekmiş, tiyatroda üç perdelik müzikli oyun Geyşalar ya da Bir japon Çay Evinin Hikâyesi'ni izlemiş, önce ailesi sonra da bizzat Tarlakuşu ile tanışmıştım.

Süreç aslında biraz dokunaklı lakin artık kanka olduğumuz Dezső'nün dili muhteşem: Üç kez distile edilmiş, yeterince damıtılmış enfes bir mizah ve hüzün.

Farkındaysanız yazı dili demedim, çünkü ben de öykünün kahramanıydım, her ânı o coğrafyada birebir yaşıyordum.

Anne babası ile aynı fikirde olmasam da sanırım Tarlakuşu'na daha yakındım, sevdim. Enfes bir tren yolculuğu yaptım onunla, o esnada gittikçe yakınlaştım, anladım ve onun güzel yüreğini gördüm; tanıştığımıza çok sevindim.

Veda vaktine yaklaştıkça şehirden ve zamandan ayrılacağım için üzülmeye başladım. Arka kapağı kapattığımda ve ayaklarım yere bastığında yüzümdeki tebessüm bana teşekkür ediyordu.

Ve dedi ki:

"İyi ki bu yolculukta seninleydim."

189 sayfada bu ne zenginlik diye sormayın lütfen bana.

Verecek bir yanıtım olmaz;

bir kitapsa söz konusu olan!..

Çünkü:

Dedim ya,

ben okumadım,

yaşadım!

18 Ağustos 2023 Cuma

Çocuğunuz Milletvekili Adayı Olsa...

Ona Oy Verir misiniz?


Onun hakkında şu ifadeleri kullanmıştım: "Benim küçük oğlan tam bir Tırtıl'dır. Ele avuca pek sığmaz, ineklerle falan iyi anlaşır, boş ve minik pet şişe ile kafalarına ufak ufak vurup, nasihatla ayar verir, sonra da sarılıp öper... Kümese girer, ne yaparsa yapsın hayvanların hiçbiri de ona tepki vermez. Daha ilköğretimdeyken hakkında yazdığım bir yazıda bana şu cümleleri de kurdurmuştur:

"Lider ruhlu, ceza yayı üzerinden sol ayak içi ile gamsızca ve kendinden çok emin plaselerle çok şık goller atan, Kızılcaham'daki Galatasaray -minikler- kampına katılan, girdiği ilk seçimde kuvvetli ve enfes bir propaganda ile oyları silip süpürüp okul başkanı olduktan sonra ilçe başkanlığını da bir ilköğretim öğrencisi kız çocuğuna özellikle bırakıp başkan yardımcısı olan, Saray'dan gelen uçak biletleri ve davetle ili temsilen oradaki bir toplantıya katılmış, Saray görmüş, Saray Sofrasına oturmuş bir küçük Reis'tir aynı zamanda. Üstelik kendisi o aralar, bizzat gidip, ben çalışmak istiyorum, diyerek başvurduğu, bildik bir mekânda okul dışı saatlerde çalışıyordu da...

Son Belediye Başkanlığı seçim sürecinde bir liseli olarak hep sahadaydı ki desteklediği CHP'li aday seçimi kazandı!

Kendisi o zamanlar miting alanlarında, liseli abisiyle CHP bayrağını sallamaktaydı!

Her ne kadar aynı yönde ama çatışan siyasi fikirlere sahip olsak da; gençlik diyor, sonrasında geleceği yeri de öngörebiliyor, değişkenliklere müdahale etmiyor hep sakin kalmayı başarıyorum tüm gelişim süreci boyunca, alevlendirmiyorum!"


İşte bizim bu tırtıl, şu geçtiğimiz mayıs seçimleri öncesinde malum şahsın parti kurma aşamasıyla birlikte o tarafa meyletti. Yazdırdığım kursa bir kere gidip sonra bırakan kendisi üniversite sınavlarına dersanesiz hazırlandı ve sonuçta hedeflediği Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimini kazanarak İzmir'e yerleşti. Malum parti yeni kuruluyordu. Pandemi başlamıştı ve eğitim artık evden devam ediyordu. O sırada malum şahsın partisinin şehrimiz il başkanlığının kurulma aşamasında oraya bulaştı ve il binasını başkanla birlikte oluşturdu. Malum şahısla ilişkileri gelişti, çok çalıştı. Okullar açılınca da yeniden İzmir'e gitti ve bu kez İzmir örgütünü ayaklandırdı.

Ve şu geçtiğimiz son seçimde de bizzat gidip malum şahısla görüşerek milletvekili listesinde yer buldu kendisine. Sahada çok çalıştı, enfes bir kampanya süreci yaşadı. Finansal desteklerini abartmadan amca ve babadan aldı ve çok küçük bir bütçe ile yürüttü hem kendi seçim kampanyasını hem de malum şahsın cumhurbaşkanlığı adaylığı için gerekli olan bağış kampanyasını. Önünde malum şahısla bir fotoğraf arka yüzde de kendi vaadleri olan ve benim bu yazı için sansürlediğim broşürleri kendi tasarlayarak, bizden sağladığı finansman ile bastırdı... Çektirdiği fotoğraflardan, selfilerden gördüğüm kadarıyla; teyzeler, amcalar, abiler, ablalar, gençler, esnaflar, pazarcılar, balıkçılar çok sevdiler. Bazen spor, bazen takım elbiseli olarak ilçe ilçe, köy köy dolaştı ve sanırım en çok eli sıkıp öpen, en çok sarılınan ve listede kendine yer bulabilen -tüm ülkedeki- en genç adaydı kendisi...

Ve seçim günü gelip çattı. O sandıkları dolaşıp partide sonuçları değerlendirirken biz de oy kullanma noktalarımızdaydık.

Sizleri bilmem ama biz önce ülkenin çıkarları diyenlerdeniz!

Bunu o da biliyordu elbette...

hiç talep etmedi!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP