sevdiğimiz mekanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sevdiğimiz mekanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2020 Salı

Şölen Haftaları

Üçlemeyi baştan almak için buradan

Bir öncesi içinse buradan .


Tanıştırayım:"Masamız!"




Özene ve bunun yürekten oluşuna, göze sokulmamasına, çok sayıda olmalarına rağmen hiç bir şeyin gözümüzde ve gönlümüzde eleştiri odağı olamamasına, mekânla aramızdaki gittikçe kuvvetlenen, kuvvetlendikçe yeni duygu renkleri ile tanışmamıza vesile olan bağa, hayranız. Ve mekânı iki kardeşim dışında herkeslerden koruyoruz! Birazdan, üçüncü ama pide niyetiyle geldiğimiz ilk günden ve sonrasından bahsetmeden önceyse, izninizle zamanı biraz ileri alıyorum: 



Birgünlerden birinde, sabahken ve henüz varmışken mekânın önüne, balıktan dönen İsmail Bey'le karşılaşıyoruz. Gözler, henüz deniz ve kayık kokan tazecik balıklarda... Bir teklif geliyor İsmail Şef'den; yetişkin ninnisi tadında!

"Izgaramız var nasılsa, balık da pişiririz, size özel ama! İster Buğulama ister Izgara!" 



"Hımmm bir akşam üstü  güneş göl tarafındayken ve istirahata çekiliyorken, denizden yükselecek ay vaktinde mesela, balık ve masa? Olur mu acaba?"

"Fakat Ustam mekân, doğa, şu muhteşem saklanmışlığın sesi, denizin esintisi ve dalgaların kırıldıktan sonraki melodisi bir şey ister, çağırır ve vakti zamanı gelince de kaçınılmaz olarak çağırtır!" 



"Hâl yoluna koyarız O'nu da!"



Zıplayan fısıltılar... kısa bir muhakeme... muzurca iki tebessüm.... sevinç ve kısa bir hayal ânı.

"Şu masalarda mı?.. hımmmmm gün batarken... hımmmm!.."



"Yoksa, o masalarda mı?!!"



İlk Pide Günü

 

Minik ve şirin fırında İsmail Bey. Bir pazar sabahı geleneği olarak civar yazlıklardan gelen malzemelerle mahallenin fırını tadında pideler pişiriliyor. Günaydınlaşıyoruz. Dolores asistan pozisyonunda.



"İki kapalı pide lütfen, biri  kıymalı diğeri de peynirli olsun."



Bahçede dolaşıyor, kankamızla oynuyor, fırından gelen kokularla başımız dönüyor, miss kokulu taze çay içiyor, pidelerin vakti zamanından az önce de masamıza oturuyoruz. Hımmmmm tereyağı, bal, patıl ve pidenin vazgeçilmez eşlikçisi, yöre malzemeli ev yapımı turşular!

Mis kokan tereyağını sıcacık patıl lokmalarının üzerine sürüp ağzımız tatlansın, dilin hücreleri ayaklansın diye biraz da bal gezdirerek götürürken alemin kral ve kraliçesi masada yerlerini alıyorlar. Kokuya mı bayılsak yoksa pide yüzeyindeki çatlaklara mı? bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki çeşit çeşit ve sevdiğimiz pek çok sanatçı elinden çıkmış, bazıları gerçek sanat eseri pideler konusunda Ünlü Gurme düzeyinde birikimimiz var. Bu minvalde söylemeliyim ki görüntü, koku, miktar ve sunum olarak ikimizden de alkışı alıyorlar. İçleri konusunda benim ölçüm iki şahane şeften: Babannem ve Annemden. Tatma noktasındaki gelişimim de zevk sahibi Enn Amcamdan.
 

 


Fakat pideler öyle kıpır kıpırlar ki: kendilerinin farkında, dünya güzellikleri garanti bir vakar içindeler. Alıyoruz kıymalılardan birer tane: İlk ısırıklar ve dünyanın tüm renklerine kapanan gözler! Nefeslerin kesildiği, sözlerin tıkandığı, tüm dış seslerin kapandığı bir an. Ve misler gibi, yöre yoğurdundan bir sürahi ayran. Bayılıyoruz; sunuma, içine, hamuruna, pişme düzeyine, her şeyine. Bu bir Bafra Pidesi ki ben bu konuda daha önceleri de yazdığım üzere Turan Usta'yı tek geçerdim. İsmail Usta daha özel ama! Bu bir butik üretim ve Usta mutfakta!  Üstelik minik yatırımlarla, el emeğiyle, mahalle fırını özünde içi evde yapılmış, hamuru Ustanın elinden, özel ve kıymetli bir Pide. O nedenle fena halde alkış! Hakeza yediğimiz en özel peynirden yapılmış peynirlisine de...


Sonraki haftalar farklı pideleri de deniyoruz, mesela pastırmalısını... Bu kez közde pişirilmiş domates ve biberler de konuk oluyor masaya. Pastırma çok özel, 1925'den beri üretip, kendi mekânlarında satan, inşallah yakın bir zamanda yazmayı umduğum, Bafra'daki çok özel ve nadide bir noktadan!

Yine baş döndürücü bir pazar sabahı ve dönsün başınız dedirten bir ustalık.

Bir Sürmeli Köyü Pazarı* dönüşü geleneksel pazar kadromuzla geliyoruz bu kez; Ben, Enn Sevdiğim Kadın, Kız Kardeşim ve Erkek Kardeşim. Onlar için ilk. İkisi de gurme, başarılı, el aldıkları ustalarının başını öne eğdirmeyecek beceride iç hazırlayıcısı ve aynı zamanda uzman pideseverler! Ve ikisinin de -Kız Kardeş bir kaç adım önde olmak üzere- mutfakları beş yıldızlı restoran kıvamında. Çeşit yapıyoruz bu kez masada! Hımmmm... hımmmm... sesleri havada,  çaylar demli, bitti pideler demesem parmakları gitmişti. Fakat ne yazık ki içimizden bir casus çıkıyor, ve kendi kendini ele veriyor: Erkek Kardeşim. Benim de tanıdığım, taze evlenmiş bir arkadaşlarına edince tavsiye, onlar da paylaşınca görüntülerini, bu da yine bir Sürmeli dönüşünde anlık fotoğrafı gösterince bize, sistemin dışına iteleniyor doğal olarak.




Kıymalı yumurtalı açık pideye gelin, gelin ki "Bu nasıl bir yumurta zamanlamasıdır Ustam," deyin. Çıtır ama içi yumuşak kenardan bir parça, yumurtayı usulca patlatmaca, kenardan koparılmış parçaya kıymasından almaca, yumurtaya dokundurmaca ve sonra göğe ermece... Üzerine de misss kokulu çaydan bir yudum.

 

 

 



Derken birgünlerden bir gün İsmail Usta Görele Pidesi öneriyor, özel peynirli üstelik. Kabulümüz! Sunum tabağı muhteşem. Ama daha muhteşem bir durum var ki aslına, geleneksele sadakat! Başka hiç bir yerde yok! Yumurtası son kertede içine kırılmış ve rafadan kalmış. Hamur diğer mekânlar gibi her modele aynı usulden değil, butik üretime yakışır, sanatçı duyarlılığında ve pideye, onun gelenekseline saygıyla ve aslına sadakatle hiç bir yerde rastlanamayacak kadar özel. Tanrım parmaklarımızı korusun!



Sonra birgünlerden bir gün hep gördüğümüz mangalda köfte ızgara ediyor İsmail Usta. Görmüştük ve bir fikir oluşturmuştuk daha önce. Çünkü mekân hafta içinde yörede çalışan işçilerin yemek noktası da aynı zamanda! Menemen yedik de Kuru Fasulye de tatmış mıydık acaba?

Fırında pişmiş tırnak pideler, közlenmiş domates, közlenmiş biberler, yakışır bir soğan salatası ile renkli, miss kokulu hoş bir tabak şeklinde geliyorlar; Usta tarafından yöreden seçilmiş, çekilmiş ya da çektirilmiş kıyma, kıvamında baharatlar ve özenle şekillendirilmiş, yine sanatçı duyarlılığına haiz köfteler öylesine lezzetli ki doğal olarak balık mevzusunu da köpürtüyorlar!




Aslında, şu yazıları yazan kişi, yani şu Buraneros, bu yazıyı bir üçleme olarak planlamıştı: fotoğrafları o kurgu çerçevesinde yerleştirmiş, ilk bölümdeki "Şu masalarda mı?.. hımmmmm gün batarken... hımmmm!..", "Yoksa, o masalarda mı?!!"  cümlelerinin olduğu paragrafı da son bölümle bağlayıp güzel, özel ve hatırlanası bir finalle bitirecekti yazıyı. Bilirim ki kendisi yazarken yaşar... yaşamazsa yazamaz. Ve okurlardan özür dileyerek  karar verdi ki: O son yazı tüm yazılanların etkisinden uzak ve o çok özel ânın saf, gelmiş geçmiş tüm yaşanmışlıklarından azade, gelmiş geçmiş dünyasından tümüyle steril duygularla anlatılmalıydı!



Anlatılacak...

 

Anlatıldı!..



*Sürmeli Köyü

12 Kasım 2020 Perşembe

Dışı mı Yakar İçi mi?

 Öncesi

 

 



Biz bir rüyanın içindeyiz, kesin. Dolores de rüyadaki  Almodovar kadınlarından biri sanki. Sanki olmasa, ilk anda henüz gerçek adını öğrenmemişken çıkar mıydı sanıyorsunuz ağzımdan! Çıktı, evet, ilk anda hem de. Henüz o yanımıza varmamışken ve sevinç çığlıkları içinde gıybet yapıyorken biz... Çıktı ve asıl adının üzerine yapışıp kaldı.

Servisi dış masaya yapıyor Dolores, biz mekâna baygın ve  flüt tınısında bir rüzgâr okşarken yanaklarımızı ve ferahlıyorken kolalarımızla, kıyıdaki masaların ardından sesleniyor Deniz: "Nerelerdeydiniz?"  Dalgaların köpüğü ve flüt tınısında yüzlerimizi sıyırıp geçen rüzgârla mutlu, sevinçten ve güzellikler karşısında şaşkın, gezegene hayran, dışarıdan bakınca küçük ama içine girince Doktor Who'nun Tardis'i gibi şaşırtıcı, hem de çok şaşırtıcı mekânın sokağa açılan bahçe kapısının ardındaki masamızdan yanıtlıyoruz: "Kusura bakmayın ve önyargılı ahmaklığımıza verin, lütfen."  



Fakat şaşırtıcı olan, bu saklı mekândan ikimizin de haberdar olmayışı! Bu çok enteresan: Hadi beni geçtim de Enn Sevdiğim Kadın'ın kulağına çalınmamış olması şaşırtıcı, çünkü Üniversite'den ve en yakın arkadaşlarından bir akademisyen ve yine tanıdığı pek çok kişi bu alanda kuşlar üzerine çalışıyor. Yoksa burayı keşfedenler, gelenleri çoğalırsa burayı bozarlar, popüler kılıp başkalarına benzemesine yol açarlar diye dillerine kilit mi vuruyorlar?!!!!

Hımmmm... şeffaf yeşil,  kalın ve kristalimsi halleri ile kolalarımızın servis edildikleri kadehlere, hadi gelin de bayılmayın. Keşif yapmış ve yaptıkları keşiften de büyük tat almış şu şirin ve gizemli mekânda toplu iğne görse bayılacak, gözleri dört dönen, sevinçli ânı zamandan uzak gizemli bir oyuna çeviren çocuk tadında, ve bayıldığımız kadehlerdeki uzaylı kolalarımızı keyfine çıkara çıkara yudumluyoruz.  Sonra içine geçip bayılınası obejeleri tek tek inceliyor, bu yürekten ve kocaman bir sevgiyle ve kelimenin tam anlamıyla ilmek ilmek işlenmiş derme çatma mekânın her bir hücresine sinmiş şefkatin ve karşılıklı sadakatin tüm hücrelerimize usul usul sirayat eden tadını çıkarıp verilen emeğe ve mekân-insan ilişkisinin kalp atışlarındaki miss kokulu sevgiye ortak oluyoruz.

 


45'lik plaklar, eski radyolar, yere serilmiş halı, çanak çömlekler, çiçekler, eski bir pikap, özenle seçilmiş fincanlar, ev tadında ve elbette çeyizlik tabaklar, ama... evet ama, özellikle sandalyeler ve masalar! Burada, bu mekânda farklı zamanlardan taşınmış pek çok hikâye bir arada. Bunu hissediyoruz. İçeriden miss gibi kahve kokusu geliyor, sonra da ev sunumunda bir özenle orta şekerli kahveler... Bu arada kahvaltı verdiklerini öğreniyor, mini mini bakkala bayılıyor, kendi elleri ile yaptıkları ve tıpkı eski zaman evlerindeki gibi neredeyse topraktan fırınlarına söyleyecek söz bulamıyor, bir sonraki gelişlerde de sırasıyla tüm üretimlerinin tadına bakmaya karar veriyoruz.



Ve onunla tanışıyoruz... Çok üzgünüz ki ikimiz de bir türlü adını hatırlayamıyoruz. Kendisi evin oğlu, çok tatlı, çok sıcak kanlı ve konuşkan bir çocuk: İnsan sarrafı. İnsan sarrafı olmasa anlar mıydı bizi ve gelir miydi sanırsınız masamızın dibine ve sonraları, taaa arabayı uzaktan seçtiğinde, kapının önünde kuyruk sallayarak, sevinçle, bir an önce boynumuza atlamak özlemiyle saniye saniye izler miydi, bizi? Öyleseni bir ilişkiydi işte... Çok üzüldük, günlerden bir gün göremeyince ve sorunca elbette; bir araba kazasıyla cennetinden bir başka cennete göçüp gitmesine...
 

 


Mekânın bir de Beyefendisi var ki kendisiyle ilk gittiğimiz gün, o alışverişten döndükten ve öteberileri yerleştirdikten hemen sonra tanıştık. Kapıdan girdiği anda ve bize doğru yaklaşırken belliydi medeniyet gördüğü... Uzun boylu,  filmlerinin unutulmaz oyuncusu, elbette yaş olarak yetişemediğimiz çağların Tarzan'ı, Johnny Weissmüller!  

 



Tanıştırayım: "İsmail Bey!"



Burayı fikir olarak üreten O. Şaşkınlığımızı ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Seviniyor, hevesle ve gururlu bir heyecanla anlatıyor. Ve anlıyoruz ki Gül-İsmail çifti en az birbirlerini sevdikleri kadar seviyorlar burayı. İlginç ve sevimli iki karakter. Almanya'da tanışmışlar ve evlenmişler, çalışma yıllarında bu derme çatma mekânın hemen arkasında ve aynı bahçe içinde biri İsmail Bey'in annesine ait olmak üzere iki güzel ev yapmışlar önce, sonra bir karar vermişler ve arada bir özellikle kışları gidip gelseler de  burayı mesken tutmuşlar.
Bir yüreğinin götürdüğü yere git ya da bir nevi emeklilik hikâyesi yani. Ve ne güzel ki aşıklar buraya, bu mekân bebeklikten çıkaramadıkları, hiç büyümeyen çocukları gibi. Hissediyoruz.

 

İleriki günlerden birinde ilk kez gördüğümüz bir genç kız ve bir genç erkek servisimizi yapıyorlar; üniversitelerin tatil dönemi ve belli ki öğrenciler. Sormuyoruz çifte elbette ama dedikodu kapsamında düşünüyoruz: "İkisinin önceki evliliklerinde birer çocukları var." İlk günkü tanışma faslından sonra şirin fırından gelen kokuların ortama yayıldığı bir esnada içimizden çıkan ama biz dışında kimsenin duymadığı bir ses "Haftaya kahvaltıda buradasınız," şeklinde ve keskin, kaçarı olmayan netlikte, komutan edasında ve dikte eder bir tonda  ricada bulunuyor. Hadi gelin de uymayın! 

 

 

Geliyoruz elbette! İçerideki, temizlik kokan örtüleri bayılınası ve sonrasında hep onu tercih edeceğimiz masaya oturuyoruz. Dolores kulağından eksik olmayan gülü ve şık elbisesi ile geliyor ki bu hâl ona çok yakışıyor. 



"Hoş geldiniz."



" Hoş bulduk." 

 



"İki kişilik kahvaltı lütfen."

 

 


Önce karşımızdaki çatıyı tutan tahta direklerden birine çakılan çivilere yukarıdan aşağı doğru asılmış kırkbeşliklere göz atıyoruz ve göbeklerinden anlıyorum ki bazıları  otomobil pikabı görmüşler. Burası bir kafe ama bir küçük müze de sanki. Ve o an bir gün yine çok özel yerlerden Nebiyan Dağına giderken bir köy kahvesinin bir odasında şaşırtıcı bir Müzeyle ve onu düzenleyen kişiyle karşılacağımızdan ve bayılacağımızdansa henüz haberimiz yok. 



Donanıyor masa...



Elbette tereyağı, kaymak, bal, reçel, süt bölgenin; hepsi bir kaç adım ötedeki sıra sıra ama seyrek köy evlerinden. Domatesler, biberler ve salatalıklar bahçeden. Yumurtalarsa bahçede dolaşmakta olan tavuklardan. Şahane bir kahvaltı, ardından kahve keyfi ve o...oooo dedirten bir zaman akışı. Sonrasında göle doğru uzayan gün. Bu arada kahvaltıya gelen köy ekmekleri, gözlemeler, İsmail Usta'dan. Ve elbette miss gibi ev tereyağının içine gömüldüğü çıtır pişmiş Tophaneler...  Tulum peyniri, şahane demlenmiş semaver: Dudak kenarlarından sızan iştaha serenad. 

Bu ilk gününde onca güzel pide yapan yer varken diye düşünerek açılışı Pide ile yapmıyoruz ama bir sonrasında deneyeceğimiz kesin. Fakat beklentimiz yüksek değil. Burası an itibari ile bir atıştırmalık, daha çok da kafe, en çok da kahvaltı noktasıydı biz için, taa ki bugünün sonuna kadar!



Biri pide mi dedi?




Devam yazısı Şölen Haftaları


9 Kasım 2020 Pazartesi

Ne Güzel Bir Aşktın Seni Anlatabilir mi Sanıyordun

"En çok kimi özlüyorsunuz?" diye, sorsanız. İkimiz de aynı anda ve derinlerimizden fışkıran bir özlem tonunda ve aynı seslerle deriz ki: "Onu!"

Bambaşka bir aşktı aramızdaki. Bunu bilir, bunu söyleriz!

Dilim döner mi anlatmaya bilemiyorum. Ya da kelimelerim yeter mi yaşadığımız kısa ama derin ve elbette unutulmaz ilişkiden aldığımız keyfi. Onu da bilmiyorum!

Öylesine bir sevgiydi işte!

Öylesine dipsiz, öylesine şefkatli, sıcak, sımsıcak, tutkusuz, ama şefkatli! Fakat sanırım ve işin aslı tüm kelimelerin kifayetsiz kaldığı, anlatılamaz ama yaşanan çok mutlu an izlerinin de unutulmadığı ve unutulamayacağı, tüm görkemine rağmen Aşk ile kategorileştirmenin kıymetini tanımlayamayacağı çok, çok ama çok özel zaman yolculuklarından birinde, bilinmez bir gezegende çok güzel ama her türlü sadeliğine rağmen görkemli bir yaşanmışlıktı!

Sanırım içinde bulunduğumuz durumu ancak böyle anlatabilirim...





Aslında Onunla tanışmamız tümüyle tesadüf: En ısısız, en sahipsiz halinden beri bildiğimiz ve sürekli gittiğimiz bir güzergahtaki -saklı- bir rüyayla üstelik de gün ışığında yıllar yıllar sonra karşılaşmak başka hangi kelime ile izah edilebilirdi ki? Çünkü O, hep oradaymış! Çoğu zaman buradan ötesi manasız dediğimiz, "Şu yola sap," diyen adını bir anlığına görüp değer biçtiğim ve hiçten sayıp küçümseyici bir tavırla hatırlanmayacaklar hanesine süpürdüğüm, sahil boyu kentlerde bolca görüldüğünden ve bu yüzden, sırf adı yüzünden ve "Hem de burada ha!" diyerek burun büktüğüm yerdeymiş.

Ve meğerse O da  bir anı beklermiş!


Günlerden birgün, kadim zamanlardan beri takipçisi olduğumuz, yıllarca devlet eli değmemiş, balıkçıların ve avcıların göz nuru(!), değerinin henüz farkına varılamamış yıllarında cümle alem tarafından talan edilmiş yolu üzerindeki tabelalarından birinde görünce Galeriç Ormanları Yürüyüş Yolu  levhasını, merak ediyoruz. Bundaki en önemli etken Belediye'nin önceki yıllarda Çakırlar Korusuna* el atıp, doğal dokusunu hiç bozmadan oluşturduğu ahşap yolların bir benzeri ile karşılaşma umudu ve dolayısıyla bu kez ormanın içini, suların üzerinden dolaşabilme hevesiydi.

Gerçi ahşap yollar varsayımımızın yanılgısıyla yüzleşip, bilmeyenler için bilinir kılmak maksadıyla koyulmuş tabelanın itelemesiyle girip de  eski yol hali ile karşılaşmak şaşırtsa da; el atılmamış yıllarını bilecek kadar eskisi olan bize  dokunulmamışlığı daha bir hoş gelmişti ve muhteşem sakinliğin içindeki küçük çiftlikle yıllar geçirmiş halinin ana yoldan saklı doğallığı, bir yürüyüş yolu için daha cezbediciydi. Galeriç Ormanlarının bittiği noktanın ötesinde ve belediye eskilerinin sahipsizliği yüzünden işgal edilmiş, yıllar yıllar sonra Kıymetli Başkanlar döneminde el atılmış ve sürdürülen hukuk mücadelesi sonunda yıkım hazırlıkları aşamasındaki ve bizi hep rahatsız eden yazlıklardan oluşan ve biz için yok hükmündeki kondu mahalle nedeniyle bir kez daha, uzamadan geri dönmüştük o gün de.

Sonraki günlerden birinde "Ama orada sizin mutlaka görmeniz gereken bir yer var!" diye düşünen iyilik meleklerimizden birinin bilinç altımıza girerek bizi itelemesi sonucundaysa, saygı duyup vardır bunda bir hayır diyerek-
yıllar yıllar sonra- ilk kez devam ediyoruz.  İşgal yazlıkları eleştirerek devam ederken uzaktan gördüğümüz ama yanaşınca fark ettiğimiz naylon kaplı ve yıkıntı gibi duran derme çatma yerle karşılaşıncaysa zıp zıp zıplamaya başlıyoruz. Karşılaştığımız şey muhteşem ve onunla tanıştıktan sonra yaşayacaklarımızın güzelliğini ve her gittiğimizde aramızdaki aşkın yüceleceğini, henüz bilmiyoruz!



Denizin kıyısına sıralanmış masalar ve sandalyeler dikkatimizi çekiyor; özenli örtüleri ve masal halleriyle... Bilinçaltımızdaki sahnelerle eşleşip hayaller kurduyorlar  göz göze gelmeyle birlikte. 

Kıyıya dönmekte olan küçük bir balıkçı teknesiyse köpük dalgalarla oynaşta. 

 



Bakışları uzakta yüzleri rüzgarda bir kadın ve iki çocuk denizin kenarında.

Onların, yani balıktan dönmekte olan adamla kıyıdaki kadının gözleri konuşmaya başladı çoktan. 


 Şu tekne, kazasızca kıyıya bir varsa!


O ara iki evi geçiyor, gözlerimizi denizden alıyor ve sola çevirdiğimizde kafalarımızı, iki yolun köşe başında ve yola bahçenin içindeki, rüzgarın naylonlarla engellendiği derme çatmalıkla göz göze geliyoruz. Tam o andaysa zıplama katsayımız ve onunla senkronize olan coşkumuz göğe eriyor. Hep eski ve siyah Türk filmlerinde yaşanacak değil ya bu anlar...  




Park edip önüne, biraz da tereddütle süzülüyoruz içeriye. Bir eşik geçtik şu dünyadan ve burası bir başka alem. Aşk alevleniyor.  Önce oturuyoruz masalardan birine; biraz ilerimizdeki masada, belli ki mahalle sakinlerinden aksaçlı bir hanımefendi ve muhtemel ki torunlar, okeye dönmekte... Bizim aklımızsa bahçedeki masalardan birinde. Koyu siyah saçlarının bir kenarında, kısa sapı kulağının arkasında bir pembe gülle  siyah elbiseli bir hanımefendi çıkıyor, minicik mekânın minicik ve iki odanın mini mini köy bakkalı  tadında olanından. Güleryüzle... 

Hoş bulduk

Tanıştırayım: "Dolores!"


"İki kola lütfen." 

 



"Ve iki orta şekerli kahve lütfen." 

 







  Devam yazısı: Dışı mı Yakar İçi mi?


*Çakırlar Korusundan bahis linkteki yazının -Bazen'de "yazarım", arabaşlığından sonra.

9 Ekim 2020 Cuma

Takıntının Mutlu Sonu

Şuradan başlayan  üçlemenin son yazısıdır.


Nedense bir mekânda bira içme seçeneklerim içinde O yoktu ve bu normaldi: Tıfıl çağlara, özenme yıllarına, ilk bira mekânlarının açılmaya başladığı zamanlara dönme, o yıllar tadında ama yetişkin halimle bir keyif anı yaşamaktı arzum. Bu minvaldeki ilk fıçı biramı bir okul çıkışında, o zamanki evimize yakın ve ilk açılan konsept dükkânlardan birinde üç arkadaşımla içmiştik. Hatta birer bira bardağı  olsa da içtiklerimiz, kafalarımız bayağı iyi olmuştu. Sonra devam etmedim, saklanarak içmeyi manasız buldum. Fuarın tadının olduğu yıllardı ve Efes Pilsen fuarın içinde, yaz akşamlarına yakışan çok hoş ve yetişkinliğe imrendiren bir mekân yapmıştı. Red Kit'de ya da kovboy filmlerinde gördüğümüz kulplu bira bardakları ile içiliyordu. Yaşımsa 16-17 civarı... Babayla geçirilecek üç, dört yılımız kaldığını, o acıyla yüzleştiğimde neler olacağını henüz bilmiyorum. Dikildim babamın karşısına, izin istedim. İçme demedi ama sosyal bir içici olamazsam sonunun nereye varacağını söyledi. Yaşıma hiç vurgu yapmadı, çocuk olduğumun altını hiç çizmedi, "İçki seni içmesin," dedi.

  Gözümde biriken bu ıslaklık da ne ki?

Arkadaşlarla ufak tefek, çocukça ve çok ama çok seyrek içmeler dışında 18'e gelene kadar hiç bir mekânda oturup da içmedim, sadece yaşım bir an önce büyüsün istedim ve onun beni içmesine hiç fırsat vermedim; anları keyiflendiren bir eşlikçilik ilişkisiydi bizimkisi, birbirinin bağımlısı iki varlık olmadık, olamadık ama sevdik birbirimizi. 


                                                                                      ****


17 Ekim 2012: Bir akşam üstü banklarda kitap okuyordum.



..."Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekânda, dışarıdaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla... Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek, bir teklifte bulundum."...*




3 Haziran 2016: 

Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri.  Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı... 

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki Siyah-beyaz bir  Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi. 

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen." 

Onlar masada yerini alırken  mekânla ilgili izlenimlerimiz de olumlu yönde ilerliyor. Hımmmm hoş ve lezzetli bir meze tepsisi... Geleneksel mezeler ve zengin tepsisiyle biz varız ya, diyor mekan.


"Beyin lütfen,"

"Arnavut ciğeri lütfen,"

"Pilaki lütfen,"

"Deniz börülcesi lütfen,"

"Humus lütfen."


Yokluğunu hissettiğim, çok özlediğim bir mekân var, şehirden bahis olunca Enn Sevdiğim Kadın'a sıklıkla anlattığım bir efsane: Gar Lokantası. Yaşı bizden çok çok büyük, mimari muhteşem, garsonları, dekoru ve müdavimleri sanki bugün çekilen bir filmin geçmişi yaşatan sahneleri gibi. En genç müşterileri ben ve arkadaşlarım: büyüklerimizden gördüğümüz bir rakı kültürümüz var ve masanın adabını bilir, güzel de donatırız. O eski, şık ve güzel hikâyeler anlatan binayı hafifçe kıvrılan bir viraj yüzünden yıktılar ve bir efsane yok oldu. Peşi sıra da önce işhanı olan, sonra bir katı oğul tarafından lokantaya çevrilen ama eski tadını yitirdiği için yok olan Cumhuriyet'le birlikte bir kültür de bu şehri terk etti. Pek çok yeni yer açıldı elbette... ama o günleri tıfılken bile yaşamış olanlar için bir anlam ifade edemediler; meyhane adabı, insan kalitesi değişti. Uzun süre sonra ilk kez bu akşam, eskinin o solunası tadı buram buram! Az önce bahçemizden toplanmış Nergisler vazoda. 



                                                                                          *****


 

Eylül 2019:

Akşamüstü şu sahil boyunda en sevdiğimiz mekâna gideceğiz. Patates kızartması, sigara böreği ve çöp şiş... ve de biralı bir masa hayalim var. Ama kapıyı da aralık bırakmışım. Hımmm bir rakı masası da pekâlâ olabilir... Bugüne kadar, özellikle yazın hep rakı içmişiz. Sadece bir kez, bahçede oturulamayacak bir mevsimde de şarap. Sevdiğimiz kim olsa ve çıkacaksak bir yemeğe, kesinlikle buraya geliriz. Adını vermiyorum; üç yıldan fazla bir süredir onun üzerine yazılacak bir yazı bekliyor...

Oturuyorum mekânı da gören bir banka. Tatlı ve ılık bir rüzgâr, okşuyor yanaklarımı. Güneş henüz çekiliyor ve bir süre sonra ay devralacak geceyi. Biraz daha zamana ihtiyacı var, o nedenle gözüm mekâna dönük... Bekliyorum. Fakat!

Telefon. Tek tuş. Ve O.

"Nerdesin?"

"Pelitköy."

"Sanırım bu akşam açmamışlar."

Gözümse mekânda, sanki ışık görüyorum. Gönül işte! İstiyor.

"Açık sanki," diyorum. En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rast geldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok  tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı. Bir keman ve bir çello! Muhteşemdiler...  O, bir ay yok! Orada olmalıyız! Nasıl huzurlu bir repertuvar ve nasıl huzurlu bir çalmaydı o. Ne de güzel bir geceydi! Üstelik hanımeli kokulu, dolunaylı, deniz esintili kadim sokaklardan yürümüştük eve... Temaslı! İlk kez yaptıkları vişne taneli ve likörlü çikolatalarından ikram etmişlerdi bize. Ne kadar da güzeldiler.**



2 Ekim 2020 Cuma

:

En Sevdiğim Kadın dün dünyaya geldi. İlk kutlamayı enn sevdiği arkadaşlarından biriyle yaptı. Bugünse enn sevdiğimiz gün. Her biri masal tadında bir sürü gün yaşadığımız, ama pandemiye yenik düştüğümüz için ara verdiğimiz, ama bu şehirdeki enn sevdiğimiz mekânda buluşacağız.

                                                                           ................

Maskemi takıyor, asansörün düğmelerine elimdeki ıslak mendille dokunuyor, kapıyı ve bahçe kapısını onunla açıyor, olağandışı günlere rağmen yaşamın olağanmış gibi devam ettiği sahil boyunca yürüyor, mekâna varıp, hâl hatır sorup her zamanki masamıza oturuyor, sipariş için gelen garsonu şimdilik erteliyorum. Yönüm bahçe kapısına dönük. O'nu bekliyorum.

Enn sevdiğim, enn bayıldığım kadın biraz sonra giriyor kapıdan, selamlaşıyor personelle, hâl hatır soruyorlar; onu izliyorum, ve buna bayılıyorum.  

Telefon ne güzel bir araç ki fiziki olarak hiç bir boşluk duygum oluşmamıştı, sanki dün yüz yüzeyedik gibi hissim, o bir aylık yokluğu kenarımdan bile geçmemiş, bu kaçıncı bile olsa bir özlem boşluğu yine oluşmamış bünyemde. Ya da bir kez daha onunla aynı masada olmak zaman boşluğunu unutturuyor, sanki o hiçbir zaman hissetmediğim boşluk, bir kez daha zamanda bükülüyor.

"İki bira lütfen."

 



Bu mekanda bir ilkin akşamı! 



Geliyor alemin en zengin meze tepsisi ama bu kez seçim biraz zor oluyor: zor oluyor çünkü Rakıya çok yakışan bu mekânda ilk kez ve hayal ettiğim, hatta bunu pandemi sürecinden çıkmadan yapılacaklar listesine kaydettiğim ve üçlemenin ilk yazısında "Canım, mekânlardan birine oturup bir şeyler atıştırıp bira içerken -ki hayalim kızarmış parmak patates, yanına biraz kızrmış sosis, belki de bir atıştırmalık tabağı eşliğinde-kitap okumak istiyor: Gün ışığında, yüksek volümlü müzik ve insan gürültüsünün henüz mekânlara çökmediği saatlerde, günün ve denizin sakinliğinde yaşansın, diyor," cümleleriyle ifade ettiğim üzere seçimimiz, Bira.


"Dil lütfen."

"Salatalık turşusu lütfen."

"Arnavut ciğeri lütfen."



"Kalamar lütfen."

"Patates kızartması lütfen."


Aslında gelirken aklım Rakı'ya meyletmemiş değildi ama bilindiği üzere bir mekânda bira takıntım da devam etmekteydi. Masada da bu tereddütü yaşamaya devam ediyorum elbette... Bir yanıyla da bir kutlama akşamı olduğunu düşünüyorum. Yadırgatıcı bir yanı da var tecihimin; öyle ki mekân sahibi sohbet için geldiğinde masamızda bira görünce şaşırıyor ve hatta yadırgayıcı bir vurgu ile soruyor.

Kalamar'a bayılıyoruz. Yumuşatılma ve kızartılma becerisini takdir ediyor, lezzetinin altını çiziyoruz. Kendi yaptıkları turşu enfes. Ve ben için bira turşu eşleşmesi ilk.

Gökyüzü çok güzel. Patatesler muhteşem bir kızartma becerisinin eseri. Hava karardıkça Ay daha görünür oluyor, üstelik bir kez daha dolunay! Eşlikçisiyse pırıl pırıl: Ben Venüs olduğunu düşünürken Enn Sevdiğim Kadın Mars olduğunu söylüyor. Teknolojiden yararlanınca da Mars olduğu kesinlik kazanıyor. Venüsse öte yanda. Şahane bir akşamı yaşıyoruz; Mekânın, yani Restaurant Hut'un bundaki rolü yadsınamaz. Bir tek gün bile herhangi bir üründe bir eksiklik hissettirmemiş olmaları bir başarı elbette, ama personelin disiplinli, güler yüzlü ve belli ki eğitimli tavrı ve elbette bütün bu güzellikleri bütünleyen mutfağın sırları, tartışılmaz. O halde, Korona Günlerine...



"İki Bira daha lütfen!"

 



Bu yazı daha uzun, daha keyifli devam ediyor olabilecekti aslında: Önceki yaz bir heyecanın önizlemesini yaşamış, bundan, yani önizlemesinden çok büyük bir zevk almıştık. Benim için çok kıymetli bir Dost, kalemi çok güçlü güzel bir Kadın, Sevgili Eşi, Annesi ve Babası çıktıkları Karadeniz Turu'nun bir ayağında burada olacaklardı. Planların alternatifli eskizleri yapılmış, teyitleşilmiş, Kardeşim Tırtıl'la Macaristan, Çekya, Avusturya, Almanya güzergahında olduğu için onun bahçe katı, binamızın en keyifli dairesi hazırlanmıştı. Elbetteki yemek akşamı için enn sevdiğimiz mekândaki altı kişilik rezervasyon cepteydi. Heyecanlıydık! Amasya'dan yola çıkacakları sabah telefonum çaldı; yola çıktıklarını haber vereceğini ve iki seçenekli buluşma noktasından birinde buluşup onlara katılarak rehberliğin tadını çıkaracağım güne başlayacağımızı düşünmüştüm. Başka bir şehirden aldıkları bir acı haber nedeniyle ne yazık ki aramızda bir saatlik yol kalmışken, gezinin devamı iptal oldu. Oysa ki bu mekânda ne keyifli bir masada ne keyiflerî paylaşacaktık. Ertesi gün hayatlarında görebilecekleri en güzel pideyi, ve belki de eşi benzeri olmayan kelle-paçayı tadacaklardı. 

 Program sürekli gelişiyor, rezervasyon hâlâ geçerli, ve ucu açık. Yaz çok.



 Bilginize! :)





*Cümlelerin geçtiği yazının tamamı.

**Paragrafın olduğu yazının tamamı içinse buradan lütfen.


***Balıkların donakaldığı bir akşama dair.

25 Eylül 2020 Cuma

Uçakta Bir Yolcum Var

Gün Pazar, sıkı bir uyku ve her zamanki gibi erken uyanma... Önce, uyuyamayacağımı düşünerek okumaya niyetleniyor, yan yastığımın üzerindeki kitabı alıp kaldığım yerden devam ediyor, bir kaç sayfa sonra da bundan vazgeçiyorum, çünkü: gün heyecan dolu, gün için bir hevesim var, o heves anına kadar da çok zevk aldığım ve böyle günlerde hep yaptığım bir eylemi yaşayacağım. Şu an, o saatlere kadar olan boşlukta zihnimi oyalamam gerek...


Salona geçip çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masadaki bilgisayarı açıyorum. Bebeliğini bildiğim ve şu hayatta tanıdığım en geveze Karga, hâlâ geveze. Birkaç yazı okuyup birkaç el de Laptop'la tavla oynuyorken ve yine ben kazanıyorken göz kapaklarım sinyale başlıyor. Sinyali alan uyku da her zamanki yetişkin tavrıyla "Hadi yatağa," deyiveriyor. Teklifi reddetmiyorum elbette... Üstelik; uzun yoldan gelinmiş ve henüz gün ışımasının elinin kulağında olduğu saatlerdeki, gözler yatağı özler tadında uykulara bayılıyorum.

 



Ve rüyalar alemindeyim...


                                                                                  .............



Bir uyanıyorum ki saat 11.30. Bu bir rekor!  

Yoksa bunlar cumartesi sabahı mıydı?  

Durumu netleştiremiyorum; günler bir an iç içe geçiyor.

Keyifli bir kahvaltı yaptığımı, özellikle kahve içmediğimi hatırlıyorum ama!

 Hımmmm?

Cumartesi akşamı bir kadehte keyfe keder ölçü şarap, minik parçalar halinde doğranmış üç peynirli ve yanında tırtıklı, yoğurt ve yeşillik çeşnili cipsler olan bir tabakla, sevdiğim, hatta bayım bayım bayıldığım Maigret'yi izlemiş, mutlu akşamın tadıyla sızmış, şahane de uyumuş olabilirim... mi acaba?



Yoksa o akşam Cuma mıydı?

Anlaşılıyor ki mutluluk doz aşımı yapınca benim aklımın eli ayağına dolaşıyor ve şu parlak zekâm da bir türlü işin içinden çıkamıyor.

Çok eğleniyorum ama! 

 

 

 



Normalimin dışında uyanmış olmak telaşlandırıyor beni, öncelikle benden beklenmeyecek bir disiplin örneği olarak her sabah sekiz buçuktaki randevuya sadık kaldığımız, neredeyse çocukluktan kankam hay tansiyon* ilacımı içmeliyim ki  ilişkimiz uzun yıllar süren kavuşamamanın ardından sanırım beş, altı yıl önce başladı. Normal bir insan olsam bu sürece gelene kadar, öngörülere göre ölmüş olacak ve aramızdaki bu sadakatli ilişki de gerçekleşmeyecekti. Bir avantajım vardı belki; sigara içmiyordum, fazlaca yürüyordum, aşırı tuzdan uzaktım, kilom normal, boyum uzun, özellikle takım sporları ile aram iyiydi. Laf aramızda uzun ve eğlenceli bir ilişkiydi bu. İlaç aramıza girdiğinden beri öylesine sessiz ki bazen sinüzit bu canım, yok yok migren sanırım, dediğim ama sonunda onun yüzünden olduğu anlaşılan, uzun yıllar birlikte yaşadığımız baş ağrılarımı özlüyorum. Hâlâ kankayız ama, ve seviyoruz birbirimizi...

Hızlı bir kahvaltı hazırlamalı, bir de kahve elbette, sonra da uçak kalkmadan alanda olmalıyım! Kahveyi bu kez kahvaltıyı aşacak miktarda yapıyorum, çünkü yolun keyfini çıkaracağım!

 


Biz hazırız sinyalinin ötmesiyle birlikte fırındaki ekmekleri alıyor, filitre kahvemi fincana süzüyor ve  bilgisayarda Flightradar'ın sayfasını açıyorum.


Telefon!

Tek tuş ve O.

 



Uçuş öncesi klasik cümlelerimi kuruyorum. Güleryüzlerle iyi yolculuklar sohbeti yapıyoruz. Akşamdan ayarlanan Taksicinin randevu saatinden sekiz dakika önce arayıp bilgilendirdiğinin altını çiziyor. İyi yolculuklar dileyip, sevgi sözcüklerini de şımarıkça ve gülümseyen bir lezzetle sıraladıktan sonra, uçak bende klasik vurgumu yapıyor, kahvaltıma devam ederken de arada bir ekrana bakıyor, Kaptanın sinyali açmasını ve uçağın ekranda görünür hâle gelmesini bekliyorum.



Ve sinyal açılıyor; Türk Hava Yolları'nın TK 2260 sefer sayılı Boeing 737'si görünür hâle geliyor. Bir kaç dakika sonra da taksiye başlıyor uçak. Şimdi pist başında... Son konuşmalar, yüksek gaz, yerinde duramaz ve ipini koparmış bir afacanlık, gem vurulamaz bir göğe kavuşma arzusu ile sanki zembereği boşalmışcasına ve gittikçe artan bir hız... Kafa bir hamle ile kalkıyor, az sonra da son tekerlekler pistle vedalaşıyor... Sonra sakince ve usul usul baş öne eğiliyor, kemerler çözülüyor, Marmara Denizi üzerinde sakin bir seyir başlıyor. Her şey kontrol altında!

Fakat uçuş numarası 2261 olmalıydı; o zaman, belki  çocuk sevinçlerim yetişkin halimin mizah konusu olacak ve dile gelecekti. Lisedeki okul numaramdı çünkü, buradan hareketle lafı uzatacak ne kelamlar edecektim kim bilir?!

                                                                                     ................

O ara bu yazıya başlıyorum ama sıkıntılı, çünkü eski arayüz gün itibari ile kaldırılmış. İlk izlenimlerime göre bir haftada bu yazıyı bitirebileceğim şüpheli! Paragraf mantığı ile satır arası yapılamıyor, dolayısıyla oluştur modundan HTML'ye geçiyor ve o boşluğu yaratacak kodları kendim ekliyorum!

Kahve, uçak takibi, bir şeyler yazma şeklinde devam ederken hayat okuduğum bir yazıdan Flight radara döndüğümde sayfayı yenilemem gerekiyor, bu yenileme de takip ettiğim uçağın izini kaybetmek demek. Tecrübeli bir kullanıcı olarak buluyorum uçağı ki inmek üzere... ve indi!

Uçağın boşalma süresini yeni havaalanındaki mesafeleri göz önüne alarak şöyle bir hesap ediyor, yeterli süre geçince de telefonu elime alıyorum.

Tek tuş ve O.

"Denizin üzerinden uçtunuz," hava atmasıyla başlayan, Kaptan hızlıydı ile devam eden, başka komiklik ilaveleri ile renklenen, şımarıklık parodileri ile efektlenmiş, bol gülüşlü, iki uçak arası planımdan söz ettiğim, sevgi sözcükleri ile pek çapkınca ve çok tatlı, içinde bira geçen bir sohbet! Aktarma uçağına 3 saat civarı var. O kahvesini içecek ki bulunduğu alanı kısaca tasvir ediyor; sohbet,  sevdiğimiz havaalanlarının sevdiğimiz mekanlarına doğru uzuyor. Laf aralarına da şu lanet ve gezme planlarımızı engelleyen süreçle ilgili serzenişlerimizi sıkıştırıyoruz.

                                                                                  .............

Canım, mekanlardan birine oturup bir şeyler atıştırıp bira içerken -ki hayalim kızarmış parmak patates, yanına biraz kızrmış sosis, belki de bir atıştırmalık tabağı eşliğinde- kitap okumak istiyor: Gün ışığında, yüksek volümlü müzik ve insan gürültüsünün henüz mekanlara çökmediği saatlerde, günün ve denizin sakinliğinde yaşansın diyor bu mizansen. Vakit an itibariyle uygun ve yolcumu İstanbul Havaalanı'ndan uğurlamaya yetişebileceğimi düşündüğüm kadar boşluk var!

Mini sırt çantama severek okumakta olduğum, aslında sıra onda değilken Sevgili Radyo Z'nin blog yazısında** rast geldiğim, ona yazdığım yorumda da bahsettiğim üzere öne aldığım, yazarını bilmediğim ama konuşma esnasında bahsedince, Enn Sevdiğim Kadının iki kitabını okumuş olduğunu öğrendiğim Wilhelm Genazio'nun Elden Düşme Dünya'sını, her olasılığa karşı yağmurluğumu, iki yedek maskeyi atıyor, serin ve kapalı havayı da gözeterek yanıma ince bir hırka alıyor, maskemi takarak çıkıyorum hayata.


Gün Pazar, saat öğle sonrası, hava güneşten yoksun fakat aydınlık, ısı hırkaya ihtiyaç duyuracak gibi!.. Basketbol sahasında kızlı erkekli bir kaç grup genç iki farklı potada maç yapıyorlar. Ağaçların altında piknik yapan bir kaç aile, sohbet halinde mi desem yoksa ayartma mı desem eylemselliği içinde sevimli bir kaç köpek, onların yakınlaşmasına diğerinin façasını kendi evlatlarının düzeyine yakıştıramadıkları için müdahale halinde sahipler, hareket halinde ve denizin kıyısına attıkları şemsiyelerinin altında pandemiye inat hayatın nefesini soluyan insanlar, karşı kıyıya uzayan deniz, çam ağaçları, salıncaklarda sallanan ve uzak hayalleri yüzlerinden okunan bir kaç kadın: güne sıcaklık ve nefes katıyorlar.

Yaşadığım coğrafyayı bir kez daha seviyorum. Bir an, önünden geçmekte olduğum arkadaş mekânına takılsam mı? diye düşünüyor, sonra kitabı okumak için bunun iyi bir seçenek olmadığına karar veriyor, o ara önüne geldiğim, uğrasam bir gün diye düşünmekte olduğum mekândaki insan sayısını istediğim sakinliğe uygun bulmadığım için  eliyor ve sonuç itibari ile bu eylem ilk aklıma düştüğünde orada olmaya karar verdiğim Big Yellow Taksi'nin önüne varıyorum: Dış masalar kalabalık, müzik tür olarak kitapla eşleşemiyor, üstelik ses bir tık yüksek.... bir yanım "Geç işte!" diye dürterken ağırlıklı tarafım bir kararsızlık halinde! Mekana geçtiğimde müziğe daha yakın olacağım, şu an en az otuz metre uzağımda çünkü, değerlendirmesini yapıyorum ve kesin kararımı verip geri dönüyorum?
  

 


Yürürken kafamda alternatif mekânlar oluşuyor, karnım aç mı? emin değilim, bir an bir kahve mekânına gitsem diyorum ama fikrimin kenarında bile yok. Daha önceden bildiğim, yürüme mesafesinde, pidesini çok beğendiğim, daha önce de söz ettiğim yerde, geçen gün Yemek Sepetinde öylesine bakınırken menülerinde fark ettiğim pideden yesem mi? şeklindeki bir düşünce usuldan usuldan tırmalıyor beni. 

 



O esnada okuma bankıma, Babamın ağaçlarının altına varıyorum.***

Oturup öylece denize bakınca, kafamdaki alternatifleri beynimin derin alanlarına doğru şöylece bir iteliyor, kitabımı ve okuma gözlüğümü çıkarıyor, bir çok anıyı yaşadığımız ve paylaştığımız banka iyice yerleşiyorum. Kitabı çok seviyorum, bir erkek karakter var, o anlatıyor, ben okuyorum. Elbette erkek anlatınca içinde kadınlar da oluyor: ve ilişkiler de elbette. Öyle geniş bir yelpazede kadın erkek ilişkileri değil tabii ki; buradakiler Abinin yaşama bakışını yansıtan, onun gözünden ve fikrinden yaşananlar! Bir ara üzerine yazarım sanırım! Sonra toparlanıp kalkıyorum, çünkü uçağını bekleyen ve uğurlamam gereken bir yolcum var!

Vakitse daralmış durumda!

Pide fikri güçlenip güçlenip neredeyse Birayla aynı düzleme geliyor. Hayal Kahvesi'ne göz atıyorum; öndeki masalar bana uymaz durumda, yan sokak boyunca uzayan masalar cazip fakat boş yer yok, gibi... Devam ediyor, Mavi Pub bana uymaz diyor, Bomonti'yi geçiyor, Pasagge olur mu? fikrime egemen oluyor ve ona yönleniyorum ama vardığımda tahmin ettiğim ve gördüğüm gibi iğne atsam yere düşmüyor.

O halde istikamet Tarihi Bafra Pidecisi!****



Denizi geride bırakıp mahallemizin iç kesimlerine doğru yol alırken farklı noktalar aklımı çelmeye çalışsa, kafe türü bir yerde mi otursam gibi düşünceler geçse de kafamdan, sonuçta dışarıdaki, bulvara yakın masalarından birine oturuyor, kitabımı, çıkarıyorum. O ara menü geliyor ve göz atıyorum, içeride oturduğum sıcak olmayan mevsimlerde masama bakan genç kızı arıyor gözlerim ki yok, bir an el mi değiştirdi burası diye de düşünüyorum. Kararım net, menüyü getiren bey geliyor masama.

"Bir kavurmalı Görele pidesi lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen."

Görüntüsü, lezzeti noktasında bir fikir veriyor, hamur incecik ki klasik pidelerde  bundan bir tık kalın olması gereken hamur, çıtır çıtır bir lezzet sunuyor. Aslında bu pidenin adı her ne kadar Görele olsa da aslında kendisini Çınarlık Pidesi olarak tanıyorum ben. Özellikle Atlı Spor Tesislerinin enfes ortamında, daha önce bir yazıda bahsettiğim üzere her zaman özel bir seçenek olarak var. İkisi arasındaki tek fark, şeklen: Orjinal Çınarlık Pidesi yuvarlak, bu ise görüldüğü üzere klasik pideye yakın bir formda. Güzel ayran eşliğinde tatlı bir mizahı da olan kitabın tadını çıkararak götürürken pideyi, bunun iç malzemesini Çınarlık adıyla nam pideye göre az buluyorum. Bir sonraki gelişimde farkını ödeyip içindeki kavurma ve peynir miktarını çoğaltarak denemeye karar veriyorum.

                                                                              ................

Keyifle geçen bir zamanın sonrasında Kitabı çantama atıyor, maskemi takıyor, ödememi yapıp biraz da hızlanarak eve doğru yürümeye başlıyorum. Bir çöp bidonun yanında duruyor, maskemi çöpe atıp yenisini takıyorum.

Bira hayalli gün pideye evrilse de mutluyum!

Biraz acele etmeliyim: Karasızlıklarım yüzünden enn sevdiğim yolcumu aktarmada uğurlayamadığım gibi iyi yolculuklar da dileyemedim. Elbette telefon aklıma geldi; ancak, çok telefon kullanmayan, uzun konuşmalardansa sonuç alıcı -net- bir üslupla kısa konuşmayı seven, yüz yüze konuşmalara alışkın ve bunu tercih eden, telefonda bir tek kişi dışında  çok az konuşan bir özürlü olarak özellikle mekandaki insanlar; dünyadan kopmuş, şu alemde sadece karşısındaki kadın varmış gibi coşkulu ve her zaman heyecanlı, ona geveze şu insanın konuşmasının tanıkları olsun istemedim.

                                                                                  .................



Yol üstündeki Migros'a uğrayıp eve varıyorum. Karantina odası olarak da kullandığım çalışma odasına üzerimdekileri bırakıp yeni kıyafetleri giyiyor, gerekli dezenfekte işlemlerinin ardından laptopta Flightradar'ı açıyor ve uçağı henüz deniz üzerindeyken yakalıyorum: Türk Hava Yolları'nın TK 2810 sefer sayılı Boeing 737'si an itibari ile 3500 feet'de 469 kts hız ile sorunsuz bir şekilde yola devam ediyor ki planlanandan 10 dakika önce inecek. Engiz hava sahasına girince iyice alçalmaya başlıyor TK 2810. Fotoğraf makinemi hazır ediyor, biraz sonra da pencereye yanaşıyorum. Solumdan yanıp sönen ışığı ile görüş alanıma giriyor 2810. Tam karşıma gelince de flaşı kapatıyor ve basıyorum dekalanşöre, bir kaç poz çekiyor, içlerinden sadece birini beğeniyorum.

Ve ekrana dönüyorum. O alçalmaya devam ediyor. Deniz bitmek üzere ve az sonra teker koyacak. Frenlere asılıyor Kaptan, hız hızla düşüyor ve 737 pist sonuna gelmeden taksi hızına erişiyor; sonra kıvrılıp geliş yönüne dönüyor ve usulca salonun önüne park ediyor.

Bir süre bekliyorum.

Telefon.

Tek tuş ve O.

Biz uzun ve gülümseyen kelimelerin arasında dolaşırken banttan gelmekte olan bagajını yakalıyor. Birazdan onu çok özleyen Çekik Gözlü Mavi Kuş'u ile kucaklaşacak.  Eve vardığında, henüz kapıya ulaşmamış ve onu açmamışken Benedict boynuna atlayacak. Diğer kardeşleri de etrafını saracak. 112'ciler yemek verdiklerini söyleyecekler. Sonra, telefonda uzun uzun sarılacağız...



Ve elbette...

 



Covid-19'u anacağız!





Devam yazısı Bira Takıntısı Hâlâ Sürüyor için buradan lütfen.

 

 



*Hay: Yüksek anlamındaki High.

 



**Radyo Z'deki yazı. için buradan lütfen!


***Babamın Ağaçları burada.

 

 

 

 



****Pideciden bahseden bir başka bölüm linkteki  yazının Dün Pazar ara başlığından sonra 

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Hiç Ayrılamayız Derken, Kavuşmak Hayal Olmuştu

Pandemi süreci başladığından beri onunla ilişkimizin arasına ciddi bir mesafe koymuş, yasaklar nedeniyle nihayetlendirmiş, sonrasında bir süre çekingen durarak belki de kalbini kırmıştık. Gözden ırak bıraksak da gönlümüzden asla silmemiştik- silemezdik de. Kasaptan kıyma alıp iç hazırlamak, sonra fırına gidip sosyalleşmek gibi eylemler de nihayetlenmişti. Yeni normal denen süreç başladığındaysa bu kez hafta sonu sokağa çıkma yasakları nedeniyle istesek de kavuşmak mümkün olamıyordu. Üstelik Covid-19'la ilişkimiz fena halde mesafeliydi- ürkütücüydü!

Hasret de bir yere kadar elbette, zaten yeni normale kolay adapte olmuştum, aramızda tatlı ama tedbirli de bir ilişki oluşmuştu. İlk eylemim açılmalarına izin verildikten sonra berbere gitmek, Salih Usta'nın fırın mamulleriyle hasret gidermek, Hasan Abi'de Mantıyla buluşmak, sonraki günlerde de ara ara enfes Karnıyarık, muhteşem Laz Böreği, İzmir Köfte şeklinde devam etmişti.

Cumartesi akşamıysa bir hasret fena halde hissettiriyor kendisini. Üstelik son olarak Çarşamba'da Ennn Sevdiğim Kadınla çok özel bir pidecide çok özel pidelerle tanışmış, gurmelerden birinin dediği gibi damaklarımız çatır çatır çatlamış, akabinde de Pandemi denen süreçle karşılaşmıştık. Hasret gittikçe büyümüş, bir süre önce de kavuşmak hayalken gerçekleşebilir olmuştu.

                                                                                      ***
Arıyorum erkek kardeşimi, gidelim, diyor. 10'da diyorum, 11'de diyor. Diğer paydaşlar da uygun bulunca, saat kesinleşiyor.


Pazar Sabahı

Bayramlıklarını yastığının altına koymuş çocuk gibi uyanıyorum. Kendimi banyoya atıyor, sonra traş oluyordum ki telefondan bip sesi geliyor. Bir mesaj. Kardeş hasrete dayanamamış ve bu ayrılığı daha kısa sürede sonlandırmaya karar vermiş. 10.30'da çıkalımmış... Canıma minnet.

Yeni durumu Mussano'ya iletiyorum. Tırtıl geceyi arkadaşları ile geçirmişti ki onun da haberdar edilmesi lazım.

Bahçeye iniyoruz, maskelerimiz takılı. Çıkarken arayacağız ve Tırtıl yola çıkacak; Onu alacağımız nokta konusunda mutabıkız. Kaptan kardeş binadan çıkıyor, önce evinin çöpünü atacak.

Yola çıkıyor, bir kaç metre sonra sağa dönüp 50 metre sonra duruyoruz. Gideceğimiz yön batı ve pideciye varma süremiz normal yol koşullarında 20 dakika. Beklememek için her zaman olduğu gibi telefonla siparişi veriyoruz.

"Dört kıymalı pide, ortaya da bir kaşarlı ve bir peynirli pide..."

Günün bir önemi daha var, bizden sonraki ilk kavşaktan dönüp doğu yönüne çok gitmişliğim var Pandemi sürecinde ama batı yönüne ilk kez geçeceğim. Yolun belli bir yerinde tamirat başlamış ve şerit teke düşmüş, bir iki de yeni yer açılmış. Bunun dışında pek değişiklik yok. Tırtıl yolun kenarında bekliyor, aldık. İki saatlik uykuyla.  

Eeee gençlik güzel! 
 
Hoş sohbet, bugünkü  maçlar, radara yakalandık derken yakalanmadığımızı anlayıp, öyle bir şey olursa ben sıfırlatırım, diyen Tırtıl'ın sözleri üzerinden yorumlar yaparak varıyoruz mekana. Dış masalardan birine oturuyoruz. Genç Garson'a isim soyad söyleyip, ön siparişimiz olduğunu belirtiyoruz. Bir beş dakika sonra geliyor ve masanın ortasında yerini alıyor, kaşarlı ve peynirli pideler. Miss gibi bir koku yayılıyor evrene. 

Ve elbette turşu.


İlk ısırıklar ve ilk ifadeler:

"Muhteşem!"

Hemen peşine de önden miss kokuları olmak üzere kıymalı pidelerimiz geliyor; üzerlerindeki köy kokan tereyağı parçaları ile...


Övgüler peşi sıra, damaklar kıpır kıpır, hasretin tadı bir başka, sohbet neşeli, ayranlar yöre yoğurdundan ve miss gibi.

Demiştim daha önce, yeni bir pideciyle ve çok özel bir hamurla yeni tanıştığımız çok özel bir günde: Söz konusu Bafra Pidesiyse Turan Usta'yı tek geçerim, diye. Elbette kıyaslıyoruz diğer pidecilerle, hatta şu an bir kitle için çok popüler olan, ilk açıldığında Bafra'daki yerine gittiğimiz ve ondan sonra asla gitmediğimiz, gitmeyeceğimiz yemekçi/pideciyle de. Hadi adını da vereyim, Niyazi Kesim'le... Söz konusu olan pideyse ve pidecilikse... Ve mesleğe saygı ve sadakatse... An itibariyle ve bir kez daha oyumuz topluca Turan Usta'ya. Zevkle, ödediğimizin karşılığını her seferinde alacağımızın bilinciyle geliyoruz buraya. Tıpkı Çarşamba'daki Galip Usta gibi.* Kuşaklar değişir, yeni gelenler eleştirdiğimizle aşık atmaya, daha çok paraya yönelir ve ötekine benzemeyi tercih ederlerse de vadalaşırız elbette...  Pideci mi yok memlekette.


Bitiriyor pidelerimizi içiyoruz keyif çaylarımızı, konuşuyoruz Samsunspor'u, Türk futbolunu, maç anılarını, otomobilleri falan; çocukların anneleri için yaptırdıkları paketimizi de alıyor, ödemeyi yapıyor, sevimli garsonumuza teşekkür ediyor, asla boş geçmiyor, maskelerimizi takarak sohbete  devam edip neşemize neşe katıyoruz. Pandemi sürecinin ilk pide günü olarak da tarihe kayıt düşüp, gün boyu tadını hissederek ve yaşayarak, mutluluğa mutluluk ekliyoruz. Bu arada karşılaştığımız komşumuz genç çift ve minik kızları ile laflıyor, maskeler nerede, diye soruyorum. Arabadaymış!

Sütlaç yiyelim mi Tuncay'da ya da Muşta Lokantasında, teklifimse kabul görmüyor. Uğrayıp paket yaptırabilirdim ama o an bir fikrim göz kırpıyor.

Bu fikirse heyecan veriyor; hem kitap da okursun belki, diyerek de tetikliyor.

                                                                                       ***

Güne biraz kitap, biraz televizyon, biraz bloglar şeklinde devam ediyorum. Güneşin batmasını havanın bir nebze serinleyip nemden kurtulmasını bekliyorum. Biraz yürüyeceğim, acıkırsam bir yerlerde bir şeyler atıştırır, sonra da Pandemi'nin ilk dondurmasını yerim, diye plan yapıyorum. Arada bir dışarı çıktığımda küllahlarındaki dondurmalarla gayet samimi bir ilişki içinde olduklarını görüyordum insanlarımızın ki onlara zaten Pandemi de neydi? Maskeyse hak getireydi.

Yürürken ilk karşılaştıklarım, denizin kıyısındaki çam ağaçlarının altında geleneksel pikniklerini yapan Roman kardeşlerimizdi. Çoluk çocuk bakındım bir umut ama, Allah rızası için bir tek maskeli bile göremedim. Semaverler yanmış, mangallar cızırdıyordu.

Yol boyu, sıkı sıkıya maske takanların yanısıra onu aksesuar olarak orasına burasına takmış, hayata ve Covid-19'a posta koyan, kahramanlık timsali yiğit insanlarımızla da karşılaşıyordum. Bu nasıl bir ego ve dışavurum diye düşünmedim, çünkü tez bile yazabilirim.

Mantı mı yesem Enn Sevdiğim Kadının önerdiği yerde, diyerek mekanı arıyorum ama pek de o kapasitede bir şey yiyecek kadar aç olmadığımı fark ediyorum. Bulamayınca da tahmin ettiğim yerde, Pandemi öncesi son dondurmamı yediğim yere doğru yürüyorum. Oraya gelmeden önce göz attığım popüler mekanlardaki insan kalabalığı gündeme uygun. Kahve Dünyası'nın masa düzenini ise çok takdir ediyorum.

Gördüğüm o ki marka ve zincir mekanlarda dikkat azami, öteki yerlerde hak getire! Bizim belediyenin kafelerineyse gidilebilir; kapıdaki uyarılara kadar herşey yerli yerinde...

Varıyorum dondurmacıya,  balkona, son oturduğum masaya bırakıyorum sırt çantamı. Geçiyorum dondurma dolabının başına.

"Bir kase damla çikolatalı, çilekli, ballı cevizli ve sade dondurma lütfen."



Yanımda son 20 sayfasında olduğum kitabım var. Üzerine yazmaya başlamıştım ve dondurmalı bir fotoğraf da olsa o yazıda diye düşünmüştüm.

Dondurmam erir diye korkuyorum. Ancak bir iki sayfa okuyorum. Dondurmamsa çok güzel, özlemin tadı var. Bu dondurma da Bafra'ya özgü, oradan çıkıp Evrene yayıldı.

Acaba yarım kase daha ballı cevizli ve damla çikolatalı söylesem mi, diye geçiriyorken aklımdan, ya boğazlarında bir sorun, olursa, diyor içsesim. Eskiden olsa üşüttüm tabii, der geçerdik. Ya şimdi?

Vazgeçiyorum.

Türkan'dan poğaçalar alıp eve doğru, bu kez hanımeli kokulu sokaklardan yürüyorum.




* Galip Usta'dan bahis yazıdaki ikinci fotoğraftan sonra, okumak isterseniz buradan lütfen

**Başlık Zeki Müren'in Şimdi Uzaklardasın adlı şarkı sözlerinden evrilmiştir.

28 Şubat 2020 Cuma

Kısa ve Basit Bir Kaç Diyalog

Önceki gün, birden, canım mantı yemek istiyor. İlk açılan ve şehir merkezi dışında olmasına rağmen çok tutulan, kadınların gün yaptığı, şark köşeli küçük bir dükkân. Yaklaşık bir, bir buçuk yıl önce, yıllardır bulunduğu noktadan kayboluyor. Ekonomiye yenik düştü, diye, üzülüyorum. Mutfağında kadınların çalıştığı ama bir abinin sahip olduğu, arada bir taaa Sanayiden kalkıp geldiğimiz bir nefes noktası. Hasan Abi.

Sonra bir gün, bir kaç ay önce semtimizin yeni bulvarlarından birinde yürürken, görüyorum onu; daha büyük ama yine de sempatik bir mekân... Seviniyorum, burada devam ediyor, diye. Yıllardır değişmeyen bir menüsü var: Keşkek, Gözleme, Mantı, Sarma ve bir kaç yemek daha...

Giriyorum içeriye ki saat öğleni geçmiş. Hasan Abi'nin mutfaktan sesi geliyor. Sevimli parkı ve bulvarı yandan gören, ana yola kısmen uzak, cam kenarı masayı gözüme kestiriyorum.

Rüzgâr, sanki ardından yağmur gelecekmiş gibi üfürüyor ağaç dallarını ve sakin bulvarı. Kağıtlar, kağıttan uçak  gibi kalkıyorlar, burgu hareketi ile biraz yükselip sonra da pattadanak konuyorlar biraz ileriye. Sevimli ve minik bulvar kahvecisinin kaldırımdaki tabelası devriliyor; az önce önünden geçerken ve elimde kahve kokusu, dış masalarından birinde kitap okuduğumu düşlerken... El atmayı geçirirken aklımdan, mekân sahibi yetişiyor.

Güler yüzle karşılayan, bıcır bıcır ve konuşkan olduğu belli sempatik, kalbi güzel genç kadına "Mantı lütfen," diyorum. "Sarımsak?" sorusunu da onaylıyorum.

Masamdayım, günün rengi gri fakat sakinliği o kadar güzel tamamlıyor ki renk, kendimi bir filmin içinde sanıyorum.

Kumaş renkleri hoş sandalyenin üzerine koyduğum dark lacivert ve sevdiğim çoban kabanımın cebinden kitabımı çıkarıyorum. Kaldığım hikâyeden devam ediyorum. Çok tatlı genç kadın mantımı getiriyor; bırakınca masaya, okuduğum kitabı soruyor...

Gülümserken, çevirip gösteriyorum kapağını. "İçindeki bir hikâye, Stelyanos Hrisopulos Gemisi için aldım," diyorum.

Gözleri biraz daha gülüyor, "Okumuştum," diyor ve "Son Kuşlar da çok güzeldir," diye ekliyor.

O güne kadar haberdar olmadığım, Sevgili Okul Arkadaşım'ın bir yazısına* yazdığım yoruma verdiği yanıt ile haberdar olduğum Fazıl Say'ın sahne eserinden söz ediyorum. Onu izlemeden önce hikâyeyi bilmek istediğimdense söz etmiyorum.

Mantım muhteşem. Küçük pide lokmalarını arada yoğurduna banıyor, yoğurdun sosla buluşmuş tadının pideye kattığı lezzetin tadını çıkarıyorum. Günün bu saati kadar yavaş, sabırlı ve sessiz bir mutlulukla. 

Ödeme için kasaya yanaşıyorum. Genç kadın geliyor. O ara fark ediyor olmalı ki...

"Ne güzel, Cebinize kitap sığıyor," diyor.

"Cebine kitap sığmayacak hiçbir şeyi almıyorum," diyorum ki bu gerçeği yansıtmayan ve o anlık bir espri.

Dedim ya, genç kadın konuşkan, tatlı... Ve de çok sıcak, çok şirin bir pervasızlığı var.

"Güzel adamsınız," diyor, kartımı pos cihazından geçirirken.



Ne yazık ki bu sabaha karşı, birilerinin kibir ve cahil siyasetleri nedeniyle-yine başkalarının savaşında- ölen Fidanlar için:  Şehitler Ölür! 

 *Sevgili Okul Arkadaşım'ın bir yazısı. 

**Son satırdaki ifade ile ilintili bir başka diyalog da şu yazıdaki son fotoğrafın altında.

25 Aralık 2019 Çarşamba

Oysa ki sadece pide yiyeceğiz sanıyorduk...

Pazar sabahı için anlaşıyoruz; vakit gelince arayıp uyandıracağım ve muhtemeldir ki 10'da da yola çıkacağız. Zaten erken uyanan biriyim! Bir uyanıyorum ki henüz günün iki buçuğuncu saati; bir süre uykuya dönemiyor bilgisayarda oyun, biraz kitap derken saat altı gibi yeniden uyuyorum ama saati de dokuza kuruyorum, öyle anlaştık. Sonrasında bir uyanıyorum ki saat on otuz iki; ya çaldığını duymadım ya da cep telefonu eline zorla tıkıştırılmış ben, saati kuramadım. Telaşlanıyorum, düşündüklerimizin tamamını yapabileceğimiz noktasında, endişeliyim. Bir de mekanın kalabalık olacağı ve yer bulamayacağız gibi bir düşüncem var ki mekan bir süre önce vitrine çıkartıldı üstelik! Çocukluktan miras bir telaş bende, popülerlik saldırısından korkuyorum. Arıyorum enn sevdiğim kadını, uyandırıyorum; planı revize ediyoruz ve arabayla gitmeye karar veriyoruz. Oysa tren artı kasabaya giden halk otobüsleri şeklindeydi hayalimiz; gün batarken de bizim barınakta, denize karşı balık...


Eğlenceli bir yolculuk, sohbetli ve müzikli. Güzergâh zaten zevkli. Eğer erken çıkabilseydik, daha zevkli saklı bir yolu tercih edecektik ki yol arkadaşımın bu fikrimden haberi yok, ama yolu biliyor: Ölü demir yolunun üzerindeki eski istasyonu ve ahşap traversleri görünce ve bayılınca o gün, arabayı boş istasyon binasının yanına park edip kahvenin yanındaki köy bakkalından  soğuk kolaları, köy bakkalı gofretlerini, çikolataları ve krakerleri almış, geçmişini içimize çeke çeke tatlarını çıkarmıştık; hemen istasyonun yanındaki çok hoş ve kadim bahçesinde, çınar ağacının altındaki tahta masada... Salıncaklarında sallanırken "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek gidelim," de demiştik. Sulu hamurdan pide vaat etmiş, çok da övmüştüm. Üstelik Ercan Nuri Bey, makinistlerin en popüleri, yayımladığı ahşap travers fotoğrafını şıp diye tanımış, sormuştu: Neresi bura? Beni aldığından beri o yoldan gitme fikrinden hiç söz etmiyorum... Ta ki bu yazıya kadar. Aslında iyi de yapıyorum!

Varıyoruz kasabaya. İkinci köprüyü geçip otoparka bırakıyoruz arabayı. Daha önce geldiğimizi, ona bir bakkalı gösterdiğimi, hatta Bakkal Amca ile tanıştırdığımı, sanıyorum. Birlikte gelmediğimiz gibi, hiç bir yerini de gezmemiş bugüne kadar... ama Göğceli'yi* biliyor, görmüş, bir arkadaş cenazesinde. Bir bakıma şanslı, rehberinin en çok geldiği noktalardan birinde ve şaşırıp bayılacağı pek çok an'a ve güzelliğe tanıklık edebilecek. Üstelik güneş saklıda dursa da hava muhteşem.

Bu yazıda şöyle bir enteresanlık var; kurgusu sıralı değil. Zaman sıçramalı bir yazı. Buraya gelmemizin ilk ve ana sebebi pide. Benim için ilk değil ama bu mekân benim için de bir ilk. Bu şaşırtıcı bir durum. Yıllardır gelip gittiğim, yiyip içtiğim, çokça tanıdığım olan bir kasaba olmasına rağmen duymadığım ve bilmediğim bir pideci! Yeriyle ilgili bir tahminim var, enn sevdiğim kadının telefonundan da yardım alıyoruz ve bölgeye varıyoruz. Hatta kahvecinin üst tarafındaki sokağa giriyoruz ama yola koyulmuş küçük tabelaları bile görmüyoruz. Bulamıyor ve soruyoruz; eski çarşıyı gezip, gün nedeniyle kapalı olan tarihi bedestanın dış cephesine hayran kalıp, içeriye de kepenklerin arasından bakıp, Bakkal Amcanın nesilleri tükenmekte olan bakkalına bayıldıktan biraz sonra.


Kahveciden sonraki sokakta değil de bir üstteymiş, ona girsek elimizle koymuş gibi bulacakmışız aslında! Üstelik fotoğraf makinem yerdeki tabelaları görmüş ama ben görememişim. Şimdi küçük sokaktaki mekânın önündeyiz, camında ünlü gurme ile çekilmiş ve büyütülmüş bir fotoğraf var. Küçük, temiz ve sevimli bir dükkân. İki genç adam. "Hanginiz Galip Usta," diye soruyorum, biraz sohbetten sonra... Bir yere kadar gitmiş Galip Usta, bu efendi çocuklar, Aşkın ve Mücahit, ustanın yeğenleri. Öğreniyorum ki yirmi yıldır buradalarmış. Söz ediyorum öte geçedeki, çok da beğendiğimiz, kasabanın en iyisi bildiğimiz pideciden. "Sulu hamurdan yapıyordu," diyorum; çocuklarsa "Bizden başka sulu hamurla yapan yok," diyorlar. Şaşırıyorum fakat bu kasabanın pidesinin adıyla anılmasındaki farkın da sulu hamurundan olduğunu biliyorum, belki de son yıllarda kalmamıştır diye düşünüyorum. "Vedat Milor bahsetmese demek ki varlığınızdan haberdar olmadan bu dünyadan göçecektik," diyorum.

"Bir kapalı kıymalı lütfen."

"Bir de peynirli lütfen."

Usta açık mı? diye soruyor peynirli için ki biz tereddütteyiz, daha doğrusu ben. Çünkü tadım maksatlı olarak ikisinden sonra, beğenirsek  bir üçüncüyü yeriz fikrim var. Ustanın da önerisiyle ve aklımıza da yattığı ve genel tercihimiz de o olduğu için karışık peynirli, açık ve yumurtalıda karar kılıyoruz.



Hava çok güzel, saklı ve küçük sokakta... Dışarıdaki masalardan birine oturuyoruz. Sıralı ve ahşap ayakkabı tamir kulübeleri çok sevimli ki bir tanesinde davul zurna hizmeti bile var. Park etmiş, eski usul iki bisiklet sokağa renk katıyorlar... Aklımızsa semaverde.

Kasabanın ayakkabıları meşhur ki adıyla anılıyorlar. Kendilerine has stilleri var; yumurta topuklular ve biraz da kabadayılar. Enn sevdiğim kadın kendi ayağına göre yaptırma fikrinde, en racon modelini öneriyorum ki onun fikri de o yönde. Dans ayakkabısı olarak kullanacak! Bence onunla sınırlı kalmayacak,  gündeliğe de kullanacak ki işte o zaman bu ayakkabılar, maskulen bir akımın işaret fişeği olacak.

Geliyor pidenin kapalı kıymalısı.

"İki ayran lütfen."


Sanki çıtır çıtır bir börek hamuru, öylesine incecik. "Tüm ezberlerinizi bozacağım," diye gülümsüyor pide. Öylesine kendinden emin ki. Birer parça alıyoruz. Bu kez bayılıyoruz, diyemeyeceğim çünkü anı ve tadı anlatmaya yetmez. Yeni bir milat bu! Tartışmasız. Bugüne dek gördüğümüz en ince pide hamuru. Lezzet inanılmaz, sanki hiç pide yememiş, tadı nedir bilmezmişiz bir hayranlığın tutsağıyız. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; "İki ayran lütfen," dediğimizde, "kendi ayranınız var mı?" diye sormadık.  Çünkü burada bu sorunun anlamsız olduğu hissine kapıldık.

Vay vay vaayyy... hem de ne vay! Kaşar peyniri ve yöre peyniri harmanlanmış, bir çok yerdeki gibi ikisi birbirinden ayrı şekilde hamurun ayrı iki yerine koyulmamış. Yumurta tam kararında bir rafadanlıkta... tereyağını konuşmaya hiç gerek yok, çünkü burası bir ova. Tarihi, yeniden yazıyoruz!


Salatalarını çok beğeniyorum. Domatesi, hıyarı, biberi sanki bahçeden; dikkatimi çeken bir lezzeti var domatesin. Biber turşularına dokunmuyoruz ki dilimiz damağımız acısıyla uyuşmasın. Bir tarih yazılıyor ve hiç bir nüansını kaçırmaktan yana değiliz. Bitiyoruz pidelere... ve şimdi assolisti çağırma vakti, enn sevdiğim kadın ufak bir tereddüt içinde... bense götüreceğimizden eminim. Kendime güveniyorum. Seslenmiyor, kalkıyor masadan ve içeri geçiyorum. Öyle temiz bir çalışma alanı ki.. ve pırıl pırıl, beyaz tişörtleri ile çocuklar.

"Bir tane de kavurmalı yapar mısın lütfen."

Dönüyorum masaya. Kırmızı tişörtlü genç garson geliyor.

"Yumurta ister misiniz?"

"Elbette, lütfen."


Hiç de sıradan olmayan bir kavurma, tereyağını tekrara gerek yok ve sanat eseri kıvamda bırakılmış rafadan bir yumurta. Önce kavurmalı gurmesi tatsın diye bekliyorum. Üstelik bir pide daha mı noktasında kararsız bir isteksizliği vardı. Gözlerini izliyorum. Uç parçayı alıyor, iki yakasını bir araya getiriyor. Yumurtaya değdiriyor. Gözleri konuşmaya başlıyor. Koku başını döndürüyor. Isırdı... ve gitti... Hiç ses çıkarmıyorum. Gittiği yerden dönsün diye bekliyorum. İşte bu! Gözleri gülümsüyor. Damakların sözcüsü dudakları da. Silip süpürüyoruz ki çoğunu ben yiyorum, oysa ki sona bıraktığımız orta kısmını pay etmek istemiştim!

Elimi yıkayıp döndükten sonra görüyorum ki masada ince belli bardaklar. İçindekilere çay demeye dilim varmıyor ki başka yerlerdekileri çaysa bunlar ne?!


Ödeme için geçiyorum içeriye. Hesap şehirdeki standartlara göre çok uygun. Üstelik diğerlerinin tümünden ayrı, özel ve de gerçek bir sanat eseri yediklerimiz. Tüm bu sözleri sarf ederken çocuklara, bunun Vedat Milor'la ilgili olmadığının altını da "Onun önerdiği, bizi çekerse gittiğimiz her yeri de beğenmiyoruz. Üstelik biz doğduğumuz günden beri, pidenin her çeşidini yedik ve  yiyoruz, dolayısı ile -bize göre- iyi kötü ayrımını da yapabiliyoruz" cümleleriyle çiziyorum.

Aslında fırınların ve mekânların tarzı genellikle buradakine oranla daha kalın hamura yönelik ki bu da kendi arasında farklıklar gösteriyor; kimi kapalı pideyi iki parmak genişliğinde yapıyor kimi neredeyse dört parmak. Tarzlarına göre Çarşamba Pidesi, Terme Pidesi, Bafra Pidesi şeklinde adlandırılan bu yiyecek nüanslarla ayrılıyor birbirinden. Elbette her birini daha güzel yapıp öne çıkan mekanlar var; mesela Bafra Pidesi ise söz konusu olan Turhan Usta'yı bire yazarım. Fakat bir de Çınarlık Pidesi var ki o başka bir şey; belediyeye ait mekânlarda yaşama döndürülmüş bu pide kapalı, incecik ve çıtır hamurlu; içinde kaşar peyniri ve kavurma olan, elbette tereyağlı ve üzeri çörek otlu bir efsane. Özellikle Samsun Atlı Spor Tesislerindeki restoranda, şahane manzara eşliğinde yenilmeli.


Bakkalımızsa kapalı. Bu açık gününde gelmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Enn sevdiğim kadın bayıldı, sol vitrindeki yıllanmış meyve sularını özellikle gösterdim ki onlara da bayıldı. Ya sundurmanın üzerindeki kasayı yuva yapmış kediler?! Üst katı da merak etti, sordu, görecek tez zamanda ve Bakkal Amcaya soracak! Üstelik Bakkal Amca bize çay ısmarlayacak.

Göğceli'ye yürümeden önce Rahtıvan Caminin arka sokağındaki sepetçilere gidiyoruz. Sokak zaten geçmişe ışınlanmışız gibi, satıcı abiler çok tatlı, kendi el emekleri sepetlerin küçüğünden alıyor en sevdiğim kadın. Elbette mavili.  Bu çarşıdaki bazı kepenkler fotoğraflık, o kepenklerin dükkânları da... Bir geçmişe yolculuk alanı burası.

Yürürken Göğceli'ye ekili ve ağaçlı bir bahçenin içindeki ev, elbette çok sevimli kedi, kaçınılmaz freni yaptırıyorlar. Sessizce, uyandırmama gayretli adımlarla yaklaşıyoruz duvarın dibine... Uyumakta olan sevimli kedi şöyle bir açıyor gözlerini ki buna açmak denir mi, bilmiyorum; uykusu çok tatlı belli ki... birini zorla açıyor, uyku öyle ağır basıyor ki  bedensel hiçbir kıpırtı yok. Öyle de tatlı. Güvendi bize, bir zarar vermez bunlar diye düşündü mutlaka ki tekrar gözlerini yumuyor ve uyumaya devam ediyor.


Güzel ve eski evler görerek varıyoruz Göğceli Mezarlığına. Karşısında, yüksek betonlarının üzerindeki tel örgüleri, yüksek nöbetçi kulübeleri, miğferleriyle nöbetçiler, dışarıdaki turnike, ıssızlık, boş ziyaretçi bankları ve projektörleriyle bir Nazi kampını anımsatan ve dilime vurarak ifademe şekil veren Cezaevi. Giriyoruz mezarlığa ki hemfikir olduğumuz bir nokta var, bu mezarlığın güzelliği. En sevdiğim kadın bir doktor arkadaşını, ben de uzun yıllar mağaza komşuluğu yaptığımız bir ailenin, en yakın arkadaşlarımdan birinin mezarlarını ziyaret edeceğiz. O ara gerçekten çok özenle düzenlenmiş, çok sayıda ve aynı soyadlı mezarın olduğu alanda duruyoruz. Belli ki soylu bir ailenin aile mezarlığı. Soyadları da bunu çağrıştırıyor zaten. Ercan'la tanışıyoruz. İlginç bir karakter, annesi de bu aileden... teslim alıyor bizi, çiçek çiçek, ağaç ağaç anlatmaktan geri kalmadığı gibi yatanların her birinden tek tek, kariyerleri ile birlikte, kim kimin nesi şeklinde anlatıyor. Soyad zaten çarpıcı, meslekler ise hakikaten şaşırtıcı. Hiç evlenmemiş bir anne kuzusu kendisi. Yaş 55 ama göstermiyor. Yalnızlık dilinde ki yakalamışken bizi, bırakmıyor.

Kurtulamıyoruz Ercan'dan, burayı nasıl bu hale getirdiğini anlatıyor, uzun uzun. Sonunda, artık yeter noktasında, onu kırmamak için sonuna vardığımız sabrımızın yeter yahu dediği anda  mezarları ziyaret edeceğimiz için izin istiyoruz. Yine de kurtulamıyoruz ve bizzat o mezarlara da götürüyor ki onun da tanıdıkları. Doktoru iyiliklerle övüyor. Göğceli Camisini de anlatıyor, o camiyi uzun yıllar önce hayata döndürenin ben olduğumu bilmeden. Ama artık bu özel cami hakkında çok şey biliyor.

Mezarlıktan çıkınca  başka bir yol öneriyorum; güzel evlerin, bağların bahçelerin olduğu... Mahallenin BİM'ine giriyorum, öncesinde sen gözünü kapat ve bekle diyorum. Yeni tanıştığım, ebatları ezber bozan ve bayıldığım, yeni ürün, ince uzun gofretlerden almak için. Çıktığımda uzatıyorum, bakmamasını tekrar ederek. Bayıldı bile. Üstelik az sonra neredeyse bir golün asistini yapacaktı. Asist başarılıydı ama, santrfor golü yapamadı. Çocuklarla sohbetse çok tatlı. Ya çıkmaz olduğunu bilmediğimiz sokaktaki koca bahçeli ilçenin ileri geleni! Harika bir alan, ve harika bir ev. Saklı!



Yaklaşınca ırmağın kenarına kahve için eskiden bildiğim, kızarmış dondurma bile yapan pastaneyi öneriyorum ama ya bulamıyoruz ya da kapandı veya taşındı, diye düşünüyorum. Beyya geçeden, ötça geçeye yürüyoruz; eskiden taşıtların da girdiği ama çok eskisinde aynı kısmın kayıklarla geçilebildiği noktadaki tarihi köprüde. Artık düzen bozulmuş. Gidenlerle gelenler karışık nizam, oysa taşıtların geçtiği yıllarında, gidenler ve dönenler kendilerinin solundaki kaldırımı kullanırlar, dolayısı ile kimse kimsenin önünü kesmez, yol verme karmaşası yaşanmaz ve  adet olmuş bu güzel akış göze de çok hoş gelirdi.

Köprünün ötça geçesindeki Emirgan Parkında içeceğiz, kahvelerimizi. Yeşilırmağın kenarında,  ağaçlık ve güzel parkın içindeki güzel kafede, Boğaziçi mimarili üçüncü köprüye bakarak...

"İki orta şekerli kahve lütfen."

Hoş bir sunum. Akşamın en güzel saatleri, üstelik muhteşem bir hava. Parkın sevimli yolunun üzerine bir çocuk, boylu boyunca uzanıyor. Çocuklardan birinin annesi cep telefonunun kamerasını hazır ediyor ve bekliyor. Kayıt başlıyor. Farklı yaşlarda patenleriyle üç çocuk bizim önümüzden sırayla start alıyor. Gittikçe hızlanıyorlar ve hooop çocuğun üzerinden sıçrayarak geçiyorlar. O an, çocukken yazılarını bayılarak okuduğum Çetin Altan'ı sohbetimize katıyorum. Onun kuaförleri olan, köy kahvelerinde kadınlı erkekli oturulan ve mutlaka keman ya da piyano çalınan Türkiye tasavvurundan söz ediyorum! Kahvelerimiz çok güzel. Küçük şekerlemeler ve lokumların olduğu minik çanağımı boşaltmışım çoktan. Hayatın güzel anlarından biri. Emirgan çok güzel. Yeşillikler üzerindeki top arabası, az ötemizdeki ağaç, köprünün bir bölümü, havadaki hafif pus ve  kandilleri yanan uzaktaki Rahtıvan cami. Muhteşem bir kare. Fotoğrafa hapsediyorum. Kaçırılacak gibi değil!


Köprünün üzerinden akşamın sunduğu güzellikleri izliyoruz. O ara ışıkları yanıyor köprünün. İki, üç poz çekip makineyi kapattığımda da sönüyor. "Bizim için yaktılar," diyorum tabii ki... sonrasında espriler sıra sıra.


Bu köprü üzerindeki köpeklerin ki mahalle kavgası düzeyindeki kalabalık kavgasını saymazsak, günün en ilginç karşılaşması, köprü demirlerine asılmış kilitlerdi. Büyük ve bitmeyecek aşkların bazıları pas tutmuş kilitleri. Öyle bir sıcaklık kattılar ki günümüze... Üstelik burası Texas namıyla ünlü Çarşamba.

Uzun süre ırmaktaki balıkçılları izliyoruz. Bir de kendini hep saklıda tutan güneşin güne veda ışıklarını. Bu kez sahilden yürüyoruz; enn sevdiğim kadına, ırmak manzaralı bistro, balıkçı tezgahları, kafeler ve balık lokantalarını göstermek için... Hava, günün rengi, Aralık ayında bile dış masalarda oturulabiliyor olması... bir şeyi çağırıyorlar!



Not: Geçe, ötça- öte geçe ve beyya-beri geçe, köprüden evvel hayvanları ve kendilerini kayıklarla karşıdan karşıya geçirdikleri çok eski yıllardan bir ifade ediştir ki aynı zamanda iki geçe insanlarının aralarındaki rekabetin simgesi bir öteleme, küçük görme sıfatıdır. Şu an yayaların kullandığı ilk köprünün Atatürk'ün emriyle başlatıldığı, ve ayrımı ortadan kaldırdığı, barışı sağladığı  da söylenmektedir ki şu anki kullanımı tüm bu ötelemelerden uzak, artık çok da kullanılmayan sempatik bir tariflemedir.


*Göğceli Camisinin İlginç Hikayesi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP