14 Nisan 2020 Salı

Cumbadan Kitap Önerileri

Bir süredir takip ettiğim bloglardan Sakura Mevsimi'nın yeni yazısına gittiğimde ve yazdıktan sonra yorumumu; göz attıklarım içinden bir yorumun niteliği, üslubu, bu bloga bakmalısın, diyor: Mutlu Anlar Koleksiyoncusu. Tamam ad cazibeli, yorum güzel, fakat içerik?.. Elbette bir kez daha yanılmıyorum. Yanıltmadığı için de bir yorum yazıp, blogrolluma ekliyorum.

Bir gün sonra sanırım, yeni bir yazısı düşüyor blogroluma. Denemenin blogrollda görülen başlığı da tam anlamıyla olta! Hoştu. Önceden bir fikrim olmasa o oltaya kesinlikle gelmezdim. Geldim. Çünkü seçilen başlıktaki gülümsemeyi sezmiştim. Belki de yanıldım. Okudum ve bir ufuk açıldı. Ve şu cümlelerin de olduğu bir yorum yazdım: "Cumbaları çok severim fakat sizin tanımlamanızdan hiç bakmamıştım olaya. Bir üst boyuta taşınıp kuvvetli bir kimlik oldular şimdi. Yarenlik edilebilir birer kimlik."

Diğer yorumlara göz atarken de Yağmur Tozu'na ait olanın içindeki şu soru bir ampulü yakıverdi:  "Mimarlar da keşke cumbalı yapsalar apartmanları nasıl olur acaba?" 

Güzel olur, güzel de oluyor çünkü!


Sıkı bir mimarla çalışmak, biraz da hayal sahibi olmak gerekiyor sadece. Modern bir tasarım, ahşap yoğun bir dış cephe, ve modern tasarıma eskiden, geleneksel bir dokunuş. Bu kadar basit!

Olağanım olan cumba okuduğum yazıyla birlikte bir alan olmaktan öteye geçti, birlikte yaşadığımız bir kimlik halini aldı. Elbette özür diledim kendisinden. Kıymetinin farkındaydım, salonun özel bir köşesiydi fakat bugüne kadar derin bir geleneğe ait olduğunu düşünmeksizin biraz üvey davrandığım duygusuna kapıldım. Tamam, özellikle yazın, sağ pencereyi açıyor, denizin kokusunu izliyordum ama ona gereken özeni göstermiyormuşum gibi hissettim birden. Ve bunu telafi etmek için çabaladım. Sabahtı. Erkendi.


Korona Günlerine uygun düşecek, ruhu germeyecek, yüze şefkatli gülümsemeler yerleştirip günlerin negatif etkisinden uzaklaştırırken başka dünyalara ortak edecek kitaplar seçmeye karar verdik. Daha doğrusu ben seçtim, o onayladı.  Çalışma odasından fazla zorlanmadan toparlayıp getirdiğim kitapları, üzerindeki dergileri ve kitapları bir süreliğine aldığım sehpanın üzerine yerleştirdim. Korona Günleri Seçkimizin içine öyle gerim gerim germeyen, hatta eğlenceli bir iki polisiye de yerleştirdik ki kendimizi kaptıralım ve gündemden hep kopalım. Toplu bir fotoğraf gerekiyordu elbette; günün mana ve önemine binaen... İhmal etmedim. Gariptir ama, fotoğrafta kahve de olmalı, dedim! Fakat filtre kahveyi, Cumba'nın huzuruna, yakıştıramazdım.  Elbette ki masada kahve olmalıydı ama bu şekerli bir sütlü kahve olmalıydı; süt ilaveli değil, eskilerde kalmış gerçek bir sütlü kahve!.. Üşenmedim.


Ve ilk kitabımız: Romantik-Bir Viyana Yazı. Diyebilirim ki en bayılarak okuduğum, izi asla silinmeyecek enn kitaplarımdan biridir. Çok özeldir ve bir gün gittiği yerden geri gelememiştir! Sonra, 2012 yılında yeniden fakat bu kez İş Bankasından çıkan kitabı  aldığımda, yeni tarihi atarken, 1993'ü de unutmamış ve atmışımdır.

Kahramanımız bir Tarih Öğretmeni. Fantastik kitap kahramanı tadında başka karakterleri de var elbette. Ruhları dürtükleyen bir kitap olduğunu düşünmekteyim ki bu ifadede bile kitabın etkisi var! Bir göl kenarında günün ruhları dürtükleyen saatlerinde okunuyormuş hayali kurdurur hep bana... ki o ifadenin geçtiği, yani günün ruhları dürtükleyen saatlerindeki bir an, göl kenarındaki bir yemek anı ve ifadenin gücü unutulmazımdır. Benim için kutsal bir kitaptır ki ilk sayfasının hemen yanındaki sayfada yer alan Adalet Ağaoğlu cümleleri bir vasiyet gibidir.

Bu sayfalardaki bütün kişi, yer, kitap adlarının, tarihlerin, coğrafyaların, "gerçektekilerle" her türlü ilişkisi vardır. Sadece, kitabın okunup üflenmiş roman kategorilerinden hiçbiriyle hiçbir ilişkisi yoktur.

Yazarın özlemi, bu romanın kafalarda önden hazır herhangi bir kalıba sokulmadan okunmasıdır.

Ve Pınar Kür. Beni fena halde şaşırtan, bayıldığım bir polisiye. Bir tek kitabını okumuştum ve muhtemelen de kitaplardan konuşurken bunu beyan etmişimdir... Belki de "Bir Pınar Kür kitabı okusam mı," demişimdir... Ve Cinayet Fakültesi'ne bayılmışımdır. Şahane bir romandır ve edebiyat tadı noktasında ve de öyküsü itibariyle ve de karakter renkleriyle yaşatır kendini. Üstelik iyi polisiyeyim diyen çok kitap, kıyısından bile geçemez. Bütün bu samimi ifadelerimden öte de benim için özeldir. Çünkü onu bana Enn Sevdiğim Kadın getirmiştir.

                                                                                 ***

Italo Calvino beni Görünmez Kentler'le vurmuş bir yazar. Şu blogun içinde kaç kez bahsetmişimdir bilmiyorum. Sonra başka kitaplarını da okudum elbette. Fakat Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü adlı 75 sayfalık romanı, en keyifle okuduğum, birebir hissettiğim, gözümden akanlar kelimeler değil de bir filmin kareleriymiş gibi yaşadığım bir kitap olmuştur. Belki konunun ilginçliği ama daha çok da aksiyonu ve betimlemeleriydi beni ele geçiren... pek çok karakterine sokakta rastlasam tanırım! Hakeza mekanlarını da yeteneğim olsa birebir çizerim. Öylesine içinde kaldığım bir kitaptı. Sanki 75 sayfada tuğla bir kitap çıkmıştı karşıma.


"Şu yakın tarihte hayatıma girmiş ikinci şey bu kitap, ve şu yakın tarihte hayatıma girecek hiç bir şeyin birinci olma şansı yok, ne yazık ki.  O yüzden bu ikinciliğe o gözle bakılsın lütfen."

Bu cümleleri bundan yaklaşık sekiz yıl önce Kapı* adlı kitabıyla Magda Szabo yazdırmıştı bana. Macar yazarlara zaafımın başlangıcı oldu o kitabıyla kalemi narin, hikâyeleri güçlü kadın. Sonra Katalin Sokağı'nı okudum. Yine yanıltmamakla kalmadı, ayrı sevdiğim kitaplar ve yazarlar haneme bir çentik daha attırdı.

Budapeşte'de bir sokak Katalin ki orada olma isteği yaratıyor. Üç aile bir hikayede... Gülümsetiyor insanı, yer geliyor geriyor; zor yıllar Avrupa için. Naziler... Hoş da bir kurgusu var kitabın. Korkmayın, üzüleceği anlarda bile sıcak kalıp gülümsüyebiliyor insan. Karakterlerin her biri mıh gibi kalıyor aklınızda, çünkü siz de öyküye dahilsiniz. Yaşıyorsunuz!

                                                                             ***

 ...Dönüyorum odanın sıcaklığına, alıyorum elime kitabımı, uzatıyorum bacaklarımı rahat yatağa... Saraybosna Marlborosu. Muhteşem bir savaş romanı! Aslında bir öykü kitabı; ama küçük insanların büyük öyküleriyle örülmüş, hiç canınızı yakmadan bir savaşın dramını, ne olduğunu cilt cilt kitaptan daha detaylı ama hayata dair hikâyelerle ve karakterle anlatırken gülümsetebilen...  Fena halde o coğrafyada olma isteği yaratan, savaşın soğukluğunu insanın sıcaklığı ile bütünleyen, üzerine bir yazıyı ayrıca hak eden enfes bir kitap. Ve henüz minik bir öğrenciyken arkadaşlarla gittiğimiz, şimdi yerinde yeller esen sinemada izlediğim filme adını veren, sonraki yıllarda pek çok romanda önüme çıkan izi daim bir direnişin öyküsü, Neretva Köprüsü...**


"Tourette sendromu (veya Turet sendromu), aynı şekilde kısa aralıklarla meydana gelen istemsiz, hızlı, ani bedensel tikler ve ses tiklerinin oluşturduğu nörolojik veya “nörokimyasal” kalıtsal bir rahatsızlıktır, gelişimsel bozukluklar kategorisinde ele alınır. İsmini Fransız doktor Gilles de La Tourette den alır."*

Lionel Essrog bu sendroma sahip ilginç, o derece tatlı, ve o derece sadakatli bir karakterdir ki kendisi adamım olmayı başarmıştır. Bir de patronu ve elbette arkadaşları var ki onların her biri de ilginç ve tatlı çocuklar. Bu tatlı çocuklar bir yetiştirme yurdundan arkadaşlar. Bir "dedektiflik" işinde birlikteler. Popüler kültür ile yüksek edebiyat arasında bir yerdedir ben için ki bunun bilinçli bir seçim olduğunu düşündürtmüştür bana; yazar belki de bir parodi yaratıp fazlası ile eğlenerek yazmıştır bu romanı. Hissiyatım bu yönde olmuştur. 

Akıcıdır, eğlencelidir, duygusaldır, heyecanlandırır ve merak ettirir. Ama en güzeli bir insana, hayatının güzel haftasonlarından birinden söz ettiği bir yazının içinde "Sonuçta içine raylar kaçmış bir insanım. Coşkun denize bakıp kitabımı açıyorum. Tarım alanları eksiltilerek yapılmış sanayi sitelerinin içinden geçerken hayıflansam da, sanki, Öksüz Brooklyn'in içinden geçiyoruz sanıyorum." gibi cümleler kurdurur.*** Üstelik kendisi ödüllü bir kitaptır!

                                                                               ***

... Rahat koltuklara konuşlanıyoruz. Kitaplarımız elimizde. Kahvelerimiz geliyor. Mikrodalga görmüş börekler şaşırtıcı derecede lezzetli. Okuduğum kitap Günden Kalanlar, şahane. Vakar kelimesinin altını şahane dolduran kıymetli bir uşağın İngiltere kırlarındaki yemyeşil seyahatine eşlik etmek, konakladığı yerlerdeki sohbetine katılmak çok güzel. 2. Dünya savaşı sürecine de dokunan, şatolarda savaş-siyaset ve gelecek konuşulan, içinde lezzetli bir aşk da olan nahif ve çok lezzetli bir roman bu. Yazarı Nobel alınca  fark ettiğim biri. Artık starım ama! Kapıya çağrı başladı. Cam kenarını kapmışız yine. Göklerin Atlantisi ise muhteşem parıldıyor.****


İşte bu kadın ne yazsa okumaya hazır kişiyim ben. Bir gün bir kitap aldım, yazarını tanımıyorum, beni vuran kitabın adı, semtin hastasıyım. Bu Gece Pera'da.* Dili kullanmaya, anlatıya bayılıyorum.  O andan itibaren de hayranı oluyorum. Jale Sancak. Tavsiye kitabımız onun yaptığı bir seçki, İstanbul Öyküleri Antolojisi. İçinde kimlerin hikâyesi yok ki! Sait Faik'ten Murathan Mungan'a, Peride Celal'den Tezer Özlü'ye, Abidin Dino'dan Selim İleri'ye, Bilge Karasu'dan Feride Çiçekoğlu'na tam 27 birbirinden güzel öykü var. Ama bana sürprizi, her birine ayrı ayrı bayıldığım hikâyeleriyle bu kitabı okuyana kadar kendilerini tanımadığım, sonra da kitaplarını aldığım iki yazar. Kostümlü Hayalet ki tadına doyamadığım bir anlatıdır, ifade muhteşemdir, karakter fena halde çarpar ve ne mutlu ki beni Nalan Barbarosoğlu ile tanıştırmıştır.

Bir etkili, çok etkili hikâye de Vecdi Çıracıoğlu'dandır ki karakterleri rüya gibidir. Hüznü de yanında olan, yer yer ısıtan, son noktada da okuyanı gerçek hayattan bir anmış gibi hoş ve buruk, ama gülümserken bırakan unutulmayacak bir rüya gibidir... Muhteşem bir hikâyedir, nahiftir ve insanın soluğunu keser, nefessiz okutur kendisini, Oltacı Miran ve Sarıkanat.

                                                                               ***

Öykülerde Bir Ülke alt başlıklı Batının Doğusu, yazar Miroslav Penkov'un ülkemizdeki ilk kitabı. Başka bir kitabı çıktı mı daha sonra bilmiyorum. Ama bu kitabındaki öykülerine bayıldığımı biliyorum. Bana Bulgaristan'ın yüz yılını anlat deseler, öyle bir anlatırım ki sanırlar ömrümün çok yılını orada geçirdim. Bize, bizim soydaşlarımıza dair de pek çok iz var öykülerde; isim değiştirmeler, rejimin baskıları, yıkılışı, yıkılan ve değişen hayatların gülümseten öyküleri, hepsi var. Ama en önemlisi yazarın hikâyelerinde kullandığı tatlı mı tatlı mizah. Acıtırken bile gülümsetmeyi becerebiliyor olması ve gülümsetirken de yaşananları aklınıza kazıyarak, bir dönemi anlamayı sağlıyor olması kalburüstü! Bu manada baktığımda. Saraybosna Marlborosu'nu seven bunu, bunu seven onu sever diyorum.  


Macar yazarlara zaafım çoktan başlamışken rastlaşmıştım László Krasznahorkai ile. Bilinçli bir seçim değildi, önce adı, sonra kitabın adı ve Macar yazar olması tetiklemişti. Gönlüm istedi ve sipariş listemde yerini aldı. Bir yaz akşamında kadim evin yeni giysili halinde, bahçede ve sokak lambasının sıcak ışığından yararlanarak okumuştum kendisini. İlk cümlelerindeyken daha "İşte bir Macar Yazar!" dedirtmişti. Fakat baş karakter Korin; muhteşem bir adam. Biraz Brooklyn'li Lionel gibi... ruhen ama. Bu "entelektüel" bir kişilik. Arşivde çalışıyor ve bir gün bir belge ile rastlaşıyor ve sonra macera başlıyor. Ben bayılıyorum bu sürece ve tabii ki kendisine.  Onunla New York'a gitmeye gönüllüyüm. Kalbi güzel, takıntılı ve komik adam Korin sonuçta. Yazar için fazla söze gerek yok, mizahı şahane kullanan, cin gibi zeki bir adam. Usturuplu sabahımdayım şu yazıyı yazarken, yoksa içimden geçen vurgu başka türlüydü!


Ben bazen yüksek edebiyat falan takmam, bir kitap beni çektimi alırım, adı istanbul Treni olunca da kimseler tutamaz beni. Kitabın arka kapağındaki tanıtımın ilk cümlesi şöyleydi: İstanbul Treni 20.yüyılın en çok okunan İngiliz yazarlarından Graham Green'in romancı kimliğini bulmaya başladığı yapıtıdır. Kitapla ilgili çok eleştiri ile rastgeldim okuduktan sonra. Elbetteki okurken ben de "Abi bazı cümlelerinde fazla detay girip işi uzatmışsın, daha kısa tasvirler de olsaydı anlardık, mal değiliz." dedim lakin kitabı sevdim. Onu, o yılların koşulları ile değerlendirdim ve evet bayılarak okudum. Hatta o trende ben de vardım. Belki buna benzer çok şey okuduk dedirten, yoksa bildiğimiz başka yazarlara mı öykündün sen, gibi tepeden bakan cümleler de geliyor insanın aklına fakat ben sevdim, samimiyetine ve çabasına inandım, hatta İstanbul'a varınca ve bitince kitap; ilk işim Pera Palas'daki oda fiyatlarına bakmak oldu. Restoran menüsünü inceledim ve enn sevdiğim kadına fikrimi beyan eden bir mektup attım.  Bir hayal kurdum, zamanda bir yolculuğun hayalini.

Şu günler önce bir geçsin...



 *Kapı Magda Szabo

**Yazının geçtiği, konuyla alakasız,  Şehrin Fısıltısı adlı yazı

*** Cümlenin geçtiği, yine konuyla alakasız bir yazı.

****Yine konuyla alakasız bir Antalya dönüşü yazısının içinden bir alıntı. 

*Turet Sendromu ile ilgili geniş bilgi için Vikipedi lütfen.

10 Nisan 2020 Cuma

Yavaş Hayat

Uzun Yazı  

Dikkat Yorabiliyor!


Bir öğlen arası vermiş, kış güneşinin ayartmasına duyarsız kalmamış, kendimi dışarı atmış, tabildot da çıkaran mahallemizin lokantalarından birinin arka sokağa bakan alçak tarabalı şirin bahçesinde sırtını ağaca dayamış yol kenarı bir masaya oturup, lezzetli yemeklerinin tadını çıkarmış, deniz kenarından işe dönerken bir yazı hayal etmiş, cümlelerini kurmuş ve sonra da not almış ama bıraktığım yerde unutmuşum; işte onlara rastladım bu sabah ki bazı cümlelerimi sondan bir önceki yazıda da kullanmış oluşuma gülümsedim. Fakat o günün notlarındaki hali de pek hoşuma gidince, kalsınlar ve o yazıya ek olsun bunlar da, dedim ama tekrara düşen bazı cümleleri de çıkardım. Sonuçta nereye bağlanacağını bilmediğim, ortaya karışık bir yazı çıkacak, sanırım. Hadi hayırlısı! 


Kış güneşli bahar tatlı yemek dönüşü akıla düşen cümleler:

Hızlı bir hayattı benimkisi...

Çok hızlı, çok renkli, bol aksiyonlu bir hayat.

Gözü karaydım hayata, onun da gözü karaydı bana. Aksiyonlarını, bana tuzaklarını her ne kadar sezsem de, olasılık hesaplarını doğru yapsam da, yüzleşeceğim anlarda neler olabileceğini bilmiyordum. Bu bilinmezliklerle savaşmayı ve onlara da galip gelmeyi seviyordum. Senaryolarım vardı elbette; bu senaryolara uygun çözümlerim de...  Ama anların gerçekliği ve sürprizleri başkaydı.

Hızlı düşünebiliyordum, hızlı kararlar da alıyordum; uzun planların içindeki fay kırığı anlarda serinkanlılıklarla yeni çözümler üretebiliyor, ummadığım bu sürpriz zorluklarla yüzleşiyor, kabullenip benimsiyor, yepyeni hallere kolaylıkla adapte olup üstesinden geliyordum. Kavgayı seviyordum!..

Kötü mü kötü bir fay kırılmasına denk geldim daha sonra; hem dış şartlar çok zordu hem de iç. Çok kişiyi gözetmem gerekiyordu. Ama en önemlisi çocuklar!.. Geleceklerinin planlanması, o geleceklerin doğru ve sağlam kurulması gereken çocuklar...

Babadan sonra, onun da bildiği ve onayladığı ve askerden döner dönmez hayata geçecek kendi kararlarımı ve kendi planlarımı askıya almıştım. Erken ölüm iyi miydi kötü müydü sorgulamadım, isyan edip de vazgeçmek zorunda kaldıklarım için hayıflanmadım. 

Sorumluluklarımı sevdim. İnsanlarımı seziyordum. Kararlarımı onların sezilerine ve kaygılarına zarar vermeyecek ve gözetecek şekilde oluşturmaya başladım. Yalnızdım, çocuktum, sıklıkla gelip gitsem de askerdim. Hedeflere ulaşmak adına yanlış ama gözetmem gereken insanların kaygıları açısından doğru bir tercih söz konusu olunca, her ne kadar onların doğruları ile benim doğrularım eşleşmese de  hak sahiplerinin hissiyatlarını da gözeten bir yol tuttum. Asıl olan onların huzur ve mutluluğu oldu, tasavvurlarında olmayanın korkusunu yaşasınlar istemedim. Kestirmesini bildiğim yolu uzattım.


Yazıyı yolda düzerim derken yazının uzayası mı geldi yoksa!

Sonra, askerlik bittikten sonra bir gün, kısa vadedeki sorunları, fırsatı ganimet bilip de o fırsattan yararlananları yok etmek için çok radikal bir karar aldım, kimseyle paylaşmadım, günleri geldiğinde gereğini yaptım.

Genç ve bekâr bir çocuk tehlike arz ediyordu; oysa babam için bu sorun teşkil etmiyor, o çocuğa güveniyor, yapıp ettiklerinden de gurur duyuyordu. Annemin kulağına kar suyu kaçırılmıştı ama.   Kim olduğunu bildiğim biri oğlunuzdan hamile kaldım diye aramıştı bi keresinde, lisedeydim. Mağazaya gittiğimde babam sahadan çekilip depoya inmiş, küçük amcam sırıta sırıta meseleyi açmıştı. Dedim elim eline tokalaşmak için değmiş olabilir, fakat ben tokalaşmayla hamile kalınabileceğini bilmiyordum.

Daha acemi birliğindeyken, son görüşmemizden bir ay sonra baba öldü.  En amcamın kararıyla, küçük kardeşimin mağazaya geçmesine karar verildi, ben istemedim. Sonra hayatımın en zor işini yaptım, benim de hocam olan Pembe Hanım'dan, onun tüm ısrarlarına rağmen, takır takır sınıf geçen kardeşimin, lise birinci sınıf yarı yılında tasdiknamesini istedim ki bir daha okula dönmek istemeyeceğini biliyordum. 19 ay sonra ben askerliği bitirip kesin dönüşü yaptım. İşi gücü, şahane arabası olan gözde bir bekârdım, çıktığım bir kız vardı, bir gün telefon açtı, hissetmiştim ve soğutmaya çalışıyordum. Aramıyormuşum ama o benle konuşmak istiyormuş, isteyenleri varmış... vedalaştım.

Annemin ödü kopuyordu. Kız çocukları olan bazı anneler laf yetiştirmekten geri durmuyordu. En amcam kız bakıyordu. İzmirli bir sevgilim vardı, İngilizce öğretmeniydi. Cumhuriyet Lokantası'nda bir akşam yemeğine gitmiştik, Cumhuriyet'le yaşıt çok klas bir lokantaydı ama akşam haline şehirde yaşayan kadınlar pek getirilmezdi. Gören biri teyzesine, o da anneme yetiştirdi; o nasıl kızdı ki hem Cumhuriyet'e gidebiliyor, hem de rakı içiyordu. Ben nişanlanmış mıydım, annem yok öyle bir şey demiş, ama nutku da tutulmuştu tabii ki. Yaş 22-23. Neyse uzatmim, benden bağımsız olarak evlenmem gerektiğine karar verildi, hissediyorum. Hiç aklımda yok ve hiç bir zaman da olmadı. Ama önümde duvar olacak, ne kadar torun torba sahibi olmak istese de ki bu konuda bir hayali olduğunu da biliyorum, baba yok, sorumluluk çok. Oysa baba ölmese, benim projeler için, işi daha büyütmek için, İstanbul'da olacaktım.

İzmirli ile yolları ayırıyorum, aksiyonlu ama muhteşem bir gecenin, bir zaman sonrasında. Buralı hangi "aile kızı" ile çıksam, beklenti evlilik. Oysa beni teğet bile geçmiyor. Annemin hep ödü kopuyor. Babannem benden yana. Büyük amcam, yani enn amcam, bana -kendi ölçeğinde- ideal eş peşinde. Küçük amcam evlerinin anahtarlarını veriyor. Kız kardeşim arabada parfüm kokusu arıyor. Sonra bir kırmızı ışıkta durmuşken ben, bir kız geçiyor yaya geçidinden ve arabanın önünden... En amcam bu şehirde gördüğüm en güzel kız diyor, sırf ona bakmak için çalıştığı yere gidince; ama O, soylu bir aileden olsun istiyor.  Küçük ve boy boy kuzenlerim, okuldan çıkınca topluca çalıştığı yere gidip vitrin camından ona bakıyorlar. Bir arkadaşımın eşinin arkadaşı çıkıyor, kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız.

Birlikte gidilen, şimdi yerinde yeller esen, çok hoş ve klas bir roof'da bir tanışma akşamı, şık bir takım elbise, şık bir kravat; dans ettiğim kız ince, çok zarif, siyah diz üstü tafta elbisesi ile olağanüstü duru ve çok güzel. Seviyorum. Birini hep çok sevmeyi istediğim kadar çok. Güzel anları, güzel oğulları olan uzun fakat ölçeğe vurunca ve sonuçları itibari ile kötü bir evlilik çıkıyor ortaya. Sevdim mi? Çok sevdim. O beni sevdi mi? Çok sevdi. Şimdi şöyle düşünüyorum: Bu sevmek denen şey, aşkla sevmek denen şey, onun bazı anlardaki sevimli de gelen hırçınlıkları, bir aşka yeter, onu coşkulu kılar ama zamansız  ve acabaları olan ve aynı evde yaşamak mecburiyeti olan bir evliliğe asla yetmez. İnsanı yorar ve yeter noktasına getirir.




Bundan, onbeş-onaltı yıl önce, belki de bir iki yıl daha önce...

Geçmiş dünyamdan en iyi iki arkadaşım dahil kopmuştum. Bilgisayar üzerinden yeni bir dünya kurdum. Film yorumları yazdım, arkadaşlar edindim ve bir gün alemlerin en siberini fark ettim, önce anlamaya çalıştım. Sonra üye olup sıkı bir profil oluşturdum.* O yıllarda, hâlâ öyle mi bilmiyorum, mesaj yazmanın kadınlara bedava olduğu alemlerin en siberinde para ödemeden arkadaş edinebilmenin bir yolunu buldum, bu çok hoşuma gitti: beğendiğim profile göz kırpıyordum, profilime yazdıklarımın düşündürteceğini ve hoşa gideceğini biliyordum; e-posta adresimi kendimi anlatan bölümün en üstüne yazıyor, işi bitince, karşıdan gelen e-posta adresi e-postama düşünce de msn'e ekliyor, adresimi profilden siliyordum. Bir süre sonra alemlerin siberi uyandı buna, yazılamaz hale getirdi; bu kez e-posta adımı yazıp ardına "en bilinen posta adresi" yazmaya başladım. Şahane kadınlar tanıdım, şahane arkadaşlıklar kurdum, dertlere çare olup, hâlâ süren dostluklar oluşturdum... ve aşık oldum. Onda kaldım. Fena sevdik. Uçtuk. Uçarı olduk. Şahane mektuplar yazdık. Bir süre sonra da hayatın gerçeklerine döndük.  

Yine o alemden bir can dostum ki sonra mesleğinde çok ünlü oldu, buraya geldi, göl kenarında balık yedik. Bayıldı. Her anlamda beslendiğim, rehabilite olduğum ve yola çıktığım bir süreçti, şahane dostlarım oldu.* O aralarda nette dolaşırken tesadüfen bir yazıya rastgeldim; tümüyle tesadüfen... çok hoşuma gitti ve takip etmeye başladım, Sebastian diye bir kahramanı vardı yazanın... Biraz hüzünlüydü satırları ki yazanı hakkında üzüntülü düşüncelerim oldu. Bıraktım okumayı ama blog denen şeyi keşfettim böylece. Hürriyet'in açtığı  bir portalda sayfa edinmiş ve bir iki yazmıştım. Orayı kapattım, sinema sitesindeki yazılarımı sildim ve tüm yazıları bloguma taşıdım. Bir isim koydum; La Gazetta dello Sport ile El Pais arasından La'yı seçtim, ironik seçimim Asparagas'ın da As'ını attım. İsimlere latin takıları eklemeyi seviyordum. Google aramalarında tekken bu ad,  sonraları başka ülkelerden de La Paragas'lar görmeye başladım. Yıl 2008. 

Bir gün kelimelerime vurgu yapan, kısa ama aklımı başımdan alan, vurgusu hoşuma giden, yazılarından ve duygularından fazlasıyla etkilendiğim birinden bir mesaj alıyorum. Şahane bir süreç, coşkulu güzel ifadeler, şahane göndermelerle süslenmiş şahane bir iletişim; başım dönüyor, kalbim seviyor, döktürüyorum; sonra onu kollamak adına, bir karara varıyor, ilk diyaloglarımızı saklıyor, ona bir kitap alıyor, yazdıklarımı seviyor, yıllar sonra o kitabı ona götürüyor, sürecin olağanüstü tadını unutulmaz anlar mezarlığıma gömüyorum.* 

Sonra bir gün "Siz hiç dikiz aynanızda, dışarıda ince bir sonbahar yağmuru yağarken, otagara bıraktığınız ve siz kaybolana kadar arkanızdan bakan kişiyi gördünüz mü?" cümlelerini yazdığım, ama yayınlamadığım, çok kıymetli anılar da yaşıyorum. Evet bakmıştım; çünkü hissetmiştim.

                                                                     * * *

 

Fakat sonra hayat gelecek ve şimdi dayanılmaz bulduğun her şeyi mucizevi  bir biçimde sil baştan düzene sokacak. 


"... bir başlık koy, metne ismini, bir takma ismi ya da senin ismin olması gerektiğini düşündüğün, yeğlediğin bir ismi yaz. Sonra ilk kez metnin çıktısını alıp spiralle. Bir kitap yazdın ve bu sefer kimseye teşekkür meşekkür etmen gerekmiyor. Bir kitap yazdın ve onu yayımlamayacaksın. İstiyorsan başka kitaplar yazıp yayımla ama bu kitabı asla yayımlamayacaksın."   


 


Fakat sonra hayat gelecek... diye başlayan cümleyle karşılaştığım an gülümsüyorum ama not almadım; böyle bir huyum yok ve bu konuda üşengeçim. Bu yazıya karar verdiğimde ve konular akmaya başladığında hoş bir arabaşlık olacağını düşünerek bitirdiğim kitabı raftan alıyor ve cümleyi birebir yazıyorum. Her ne kadar son bölümündeki, üçüncü şahsın dilinden olaylara bakış kısmı başlangıcında şok etse de, güzel bir kitaptan, Sàndor Màrai'nin İşin aslı, Judith ve Sonrası'nın 36.sayfasından bir cümle bu. Etkilenmiştim çünkü hikayeme pek uygundu.

Sonra geçen gün, severek okuduğum, Alejandro Zambra'nın denemeleri, konferans konuşmaları ve öykülerinden oluşan keyifli kitabı Serbest Kürsü'de de, "...bir başlık koy, metne ismini, bir takma ismi ya da senin ismin olması gerektiğini düşündüğün, yeğlediğin bir ismi yaz." diye başlayan satırlarını görünce ki o da kitabının 81.sayfasında ve Sondan Bir Evvelki Faaliyetler başlıklı anlatısının 5. bölümünde. Dedim ki, işte bu ben!


Yavaş hayat ne?

Son derece radikal, devrim gibi silbaştan kararların olumlu sonuçları yeni, huzurlu ve ekonomisi güçlü bir hayatı herkes için gerçekleştirmişken beni de yıllardır sırtımda taşıdığım sorumluluklardan kurtarıp özgürleştirmişti. Sevdiğim bir hayatı yaşıyordum artık  fakat bu kez ofisimsiden çalışıyordum; alıyor satıyordum ama alıp sattığım insanları görmüyor, tanımıyordum. İnsanlar çoktu ama görsel ve sözel bir temasım yoktu. Rekabetin kirli ve ahlak dışı unsurları ile bir mücadele, durumu idare etme, riyakârlık söz konusu değildi. Çalışanlarım yoktu, muhasebe birimim yoktu, beyannamem yoktu, vergi dairesi falan gibi yerlerin yerini unutmuştum. Kardeş için de bir proje yapmış, ona olumlu dönüş almış, O işe başlamış, hızla da büyümüştü. Mutluydu. Hayalini bile kuramayacağı bir noktaya varmış, her sene yeğenlerinden birini de yanına alarak özellikle yurt dışı ve ülke ülke tatilini yapar hale gelmişti. Elime para değmiyor, elimden para çıkmıyordu. Bütün gider ödemelerim, vergilerim otomatik ödemeden halloluyordu. Artık hesap kitap konusunda düşünmek zorunda kaldığım kimse yoktu. İnşaatları bitirmiştim. Herkes evinde oturuyor, kiraları hesaplarına yatıyordu. Gezebiliyordum. Geleceği düşünmüyordum. Kaygılarım yoktu. Özgürleşmiştim. Mesaim 10'da başlıyor, 13'de öğle tatili oluyor, yemeğe gidiyor, 14'de işe dönüyor, akşam 18'de de kepenkleri çekiyordum. Cumartesiler de bizimdi artık. Son kışındaki fotoğrafını çektiğim kadim evimizin yerinde, yeni giysili halinde, kardeşler birlikte, aynı binanın katlarında oturuyorduk. Bu nesillerden taşınarak gelmiş kadim bir hayalin gerçekleşmesiydi. Üstelik, son kışındaki evin yeni haline başlamadan önce, ilk biten binada, hep hayalim olan yüksek katta, hayalimdeki manzaraların hepsine sahip dairede, yazı yazmanın tadını çıkarmıştım.* 

Ve SEN... Yüzümdeki şu paha biçilmez gülücüğün sebebi;  iyi ki o güzel ve yeni geleceğin akşamlarında, yollarında, masalarında, SEN vardın. Enn Sevdiğim Kadın! Ellerine ve o güzel, sakin, tüm tekrarlarımı yeniymiş gibi dinleyen, kalbine sağlık;)



Yıl 2017
 
Yazmak, o sayede yeni insanlar tanımak, yeniden sevebilmek ve Enn Sevdiğim Kadın'a ulaşmak... İstediğim hayatı yaşar hâle gelmek;  bana yazının, farklı mecralarda paylaşılan yazdıklarımın bir armağınıydı. O hâlde onları ve anıları korumalıydım! 



Başlangıçta, aslında bir hedef gütmeksizin yazıyordum. Bir anlamda tatmindi, ruhuma iyi geliyordu. Yıllar geçtikçe de geride bıraktığım yazıların bir anlamı olduğunu, geleceğe bırakıldığını ve bu anlamda da bir değer oluşturduğunu düşünmeye başladım. Bir de korktum, bunca emek bir gün silinip giderse, diye... Her yazıdan sonra dışa aktar ile blogu -her ne kadar bilgisayar kodları ile olsa da- belgelerime aktarmaya başladım, bununla yetinmedim, daha sonra bir kopya da flash belleğe attım. Sonra birden sayfaların fotokopisini almak geldi aklıma. Hakan'a gittim, çocuklar her sayfanın PDF'ini aldılar önce, sonra da, sondan başa doğru önlü arkalı olmak koşuluyla bastılar fotokopi makinasında. Tam üç cilt A4 boyutunda spiralli kitap oluştu. Dokunmak hoştu!


Yıl 2020 

Bu kez daha az olduğu için yazılar; üstelik inşaatlar bitmiş vaktim bollaşmış, çalışma alanı denize paralel masa olmuşken,  PDF'lerini ben aldım. Flash belleğime yükledim, Hakan'a gittim ve yeni bir ciltte 196 A4 kağıdını önlü arkalı dolduracak kadar, tam 392 sayfalık dördüncü spiralli ciltle eve döndüm. Yaklaşık 1500 A4 sayfalık bir geçmiş var artık. En fazla dört kopya, ciltli kitap hâline getirtmeyi düşünüyorum şimdilerde. Belki gelecek nesillerden de yazanlar çıkar, diyerek mesela, 200 yıl sonra onları okumanın nasıl bir şey olabileceğini hayal ediyorum...


* Profilin bir kısmı

*O alemden bahis 

* O akşamın duygusu

*Altıncı Katta Fısıltılar

*Bir tabloyu oluşturmak 

2 Nisan 2020 Perşembe

Taksi Helâk Edilmiş Bir Kitap Olabilir

Niteliği ile ilgili sürekli fikir değiştirmeme neden, okuma arzuma zaman zaman çelmeler takan bir kitap oldu Taksi! Renkli kapak tasarımı etkiledi, elim gitti. O neşeli kapaktaki Tahrir Ayaklanmasını Öngören Roman - France 24 vurgusu; özellikle Fransa'da, başta terör saldırıları olmak üzere olay yerlerinden gerçekleştirdiği canlı yayınlarını izlediğim, farklı dillerde yayınlar yapan, nitelikli bir habercilik anlayışı olduğunu bildiğim kanalın bu ifadesi ilgimi pekiştirince, toplu siparişe eklemiştim kendisini. Kitaplar elime geçtiğinde şöyle bir göz atmış, ilginç de bulmuştum kurgusunu.

Khaled Alkhamissi, Sorbon'da siyasal bilimler alanında yüksek lisans yapmış Mısırlı bir gazeteci, yapımcı ve senaryo yazarı... Kitabın niteliğini destekler bir referans olmuştu kariyeri. Tamamı Mısır'da olmak kaydıyla bindiği taksilerin şoförleri ile yaptığı sohbetleri kullanmıştı bu kitapta...

Fikir ilginç olduğu kadar olayların kendi ülkemizle, özellikle mevcut iktidar ve onun başı ile o çevrenin elitleri, sermayedarları ve din anlayışlarıyla benzerlikleri, devlet çarklarının kullanılışı, yatırım mantıklarının beton eserler olması ve buna alkış tutan dar gelirli, sosyal ve demokratik haklardan yoksun, fikren ve madden sömürülen insanları hiç de yabancı gelmemişti bana ki çokça ve acıyla gülümsetmişti. Elbette siyassallaşmış din kardeşliği bağlamındaki benzerlikler düşündürtmüştü.


Tüm bu ilginçliklerine ve tasavvur ettirdiklerine rağmen bu kitabın bir çeşni, bir tat eksikliği oldu, bir şey eksik kaldı. France 24 hafife alınacak, tadı eksik bir kitabı övecek ve adının niteliksiz bir kitapta referans olarak kullanılmasına izin verecek bir kanal değil. Eğer o vurguyu kitabı basanlar işkembeden atmadılarsa...

O halde bende eksik kalan tadın nedeni ne olabilir diye sorgulamaya başladım, sayfalar ilerledikçe. Faturayı editoryal eksikliğe ve çeviriye kestim.. kesinlikle başka bir sebep bulamadım.

Kurgulanma biçimi, karakterleri, ülkenin karmaşası, siyasetçileri, rüşvet çarkları, malzeme açısından sıkıntı yaratacak unsurlar değildi... Üslubun tadını bir kenara bırakırsam ciddi olarak fikir sahibi de yaptı, bilgilendirme eksikliği yoktu. Çok yüksek bir edebiyat içermesi de gerekmiyordu ki üzerinde roman yazsa da kendisini roman sınıfına sokamazdım, sokmadım da zaten. Bir Svetlana Aleksiyeviç tadı da beklemiyordum yazardan ve kitaptan açıkçası.

Ama dedim ki; yayınevi bu işi daha ciddiye alsa, sıkı bir editörle çalışsa, en azından kalemi ve dili daha güzel kullanabilen birine basmadan önce okutsa, düzelttirse ve bir üslup ahengi yakalatsaydı, işte o zaman bu tat eksikliğini hissetmeyebilirdim.

Yazarı kendi dilinden anlama şansımız olmadığı için ona kusur atamıyorum; seçtiği yol ve kurduğu kitap kesinlikle ilginç ve derdini anlatıyor. Belki Fransızca çevirisi beni olumsuz etkileyen unsurları içermiyordu, baskı öncesi daha profesyoneldi.

İşte bu hissiyatlarım nedeniyle tavsiye konusunda araftayım; her ne kadar kitaptan zevk almış, yer yer gülümsemiş, vay be demiş, epey bir şeyi görmüş kadar benimsemiş ve çeşnilerindeki eksikliğine rağmen ülke ve katmanları hakkında fikir sahibi olmuş olsam da...

Ama kitapçılara gidilebilen günler geldiğinde, sayfaların arasında dolaşıp satırlara dokunarak tadına bakıldığında sıcak bir bağ kurulabilirse ve işte o zaman okumalıyım bu kitabı denirse.. alınmalı, diye de düşünüyorum.

Ya da korona günlerinin mahsur hallerine denk gelmesi, banklarla buluşamamamızın duygu eksikliği, evlere sıkışmış günlerin etkisi vardı bünyede... Bunu da bilmiyorum!

27 Mart 2020 Cuma

Kitabın Sadece Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine

Islıkla çalınan bir öykü bu...


Bundan, onbeş-onaltı yıl önce, belki de bir iki yıl daha önce...

Zor günler; içinde çocukların da olduğu bir yumağı ilmek ilmek çözmeye çalışıyorum. Dünyam epey zorda, kafamda rakamlar uçuşuyor. Sürekli dört işlem hali! Ülke tarihin en büyük krizinin altında.  Bazen evden çıkıyor, onbeş kilometre yolu yürüyerek gidiyorum. Bazen duruyor, düz yolu bırakıp eski yola tırmanıyor, en tepesindeki derilip çatılmış banka oturuyor, uzun ufuklara bakıyorum. Gözlerimden bağımsız, kafam bir yığın problem için çözüm formülleri arıyor. O an şirkette olan kardeşimi de düşünüyorum. Biliyorum ki rahat, Abim bunu da çözer noktasında bir tereddütü yok ama onun için de üzülüyorum. Akşam eve döndüğümüz, mesailerin bittiği, kepenklerin çekildiği anlar en mutlu anlarım... ta ki yeni sabah başlayana kadar. Bir masaüstü bilgisayar almışım kendime. Onu çözmeye çalışıyorum. Kısa sürede de beceriyorum. Sonralarda alemlerin en siberini keşfediyor, onun sayesinde problemlerden uzaklaşıyor, başka dünyalarda rehabilite oluyorum. Hayatımın en kıymetli dostluklar hanesine atılmış çentiklerin sayısını bu süreçte çoğaltıyor, çok kıymetli ve çok güzel anılar da biriktiriyorum. Bir defter kapanıyor. Aşık bile oluyorum, belki de olmak istediğim için oluyorum. Birisinin, Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadının, Canımsınıyım. MSN'den sesli ama görüntüsüz bağlanıp, rakı masaları bile kuruyoruz. Sonra onun şehrinde buluşuyoruz da... Bir konser akşamının ardından Kaktüs'de bira bile içiyoruz. O ara blogları keşfediyorum. Tesadüfen... Şu  masaüstünü alana dek elim klavyeye değmiş değil. İnternet nedir bilmem, beni başka bir dünyaya taşıyacağından da habersizim. Tutunuyorum!

İki yıl sonra, blog dünyası ile yeni tanışmışken ve bir çevre ki çok kıymetli insanlardan oluşmuş bir çevre oluşturmuşken; orayı birincil dünyam yapıyor, iş ve sorunlar dışındaki gerçek dünyamı da iyice daraltıyorum. İşte bu zamanlarda, güzel bir eylül akşamında, dolaşırken ramazan panayırında, bir çadır çekiyor beni. Giriyorum ve bir kitap alıyorum. Bir tek kitap! Hayatıma neler katacağını bilmediğim bir masal kitabı!.. Bir yazıda "Yazarını, kendini, bilmeden tanımadan, sadece kitapçı rafında rastlaşıp kanımın ısındığı, sayfalarına usulca göz gezdirdiğimde aynı yolun yolcusu olduğumuzu düşündüğüm ve satın aldığım kitaplar vardır: Tıpkı, kimsenin fark edemediği arkadaşlar edinmek gibi, uzun ve sıcak dostluklar kurduğum..." diye bahsettiğim bir kitap. Eve gelir gelmez ve o gece okuyorum kitabı. Sonra da blogda yukarıdaki satırları da içeren bir yazı* yazıyorum.


Sonra bir gün... yazımın altındaki yorumu okuyunca... gözlerime inanamıyorum. O kadar mutlu oluyorum, o kadar iyi geliyor ki bu bana, anlatamam. Ekran büyüdükçe ben küçülüyorum. O kadar kıymetli.

Mektuplaşmaya başlıyoruz. Blogum için yazılar gönderiyor bana, her birine ayrı ayrı bayıldığım yazılarını... Onun adıyla bir etiket* oluşturuyorum. Derken, günlerden bir gün telefonum çalıyor ki cep telefonunun henüz elime tıkıştırılmadığı zamanlar... Bir hanımefendi, sanırım dayımı ya da iniştemi, diyor, arar mısınız, size ulaşamıyormuş? Arıyorum. Bana yeni yazdığı öykülerini okuyor, "Sen benim hikayelerimi seviyorsun" diyor.  Fikrimi merak ediyor. Ama ben... ben kimim ki? O koca bir yazar.

Dinlemiyorumki... o okurken yaşıyorum her bir satırı. Biraz önce telefondaki hanımefendiyi  dinlerken de -yeminle- duymamış, bizzat köyü ve o coğrafyayı yaşamıştım. Okuduğum satırlar ve o kitap sayesinde o coğrafyayı yerlilerinden daha hissetmiş, ona tutunmuş bir şanslı kuldum ben.

Derken... günlerden bir gün... sanki ben gidiyormuşum gibi sevindiğim ve uğraş verdiğim, en güzeli olsun diye eksiksiz bırakmaya çalıştığım, bundan olağanüstü bir tat aldığım Mussano'nun Erasmus sürecindeyken... Posta kutum da ruhumu şenlendirmek için elinden geleni yapıyor. Işıklarım birer birer yanmaya başlıyor. Posta kutumda başka ve yeni dahil olduğum, ellerimle kurduğum, steril bir dünya var; hep güzel şeyler ve umut vadeden... Bir fotoğraf geliyor bir gün; bir mektup ile birlikte. Yine özenli, yine imlasından bir şeyler kapmaya çalıştığım bir mektup;  içinde "ölünce sende bir hatıram olsun" vurgusu da olan bir mektup. Kalıyorum. Ama bir küçük çocuk gururu da hissediyorum. Bir yazar, hiç karşı karşıya gelmediğimiz bir yazar, bir insan bana, bir tek kitapla bir fikir oluşturmuş bana bir fotoğraf ve belki de son bir fotoğrafı, hikayelerde adı geçen tepede, yine hikaye karakterlerinden ikisiyle çekilmiş bir fotoğrafı emanet ediyor. Ne güzel ki hayat bana sunmaya aralıksız devam ediyor!

Bir gün demişti ki; "O güzel şehrin havasından bir derin nefes de benim için solur musun?"  Mussano'nun uyarısı ile Cumhuriyet'de çıkan bir röportajını okumuş, Atatürk ve Milli Mücadele hayranlığını ve  dile olan özenini de görmüştüm. Bir toparlanmış, önümü iliklemiş, sonrasında da yazılardaki imlamı düzeltmek için büyük bir gayrete girmiş, daha özenli yazmaya başlamıştım.


Onu ziyaret etmeyi çok istiyordum. Ataköy'de oturduğunu söylemişti. Kendimi Yeşilköy'e inmiş, bir taksiyle evi bulmuş ve onunla sohbet ederken görüyordum çok kere... Ama zor günleri aşma noktasındaydım ve bugün yarın derken... şunu da halledim derken... Bir süre sessizlik oldu, korktum; hissediyordum, bir sorun vardı, çok kere de hissetmiştim zaten. Ben görmezsem, duymazsam olmuyormuşu oynadım. Sonra bir kez daha hayatıma, bir keşke çentiği daha atmak durumunda kaldım.


Islıkla Çalınamayan Öyküler

Kitap kitaplığımda diğer kitabın yanında uzun yıllar kaldı, elim gitmiyordu. Rafa her uzandığımda göz göze geliyor, sımsıcak gülümsüyorduk. Süreç içinde radikal kararlar almış, projeler geliştirmiş, bir cerahatı kesip atmış, bir  hayali gerçekleştirmiş, bir yılı tek bir yazı bile yazmadan geçirmiş, ekonomik gücü eskisinden çok çok yukarılara taşımış, dev krizlerin teğet bile geçemeyeceği ve sarsılamayacak bir noktaya taşımıştım. Üstelik yanımda kısık gözlerindeki gülüşüne bittiğim, içimi güvenle döktüğüm, hayatı fazlası ile yaşanır kılan Enn Sevdiğim Kadın vardı artık.

Tüm bunlar, şu günlerde özellikle ticaretle uğraşan ahlaklı insanlar konusunda fazlası ile üzüyor beni. Bu yaşadığımız, benim yaşadığım kriz sürecini de aşan, ardı çok çok daha büyük krizlere gebe ve bir tek kişinin sorunu olan bir durum da değil. İşyerleri kapalı, ticaret döngüsünün satış kısmı yok, alacaklar tahsil edilemiyor, borçlar duruyor, giderler durmuyor. O babaları, o insanları, o minicik ve çevrilebilen borç yükünün nasıl dev halini aldığını ve yarattığı baskıyı hissediyorum; bize laylay lom bu hayatın tadı, sokak aralarında, boş caddelerde dolaşırken buruk, hem de çok buruk... Dün fırından dönerken ve her daim kanlı canlı mekanların donuk haline bakarken birden dank ediyor: Ticaretle uğraşan, başka şehirlerdeki arkadaşlarımı da arıyorum. Bir telefon kadar yakınım diyerek...


Yine de, her şeye rağmen; ıslıkla çalınabilsin öyküler...

Kitabı bir ay önce alıyorum raftan. İlk bölümde ilk kitapla karşılaşmak şaşırtıyor beni... sonra bu kitabın bir kaç kitabının bir araya getirilmesi ile oluşturulduğunu fark ediyorum. Bir külliyat da diyebiliriz buna. İstanbul'u onun gözünden okumaksa harikalar ötesi oluyor. Bayılıyorum. Onunla banklarda, kahvelerde, Sultanahmette, parklarda, deniz kenarlarında oturuyorum. İçimi döküyor, eksik kalmış cümlelerimi tamamlıyor, piposundan çıkan dumanı seviyorum. Öyle bir sohbet ki bu, bütün boşluklarım kapanıyor.

Şimdi ben bir kez daha susuyorum....


Kitabın arka kapağı konuşuyor:

Ekmel Denizer öyküleri birer yolculuk... sadece bir başlangıç değil, sonu da olan bir hayatta, hayatın anlamı kadar huzurun sırlarını da arayan bir yolculuk... Denizer'in öykülerinde, onunla birlikte, tarlalarda, sokaklarda, parklarda, kule diplerinde, sınırları artık kaybolmuş semtlerde geziniriz; Yenikapı'da, Kadıköy'de, Bakırköy'ün bir yerinde, artık suyu akmayan semt çeşmelerinin, yarı viran hanların, sahibini tanıttığı mezar taşlarının, doğanın gizlediği, bakmadan önünden geçtiğimiz nesnelerin, Samatya'daki birahaneye adını veren gülünç kelaynakların ve nesneler töreninin içine çekiliriz. 


*Bahse konu yazı

*Ekmel Denizer yazıları


23 Mart 2020 Pazartesi

Korona Günlerinde Hastaneye Düşmek Kader midir?

Maceram muhtemelen bundan iki hafta önce güzel mi güzel, bahar efektli bir günde kendimi dışarı atmamla başlıyor. O günlerde Covid-19 ülkemizde sen de kim oluyorsun muammelesi görüyor. Gün pazar ve güneş muhteşem; mont falan giymeye ihtiyaç yok ki ben de sırt çantamın kenarına asıyorum. Ahalimiz sahil boyuna, kumsala çoktan atmış, masaları-sandalyeleri; güneşin tadını çıkarıyorlar. Kontrolsüz bir yürüyüşsever olmama rağmen üç yıl önce verilen ayar neticesinde daha kontrollüyüm; menisküsüm her ne kadar ameliyat gerektirmese de beni iyi tanıyan can arkadaşım, doktorum, 7-8-10 değil de 5-6 kilometreyi geçme, diyor. Ben gerçek marjımı gözlerinden okuyorum elbette. Evden çıkarken bahçenin bahar dalları ile selamlaşıyoruz ki coşkuları bünyeme gaz veriyor. Bu kez iskele tarafına değil de batı yönüne yürümeye karar veriyorum. Yaz geliyor ve açılma telaşında olan mekanlar var. Bir göz atayım istiyorum.


Varıyorum Alanos Deresinin mini deltasına ki Şef Ala Kargajan yönetimindeki Alanos Martı Orkestrası ısınma aşamasında. Kalıyorum köprünün üzerinde, ben gibi başkaları da kalıyor elbette... Vıy vıylar bölümü bitiyor. Elimizde konser broşürleri yok, her şey hava gibi sürprizli.  Konzertmeister iki tele vurunca bir alkış kopuyor. Budur bakışları yükseliyor izleyenlerden. Elbette Vivaldi, ve elbette La primavera... Şimdi, bu güzel havada, şu güzel ve mini deltada kim takar Covid-19'u? Baş kemancıyı görmek lazımdı ama...  sonra da ona katılan tüm yaylıları. 


Devam ediyorum yola. Kontrol tümüyle havada... Öyle güzel ki gün ve elbette bizim coğrafya, çaresiziz. Yüreğimiz nereye kadar derse oraya kadar. Bugün sınırları aşma günü. Herkesler dışarıda. Bayılırken güne, yürümüşken belki henüz bir kilometre, oturuyorum bir banka. Oturtuluyorum daha doğrusu ki bu kez Kurupelit Modern Dans Topluluğunun olağanüstü güzel yorumladığı Harmandalı'na denk geliyorum. Hele bir tür solo sayabileceğimiz dörtlü gösteri var ki tadından yenmiyor. Kalabalık bir dans grubu, usta ellerden çıkmış, esprilerle bezenmiş başarılı kareografi eğlendirici olduğu kadar uyumuyla da şapka çıkartıyor. İzleyiciler öyle mutlu ki aynı oranda da cömert; kuruyorlar gösteri sonrası sofrasını hemen denizin kenarına. Sonuçta bir performans bu ve yorulacak dansçılar... Oluşturulan sofradaki eğlence ise muhteşem.




Geçen hafta salı...

Sabah uyanıyorum ki sol diz kilit; kilidi açabiliyorum ama ağrı fena. Acıya dayanabilirsen dizi doksan dereceye getir! Geceden sinyali almıştım da bu boyutta bir sabah beklemiyordum açıkçası. Bıçak kesiği bir ağrı. Bacağı düzleyerek, hiç bükmeyerek, binbir cambazlıkla çıkıyorum yataktan. Çalışma masasında karşı sandalyeye atmayı becerirsem ve düz uzatırsam, sonrasında bir şey yok ama al alabilirsen oradan yere. Ağrı kesici ve ona ek, bu konuyla ilgili bir ilaç daha... Henüz bir keyifsizliğim yok, nasılsa geçer, diye düşünüyorum. Bacak anormal ama hayat normal. Gecesinde zar zor yatma, sabahında ise durum bi tık daha kötü. Doktor doktor baksana, hit şarkım o andan itibaren ki ağrı eşiği epey genişimdir. Öyle şıp diye doktora gidenlerden değilim.

Fikrimse; ne yan bağ, ne çapraz bağ, ne tendon, ne de menisküs kaldı bende... Gözümde ameliyat seansları canlanıyor. Birle sınırlı kalmayacağını düşünüyorum. Bir yandan da tahmini bir bütçe yapıyorum ki bu kez gideceğim doktor net; biz için çok çok ama çok kıymetli bir operatör, Profesör. O günlerimizi bir yazıyla akıp giden zamana bıraktığım,* çok ama çok güzel ve özel bir insan.

Kararımı hızla netleştiriyorum. Perşembe gününe alıyorum randevumu. Hafta boyunca benden başka kimse yok ki bu çok iyi. Bir Covid-19 kıyağı... Gün içinde ara ara kontrol ediyorum; benimkiyle birlikte üç randevu oluyor. Bu da hastane içi boş demektir. Alt kat komşumu, kız kardeşimi arıyorum. Araba kullanmaktan sıkıldım ve emekli ettim üç yıl önce kendimi ki zaten bu sol bacakla pedala üstelik de debriaj pedalına basmam mümkün değil.
 
"Beni yarın hastaneye götürürüp, getirebilir misin?"

Niye? diye soruyor doğal olarak... Sonra, Covid-19 nedeniyle tırsıyor ve ortalık yatışınca gitseydin, diyor. Götürmek için de olur, diyor, önce... Sonra geri arıyor, haklı bir gerekçesi var ki erkek yeğenim bağışıklık sisteminin dikkatle kontrol edilmesi gereken bir ameliyat sonrası dinlenmesinde. Düşünememiştim. Hastane için Covid-19 tedirginliği bir an beni de düşündürtüyor. Ama içimdeki his bu ağrının geçmeyeceği noktasında. Eminim ve özellikle bu belirsiz koşullar altında Covid-19'un gitmesini bekleyemem.

Arıyorum erkek kardeşimi bu kez, saatte mutabık kalıyoruz, şoförlü bir araba gönderecek. Sorun çözülüyor. Şirket, bizim ev, hastane, sonra bizim ev bayağı bir mesafe...




Geçen hafta perşembe

Saat  15'de kapıda olsun, dediğim araba erken geliyor ki elemanın boş zamanı varmış. Zor biniyorum arabaya; önce gövdeyi içeri ve arka koltuğa atıyor, sonra da bacağı bükmeden çekiyorum içeriye. Randevu saatim 16:10. Yolu uzat, diyorum adı Sait olan gence. Hoş sohbetiz. Kars peynirlerini konuşuyoruz ki kendisi kardeşim onu ayartmadan önce başka bir firmada, Kars Bölgesinden sorumlu olarak çalışıyordu... Doğu Ekspresi'nden* ve onunla yolculuktan söz ediyorum, Ani'nin eski zamanlardaki hikayesini de anlatıyorum. O ara yaklaşıyoruz hastaneye ki randevuya daha var. Yolu tekrar uzatıyoruz. Şimdi de hastanenin park yerinde.  Ben de bir kahve içer kitap okurum diye düşünüyorum; ona da teklif ediyorum ama bir iki müşteriyi daha arayıp bir işi daha halletmeyi düşünüyor.


Kapıdan neredeyse bacağımı sürüye sürüye giriyorum ki, önce sınır kontrol görevlilerini aşmam gerektiğini görüyorum. Üç genç kadın, eldivenli, maskeli ve çok şık. Gülümsüyorum. Biri doğrudan boğazıma silahı dayıyor. Ateş normal. Virüs şüphesi yok. Geçebilirim derken, diğer genç kadın durduruyor. Güzel adamım sonuçta. O da ellerime hoş geldiniz dezenfektanı döküyor. Bu hastaneye en son iki yıl önce ilaç raporumu, piyasada bulunmamaya başlayan bir ilacımı değiştirip, yeniletmek için gelmiştim ki bu kez gözüme daha bir hoş görünüyor. O kadar sakin yani. Sanki bir hava yolu şirketindeyim ve çok şık kıyafetler var çalışanlarda, kalabalıktan dikkatimi çekmemiş daha önce demek ki. Oysa ki kızkardeş gitme diye şüphe düşürünce aklıma, Oğuz'u aramıştım; aile doktorumuz, durumu anlatmış bir sakınca var dersen gitmeyeyim demiştim. O da gidebilirsin, demişti ki ne kadar haklı olduğunu görüyorum şimdi.

Randevu saatime daha var, ilk sıra benim. Kayıtım ve ödemem henüz tamamlanıyor ki adım sesleniliyor. Bingo, aynı zamanda OMÜ Tıp'da hoca olan doktorum burdaymış. Süper.

Girince içeri, merhabadan sonra diyorum ki elbette siz hatırlamazsınız ama biz de sizi unutamayız. Kısaca olayımızı hatırlatıyorum, tam 12 yıl önce başlayan ve süreci bir yılda tamamlanan acı bir dönem. Fakültedeydi, diyor ve hatırlıyor.

Şikayetimi anlatıyorum, masada muayyene ediyor ve çok olumsuz bir şey olmadığını ama MR ve röntgen sonuçlarını da görmek istiyor. Hafifliyorum, o hafiflikle az önce ödeme yaparken verilen, ancak eve gelince hatırladığım Medicana  kartımı indirim için kullanmayı unutarak MR ve röntgen ödememi yapıyorum. Covid-19'un bir faydası daha ki bekleyen olmadığı için oda hazırlanır hazırlanmaz röntgene alınıyorum. Çıkınca röntgenden, daha 5 dakikayı bile bulmadan MR'a. giriyorum.

Ben doktorun odasına varmadan da görüntülerim ekranına varıyor. Ders verir gibi, tatlı tatlı anlatıyor her şeyi doktorum. Benim yandılar bittiler kül oldular dediğim her şey yerli yerinde. Üstelik üç yıl önceki M.R. ile de karşılaştırmalı açıklıyor her şeyi;  menisküsüm yırtık değilmiş, biraz aşınmışmış ve o aşıntıda da olumsuz bir gelişme olmamış. Aslında bu can arkadaşımın başarısı, huyumu bildiği için bana 2.derece yırtık demiş, merdiven inip çıkma, dik yokuşlara tırmanma, inişlerde de aman aman deyip mesafe de vererek zorlama olasılığımı kontrol altına alıp, engellemiş beni. Kandırıkçı doktor!

Jel, ağrı kesici  ve kemik ucundaki hafif aşınmayı giderecek takviye yazıyor doktorum. İki de diz için basit jimnastik hareketi gösteriyor. Kısa sürede hallolur diyor ki bundan emin, olmazsa da şırınga ile çekecek. Bu kez zorlamadan kaynaklı sıvı biriktirmişim ki çok yürüdüğüm bir haftaydı, şu gösterileri izlediğim günse mesafede zirve yapmıştım. Üstelik başıma iş aldığımı da hissetmiştim ama bu boyuta varacağını düşünmemiştim.


Yöneliyoruz bizim eczaneye. Bu da ilginç bir hikaye. Bizim evle bu eczane arası 12-13 kilometre. Oysa burnumuzun dibi eczane. Sait çok iyi eleman olmanın yanısıra çok da iyi bir genç, sevdim kendisini, sohbet arası bir küçük de ders veriyorum. Klasik cümle şu: İlk malı müşteri alır, sonrakileri mağaza satar. Bu eczanenin patronu bir kadın, 40 yıllık eczacı, yıllar içinde kendisini gördüğüm toplam sayı on değildir. O masasında biraz oturur, sonra gider. Tek kelam etmişliğimiz yoktur, elemanlarına güvenir. Bu çocuklar ki bir genç kadın ve bir erkek; sebeptirler buraya gelmemize. Çünkü çok iyiler ve sorun çözerler. Beni eve bırakırken yol boyu sohbet ediyoruz Sait'le; biri anaokuluna başlayacak, diğeri 15 yaşında iki çocuğu var. Kendi hikayemizden ve olayımızın zorluğundan yola çıkarak o anki hissiyatlarımızı anlatıyor, profesörü övüyorum kendisine; hani olur da sevdiklerinden, tandıklarından birinin başına gelirse bir şey, korkmasın diye. Yan bahçe kapısına yanaşıyor Sait. Çok teşekkür ediyorum kendisine. Kız kardeşim balkonda. Soruyor elbette. Tendonlar, yan bağlar, menisküs... hepsi gitmiş diyorum. Ne olacak peki diyor. Üç ameliyat peş peşe... Sonra gerçeği söylüyorum. Alıştı yıllar içinde ama yine de yiyor. Hâlâ iyi oyuncuyum demek ki. Asansöre binerken, pastaların kraliçesi Türkan'dan bir pasta alıp, çocukları için kardeşle Sait'e yollamayı düşünüyorum. Çocuklar için masal bağı olmasının iyi fikir olacağını getiriyor aklım bana ve balkabaklı pastada karar kılıyorum.

Şimdi, geçen üç gün içinde her şey yolunda, sahalara döndüm diyebilirim. Uzun uzun yürümek istiyorum ama, ama işte! En az ilaçlar bitene kadar sabır. Cümlemiz oturalım uslu uslu evlerimizde bence de. Yeteriz sanki birbirimize ki bir de eğlencelik verebilirim sizlere: Enn sevdiğim kadınla konuştuk uzun uzun, o verdi bana bilgiyi ki günler elden ele, benden size günleri... Linki açtığınızda çıkan dünyayı istediğiniz coğrafyada durduruyor, sonra bir noktayı tıklıyorsunuz, o çalmaya başlarken yan tarafta da o bölgenin tüm radyo istasyonları seriliyor önünüze... Müzikal bir dünya turu, eğlenceli!


Radio Garden



*Akıp giden zamana bıraktığım, doktorla ve olayla ilgili 2009 tarihli bir yazı

*Doğu Ekspresi ve Kars

19 Mart 2020 Perşembe

Korona Günlerine İlaç Gibi Bir Kanal

Ona hayranlığım, uyduda kanal kurcaladığım bir sırada, göz göze geldiğimiz ilk anda başlamıştı. Olağanüstü şaşırtıcı bir durumdu. Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Yine bayıldığımız, karşısında güzel masalar kurduğumuz Polonya kanalı TVP Kultura'nın  cumartesi geceleri, rock konserlerini geride bırakacak kadar şenlikli, popstarlara taş çıkartan soprana ve tenorları ile esprili, olağanüstü eğlenceli klasik müzik konserleri gözdemizken; Arte de geniş içeriği ile buna eklenmişti. Poptan caza, klasik müzik konserlerinden opera ve baleye kadarki yelpazede muhteşem konserleri ve çok çok başarılı çekimleri ile gözlerimiz iki kanaldan başkasına neredeyse kapanmıştı.


Sonraları ne yazık ki TVP Kultura şifreli yayına geçti. Fakat Arte, üstelik de program sponsorları dışında hiç reklam almayan Arte, açık kanal olarak yayınına devam etti. Ve ediyor... Konserlerin yanısıra olağanüstü belgeselleri, haber programları ve elbette çok güzel filmleri olduğunun da altını çizmeliyim. Eğer Hotbird ya da Astra uydunuz varsa, iki dilde yayın yapan ve dil seçme şansınız olan bu kanalı, mutlaka arayıp bulun; şu eve kapanılmış günlere ilaç olacağına kefilim. Kurak ve birbirinin benzeri kanalların deryasında ne demek istediğimi izleyince daha iyi anlayacaksınız; ve de emin olun -bilmiyorsanız ve daha önce izlemediyseniz- bayılacaksınız. Üstelik o anki yayın sizi ilgilendirmiyorsa, ya da istediğiniz zaman arşivine girebilir, istediğiniz sanat dalından istediğiniz gösteriyi, konseri ya da belgeseli, seyahat ya da yemek konusundaki lezzetli programlarını izleyebilirsiniz. Eğer uydunuz yoksa ve bahse konu sanatlar ilgilendiriyorsa sizi, yazının sonundaki linki tıkladığınızda ulaşacağınız, Türkçe hariç, altı farklı dile çevirebileceğiniz sitesini sık kullanılanlarınıza eklemenizi şiddetle öneririm. İçiniz sıkıldığında, ruhum çiçek açsa dediğinizde, Arte'den yapacağınız herhangi bir seçim mutlaka güneşi doğuracaktır.


Almanca ve Fransızca yayın yapan kanaldaki iki dilden birine hakimseniz, onu seçerek keyfinize keyif katabilirsiniz. Bende ikisi de olmadığı için kulağıma daha hoş gelen Fransızca tercihim. Yine film yayınlarında alt yazı dilini, film farklı bir dildeyse İngilizce, Fransızca veya Almanca olarak seçebiliyorsunuz. Arte, gördüğüm en güzel açık kültür-sanat kanalı ki gerçekten insanın eleştirecek bir nokta bulamayacağı kadar nitelikli yayınları... Beni asla mahçup etmeyeceğinden adım gibi emin olduğumun da altını bir kez daha çizerim:)

Ve uydunuz yoksa da üzülmeyin, sonuçta bilgisayar görüntüsü televizyon ekranına aktarılabiliyor!

İyi seyirler...

ARTE TV

13 Mart 2020 Cuma

Sen Ne Virüssün be Covid-19

Sanki bir senaryo üzerinden hayata geçmiş, aynı zamanda da oyuncuları olduğumuz bir filmi bire bir yaşıyoruz: Eski zamanlarda olsa, eski zamanlar dediğim de bundan çok çok 10-15 yıl önce, hadi bilemedim 20 yıl önce olsa, belki yine ürkütücü olacak, belki gazetelere, kısmen televizyonlara bakıp da soğukkanlılığı önde tutma derecemize göre şöyle göz atıp geçerek "sıradan" bir sağlık meselesi gibi algılayacağımız; mevcudu, bir durum olarak kabul edip ona göre önlemlerimizi alacağımız bir vakayı; sağolsunlar ki  iletişim teknolojisi, haberciliğin geldiği nokta ve  bir tık daha fazla alsak güzel olur düşüncesindeki, sosyal medya alanlarından pek de farkı kalmayan, iyice ticarileşmiş, haberi bir satılacak ürün haline getirmiş yazılı, görsel basın ve de asıl meselelerden uzaklaştırmak için bunu fırsata çeviren yönetici politikacılar sayesinde, bir başka alemi yaşıyoruz sanki. Oysa söz konusu sayılarsa gün içinde bu virüsün öldürdüğünden daha çok insan savaş alanlarında, trafik kazalarında ve başka başka mecralarda, başka hastalıklarla ölüyor zaten. Elbetteki bilimin koyduğu çabaları, insan hayatını gerçek gündem yapmış bilim adamlarını, popüler kültürün seline kapılmamış, toplumun korkması için değil de bilinçlenmesi için  yazan, çizenleri görmezden gelmiyorum.  Ama yeni, kolaycı ve popülerliğe şapka çıkaran insan topluluklarının ve insanlığın; uyarıyoruz ve bilinçlendiriyoruz diye, onları da bu aleme katarak, film tadında bir maceranın içinde "sanal gerçeklik" yaşatmasını da hoş bulmuyorum.

Çok şükür ki bu köpürtülmüş, bu popülerleştirilmiş gerçeklik sayesinde, bir süreliğine de olsa bu tadı, ben de yaşadım! Oysaki gün içinde normal hayatımı sürdürmüş, anlaşması bitmek üzere olan internet üyeliğimi yenilemiş, şahane bir mekanda, hoş eşlikçileri ile birlikte güzel bir öğle yemeği yemiş, yeni açılan bir AVM'yi gezmiş; deniz manzaralı, balkonlu kafesi de olan kitapçıyı beğenmiş ama AVM'yi beğenmemiş; deniz kenarından yürüyerek dönmeyi düşünürken bundan vazgeçip trenle de dönmüştüm. Olağan ve güzel bir günden öte değildi hissiyatım. Taa ki Tırtıl oğlumun telefonuna kadar!

Okullar üç hafta tatil, deyince telaş etmedim; güzel, istersen kal, gez dolaş, dedim. İstersen de gel. O gelmekten yana oldu. Başımla beraber, dedim ki bu ben için ne güzel bir yöresel deyişdir.





Başımla beraber de!..

Giriyorum en sevdiğim havayolu Sunexpress'in internet sitesine. Hiç sıkıntı çekmeden bilete kadar geliyorum; gün seçenekleri için arıyorum oğlanı; bilet 189 TL olarak göz kırpıyor. Diyor ki alma, henüz net değil tatil. Diyorum ki tamam. 

Bir süre sonra tekrar arıyor: Baba al bileti, tatil kesin. Saat muhtemelen 19-20 gibi, aradan geçen süre 20 dakika ya var ya yok. Tamam, diyorum. Dedim de ne tamam! Gir girebilirsen internet sitesine... Otobüsler dahil, aktarmalı gelenler dahil, tüm havayolu sitelerini sürekli takip hali başlıyor bende ki hiç biri açılmıyor. Epey uğraş ve umuttan yanıtsız kaldıktan sonra, VPN üzerinden gireyim, diyorum ve bingo! Girdiğim Sunexpress sayfası şüphe oluştursa da, sonra emin oluyorum. Bilete ulaşıyorum. 189 TL hâlâ geçerli... Fakat bu kez de alıyor beni bir korku; sonuçta bir tüneldeyim ve onun üzerinden göndereceğim kart bilgilerim, bilmediğim birilerini çok mutlu edebilir, diye düşünmeye başlıyorum. Oğulla paraların riski, sonrasındaki uğraşlar arasında epey de bir tereddüt yaşıyorum. Bir yanda oğlan gelsin, bir yanda ele geçirilmiş bir kart? Soğukkanlı ve mantıklı yanım, babalık duygularımın önüne geçiyor. İnternetle mücadelem sürüyor ama! Ulaşım sektörü dışında tüm sitelere giriyorum, hiç bir sorun yok. Mantık iyice uçuyor bir ara, tek hedef, Oğlan gelsin. O ara THY'ye ve Pegasus'a ulaşıyorum,  aktarmalıyı Oğlan istemiyor ki tek direk uçuş sevdiğim hava yolunda... Tırtıl İstanbul'da havaalanında aktarma beklerken ki beş saat, Covid-19 rahat durmazsa, onca insan içinden beni severse, korkusu yaşıyor. Tıklıyorum bu kez TCDD'yi, TCDD'de de tık yok. Bana mısın demiyor o da; Ankara'ya gelir yataklıda, diye düşünüyorum, oradan buraya ulaşım kolay nasılsa. O ara ağır ağır olsa da yakalıyorum Sunexpress'i, ağır ağır olsa da geliyorum yeniden bilete, onu halledince varıyorum ödemeye ki sorun yok, her şey yolunda. Bilet bu arada 209 TL olmuş, uçak doluyor! O ara, her şey yolundayken, site tekrar gitmesin mi?.. Olsun, diyorum, gerilsem de bu akşam işim bu.  Ahhh işte yakaladım, diye seviniyorum bir an. Saat olmuş 23. Giriyorum ki çok yavaş olsa da, sabır taşını çatlatsa da yol alıyoruz. Kredi kartı bilgileri girildi, her şey yolunda. O ara şeytan dürtüyor ki hayra olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi; bileti bir kez daha kontrol ediyorum. Eyvahlar olsun Covid-19 sana! İzmir-Samsun olması gereken bileti Samsun-İzmir olarak düzenlemişim. Hadi dön başa!..

Saat biri geçiyor bu arada, başarıyorum siteye girmeyi yeniden. Dikkatlice işlemlere başlıyorum. İzmir çıkış, Samsun varış kısmını güzelce dolduruyorum, gördüğüme inanamıyor, tekrar tekrar kontrol ediyorum. Mutabık kalınca ruhumla, devam ediyor, yolcunun bilgilerini yazıyorum. Bir hata olup olmadığını tekrar tekrar kontrol ediyorum. Bu arada bilet 229 TL olmuş. Girdiğime şükrediyorum ki bir sonrasında belki 500TL olacak, ya da hiç bilet olmayacak. O ara Türkiye'deki bir çok evi, bir çok anne babayı hissediyorum. Sunexpress sayfasında bile kaç iyi yürekli insanla bilet kapma mücadelesinde rekabet içinde olduğumu düşünüyorum. Fırında sıra beklerken kızacağım pek çok insana, o an kızamıyorum.  İçimden sıcacık, şefkatli bir gülümseme çıkıyor, hâlâ bir telaş içinde olanları düşünüyorum.

Çıktımı alıyorum. Oğlana  mesaj gidiyor. Seviniyorum, hafifliyorum... Normalleşiyor, kitabımı ki Brahms müzikleri eşliğinde okuduğum, bitirince yazacağım şahane bir kitap, alıp yatağıma çekiliyorum.

Sonrasında da derin, uzun ve huzurlu bir uyku...

6 Mart 2020 Cuma

Olay Yeri İnceleme, Dondurma ve Sonsuzluk Üzerine

Muhtemelen Pazar...

Akşamın geceye ulaşmaya çalışan hoş saatleri, elimde bir kitap var. Telefonum çalıyor. Ekranda Saadet yazıyor. Kız Öğrenci Yurdunun müdüresi. Güzel bir genç kadın, komşum; sanırım altı yazı önce bahsetmiştim kendisinden. Ana caddedeki binamızın bir arkasında, caddeye nispeten sakin sokakta, ikinci bitirdiğimiz binada oturuyor. Yönetici. "Buraneros Bey, sokaktaki polisleri görmediniz mi?" diye, soruyor. "Görmedim," diyorum. "Bekçileri de çağırdılar, bayağı kalabalıklar." Çıkıyorum balkona ama sadece binanın duvarına ve sokağa yansıyan arabaların, çakan ışıklarını görebiliyorum. Soğuk ve çakar maviler aklıma ipuçları atıyor ama! Meraksız bir soğukkanlılığım var. Kanepeye tekrar uzanıyor, bacaklarımı pofuduk yastığın üzerine uzatıyor, müziğin ve kitabın tadını çıkarıyorum.


Muhtemelen Çarşamba...

Ekranım açık, kahvaltımı yapmışım, o ara ne var ne yok dünyadaya bakmışım; kahvem yanımda ve açılıştan sonraki bir kaç dakika, piyasalar hakkında bir fikir veriyor bana. Gözüm savaş coğrafyasında... Telefonum çalıyor. Kızkardeş. "Duymadın mı?" diyor, "duymadım," diyorum. "Mahalle ayağa kalktı, nasıl duymadın?" "Müzik açık, manzaram deniz, işimde gücümdeyim." Olan biteni anlatıyor ama bu beni sokağa atmak için bir sebep olmuyor. Aksiyona kaşarlıyım.


Yarım saat ya da kırkbeş dakika sonra...

Gün çok güzel... Güneş pırıl pırıl, hava kendini sokaklara atmalık. Isı kontrolü için balkona çıkıyorum. Hımmmmm... güzel. Arka sokak kıpırtılı. Göremesem de bayağı bir aksiyon. Seziyorum...

Montumu giyiyor, içine kitabı, bir küçük fotoğraf makinesini attığım mini sırt çantamı omuzuma asıyor, net olmayan öğle yemeği fikrimle çıkıyorum evden. Bahçe duvarı boyunca yürüyor, bahar dallarına göz atıyor, erikte henüz bir kıpırtı olmadığını görüyor, bitimine varınca da önce cenaze arabasını, sonra polisleri, sonra bizim Özlem'i, polislerle konuşan Saadet Hanımı, tanımadığım bir kaç insanı, komşu binalardan tanıdığım bir kaç insanı, daha çok da meraklı gözleri görüyorum. Giriş merdivenlerinin başındaki sessizce ağlayan bir genç kadın dikkatimi çekiyor. Hemen bir adlandırma ile kim olabileceği üzerine bir fikir oluşuyor; duruşunu ve gözündeki yaşların anlamını beğeniyorum. Bu bana kalbinin güzelliği ile ilgili bir fikir de veriyor. Güzel kadın!


Eve temizliğe gelip de zili çaldığında cevap alamayan, sonra Saadet Hanım'ı haberdar eden ve polisin aranmasına ve gelmesine sebep olan Özlem ki çilingir kapıyı açtıktan sonra içeri gönderilip de etrafındaki dolar desteleri ile şahsı koltukta oturur, katılaşmış ve ex vaziyette ilk gören... Bu paraların bir mesajı olmalı? Üstelik son model Mercedes'i park yerinde değil?

Cenaze arabası üzerindeki tabutla birlikte hareket ediyor. Gözündeki yaşların anlamını beğendiğim kadın ve  göz çukurları  anıların ıslaklığındaki bir kaç erkek, ardından bakıyorlar. Cenaze sokaktan kıvrılıp caddeye yönlenirken ben de yürümeye başlıyorum. Kırkbeş yaşında, fotoğraflarına bakınca hayat dolu, doğayla ve sporla iç içe bir doktor, bir adam. Boşanmış ve iki küçük çocuk babası. Yalnız.

Biraz sonra kendimi yukarıdaki fotoğrafa atacağımı bilmiyor bir kararsızlık içindeyim, Saadet Hanım'ın ofisine doğru yürüyorum. Serinkanlılığıma şaşırıyor. Bu düzeyde, üstelik de ekonomisi yüksek  bir karakterin on gün önce yine intihar girişiminde bulunmasını, sonra vazgeçip kendini ihbar etmesini ve sonuca ulaşan bu kezki intiharını aklı almıyor. "Sizi seviyorum," diye bir not bırakmış, onu eski karısına sanıyor. Üstelik eski karısı cenazenin alınması için arandığında gelmeyeceğini söylemiş. "Kalpsiz kadın!"

"İntihar bir eşiktir," diyorum, çaylarımız gelirken. Bir zayıflık sanılsa da bazen değildir diye ekleyip, bir olay yeri yazıma*yönlendiriyorum. Uzağında olduğum o günlere ise gülümsüyorum. "Arkadaşları," diyorum, "ilk intihardan sonra konuşup vazgeçirmişler, söz almışlar diyorsun ama hata etmişler. Değil teşebbüs, sözünü bile ederse bir kişi, aman dikkat."    

Hımmm? Koltuğun üzerinde bir enjektör, dolarlar, oturur vaziyette bir ceset, sosyal hayatı aktif görünen, kanyon, dağ bayır gezen, motorsikleti ve spor Mercedes'i olan, görüntüde yaşamla bağı kuvvetli bir adam!  Şüphe. Ben verileri aklımdan geçirirken Saadet Hanım onu almaya gelen polis arabasına doğru yürüyor. O ilçe emniyette ifade verirken ben çoktan denizin, havanın ve kumsalın sakinliğinde, kitabımın sayfaları arasında yok oluyorum.


Güne pek uygun, yan rollerdekileri ile eğlenceli, gizemli karakterleri ve kuvvetli tasvirleri olan bir roman. Bir polisiye ki olay henüz çözülmüş değil. İz peşindeyiz. Kobo Abe ki kendisinden bu kitabı alana kadar haberdar değildim; bir özel dedektife kayıp bir şahsı aratıyor. Doğal olarak Japonya'dayız. Kobo Abe de bir hergele ama! Hatta fırlamanın önde gideni... Edebi derinliği olan bir roman değil gibi ama şu günlerin anlamsız sıkıntılar yaratan hâllerinden uzaklaştırmayı başarıyor; bir varoluşçu tavrı da var. Akıcı.


Bizim mahalle de güzel yahu!..

Çaprazımdaki bankta bir genç çocuk var ki benden önce kaptı denize en yakın olan bankı.... Öylece denize ve martılara bakıyor. Kafasında bir an yaşıyor bence... Her ne kadar kapüşonuna saklamaya çalışsa da o anki düşüncelerini, duruşundan seziyorum ne olabileceklerini! Karşısına gelip kumlara yatan, ilgisiz gibi duran ama ilgi arayan, oynaşmaya hevesli bir köpek var. Akranını buldu. Kalkıyor yerinden çocuk bir süre sonra, bir filmde rolünü oynayan oyuncu gibi mesaj yüklü adımlarla yürüyor ve kumlarda yatmakta olan köpeğin yanına dizlerini bükerek çöküyor. Muhteşem bir dostluk başlıyor. Sevgi dolu.


Aslında buraya, üç bankın karşı karşıya gelmeyecek şekilde ve denize doğru yerleştirildiği bu noktaya gelmeden önce, uzun zamandır uğramadığım ve çıtır çıtır lahmacunlarını sevdiğim bir mekana, karasızlığımdan bir karar çıkararak, Diyarbakır Ocakbaşı'na giriyorum. Ofisten ayrılırken ters istikamete gitmeyi düşünmüştüm oysa!

"Üç lahmacun lütfen."

"Bir de açık ayran lütfen."

Donatılıyor masa ama eski çıtırlığı ve tadı yok lahmacunların. Hayal kırıklığı olsa da atıştırırken eğleniyorum. Güzel yerde, güzel bir mekan; lahmacun yanı klasikleri, tas ve içinde kepçe ile servis edilen ayranları köpüklü ve lezzetli. İskelenin meydanından geçerken, ellerinde küllah dondurma olan bir çift görüyorum. Sonra da bunların hazır dondurma olacağını düşünüyorum.

Kitabımı ve fotoğraf makinesini sırt çantama geri koyarken görüş alanımdaki dondurmacıma göz atıyorum. Yazın sıklıkla geldiğim dondurmacıda hayat belirtisi yok. Ama bir başka dondurmacıda sanki hayat var. Işıklı bir tabela yanıp sönüyor. Geçiyorum karşıya ki açık. Merdivenleri çıkarken dar balkonundaki tek sıra masalar beni çağırıyor. Giriyorum içeri.

"Karamel, çilek, parça çikolata ve balkaymaklı bir kase dondurma lütfen." 

Yolu, denizi ve iskeleyi gören, kapıya nispeten uzak, içerideki televizyonun sesinin gelmeyeceği bir masaya oturuyorum.  Kitabımı açıyor ama önce bir süre manzaraya bakıyor, olay yeri inceleme günlerimi düşünüyorum. Geçen zamana selam çakıyor, yaşadığım yere ve olanaklarına bir kez daha hayran kalıyorum.  Karşı ağaçta, bizim sokakta geçen yıl gaklayan ergen karganın tonunda gaklayan çığırtkan, tatlı bir karga... Sesini arıyor, buluyor ama kendisini bir türlü göremiyorum. Kamuflaj süper. Hemen  yan tarafta, Gloria Jean's Caffees'in bahçe duvarının üzerinde, baharı müjdeleyen kokular eşliğinde arya söyleyen bir de kedi var. Bir tür aşık atışması... Bafra'ya özgü, yanık sütlü, yılın ilk ve gerçek dondurmalarının tadını çıkarıyorum.



Kesinlikle Cumartesi

Süper bir sabah, güneş yok. Hava puslu. Gün ıslak ve yağmur ihtimali mutlak. Çoban kabanımı giyiyor, bir cebime kitabımı, diğerine de L23'ü koyuyorum. İki film arasındayım, biri daha ağır basıyor ama içerikleri tereddüt yaşatıyor. İkisi de yarışma filmi ki biri komedi. "Sıkıntıya bulaşmasam mı?" diye bir düşüncem var.

Trendeyim, sakin, ve oturacak yer buluyorum. Kitabımı açıyor ama görüntüsüne bayıldığım virajı kıvrılana kadar tren, başlamıyorum. Kuzeyli bir hava, gri bir gün, memnunum. Nerede atıştırsam fikirlerimi gözden geçiriyorum. Birazdan, seviyesinden yukarıda geçeceğimiz karayolunu, denizi, Yelken Kulübü, Kulüpteki lüx ve barınaktaki her ekonomik düzeyden tekneyi, kocaman Batı Park'ı ve nitelikli spor salonlarını gören çok seyirlik, tadı çıkarılası bir bölgeyi, dağın eteğinde kıvrılırken geçeceğiz. Belki de tam oradayken, teleferikler de üzerimizden geçiyor olacak. Şanslı günümdeyim!

Adı batasıca AVM'den bir durak önce iniyorum. Gün öğleni geçmiş durumda ve yoldayken yemek konusunu çözdü fikrim. Usul usul tadını çıkarıyorum cağ kebabımın. "Ben istemeden diğerlerini getirmeyin, lütfen," dedim çünkü.



Gişenin Önündeyim

"Sonsuzluk Üzerine için bir bilet lütfen."

"G-4 lütfen." 

Bingo, son dönem filmlerimi göz önüne alırsak ilk kez gişedeki biri, doğru anlıyor ve doğru bileti veriyor. Peki neden?


Salon sevindirici; on kişinin üzerinde bir izleyici var. Filmin açılış sahnesini ve kadının konuşma sesindeki duyguyu beğeniyorum. Bu sekans çok hoşuma gidiyor ve filmle kaynaştırıyor beni. Film bir fotoğraf albümüne bakmak gibi. İlk aklıma gelen bu oluyor. Her hikaye neredeyse bir albümdeki fotoğrafa biraz da derinlikli bakmak süresi kadar. Diyalog yok, bazen tek bir kelime, belki bir cümle. Sahneler ilginç, mutlaka hiç kıpırdamayan insanlar var. Bir tiyatro sahnesi gibi yerleştirmeler, sanki etraf da bir tiyatronun sahne dekoru. Açılıştan sonraki ilk "fotoğrafa" bayılıyorum, sonrakilere de elbette...  Fakat biraz emek isteyen bir film olduğunun, her izleyeni mutlu etmeyeceğinin altını çizmem gerek. Salondaki izleyiciler muhteşem; ama neredeyse hiç kıpırdamadan, bir bulmacayı çözmeye çalışan, pür dikkat perdede ve izlerken düşünen, belki iki arada bir derede kalan bir kitle. Bir ara, filmin renklerine, yönetmenin zevkine, oyun güçlerine, ince mizaha, coğrafyalara ve her bir kareye mest olmuş ben bile çıksam mı, diye geçiriyorum aklımdan. Allahtan bir öteki benim daha var!..


O kalıyor ve sabrın sonu selamettirin altını bir kez daha çizdiriyor. Artık her şey yerli yerine oturuyor. İlk kez izlediğim yönetmeni kavrıyorum ve başlangıçta ele geçiren görsellik ve sinema dilinden öte anlatılanlar da anlamlanıyor, ilişkileniyor ve yerli yerine oturuyor. İzleyici ve izleyiciler biraz emek verip de izlerse ki film aslında zorluyor buna, terk ettirmiyor kendini ve kazanıyor sonuçta. Kazandırıyor da!.. İzini hafızanıza bırakıyor, sonrasında tadı daha çoğalıyor ve "güzel bir sinema günüydü yahu," hanenize bir çentik daha attırıyor. Sinemaseverseniz ama!


Ekstralar...

Mutlu seyirci, filmi aklında tekrar tekrar izleyerek, gülümseyen ve mutlu yüz ifadesiyle, tam da filmle uyumlu, gri ve küçük damlalar halinde yağmurlu saatlerin tadıyla muzurlaşıyor ve bu AVM'yi  "çok seven!" enn sevdiği kadın için fotoğraflıyor.

Irmağı enine geçen kablonun üzerine sıralanmış ve köprüden gelen geçeni izleyen martılar fren yaptırıyor bir kaç dakika sonra ki kaçınılmaz. Suyun üzerinde de şenlik var. Hâlâ filmde olan izleyici zaten bir Kuzey hastası, artık biliyoruz, gün de oraları aratmayacak görseller sunuyor. Şuraya yapılmış olan Toki binalarına kızıyor; işe giderken, sosyete mahallesinin ardından o Roman mahallesinin sokaklarında yürümeye, onların neşesiyle laflamaya bayıldığı eski halini özlüyor. Allahtan demiryolu yerli yerinde, yeni treninin bekliyor...

Kafamda kapüşonum, gözlerimi ırmaktan ve mahalleden alarak ıslak caddenin ve keyifli günün içinden yürüyorum. Eski Vali Konağının korunmuş binasının önünden geçiyor, Demirspor Kulübünün lokalini, komşusu iki şahane eski ve ahşap lojmanı, yazları düğünlerin yapıldığı güzel ve kocaman bahçesini müteahhitlere yedirmeyip de Şehir Müzesi, kocaman bir park ve güzel kafeli bir alana dönüştürüp hem anılara hem de halkın hizmetine sunan önceki iki başkana bir kez daha şükran diyorum ve  uzun zamandır uğramadığım ama hep sevdiğim,  kadim ve Baylan'da her oturduğumda kardeş olduklarını düşündüğüm, karakterlerini benzettiğim Birtat'a giriyorum.


"Bir sütlü börek lütfen"

"İki tane ekler lütfen"

"Bir de limonta lütfen"   

Kendi başıma ilk gelişimi hatırlıyorum Birtat'a. Akşam seansıydı, ortaokul son ya da lise başındaki mahalleden bir abiye emanet etmişlerdi beni ama arkadaşım gibiydi; bir çizgi filme, gerçek bir çizgi filme gelmiştik. Şimdi yerinde bir bina inşa olmuş, o zaman yanında yazlığı da olan  Yıldız Sinemasına. Red Kit'e...  Öncesinde Birtat'ta oturmuş, ben bir acıbadem yanına da limonata istemiştim.

Tadı yıllardır değişmeyen limontamla çok da uzun olmayan hasreti giderirken; "şu gün bile, üstelik limonlar, şekerler, sular her şey değişmişken sen hâlâ o ilk tadı nasıl devam ettiriyorsun," diye geçiriyorum aklımdan. Hem sütlü böreğin, hem de eklerin kremaları da hayranlığımın altını bir kez daha çizdiriyorlar. Ve böreğin kıtır kıtır hamur katlarındaki lezzet, üzerindeki pudra şekeri ve dövülmüş şam fıstığı muhteşem... Pastane 1926'dan beri kuşaktan kuşağa devam ediyor ne güzel ki... Gelenekseli koruyarak!

Çıkınca, kadim parkın içinden yürüyorum; şu ünlü, şehrin simgesi, Atatürk'ün şaha kalkmış at üzerindeki, Samsun Hatırası fotoğrafların olmazsa olmazı heykelinin önünden geçerek. Bu kez trenle dönmekten vazgeçiyorum ve bir an önce evde olmak istiyorum. Filmi, pastaneyi ve günün tadını çocukca bir coşkuyla ve muzurca paylaşmak istediğim Biri var. Evdeyim.

"Telefon, tek tuş ve O."


  
Pazartesi Sabah...

Fırından sade poğaçalar alıyorum. Sandviç ekmeğindense bu poğaçalarla yapılan sandviçlere bayılıyorum. Yumurtam haşlanırken, filtre kahvemi hazırlıyor ve demlenmeye bırakıyorum. Bir küçük domatesi, kaşar peynirini ve pişen yumurtamı dilimliyor, hindi fümeli sandviçimi hazırlıyorum. O'ndan bir iz olmazsa, eksiktir ben için kahvaltı ki bugün, mavi Vosvos eşlikçim. Açıyorum bilgisayarımı, manzaram günün ilk ışıkları, Radio Margherita eşliğinde ve büyük bir keyifle, özellikle Cuma günü yayınlanmak üzere, yine kısa yazmayı beceremediğim  hikâyemin ilk satırlarını akıtmaya başlıyorum. 



*Şu yazının 11.paragrafı.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP