21 Kasım 2019 Perşembe

Filmin Tadıyla Güne Devam

 Öncesi

Yeniden Samsunspor'dayım. Filmle tetiklenmiş günü çoğaltmak için, gelecek treni bekliyorum.  Yükünün çoğunu bu istasyonda bırakan trenin istediğim koltuğunu seçebilme hakkımı kullanıp,  solda ve cam kenarındakilerden birine oturuyorum. Antrenman sahasındaki minikler ve tel örgünün dışındaki banklardan zevkle ve büyük hayallerle çocuklarını izleyen ebeveynler, iç ısıtıcı. Yeşillikler içindeki tenis kulübünün şıklığına, onun solundaki göl ve iskelesine ve de bir zamanlar, özellikle gün batarken terasında yemeğin ve içkinin keyfine doyum olmayan belediyenin işlettiği enfes manzaralı ama şimdi içkisiz aile lokantasındaki anılara selam çakıyorum. Kocaman ve de yemyeşil, gün itibari ile piknik şenliğindeki küçük ormanı geçerken, iyice yükselen ağaçların arasındaki anfitiyatrodan gelen yaz seslerine kulak kabartıyorum. Bandırma Vapuru ve kıyısına demirlediği alanın hoşluğu ve elbette Gazi Kovan'ın,* her hatırlandığında göz ucuna mutluluk damlaları getiren hikayesi, vapurun alt salonundaki Atatürk zarafeti, O'na hayranlığımı çoğaltırken, bir kez daha gururlanmama sebep oluyor bu şehir. Su kayağı parkuru, akabinde açık deniz, balıkçı tekneleri ve irili ufaklı su araçları derken; balıkçı barınağındaki yine belediyeye ait lokantada balık yesem mi hayali kuruyorum.


Sol yanım alabildiğine deniz, sağ taraf ise bir süre demir yoluna paralel, akan trafiği ile seyri zevkli kara yolu ve hemen onun bitimiyle başlayan ve yükselen yemyeşil dağın tepesinden arkaya uzanan orman... Ve o ormana doğayla uyumlu, ağaçtan bir restoran yerleştirerek; doğal bütüncüllüğü hiç bozmadan, yıllardır oradalarmış gibi bir uyumla yerleştirilmiş  masalarla piknik alanları da yaratan eski belediye başkanlarını sevinçle anıyorum. Şehri 80 öncesi uzun yıllar, sonra da bir dönem yöneten ve şehre ihanet içinde olan bir başkanın yok edişlerinin; kenti denizden uzaklaştırma gayretindeki peşkeşlerinin; ideolojik ve ticari hainliklerle pek çok eski evin yıkılıp yerlerine ucubeler dikilmesine izin vererek, belki de dünyanın sayılı old town'larından birine sahip olabilecek şehrin bu imkânını elinden almasının izlerini silerek; iki farklı partiden olmalarına rağmen, geçmişi  yok edilmeye çalışılmış şehirden bambaşka bir şehir ortaya çıkarıp, belki de yüz ölçüm oranları ile bakıldığında ülkenin ve belki de dünyanın en uzun ve halkın kullanımına en açık sahillerinden birini yaratan iki başkana** bir kez daha şükran duyuyorum. 

Güzergâhın eski, yani TCDD treninin çalıştığı dönemindense hiç bahsedesim yok. Ne güzeldin sen Çarşamba Treni, deyip geçiyorum. Bugüne ait olanın tadındayım. Sonuçta içine raylar kaçmış bir insanım. Coşkun denize bakıp kitabımı açıyorum. Tarım alanları eksiltilerek yapılmış sanayi sitelerinin içinden geçerken hayıflansam da, sanki, Öksüz Brooklyn'in*** içinden geçiyoruz sanıyorum. Oysa eski ve gerçek tren Kerimbey'den sağa döner, yavaşça inen korkulukların çın çın sesleri ile taşıt trafiğine kapanan ana yolu geçip uzaklara gidiyormuş hissi veren yeşilliklerin içine dalar, küçük ve saklı yerleşimler geçerek Çarşamba'ya varırdı; ne de güzel varırdı! Yine de, aslı bir tramvay olsa da, Kerimbey'i geçerek Çarşamba'ya varmasa da, bu tren de güzel. Eskinin bağ bahçelerinin izi kalmış tek tük evleri geçerken çocuk oluyorum. Küçük bir çam ormanı içindeki, babamın bir arkadaşına, ama klas bir arkadaşına ait olan benzinliği anımsıyorum. Güzel ailemizin izlerini seviyorum. Ve Tekkeköy İstasyonundayım! Bugün şenlikli. Üzerinde formaları ile maça gelen kızlı erkekli gençler, kurdukları masalarla açık hava restoranı tadı veren köfte ve ciğerciler, sıcak simit kokuları, eskilerde stat çevrelerinde tek tük bile görülemeyen kadın sayısının çokluğu, ve tüm bu hoşlukları parlatan enfes bir güneş. Fakat tren her bu, son durağa vardığında hazır olan ring bugün yok, ya da henüz gelmemiş derken geliyor. Binip de kartımı okutmak isterken, şoför yarım saat sonra kalkacaklarını söylüyor. Hımmmm maç yüzünden sanırım! Aslında stat, kapalı salon, taraftarlar, şenlikli açık hava ve satıcılarıyla kalma hissi veriyorsa da alan, gözümde tüten ve hayalimde olan bir şeyler de var. Açtığım kitabımı kapatıyorum ve yürümenin tadıyla yola vuruyorum kendimi.

Artık yeni inşaat alanlarıyla başka ve tarım alanları yok edilerek elde edilmiş yeni ve "modern" bir bölge doğuran ve neredeyse küçük ölçekli bir şehir kıvamına gelen eski köyün merkezine doğru, o nahif halinin izleri yoğun kısmından yürüyorum.  Köyden kalan ve hâlâ var olan izlerin varlığına seviniyorum. Tam merkezine, meydanına gitmek gibi bir niyetim yok. Bir an, köy içindeki, terasını ve oradan gördüğüm ağaçların arasından akan dereyi izlemeyi sevdiğim, hoş düzenlenmiş mekanın; kenarını koparıp kıymasının ortasına konulmuş yumurtasının rafadan sarısına dokunarak götürdüğüm karabiber kokulu pidesinin tadı aklımı çelse de, bundan vazgeçiyorum. Belediyenin muhteşem kararı ile kafeteryaya evrilen, üstelik güzel de evrilen, rayları korunarak etrafında güzel de bir park oluşturulan eski gara doğru yürüyorum. Bir kaç hafta evvel keşfettiğim, sakin, hoş, karmaşadan uzak, çalışanları ile güzel bu alanı ve onun batı yönüne yerleştirilmiş bambu masalarında ve rahat koltuklarında  oturup, bedeni ısıtan güneşin şefkatiyle kitap okumayı seviyorum.


"Merhaba, nasılsınız?"

"Hoş geldiniz."

"Şu üç kuru pastadan ikişer tane ve dört tane de ekler lütfen."

"Bir de sıcak çikolata lütfen."

Kitabımı çıkarıyorum. Soluduğum hava keyifli. Ağaçlar, binanın hoşluğu, görüş alanımdaki bir kaç ev ve  köy tadındaki bahçeleri, mutlu ediyor beni. Okuduğum kitap âlâ... Kalem Kültür'ün her ülkeden hikâyelerle oluşturulduğu konseptin bir ürünü olarak Sessiz Harfler Antolojisi! Ülkeyi zaten çok sevmiştim. Bir sempatim var, fakat bu hayranlık kendi ölçeklerimle ve bana hissettirdikleri noktasında objektif olmayacağım anlamına da gelmiyor tabii ki! Okuduğum ve her biri farklı yazara ait öykülerde bahsedilen alanlarda bulunmuş olmak, ülkenin hissettirdikleri ile doğru orantılı duygular hissetmek, gülümsetiyor beni. Öne çıkardığım hikâyeler ve yazarlar da var elbette. Özellikle iletişim çağının hayatımıza kattıkları dönemlerde yaşayan ve bu döneme dair öyküleri pek de tatlı bir mizahla anlatan daha genç yazarlar...

Fakat eskiler de muhteşem. İşin özü, Çağdaş Gürcü Edebiyatından Sıra dışı Öyküler alt başlıklı bu güzide kitap; az sonra sanki tren gelecekmiş hissi veren bu garın güzel kafeteryasında, günün ruhları dürtüklemeye başlayan hoş güneşli ama nispeten mevsim serini şu saatlerinde, "Ne güzelsin sen hayat," dedirtiyorlar bana. Ana yemek muamelesi yaptığım kuru pastaları bitiriyorum o ara. Daha önce yediğim ve tadına bayıldığım, bazılarının yaptıklarının aksine küçük ölçekli ve aslına uygun ekler ile sıcak çikolatamın keyfini çıkarma vakti. Muhafazakâr bir belediye tarafından işletilen mekanın, yüzü aydınlık "türbanlı" ama gençliği ve zamaneliği buram buram çağ kokan tatlı ve güleryüzlü genç kız, sempatik ve sıcak bir nezaketle bir isteğim olup olmadığını sorarken, kitap okuduğum için pek rahatsız etmek istemediğinin de altını çiziyor. Kendisinin de kitap okumayı sevdiğini belirtiyor. Muhafazakâr kesim olarak tanımlanan bu genç kadınların ne denli kitaba yöneldiklerinin, pek çok fuarda ve kitap satılan alanda tanığıyım. Hatta anne olanlarının, kendilerinden esirgenmiş olan eksiklerini çocuklarına kapattırmak için nasıl bir çaba içinde olduklarının da.

Okuduğum kitabı merak ediyor tatlı, genç ve sıcak garsonum; anlatıyorum, serinin diğer kitaplarından da bahsediyorum. Hatta bir başka seferde ona bir kitap getirmeyi, aklımdan geçiriyorum. Bir de su istiyorum.


Eklere zaten bayılmıştım, bu kez de bayılıyorum. Sıcak çikolatam da pek keyifli ki şeker ilavesine de gerek duymuyorum. Fakat bilindiği üzere fotoğraf makinemin pili bitik, o halde bu fotoğraflar nereden diye bir soru akla gelebilir, dikkatli okuyucular tarafından. Bu fotoğraf iki hafta önce bir vaha gibi cadde aralığından görüp de Gar ile tanıştığım günden. Kitapsa Danimarkalı yazar, soyadı Acaba? dedirten Simon Pasternak tarafından yazılmış, ikinci dünya savaşı sırasında geçen, güçlü tasvirlerle savaşı ve Nazileri ve savaşın öteki yüzünü fon yapan, enfes bir polisiye.

Güneş çekildikçe hava soğuğunu hissettirmeye başlıyor. Kalkma zamanı geldi. Ödeme için kasaya geliyorum. Burnunun kenarında zarif ve minik bir taş olan bakımlı "türbanlı" genç kadına mekanı ve belediyenin tavrını övüyorum. O ise buranın içki içip kavga edenlerin bulunduğu bir harabe oluşunun altını çiziyor. Benim takdirimse yıkılıp başka bir şey yapılabilecek kıymetli bir alanın korunmuş, yenilenmiş ve halkın kullanımına açık hale getirilmiş olmasına.. Müzeyi gezmek isteyip istemediğimi soruyor. Bugün açık olmadığını biliyorum ve bunu ifade ediyorum. O ise benim için açabileceğini söylüyor. Bense, bir hafta sonu en sevdiğim kadınla geleceğimizi ve o gün gezeceğimizi belirtip, teşekkür ediyorum. Kim bilir; belki de canlı müziğin olduğu bir akşam olur bu!..

Parkın içinden geçerek arka taraftan çıkmak için yürüyorum, raylara basmak istiyorum, hatta üzerlerinde yürümek, tam o sırada park alanının dışındaki biraz da yüksek kaldırıma bir taksi çarpıyor, doğal olarak jantlar yamuluyor. Abi düz yoldan gelip de şu küçük virajı nasıl dönemedin ve bu işi nasıl becerdin? diye sorasım geliyor da sormuyorum tabii ki. O hali ile arabayı geri alıp bir süre gidiyor ama arabanın gidesi olmadığı gibi gidecek hali de yok. Aslında o tarafa bir ev için yönelmiştim. En sevdiğim kadının bayılacağı iki terk edilmiş evden biri bu, elbette fotoğraf çekemiyorum ama bu anlatmayacağım ve onun bayılmayacağı anlamına gelmiyor.


Şimdi eskiyi terk edip, tarım alanlarının imara açılmasıyla oluşmuş alanlarda yürüyorum; arada hala eski halinde ekili, içinde inekler, koyunlar, tavuklar olan evlere rastlıyorum. Elbette bu evlerin çocukları, büyüklerin bu dünyadan göçmesini bekliyorlar, ülkenin ne yazık ki gerçeği bu durumu biliyorum. Fakat bu bölgede de bir hoşluk var. Geniş, cetvelle çizilmiş ve birbirini kesen caddeler akıllıca. Üstelik binaların çoğu boş olduğu için bir gerçeklikten öte fantastik bir rüya tadı var. 4-6 yaş çocuğa da mı kuran kursu eleştirisi yaptığım camiyi, mimarisi ve etrafındaki bahçesi, yeşilliği ve çay alanı ve ulvi havası nedeni ile seviyorum. Onun parke taşlı sokağına giriyor, oradan geniş bulvara çıkıyorum. Yeni sosyalleşme alanı olduğu belli bu genç caddedeki bir iki kebapçı ve pastane dikkatimi çekiyor. Ama yıkılmayı bekleyen ve an itibari ile işe yarar malzemeleri hurdacılar tarafından sökülmüş ve an itibari ile sanki bir savaş bölgesindeymiş de bombalardan bu hale gelmiş görüntüsü veren apartmanın, akşamın loşluğu ile buluşunca ortaya çıkan hali; buna bayılacak birini hatırlatıyor hemen bana... kahrolsun ki makinenin pilleri yok. Olsun diyorum, nasılsa birlikte geleceğiz?

Şehrin Kırıntısı adlı en sosyalleşmiş kafeden sağa dönüyor, simit dükkanı iken bir kısmı -yeni-balıkçı ve balık lokantası olmuş mekanda bir gün balık çorbası içmeyi düşünüyorum. Aslında ayaklarımın giresi var da, ben engel oluyorum. İstasyondayım.

Ve akşamın içinden geçecek, geldiğim güzergâhın daha uzağına gidecek, günün ruhları dürtükleyen bu saatlerinde günden biriktirdiklerimle birlikte manzaraların tadını çıkaracağım trendeyim!

Daha ne olsun...? 


*Gazi Kovan

**İki Başkan, linkteki ve linkin yönlendirdiği yazıda adı geçen kişilerdir!

***Öksüz Brooklyn, Jonathan Lethem tarafından yazılmış,  karakterleri ve onların öyküleri ile renkli eğlenceli ve okuması keyifli bir polisiyedir.!

18 Ekim 2019 Cuma

Aşkı Beklerken...

İçinde tren ki denizin kenarından gidilecek bir yolda şehir için uzun bir yolculuk, dönüşünde de uzun ara verdiğim sinemada bir film olan bir cumartesi planlamıştım ve birazdan yola çıkacağım... Müzik, bir fincan çay, eğlenceli bir atıştırmalık ve tadı çıkarılarak okunan bir yazı. Daha ne olsun di mi ama?!
 

********

Sevgili E.D.

 Az sonra o lanet alışveriş merkezine gitmek için yola çıkıyorum... 11.15 seansını izleyeceğim eğer oynatırlarsa... öncesinde ya da sonrasında o lanet AVM'nin çok güzel manzarası olduğu söylenen terasında bir şeyler atıştırıp, içeceğim-hiç istemesem de- sanırım.:) Belki biraz da kitap okurum, orada daha çok kalmak zorunda olmanın memnuniyetsizliğiyle.:) Bi de seni özleyeceğim!

................ 

Dönüşte ve istemeye istemeye, biraz da mecburiyetten gidilen adı batasıca o lanet yerden kurtulmanın sevinciyle, ararım.:)
...............

Görüşmek üzere,

Sevgilerimle

 Buraneros



Uzun zamandır sinemada bir film izlememiştim, belki de Kars Şehir Sinemasındaki unutulmaz gün ve filmden beri*... Çok kez niyetlenmiş, sonrasında hep üşenmiş, tembele bağlamıştım. Sinema dışı mecralarda da çok film izlediğimi söylemem mümkün değil aslında. Oysa bir dönem bolca film izliyor, üstelik bununla kalmayıp, bir sinema sitesinde yazıyordum da... O yazmalar sonuçta beni blog dünyasına taşımıştı oysa! Bir tetiklenmeye ihtiyacım vardı; fitili ateşleyecek bir filme! Bir süredir şehrin sinemalarında ne var ne yok babından, düzenli olarak mail gönderen sinema sitelerinden gelen maillere bakıyordum. Bir film, adı ve afişiyle çekti beni; diğer filmler üç sinemanın tümünde ve çok salonda oynarken, o sadece iki sinemada birer salonda gözüküyordu. İçgüdülerim işte! Anladılar ki bu film öksüz. Fragmanı tıkladım, o kısacık anları izlerken içim ona ısındı, heyecanlandım. Bir fragmandan yola çıkılır mı denirse, hislerime ve hissettiklerime güvenirim, der geçerim. Sonra yönetmenin, bende izi olan ve çok sevdiğim bir filmin** yönetmeni olduğunu fark edince, filme gitmek mutlak oldu. Sonrası iyilik güzellik!


Gün Cumartesi; okul yıllarından beri haftanın en sevdiğim günü! Güzel uyanıyorum. Sabahın erkeni. Bloglara göz atıyorum. Bir yazı var ki özlemlerimden birinin gerçekleşmiş hali, ona en üst paragraftaki cümleleri de içeren bir yorum yazıyorum***. Dedim ya havam güzel keyfim yerinde... Sonra da en sevdiğim kadına,  -aslında aramızda mekanla ilgili espri konusu olan duruma vurgu yapan- bir mektup atıyorum, ama ertesi gün!  Sonrasında yol hazırlıkları; güzel ama bir tık serin havaya rağmen ne olur ne olmaz diye küçük sırt çantama bir yağmurluk, bir kitap, küçük bir fotoğraf makinesi atıyor yanıma da bir mont alıyor, sonrasında Migros'a uğrayıp çantaya bir de  içilecek kahve yanı için fıstık ezmeli Eti Burçak ekliyorum.

Trendeyim. Elimde kitabım, enfes manzaralar eşliğinde en iyi iki arkadaşımdan birine gidiyorum. İnmem gereken durağa yaklaştığında bir ikilem içinde kalıyorum. Sevdiğim bir arkadaşımın uzun yıllardır çalıştığı yine sevdiğim meslektaşlarıma ait iş yerine de uğrasam mı, diye düşünüyorum. İnince trenden, zaman açısından sorunlu buluyor, bu fikirden vaz geçiyorum. En sevdiğim iki arkadaşımdan birindeyim. Sonra en sevdiğim iki arkadaşımdan o eşsiz seyahati birlikte yaptığımızın yanına geçiyoruz. Gün akşama ulaşmak üzere, 18.15 seansına yetişmek istiyorum. Birlikte dönerken şehrin dışında kalan, sokaklarını sevdiğim açık hava AVM'sinde arabadan iniyorum. Fakat filmin burada olmadığını görüyorum, sonra trenle adı batasıca o lanet AVM'ye geçiyorum. 18.15 sönük, diğer ve ışığı yanan seans da 21.30'da... Cehalet!.. Beklemeyi göze alamıyor ve diğer AVM için çıkıyorum. En sevdiğim kadını arıyorum, o AVM'deki seansı öğrenmek istiyorum. Dönüşünde aldığım yanıt filmin orada oynamadığı. O halde eve.



Gün Artık Pazar

Dünün aksine pırıl pırıl bir sabah, kıpırdatıyor insanı. Neti açıp filmin durumuna bakıyorum. 11.15'de var. Korkum zaten izleyicisi az olacak filmin, üstelik sabah seansında oynatılmaktan vaz geçileceği noktasında. Güneş de tahrik edici. Bir de teras ve manzara söz konusu! Çantamı hazırlıyor, düşüyorum yola. Salih Usta'dan bir tane kaşarlı tereyağlı poğaça alıyorum. Onu yerken durağa varıyorum. Trendeyim, bayıldığım kitabımı açıyorum. Pazar keyfi bir yolculuk sonunda Samsunspor'da iniyorum. AVM henüz açılmadığı için bir banka oturup yüzümü güneşe veriyor ve kitabımı okuyorum. Şimdi gişenin önündeyim, dün akşamın kalabalığının aksine bir ben varım. 11.15'in ışığı yanmıyor. İptal olduğunu düşünüyorum. Soruyorum. Aldığım yanıtla açığa çıkan cehaletime gülüyorum. Anlıyorum ki sönen ışık oynayacak filmin. 

 "D-4 lütfen."

İyi bir yeri seçtiğimi düşünüyorum, indirimli mısır ve içecek teklifine teşekkür ediyorum.  Bir şeyler atıştırmak konusunda tereddütteyim ki aynı zamanda yeme içme katındayım. İki tur atıyorum ve bir karara varıyorum.

"Bir köfte burger menü, kola şekersiz olsun lütfen."

Terastayım. Dünyada manzarası bundan daha güzel bir AVM varsa, beri gelsin. Sabahın sakinliğinden yararlanıp kenar masalardan birine oturuyorum. Alabildiğine deniz, limandaki ve açıktaki gemiler, kıvrılarak açık bir koy oluşturan şehir, karşıdaki göl, kocaman ama kocaman ve yemyeşil bir park, denize kavuşan bir ırmak, kıvrıla kıvrıla giderken bir de köprü geçen trenler... Al gözüm seyreyle! Fotoğraf makinesini çıkarıyorum, kitabımın bir fotoğrafını manzara ile birlikte çekip hakkında yazacağım yazıda kullanmak istiyorum. Fakat o da ne?!

Kara kızın laneti AVM'nin üstüne çökmüş! Makineyi açmaya çalışıyorum ama o açılmıyor. Uğraşıyorum uğraşıyorum, banamısın demiyor. Pili çıkarıp takıyorum, tık yok. Üzülmüyor, gülüyorum! Patatesler ve kolanın tadını çıkarırken kitabın satırlarına gömüyorum kendimi. Yüzümde hoş bir tebessüm!

Yürüyen merdivenlerden salonların olduğu kata çıkarken Tiflis Metrosunun merdivenlerinin hızını ve dikliğini düşünüyorum. Sinemanınkiler o kadar değilse de ona yakın diye içimden geçiriyorum. Filme biraz daha var... Ferah fuayedeki koltuklardan birine oturduğumda denizi alabildiğine gören,  daha önce karanlık saatlerde gelmelerden kaynaklı olarak fark etmediğim boydan boya camların ardındaki terasa şaşırıyorum.

6.salonda yalnızım, oysa bileti alırken satılmış bir yer daha görmüştüm. Belki de sanmıştım. Farkında olmadan da koridoru seçmişim."Oh ne âlâ!" Fakat kendi yerimden 3 nolu koltuğa geçersem sahneyi tamı tamına ortalamış olacağım. Geçiyorum. Salon benim. Üstelik o koltuk, belki arızadan kaynaklı olarak geri doğru yatabiliyor da. Bir kez daha"Oh ne âlâ!"

Karakterlere bayılıyorum. Taraf tutuyorum. Bir aşk hikâyesi anlatıp da insanı inceden inceye germek mümkün mü? Üstelik şiddet yok, kötü karakterler yok ve naif bir film. Manzaralar ve biri kadın iki psikiyatrist ve de iki karakterin iki farklı psikiyatristle görüşmelerindeki ve de genel olarak filme hakim tatlı mizah muhteşem. Doğru anlara doğru seçilmiş, 'a ben bu şarkıyı biliyorum ama burada da cuk oturmuş ve manalanmış' dedirten ve yürek tellerini titreten lezzetli müziği ve de günümüz insanına bir şekilde bulaşmış, onu içine katmış sosyalleşme olanaklarının eleştirmeden, abartmadan, günün doğal akışının olağan araçları tadında ve doğallıkla kattığı renkler: izleyiciyi filmle ortaklaştırırken, gülümsetiyorlar da. Fakat bu cin yönetmen  biliyor ki izleyici isteyecek, yakıştıracak ve taraf tutacak. Bütün bu hali öyle güzel sahnelerle öyle ilmek ilmek örüyor ki doğal olarak da sizi filme katıyor. Bir gerilim filmi değil ama geriliyorsunuz, çünkü tarafsınız. Üstelik iki kişi için! Diyaloglar güzel. Aşka ve sevilene dair tarifler muhteşem. Bir güzel kadına hissiyatlarımın ve beklediklerimin karşılığını bulmuş olmanın coşkusuyla ve içtenlikle kurulmuş cümlelerimin benzerlerini bir uzmanın dilinden duyunca içimden bir coşkunluk dışa vuruyor. Bir çocuk sevinci içindeyim. Coştukça coşuyorum. O'nu düşünüyorum. Bir an önce film bitsin diye beklemiyorum ama filmin ardından dışarı çıktığımda selamsız sabahsız bir cümleyi haykırmak istiyorum. O'na! Ve izlediğim en güzel final sahnelerinden biri. Budur!  İzleyici çok mutlu. Coşkulu! Yüzünde şahane bir gülümseme, gözlerin ucunda mutluluk damlaları. Utanmasa alkışlayacak! İstemsizce!

Fuayedeyim. Kocaman camdan içeri dolan manzara davetkâr. Çıkıyorum terasa. Aman allahım bu ne? Yukarıda tariflediğim manzaranın yakın planı; mimarisi piyano şeklindeki Opera Balenin  8.katındaki restoranın terasında içilen ve içilemeyen unutulmaz biralar gibi!

Telefon. Tek Tuş.

"Seni Seviyorum."


Filmin Tadıyla Güne Devam için buradan lütfen!



*Kars Şehir Sinemasında unutulamaz gün ve film 

**Çok sevdiğim bir film 

***En üst paragraftaki cümleleri de içeren bir yorum yazıyorum.

Tiflis Metro'su bahisli yazı.

3 Ekim 2019 Perşembe

Bizim Oralarda Sabah Olunca...

Zamanı olmayan yorumlar da yazılır.


... Yazmak konusunda epeyce tembelleşmiş ben için o kadar değerli ki yazdıklarınız. Ve kabul ediyorum ki yorum yazmak ve yorumlara yanıt vermek konusunda oldukça, hem de epey oldukça kusurlu biriyim. Bu gecikme için özellikle özür dilerim. Sizin gibi derin ve farkında biri tarafından yazılmış bu övgülerin yüzüme çocukça ve keyifli bir gülücük kondurduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Çok teşekkür ederim. Son cümlenizle ilgili tesadüf, sanırım bir yazıya bile konu olabilir. Umarım yazabilirim. Tekrar ve çok teşekkür ederim. Sevgilerimle... diyerek cevaplamıştım, ilk yorumu.

...MERHABA SEVGİLİ BURANEROS...
HİÇ ADETİM OLMAYAN BİR ŞEYİ YAPIYORUM ŞU AN.. YANİ BENİM SAYFAMI ZİYARET ETMEYEN...ve YORUM BIRAKMAYAN BİR KİŞİNİN SAYFASINA YORUM YAPIYORUM..
ÜSTELİK AĞZI BİR KARIŞ AÇIK, UMDUĞUNUN FEVKİNDE BİR ANLATIMLA VE DONANIMLA BAYILA BAYILA OKUDUĞU BİR YAZIYA!!!

ŞU ANLIK BU KADAR YETER HOŞBULDUK YANİ!!!

ŞİMDİ BLOĞUNU BİR HALLAÇ PAMUĞU GİBİ ATMAYA GİDİYORUM.. MÜSEBBİBİ EVRENDİR!
FAZLA ZORLARSAK AKRABA ÇIKMA İHTİMALİ BİLE VARDIR!!!! :)))...

Yeni Yayın Dönemi


...Rastladınız mı bilmiyorum ama uzun bir süredir kendimle alakalı olarak altını çizdiğim bir mazeretim var, işler güçler meselesi. Onlardan usul usul kurtulmaya başladığım evrede, yeniden yazmaya ve okumaya başladım; neler kaçırdığımı da fark ediyorum elbette. Üstelik de ince bir kıskançlıkla birlikte şahane bir özenme duygusu ele geçiriyor bünyemi, usul usul. Teslim olmaya gönülden razıyım. Okumamış olduğum her bir yazınızı okurken, biraz da ödevini yapmamış ve defterinin sayfaları arasına kendini tıkıştırmaya, olmadı sırasının gözüne saklamaya çalışan bir öğrenci gibiyim. İnsan sizin sayfalarınızdayken, kendini şöyle bir toparlama ihtiyacı duyuyor ve ayağa kalkıp önünü de ilikliyor çaresiz, ama gönüllüce. Bir yandan da kendimi öğretmenin saçlarını okşayacağı, haylazlıkları ve afacanlıkları ve elbette tembelliklerini hoş göreceği -ayrıcalıklı-bir öğrenci gibi görüyorum. Biraz da kasılayım di mi ama. Yani Gülsen öğretmenim; yine çok etkilenmiş, çok şey biriktirmiş, özenmiş ve de gaza gelmiş biri olarak dönüyorum. Üstelik de okuduktan sonra kendimi kalda bulduğum, farklı farklı duygulara bulandığım, o duygudan öbürüne geçmenin artçılarının keyfini dibine kadar yaşadığım her bir yazının bendeki hissini, etkisini her bir yazının altına yazmamış, yine kaytarmış, toptancılığın ardına sığınmış bir öğrenci olduğumu da kabul ederek...

Bedenin İntikamı


...Oysa ben daha önce okuduğum ve bu kez yorum yazmak için, halen de blogrolumda görünen Rüyalar için gelmiştim. Çok da iyi hazırlanmıştım açıkçası; her biri film tadında rüyalar gören biri olarak. Yalnız benimkiler çok fantastik, macera dolu, içlerinde mutlaka uçak var ama onlar bazen Afrika'nın toprak yollarına, bazen bir kumsala, bazen de eski Zafer Sinemasından parka doğru giden caddeye iniyorlar, yalnız bazıları düşüyor da; komikler ve de nereden gelip konuyorlar gecelerime bilmiyorum açıkçası. Bazen diyorum ki herhalde çok yetenekli bir yönetmen var ve o yerleştiriyor; daha önce görmediğim bilmediğim araçları, insanları, şehirleri geceme. Seviyorum aslında hepsini, içinde hüzünler bile olsa bir tazelenmişlik hissi alıyorum her uyandığımda. Bakın yine mektuba döndürmek üzereyim yorumu. Tabii ki rüyalar için gelip de bu yazınızla karşılaşmak şaşırtıcı ve hoş bir sürpriz oldu benim için. Toptancılığın ardına atıverdim kendimi yine. Şimdi bu yazıyı da okumuş biri olarak ne yazsam bilmiyorum. Koç burcundan bir erkek ve de burcunu seven biri bu kez de kendini kelimelerin altına mı saklasa acaba? Ama çok iyi bildiğim bir şey var ki siz şahanesiniz. Yine bir fikirle dönüyorum hayatıma, teşekkürler. Çenemin düşmesinin sebebi yazılarınızdaki birikimli lezzet ve Beethoven kesinlikle. Kendinize iyi bakın, Sevgili Öğretmenim...

Susmak ya da Duymamak



..."Bir tek kelimenin ifade edilişindeki vücut diline ya da tonlamaya bakıp aynı kelimenin farklı insan karakterleriyle ya da aynı insanın farklı ruh hallerinde nasıl farklı anlamlar yüklendiğini bilen biri olarak..." demiştim, bir yazımın içinde. Çok da beğenip havalanmıştım üstelik, bunu ben mi yazdım, diye... Yazınızı kaçıncı kere okuduktan sonra aradım ve buldum cümlemi. Aklınızdan geçirdiklerinizi, çapınızca yazdıklarınızı, kendinizden çok çok daha güzel yazan birinin kaleminden görünce insan, "ben de iyiymişim be," diyor haliyle... Şu karne gününde ne sevinç oldu benim için. Unutmayın, şahanesiniz...

Kapasite


...Tahmininizce bu yazıya kaç kez gelmiş, kaç kez okumuş, kaç kez kalmış.. öylece dalıp gitmişimdir her bir keşkeye bakarken? Bir tek kelime üzerinden yazılmış en güzel senfonilerden biridir bu desem, abartmış olur muyum sizce? Kendisiyle tutarlı muhteşem bir müziği var üstelik. Derin ve sessiz. Bir de buna piyanonun tuşlarından çıkan ve her bir ifadenin altını kalın kalın çizen müziği eklersem ki o müziği çalan parmaklara yüklenmiş duyguların, yaşanmışlıkların dışavurumunun güzelliğini ve hayatı sahiplenişini de göz önüne alırsam, ben gibi bir dünyalı nasıl bir yaşam öyküsü canlandırır satırların içinde yok olmuşken; söyler misiniz? Ve nasıl güzel, serin bir kuyunun içinde saklanmışlık hissi, şu dünyanın lanetlerinden uzaklaşmışlık hali, "iyi ki varsın hayat" dedirten bir yazıdır bu ki, onlarca kitaptan daha derin bir lezzetle gündelik hayatına döndürür insanı.

Şahanesiniz. Bunu daha önce de demiştim değil mi, Sevgili Gülsen Öğretmenim. Sonra da söyleyeceğim emin olun...

Keşke


...Benim Akıl Oyunlarım, akıl karıştırıcı mı idi... kesinlikle. İç burkan bir yanı var mıydı.. evet. O yazı yazılana kadar, buraya gelindiğinde tebessümle mi dönülürdü... cümlelerin içinde bazen biraz hüzün yüklü olsa dahi... evet.

 Kalan ömrümün vurgusu üzücü müydü... evet.

"Eğer zamanınızı harcadığınıza değmiyorsa yazacaklarım, sizden ricam sessizce kapıyı kapatmanız!!" cümlesi.. "inadına, inadına" vurgusu yaptırıyor muydu takipçinin yüreğine... evet.

Peki vasiyetimdir başlığı düşünce blogrola, takipçiye ne oldu... üzüldü. Ama sonra sevindi. Hem de çok.

  Şu anki durumumu ise çok ama çok sevdiğim bir öğretmenimin cümleleri ile anlatmak istedim: Ama ben, yazdıklarını/zı her okuyuşumda farklı değişik anlamlar çıkarttığıma göre acaba okuduğumu anlamıyor muyum dersin/iz?..

Vasiyetimdir...


...Elbette yazının 6 yıl kadar önceki bölümü de vurucu,şahane.. ama beni bugün, ön yazınız daha çok vurdu. Kaç kere okudum bilmiyorum, bi yandan da imlasına dikkat kesilmişim, bir kaç şey daha kaparsam âlâydı. Kaptım da. Fakat anlatımın bıraktığı duyguyu, anı görmenin lezzetini anlatamam. Akordeon sesi güzeldir, nerede çalsa mutlak içime işler, sahneler yazar; hüzünleri daha az, neşesi daha yukarı tatlar bırakır bende. İyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu düşünürüm. Hüzün çalarken bile sıcak bir gülümsemem olur yüzümde. Bu kez akordeon mu bir hikaye yazdı, yoksa ben bir hikayenin içinde mi müziği duydum bilmiyorum. Ama.. kesinlikle yaşadığımdan eminim. Kesinlikle! Daha önce de şahanesiniz demiş miydim?..

Mayhoş Görüntüler



*Fotoğraflar 6.kattan L23 ile...

26 Eylül 2019 Perşembe

Alanos Usulü İzmir Kumru

Bir İzmir dönüşü, orada yenmiş klasiğin tadı damaktayken... kadim fırınımızda da -en azından şeklen- uygun ekmekleri ki baston dediğimizin kumru şeklinde pişirilmiş, küçük ve maksadı sandviç olanını görünce... ampul yanıyor! Alıyorum susamlısından... Gelince eve, kesiyorum ekmeği ortadan ikiye... tabanının üzerine bir cerrah titizliği ile ve uygun bıçakla incecik ve enine dilimlediğim domatesleri, onların üzerine de peynircimde âlâsını bulabildiğim, yağı yerinde, kaşar gibi düzgün kesilebilen ve öyle de dilimlediğim İzmir tulumu parçalarını yerleştiriyorum... Peyniri bol olsun istediğim için üst parçaya da bir miktar ilave ediyorum.

Dikdörtgen ve döküm fırın kabımın içine ortadan ikiye böldüğüm yağlı kağıdın bir parçasını yerleştiriyor, onun üzerine de hazırlanmış ekmekleri ayrı ayrı koyuyorum. 195 derece ısının,Tarihi Alsancak Gevrek Fırını'nın* orijinal kumruları tadında pişireceğini düşünüyorum. Ayarlıyorum fırını.  Isınınca... orta gözdeki ızgaranın üzerine yerleştiriyorum kabı... 15 dakikalık sürenin; o muhteşem ama kıvamında kıtırlığı sağlarken, ekmeğin beyaz kısmını da nispeten yumuşak bırakmak adına yeterli olduğunu düşünüyorum! Ayarlıyorum dakikayı. Finaldeki görüntü muhteşem. Eğer o fırının kumruya özel ekmeğinden bulmuş olsaydım, doğrudan İzmir Kumrusu havası atabilirdim... Kesinlikle!.. Ekmekleri tekrar birleştiriyor, yanına da âlâ bir filtre kahve ekliyor ve deniz esintili kahvaltımın tadını çıkarıyorum.

Artık bir reçetem var, buna seviniyorum. Üstelik ilk atışta tam isabet. Bir kaç kere böyle devam ediyorum. Bazen süreyi ki genelde dilim ekmeklerde 12 dakikaya düşürüyorum. Günlerden bir gün, bir sabah, en sevdiğim gurmeye de yapıyorum; onunla balkonun, sabahın, kahvenin, mahmurluğun, sohbetin ve kahvaltının tadını çıkarmaya bayılıyorum. O yerken, gözlerinde ip uçları arıyorum. Fakat onlar da rollerini güzel oynuyorlar; ser verip sır vermiyorlar. Muhteşem bir sabah, deniz enfes, güneş şefkatli, paraşütler renk ahenk, sahil usul usul dolmakta, İstanbul'dan gelen uçak denize doğru alçalmakta, açıkta bir gemi seyir halinde, kuş korosu yerlerini almış ki kaç, kaç yıllardır bu manzara... Sonucu bekliyorum. Gözlerinden okumaya çalışıyorum. Çaktırmadığı ama usul usul çaktığım hınzır tebessümü birazdan koyverecek; seziyorum.

Başardım! Yaşasın!

Sonraki günlerde varyasyonlara geçiyorum. Bazen domatese yeşil biber ekliyor, bazen tabana hindi füme, üzerine dilimlenmiş pişmiş yumurta, üzerine domates dilimleri ve yeşil biber, onların üzerlerine de tulum, bazen de farklı peynirler koyuyorum. Zeytinyağı gezdiriyorum tabanda bazen... Sonra domates dilimlerinin üzerine taze fesleğen parçaları, onların üzerinde de biraz zeytinyağı gezdirip üzerine de Ezine dilimleri koyarak deniyorum. Bazen de zeytinyağı gezdirdiğim tabana kekik ve pul biber serpiyor, sonra üzerine malzemeleri yerleştiriyorum. Fakat!

Fark ediyorum ki sandviç maksatlı da olsa... bizim fırının aslında dönerciler için yapılan ekmeği fazla geliyor; üstelik ekmek tüketimim artıyor. O zaman başka fikirler tecelli ediyor ki genelde tam buğday ekmeği tüketen biri olarak ve tembel işi olduğu için yeni yol, bu yöntemi değiştiriyorum.

Fırına dilimlettiğim ekmekleri koyuyorum artık fırın kabımın içine, yine aynı titizlikle kestiğim domatesleri, onların üzerine de tulum peynirlerini... Ve dilim ekmek kullandığımda kesinlikle zeytinyağı gezdiriyorum üzerlerinde... arada sırada da baharat. Bazen, canım isterse, minik döküm tavada yumurta yapıyorum onların yanına; anne ve babaannemin deyimi ile ama kendi dokunuşlarımla Yağda Yumurta! Önce tavayı ısıtıyorum, o ara bir miktar pul biber ve kekik ekliyor, çok az süre yağsız bırakarak patlatıyorum tatlarını, sonra üzerlerine zeytinyağını döküyorum; tavanın tüm yüzeyini kaplayacak kadar. Önce yumurtanın beyazını, az süre sonra da sarısını koyup, rafadan bırakarak kapatıyorum ocağın altını. Üzerine taze çekilmiş karabiber kesin! Sonra taşıyorum onları salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına. Ekranımı açıyorum. Mesaime başlamadan önce Dünya hallerine göz atıyorum. Arada bir de domatesli ve erimiş peynirli kızarmış ekmek lokmalarını tavanın baharatlı yağına batırıp, yumurtasına şöyle bir değdiriyorum. Sonrası iyilik güzellik. Bir de Fransa esintili, Alanos usulü ve tembel işi bir omletim** var ki onu yaparken kendimi literatüre yöntem katmış şef gibi hissediyorum! Onu da bir fotoroman edası ile aşamalı resimleyip yazmayı düşlüyorum.


*Tarihi Alsancak Fırını kumrusu

**Fransa Esintili Alanos Usulü Omlet
  
**Alanos, 12 Eylül sonrası, bir çok yerde olduğu gibi, bulunduğumuz yerin, sonrasında iki kez daha değiştirilmiş adının hâlâ kullanmayı çok sevdiğim ilk halidir.

13 Eylül 2019 Cuma

Rock City

Bayramın arifesi. En sevdiğim kadın gidiyor. Her senenin aynı yerinde, çok sevdiği bir yere. Denize, dağa, dereye, köye ve de... kitap ve müzik festivallerine. Bayram öncesi arife. Gün içi kardeşle mezarlık ziyaretlerini tamamlamış, bir bayram klasiği olan aynı çikolatalardan almış, eve dönmüşüm. Akşamüstü şu sahil boyunda en sevdiğimiz mekâna gideceğiz. Patates kızartması, sigara böreği ve çöp şiş... ve de biralı bir masa hayalim var. Ama kapıyı da aralık bırakmışım. Hımmm bir rakı masası da pekala olabilir... Bugüne kadar, özellikle yazın hep rakı içmişiz. Sadece bir kez, bahçede oturulamayacak bir mevsimde de şarap. Sevdiğimiz kim olsa ve çıkacaksak bir yemeğe, kesinlikle buraya geliriz. Adını vermiyorum; üç yıldan fazla bir süredir onun üzerine yazılacak bir yazı bekliyor...

Telefondan tek tuşla çeviriyorum numarasını. Mekânda buluşacağız. Bana bir kaç adım denebilecek kadar yakın mesafe. Eğer hemen çıkarsam ve oturursam her zamanki masamıza; bir süre oyalanmam gerek. Önden gidip de onsuz bir masaya oturmak istemiyorum! Birlikte girmeliyiz. Naif bir talep gönlümden, kıramam. Sabırsızım da öte yandan.

Çıkıyorum evden; onun önüne çıkan kaldırımı tercih etmiyor, karşıdan yürüyorum. İskele göz hizamda. Adımlarımsa geri viteste sanki. Aslında oyalanıyorum. Meselem onunla dışarıda karşılaşmak; gelişini izlemek ve onunla girmek içeri. Nedenini sorasım da yok. Bu halimin tadını çıkarıyorum.

Oturuyorum mekânı da gören bir banka. Tatlı ve ılık bir rüzgâr, okşuyor yanaklarımı. Güneş henüz çekiliyor ve bir süre sonra ay devralacak geceyi. Biraz daha zamana ihtiyacı var, o nedenle gözüm mekâna dönük, bekliyorum... Fakat(?)

Telefon. Tek tuş. Ve O.

"Nerdesin?"

"Pelitköy."

"Sanırım bu akşam açmamışlar."

Gözümse mekânda, sanki ışık görüyorum. Gönül işte! İstiyor.

"Açık sanki," diyorum. En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rast geldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok  tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı. Bir keman ve bir çello! Muhteşemdiler...  Bir ay yok! Orada olmalıyız! Nasıl huzurlu bir repertuvar ve nasıl huzurlu bir çalmaydı o. Ne de güzel bir geceydi! Üstelik hanımeli kokulu, dolunaylı, deniz esintili kadim sokaklardan yürümüştük eve... Temaslı! İlk kez yaptıkları kendi çikolatalarından ikram etmişlerdi bize. Ne kadar da güzeldiler.

Hımmmmm... Ömürevleri ışıklarda iner bu durumda; oraya yürümeliyim, hem de vakit geçer. Mekâna da biraz daha yakından bakma fırsatı! Fakat o da ne, mekân gerçekten kapalı. Olmamalı! Telefon. Tek tuş. "Sanırım mekân kapalı, ama dur, sanki de açık. Kapalı bölümde bir kaç ışık görüyorum."

Onun gelmesini beklediğim, denizin esintisinde ve mekânı görebildiğim başka bir banka tekrar oturuyorum. Sonra pek rahat edemiyor, emin olmak için tekrar kalkıp yürüyorum; kapalı. Kesin!

Telefon. Tek tuş.

"Gerçekten kapalı burası."

İnebileceği noktaya yürüyorum, ay ilk izlerini atıyor gökyüzüne. Köksal Abi'lerin evinin köşesinden dönerken sundurmanın altındaki yıllanmış Mercedes'ine göz atıyorum. Bu kuşak üzerine kesinlikle yazmalıyım! Satırlar ve karakterler geçiyor gözlerimin içinden. Bulvara paralel yan yolun hemen kenarındaki mini parkta, trafik ışıklarına yakın banka oturuyorum. Yüzümü yola dönüp arkalığına sol yanımla yaslanıyor, kolumu da bankın arkasına doğru atıyorum. Yolun akışını izliyorum. Ya yeşile denk gelirse minibüs! O zaman burada durmaz.

Hesap ettiğim başıma geliyor ve minibüs ışıkları ve kavşağın tamamını geçtikten sonraki yaya geçidinde duruyor. O, iniyor ve birinci yolu geçiyor. Bana kırmızı yanmakta... Ona paralel karşıya geçtiğimde önünde olmak istiyorum. Sanki yeşil yanmayacakmış gibi geliyor. Havada tatlı bir rüzgâr, çok hafif. Güneş usulca çekildi. Ama Ay var! Çekilen güneşle birlikte nem. Birinci ışığı geçince kırmızıya yakalandı. Onu izliyorum. Ona bayılıyorum! Birinci yolu ve ikinci yolu aynı anda geçiyorum. O da ikinciyi... Aynı hizadayız. O beni Migros'un önünde bulacağını hesaplamış. Rahat. Bense Migros'tan biraz daha ona yakın bir yerdeyim. Geliyor. Saklanmış gözlerim onu izliyor. Yürüyüşüne bayılıyorum. Saçlarının ve bedeninin hoppidi hoppidi gelişine... Ya yanık ve pürüzsüz teni. Bu akşamın hikâyesinin çooooooooookkkkkkkkkkkkk ama çoooooookkkkkkkkkkkkk güzel yazıldığını hissediyorum. Fragman muhteşem. Kararmakta olan hava öylesine detaylı planlanmış ki!

Şimdi bir sorunumuz var! Nereye gideceğiz, bir B planına gerek duymamışız. Durum şu ki o bana bırakacak, ben de ona. Gönlümde o an bir yer var ama sevdiğimiz mekânın kapalı olduğundan emin olunca... onun ne düşüneceğini de yorumlayınca... saklı tutuyorum. Onun gönlünde de var mı? önemli olan bu! Olmayacağını düşünmüyorum. Sevdiğini biliyorum. Fakat belki orada olmayı istemez, diye düşünüyorum. Ben topu kendi sahamda gezdireceğim. O seçsin istiyorum. Bir iki yer terennüm ediyoruz. Cool Chicken's'ı istemeyeceğinden eminim, Olimpiyat nispeten uzak ve bu akşam için onu da tercih etmez diye düşünüyorum; tek seçenek olarak Big Yellow Taxi ağır basıyor. Dilimin ucunda ama direnebiliyorum. Onu izliyorum. Bu anları da çok seviyorum. "Rock City," diyor. "Rock City!.. Hımmmm..." Cool takılıyorum(?)

Aslında canıma minnet... ama altı iyice çizilsin diye bekliyorum. Hiç çaktırmıyorum; içimdeki havai fişek festivalini... sesleri bir milim bile dışa yansımıyor çok şükür ki... Bu konuda becerikliyim. Şahane bir istemem yan cebime koy edam var. İçim zıp zıp zıplıyor öte yandan. Anlaştık, kesin, hissediyorum; Rock City'ye gidiyoruz.

Önce Migros. Duman tedariki için!

Yürürüz aslında ama, nem var. Bir de eve göre ölçeklemişim ki bulunduğumuz nokta daha uzak. Polo yaka, dark lacivert tişörtüme ve en sevdiğim jean'ime ter bulaşsın istemiyorum. Hoooop Minibüsteyiz. Çocuk gençliğimin geçtiği coğrafya... ne anılarım var! Daha önce  de anlattım ama yine anlatmam lazım. Hava atmalıyım ona. Anlatıyorum; yıllar öncesinden, ilk ilk gençlik ve ülkenin karanlık yıllarında  bir toplu suikastı nasıl önlediğimi... tüm karakterleri ve o karakterlerin bugünleriyle birlikte... Bir de ihbar üzerine bir araba jandarmanın geldiği, gecenin bir yarısında ana yolun orta çizgisindeki saman yakma ve onu arkadaşların evinin terasındaki duvarın ardına saklanarak izleme olayını... Kaçıncı kere?

Sokaklar öyle güzel ki... Al işte martı festivali! Gökyüzünde bir toplu gösteri... Günün rengi muh-te-şem.. Denizin kokusu, yaz, yıllarım ve yanımda cıvıl cıvıl bir kadın. Benim! En sevdiğim! Birlikte giriyoruz içeri. Bildiğim bir bahçe, tanıdığım insanların binası ve biz gibi eskisi buranın: Gözü kara bir genç adam çok takdir ettiğim bir gözü karalıkla açmıştı burayı; bir hayalin gerçekleştirilmesinden öte bir şey değil gibi gelmişti, fakat yaşattı; bahçeye açılan bir giriş katından bozularak düzenlenen bu mekânı...



Vay!

Yıllardır bildiğim, hep istediğim ama kapısından içeri adım atmadığım yeni devralınmış mekândayız. Kaderime yazılmış güzel akşamlardan biri... hissediyorum. Vay be, Rock City!.. İlk görüşte Aşk benimkisi!.. Geçen yıllara hiç acımıyorum. İlk olmasına çok seviniyorum. Ama çok! Her yer öyle güzel düzenlenmiş ki... farklı bölümlerde farklı masa ve yerleştirmelerle farklı zevklere dönük ama bir ayrışmaya da neden olmayan bir bütünlükle bayılınası bir mekân yaratılmış. Neonlar, kararında ışıklar, hoş kapalı alan, bir kaç basamak merdivenle çıkılan veranda, kırmızının ağırlıkta olduğu lavaboları ile ve de çalışanları ile şahane bir yer. Alanın diğer bölümündeki minibüsten evrilmiş, bütünlüğe de gayet güzel entegre edilmiş kahve arabası pek güzel. Deniz, doğanın kokusu, bizim mahalle, ağaçlar, çiçekler, böcekler ve tatlı esinti; siyah, dokusu incecik,  dekoltesi hımmm, v yakasının kenarından geçen şeffaflığı ile bakılası bluzu, yırtık kotu, bileğinde her birinin bir hikâyesi olan hoş aksesuarları ve siyah saçları ile geceme renklerin en en âlâsını  katan şahane bir kadın... üstelik tam karşımda.  Daha ne olsun!

Çalan müzik güzel, canlı performans içinse hazırlıklar yapılıyor; eğlenceli ve yorumlarımızla renklendirdiğimiz bir soundcheck evresi. Elde tabletle ayarları yapan, arada  üçlü yorumlar yapıp, en iyiyi bulmaya çalışan ekibi izlemek hoş. İlk masadan vazgeçip de geldiğimiz yeni yer bizi baş başa bıraktığı gibi, müzik sohbet ilişkisini de daha kullanışlı hale getiriyor ki sahneyle göz kontağı ve iletişim açısından daha uygun.

Sıcak ifadesi ile bir genç adam geliyor. Menüye göz atıyoruz; hoş buluyorum. Sigara böreğini övüyor, en sevdiğim kadın.

O halde?

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir bira tabağı lütfen."

"İki de malt bira lütfen."



Tüm hücrelerim gülümsüyor. Ne güzel bir mekân, ne güzel bir hava, ne güzel bir kadın... Göze çok hoş gelen sevimli bir tabak. Sigara börekleri âlâ... ya peynirde ya da ona eklenmiş, ne olduğuna çok kafa yormadığım ve pek anlayamadığım bir katkıyla, özünü bozmayan ama farklı ve güzel bir nüansla katmerlenmiş, hoş bir lezzet. Üstelik de pek az yerde rastlanacağı gibi çıtırlığı yerinde. Anne eli değmiş olabilir!

Mekânın denize bakan tarafındaki, bira mekânlarının ilk açılmaya başladığı yıllarda sıklıkla gördüğümüz gibi yüksek masalı ve yüksek tabureli bölüme komşu ama ondan bir tık yukarıda, geceyi ve denizi bize taşıyan verandada hoş bir masadayız. Sol tarafımızda, bize dikey gelen bölüm hoş bir kafeterya tadında, hatta çok hoş bir yazlık evin şık balkonu gibi... Soundcheck evresi tamam ki ses düzeni de standart üstü zaten.

Yeniyetme bir delikanlı şımarıklığındayım, keyfim fena, gülümsemem yerinde ve çenem yerlerde...  Her şarkıyla bir anı çıkıp geliyor ve masanın baş köşesine konuyor. Misal bana "Baba ne zaman jazee Blue dese, ben kendimi şehrin dışına atar, km saati tırmanırken, bakabildiğim son nokta 205 olur...du*"cümlesini kurduran bir şarkı çalınıyor o an...  Sonra yine geçmişten bir şarkı "Virajlardan birinde limit üstü hızla önündeki arabayı sollayıp karşılarına çıkan otobüsün soluna, kendinin sağına dalıp makastan çıktığında sola yüklediği arabanın sağ tekerleğinin çamurluğa değen sesine arka koltuktan gelen "Altından geçseydin bari," cümlesine, "Az sussaydınız da karşıdan gelen arabanın sesini duysaydım," esprisiyle karşılık verdi. Bu minvalde bir ritimle, arabanın gücünü, limitlerini sonuna kadar kullanarak, yaklaşık bir saat kırk dakikada vardılar o kente.**"  cümleleriyle bahsettiğim geceyi...

En sevdiğim kadın masanın ben tarafında artık, dibimde; sol bacağımı dizimden büküp bankın üzerine koyuyorum... şimdi bütünüyle ona dönüğüm; saçlarının kokusunda başım dönüyor ve birlikte söylüyoruz şarkıyı... Metal çay tabaklarını davulun zili, sert yastıkları da bateri yaptığım, geleceğe hayaller kuran minicik yıllarımdan  bir şarkı çalmakta: Resimdeki Gözyaşları. 45'lik plakların yıllarına yetişmiş midir şarkıyı söyleyen bilmiyorum fakat blues'a yakın çaldığı gitarı konuşturan genç çocuk ki bas'ı da çok güzel çalacağı konusunda hemfikiriz, kesinlikle sadece duymuştur, yaşamamıştır ama yaşamışçasına bir güzellikle çalıp söylüyorlar.

Sonraki şarkı bir ahh çektirmeden önce masadaki boşları almaya geliyor çok ama çok tatlı bir genç kız. Çoğu zaman çalan müziklerin ritmine kendini kaptırıp da dans adımları ile dolaşıyor masaların arasında. Çok sevimli buluyoruz kendisini.

"Bir sigara böreği lütfen."

"İki de bira lütfen."

Another Brick In The Wall'u çalıyorlar. Üstelik çok da güzel çalıyorlar. İşte inşallah bir gün yazacağım efsane geziden bahsetmek için bir fırsat!

Şarkıya kapılmış giderken ve o günü bir kez daha anlatırken bir de de itirafta bulunuyorum: Aslı O'na yazılmış bir mektup olan, sonra yazıya evirdiğim o günlerin 8. paragrafında bahsi geçen karakterle ilgili olarak! Nedendir bilmiyorum; bu şarkıyla o muhteşem ve kapıdan girdiğimiz anda bizi etkileyen dansın sahibinin bir genç kadın olduğunun altını çizmek istemiştim; yaklaşık yedi yıl önce... oysa ki ne kadar gereksiz ama bir o kadar da naif bir nedense olduğuna sonradan çok da gülmüştüm;  aslında genç bir erkek, muhtemeldir ki gay olduğunu düzeltmemiş, duyguyu sempatik bulmuş, olduğu gibi bırakmıştım.*** Laf aramızda ben o mektubu yazarken, sevimli bir yeniyetme delikanlı şımarıklığıyla En Sevdiğim Kadın'ı tavlamaya çalışıyordum!

"Bakar mısınız?"

"Hesap lütfen!"


Hesabı ödüyor, iki güzel genci boş geçmiyor, teşekkür edip çıkışa yöneliyoruz. O an bir şarkıya devam etmekte olan ikilinin önünde kalıyor, gecemize kattıkları renk ve emekleri için sessizce bir kez daha alkışlıyor ve yürüyüp çıkıyoruz.

Gecenin içinden geçiyoruz.

Sonrasında tren durağına...

O'nun dönüş treni olmayacağı endişesi... Gerekirse bir taksiye atlarım ısrarım.

O'nun bu saatte bulamazsam endişesi... Son trene yetişeceğim  emin ol, ısrarım.

Son durak ki aslında artık bazı seferler için son durak değil, denk gelsek lojmanların durağında inebilecekti!

Ring bekliyor. Tren benim gidiş yönüme yanaşıyor. O yarın gidecek.

Bir ay yok!

Ama yarın, var!

Son trendeyim. Telefonum çalıyor.

"Evdeyim."

"Seni seviyorum." 


Durağı kaçırıyorum. Araya açılan sessiz yolla eve daha yakın ama sık kullanmadığım durakta iniyorum. Geceyi keyifle yürüyorum.  Bahçe ve binanın kapısını sessizce açıp-kapatıp asansöre biniyorum. Evdeyim.

Telefon. Tek tuş.

"Geldim."

"Seni seviyorum."




10 Ağustos 2019

*Film Gün ve Hissiyat
 **Romanımsılardan birinin 4.paragrafı
***Çok anlatılmış ama yazılamamış bir eylül hikayesinin 8.paragrafı



6 Eylül 2019 Cuma

#SUSAMAM

Beklediğim, hep söylediğim, hep inandığım, hep savunduğum güzel insanların Ülkesinin kıpırdanışı, SESSİZ ve barışçıl bir Devrim tadındaki değişimi, son seçimle birlikte başlıyor mu ne!

Sanki ölü toprağı kıpırdıyor...

Kesinlikle SANKİ!


8 Ağustos 2019 Perşembe

Bir Kitap Okurken Oltalarıma Havai Fişekler Takıldı

..."Şimdilerde, hâlâ iyileşemedi belki, diye teselli ediyorum kendimi. Dördünü aynı karede bir kez daha fotoğraflayacağım umuduyla!" demiştim bir önceki yazımda. Umut etmek başarmanın yarısı derler ya... inansam mı acaba? Başardım... Başardılar! Önceki sabah dördünü aynı karede fotoğrafladım. Mutlu aile sabah keyfindeler. Üstelik de neredeyse üç hafta ya da bir ay sonra... Çok seviniyorum. Ağacın en yüksek katlarından birine kurdukları yuvada iki çocuk dünyaya getirmişti anne baba. İki yumurtadan iki çocuk. Gagadan gagaya besleme evrelerinden, ilk uçuş evrelerine kadar kaç kare fotoğraf çektiğimi bilmiyorum. Onlar biliyor mu acaba? Ne güzel yerde bir yuva ve sonra dört olmayı başarmış, mutlu bir aile. Çocuklarına alan açan, bazen uygun açılara yerleşerek onların özgürce gelişmelerine göz kulak olan, tehdit hissettiklerindeyse, kim olursa olsun saldırmaktan çekinmeyen bir anne baba. Kazandılar!

Bir filtre kahve o halde kendime; suyun incecik ilave edildiği, yarısında karıştırıp köpüğü yüzeyine taşınan, su tamamlanınca bir kez daha karıştırılıp 2 dakika 35 saniye dinlendirilen bir kahve!

Üstelik elimde bayıldığım bir kitap var. Yine adından, kapağından ki yazar tarafından çizilmiş, ve renklerinden yola çıkarak aldığım, yazarını hiç tanımadığım, bayılınca başka kitabı çıkmış mı diye araştırdığım ama anladığım üzere ülkemizde çıkan tek kitabı ile... huzurlarımızda: Karen Köhler! 


Kitaba cumartesi akşam üstü başlıyorum. İlk hikâye beklentilerimin, hislerimin ve arka kapaktaki tanıtımın bende yarattıklarının aksine dramatik bir hastalık üzerinden şekillenmiş, beni de biraz germiş, daha doğrusu ne gerek vardı şu güzel günde hüzne, diye el çektirmeye yöneltmiş hatta çektirmiş olsa da yazarın farklı üslubu, akıcılığı ve zenginlikle kullandığı dil yeniden elime aldırıyor onu. Sonra yazarla frekanslarımız örtüşüyor, birbirimize benzediğimizi hissediyorum. Tanışıklığımız var sanki. Hızlı kararlar alabilmemiz, insanları anlamamız, marjlarımız, ama en önemlisi yüreğimizin götürdüğü yere gitme becerimiz, gözü karalığımız, gerektiğinde tek başınalığımız, yalnızlığımız ama kalabalık yalnızlığımız ve de şefkatimiz örtüşüyor da sanki! Dramatik duran hikâyede bile tatlı, şefkatli bir mizahın saklanmış ip uçlarını görüyorum zaman içinde.. Devam ediyorum. Bırakamıyor, neredeyse sabaha varıyorum. Üstelik ilk hikâyede IL COMANDANTE demişti; BUENA VISTA SOCIAL CLUB demişti; ve hatta HASTA SIEMPRA...

Sonraki Hikâye bende fena bir heyecan yaratıyor. Kıpır kıpırım. Öyle büyük bir zevkle dalıyorum ki hikâyenin içine, adeta mekân değiştiriyorum. Oradayım. Geceyi de, onun serinini de, yiyecek olarak önüme koyulanları da hissediyorum. Dahil edildiğim ama görülmediğim hikâyeye bayılıyorum. İçimden satırlar akıyor. Duramıyorum. Duracağım da yok!  "Şu anki hislerimi paylaşmalıyım," diyorum. Sonra sabaha bırakmak istiyor bir yanım, yatağımdayım. "Yok yok şimdi," diyor öte yanım.

Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Saat gecenin yarısı. Yoksa çoktan mı geçmiş? Heyecanım diken diken. Yüzümde bir tebessüm. Mutlu, afacan ve Sevgili bir tebessüm. Dokunuyorum tuşlara. Sel gibi...


Sevgili E.D.

"Kitabı okuyordum ve ikinci hikâye ki bayıldım kendisine, bir an canlandırdı gözümde, okuduğum hikâyenin anlarının etkisi tartışılmaz tabii ki... kalkıp bunu seninle paylaşmak geldi içimden... Sonra, yat sabah yazarsın, dedim, unutmaktan korkmadım da heyecanı yiter diye korktum:))

kitabı bayıla bayıla okurken, asıl kahramandan ve diğer kahramandan ve yoldan yola çıkarak tetiklenmiştim, gerçi hikâye de bir film gibi akmıştı... bak resim yeteneğim olsa karakterlerin tamamını çizebilirim bile:))
Neyse... hayal ettiğim şey şuydu -aslında bir hayal kurdum da diyemem, bir an öyle olduğunu hissettirdi beynim bana ve bu çok hoşuma gitti: hava kararmışken bize bir esiyor ve Büyük Ev'e gidiyoruz, bişeyler içiyoruz; çay kahve falan gibi, biraz da Suphan'la sohbet... ve sonra dönüyoruz, yolda dört şişe bira alıyoruz... gece ve camları açık arabanın... bir de gecenin serini camdan içeri giriyor. Sanki uzun yol ve buradan çok uzakta bir yerdeymiş gibi ama öte yandan biliyoruz ki burası... bi de Hara'nın, şu hani yeni pidecide yaptırıp da onları yediğimiz korunun ve göle doğru uzun ve bomboş düzlüğün olduğu noktayı düşün; ora mesela Amerika'da ve de Kaliforniya'da kocaman bir ıssızlık içindeki bir yolda,  gecenin ortasındaymış hissini yaratabilir mi?.. bende yarattı valla... sonra eve geliyoruz... patates kızartıyoruz, sosis, kroket falan... gece, balkondaki masa... ve bira içip sohbet ediyoruz; Kula, Yanık Ülke, Çanakkale, Çanakkale'deki o restoran sohbete dahil:)

 Yol, gece ve ıssızlık bir hoşuma gidiyor ki benim... ama en çok neye seviniyorum biliyor musun?.. Daha birinci hikâyeyi bitirdiğimde Eganba'ya girip beş yıldız vermiştim kitaba, sonra dedim ki oğlum bi bitseydi de öyle verseydin, yanıltmasaydın milleti. Şimdi içim rahat, o yazardan kötü hikâyeler çıkmaz sanki!

Bu arada saat 2.05, aslında 22 gibi uyumuş, sonra bir hikâyelik zaman dilimi önce uyanmıştım, üstelik de güzel uykuydu... ama ben saatin geceye daha geç, gün ışımasına daha yakın olduğunu düşünmüştüm ve belki de bundandı hikâyenin içine girmem."

..............

..............

Görüşmek üzere,
Sevgilerimle

B.



Göndere basıyor, mektubu yolluyor ve kitaba dönüyorum!


Hızlı Tramvay raylarının üzerindeki köprüde durduk; soğuktan donmuştuk.

Elimizde senin eski olta takımın vardı. İkimize birer olta. Gökyüzündeki gümbürtüler çoktan bitmişti, biz de boş şişelere havai fişekler soktuk, misinalarımızı cisimlerin ahşap uçlarına bağladık. Commencing countdown, engines on.* Çakmaklarımızı ikimiz aynı anda fitillere tuttuk, sonra hızla oltaları elimize aldık. Üç. İki. Bir. Havai fişekler tıslayarak göğe doğru vınladılar, misinalar onları yine de dizginliyor sayılırdı, derken tepemizde patladılar. Oltalarımızla havai fişek tuttuk. Geçtiğimiz yılbaşındaydı bu.

Dokuz öykünün tam ortasına denk gelen beşincinin, ve otuz bire bölünen ayın günlerinden on yedincisinden satırlar, yukarıdakiler. Bu bölüm farklı eylemler olsa da bana bir yazımı hatırlatıyor.

Bağımsız gibi görünen öyküleri bitirip de kapattığımda kitabı, aslında bir roman okuduğumu düşünüyorum. "Sibirya ne alaka?" demiyorum. Kitaptaki hayat izlerinde kendi hayatımdan izler bulmak, hayranlığımı ve onunla bağımı bir kat daha artırıyor. Hangi öyküyü öne çıkaracağımı bilemez hale geliyorum. Fakat; başka hayatlar üzerinden, miş gibi yazılmış öykülerin satır aralarında başka hayatlara saklanmış ben izlerini seziyorum. Hatta görüyorum. Duygulu bir başkaldırının ve duygulu ama gözü kara bir kalbin varlığını seziyorum; aynaya baktıklarında yüzlerine su atıp, saçlarının dibi ıslak, hayatın göbeğine kılıç sallayan -yaramaz- çocuklardan olduğunu düşünüyorum yazarın.

Nedense bundan da eminim!

Sanki?


*David Bowie şarkısı: Space Oddity
 **Bir yazım.

26 Temmuz 2019 Cuma

Oysaki sadece saçlarımı kestirecektim...

Gün ışımak üzere. Gökyüzü yeni doğumun sancıları içinde. Bir kez daha doğdu doğacak güneş... Salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasında, bacaklarımı karşı sandalyeye uzatmış bir vaziyette düne bakıyorum.  Karşı ağaçta yaşayan karga ailesinin küçük kargası çatal bir tonda ve kelimeleri agucuk gugucuktan öteye taşıyamaz bir hal içinde gaklıyor. Anne ile baba, bir dakika bile gözetimsiz bırakmıyorlar, o nereye onlar da oraya. Gerçi emekleme evresini geçti. Düşe kalka da olsa kısa mesafeleri uçmayı beceriyor artık. Yumurtayı ondan önce kıran ki çok zekiydi ve aynı oranda da meraklı bir afacan... adamımdı... yok oldu sonradan. Basketbol sahasına ilk indiği gün ne çekmişti o anne baba! Şimdilerde bazen yuvanın içine eğildiklerinde o yaralandı ve yuvaya mı taşıdılar, orada mı bakıyorlar, diye de düşünüyorum; ilk doğduğunda yuvanın içinden uzattığı gagasına annenin bıraktığı yiyecekleri hatırlayınca.

Nasıl da yoğun bir gündü, yuvadan sahaya indiği... Sürekli gözetleyen ve alanda dolaşan kedilere sürekli taarruz eden bir anne baba... Akşam üstü küçük ve henüz ergen ağacın dallarına tırmandığını görmüştüm, yapraktan yaprağa atlamaya çalışıyor ama fena halde de ürküyordu. Bir sonraki bakışımda büyük ağaçta, sonrasında da yuvaya daha yakın bir yerde gördüm onu; acaba anne baba mı çıkardı diye de düşündüm. Rahatlamıştım. Bir sonrasında yine sokaktaydı ama! Şimdilerde, hâlâ iyileşemedi belki, diye teselli ediyorum kendimi. Dördünü aynı karede bir kez daha fotoğraflayacağım umuduyla!


Bir de benim kiracılarım var. Serçe ailesi. Çocuklar burada doğdu, dört oğlan. Şu manzarayı gören penceremin üzerindeki çatının hemen altından dönen damlalığın içini ev bellemişler! Oğlan demem evden tüyme biçimlerinden, belki kız kardeş de onlarla takılıyor bilemem. Benimki uzaktan bir kanaat. Şöyle şeyler söylesem mesela; önce biri hooopp diye oradan inip Fransız balkon korkuluğunun üst profiline konuyor ama göz hep yukarıda... biraz sonra hoooppp öbürü... sonra da öbürü. Bu kankalık nedeni ile cinsiyetleri konusunda haklı olabilir miyim? İki kardeş, altı kuzen toplam sekiz erkek oyunlar oynarken dışarıda kalan bir kız kardeşim var da alt katımda, onun sızlanmalarından aslında bu tespitim. Gerçi yeni nesilde de durum onikiye iki. "Annesi gibi bahtsız kızım," der başka bir şey demez.


Bu kez hepsinin gözleri yukarıda.... hadi oğlum, der bir telaş içindeler. Ben öyle okuyorum iç seslerini. Sonra bir tanesi havalanıyor ama damlalığa girmiyor, muhtemelen sessizce sonuncuya sesleniyor. Sonra o da geliyor. Dördü camın önünde laflıyorlar bir süre. Muhtemelen evden nasıl çaktırmadan çıktıklarının tadını çıkarıyorlar. Sonra yukarıya bir bakış ve pırrrrrrrrr. Aslında bu iş bir süredir olmuyor;  bu aralar ince uzun ama çok zarif bir kuş konuyor aynı yere... anne mi diye düşünsem de bu genç. Acaba diyorum. Çocukların her biri bir yuva kurdu da... en büyükleri evi devraldı da.... bu yeni gelin mi? Geçen gün misal iki tane minicik kuş, tam anlamı ile Tornado savaş uçağı gibi indiler aynı yere. Kafaları ve bedenleri ıslaktı, saçları da sanki jöle ile dikleştirilmiş. Dedim banyodan mı çıktılar acaba? Sonra yumurtadan mı diye de düşündüm....


Gün dün aslında ve ben saçlarımı kestirmeye gidiyorum. Bir an önce halledip işime yetişmek istiyorum. Mesaim 10'da başlar, 13'de biter benim. O arada da ya kitap okur ya da çıkar, bir iki yere takılıp sohbet eder, belki yemek yer tekrar 14'de başlayan mesaim için dönerim; saat 18'de de paydos. Gerçi yaptığımı işten saymıyorlar. İnşaatlar bitip herkes yerine yerleştikten sonra uğraştığım şey fasa fiso geliyor. Fikir almaya gelen de çok, heveslenen de... Onlar oynamak olarak niteledikçe işimi, ben bir oyun olmadığının altını çiziyorum, doğru bir mantık örgüsü ve örnekleme ile anlatıyor ve bunun ciddi, birikim ve hayata verilmiş doğru emekle şekillenmiş öngörü, çok kaynaklı medya, uluslararası ilişkiler ve en azından yakın coğrafyada yakın bir siyaset takibi, çokça da sakinlik gerektiren bir iş olduğunu anlatıyorum. Oyun derseniz hiç girmeyin bu topa diyorum. Sanırım algıları değiştirmekte de başarılı oluyorum.

Neyse... Varıyorum berbere, dükkanda allahtan olmasını istediğim kalfa var; boşta biri varken ona olmayıp da bir başkasının işini bitirmesini beklemek incitici geliyor bana. Tıraşla birlikte sohbet de başlıyor. Fakat benim gözüm muhtemel ki tatilde bizim çocuk boş durmasın bir zanaat öğrensin, diye çırak verilmiş çocukta. Yaşının daha küçük olduğunu düşündüğüm çocuk bir şey alması için dışarı gönderilince ve o işi yapmadaki becerisinden yola çıkınca, soruyorum.... 6.sınıftaymış. Futbolcu olmakmış istediği.

Tıraş bitmek üzere ve bahşiş meselesini düşünüyorum. O ara pek kayda değer şeyler olmasa da kitap okuduğunu öğreniyorum. Mesela Saftirik. İşim bitiyor, kalfaya ellerine sağlık, çırağa da seninle görüşeceğiz deyip çıkıyorum. Yönüm eve doğru değil. Sevdiğim bir kırtasiyeci var; küçük bir rafında  kitaplar olan... 1.5 metre civarında bir raf ama! Fakat hanımefendi genelde birer, bilemediniz ikişer adet olmak kaydıyla öyle güzel kitaplar seçiyor ki... Benim aklımsa net, söz konusu erkek çocuklarsa da mutlak. Rafa bakınırken Define Adasını görüyorum, elim uzanıyor, sonra çekiliyor. Nasılsa bu cepte diyorum, ötekinin olacağı konusunda şüpheliyim. Fakat var... bir tane... nasıl bir sevinme... Alıyorum. Poşeti ile dönüyorum berbere.


Üst fotoğraftaki kitapsa benim.  Çok kıymetli! Bayram sath-ı mahali günlerden biri. En sevdiğim kadın geliyor. Elindeki kağıt poşet bana.

Şimdi ben onun yüreğini öpmem mi... iyi ki ennnnnnnnnn sevdiğim kadın sensin demem mi... ayaklarını yerden kesmem mi...  Ne güzzel bir kadınsın sen yahu!  da dedim.

Sen memleketi alt üst et ve sahaflardan kitabın kaybolmuş kitabım halini bul. Bununla yetinme! Macaristan'dan o kitabın yüzüncü yılı anısına basılmış hatıra parayı ve kartı getirt. Sonra o kartın arkasına, pulun altındaki kısma "Kedves Ö.B.Z. Szeretlek, E." yaz, üstelik de soyadımı öne koyarak. Bununla da yetinmeyip kitabın orijinal kapağını, boyadığın kutunun üzerine dekupaj tekniği ile baskıla... bu da yetmesin... kitapla birlikte kutunun içine ipler,  dantel gibi zemin üzerinde "mutlu ve hep çocukluk tadında bayramlar..."  yazan not, bir mavi balon ve renk renk misketler,  çikolatalar, şekerlemeler de koy. Ellerinle topladığın küçük küçük kır çiçeklerini -asla- unutma... Ve o gün, 12 yaşımda o kitabın kapağını kapattığım anda hissettiğim bütün duyguları geri çağır. Bir gün, bir sohbet esnasında elden ele dolaşan en kıymetli kitabımın gittiği yerden gelmeyip de kayboluşu üzerine üzüntülerimi anlattığım cümlelerimden yola çıkarak üstelik.


Onu  bulmuş olmanın sevinci ile yürüyorum. Berber dükkanı kalabalıklaşmış. Patron da iş başı yapmış ve iki de müşteri berber koltuğunda... Çırağa işaret ediyorum. Saç kesme eylemleri duruyor; gözler ve kulaklar bize dönük. Uzatıyorum poşeti.

"Bu kitabı aldığım  çocukların hepsi çok başarılı ve güzel insan oldular, mesleklerinin doruğundalar."

"Eminim ki sen de olacaksın... ama öncelikle güzel insan!"

"Futbol oyna. Ama futbol için okulunu asla bırakma."

"Bir sonraki gelişimde konuşacağız kitabı, fikrini merak ederim."

"Şimdilik hoşça kal."

Sonra Salih Usta'ya uğruyorum, neşeliyim ve de mutlu. Bir başka kuşağın, önünde uzun bir yol olan ilk çocuğu bu çırak. Müge geliyor gözümün önüne. Geçen yaz, yıllar sonra onunla karşılaşma anımız. Yelken Kulüp'te... Evleniyor Müge. Annesi aradığında mutlaka olmanı istedi diyor. Çok ama çok önemli ve nitelikli bir holdingin hukuk departmanında Müge. Oturtulduğum masada iş arkadaşları var, İstanbul'dan gelmişler... ve aileden insanlar. Gelinle damat  masaları dolaşıyor. Tebrik etmek için ayağa kalkıyorum. Müge boynumda, ama nasıl bir ağlama... kalıyoruz, dakikalarca. Damat iyi biri, ailesini biliyorum. Sizi tanımayı o kadar istiyordum ki, diyor.  Evlendiğimde ve henüz çocuğum yokken, üst kat komşumuzun kızıydı Müge; 6.kat düğmesine basamaz ve üçüncü kata yetiştiği için boyu, orada inip yürürdü. Kitap okurken ben, arkama geçip beni taklit ederdi. Okumaya başlayıp da kalın harfli hikayeleri geçtiğinde ilk -çocuk-romanını birlikte gidip almıştık. Kalbi zengin ve derindi. Ayrı anne babanın çocuğu olmanın hüznü vardı gözlerinde. Sonra aynı saatlere yakın döndüğümüzü anlayınca, asansörün önünde bulmaya başladım onu. Birlikte çıkmaya başladık. Onun kitabı yanlış hatırlamıyorsam Küçük Kadınlar'dı.

Tereyağlı, kaşarlı milföy ve iki de tavuklu, domates ve biberli pastane pizzası dilimi... double shot, süt köpüğü bol bir de macchiato yapıyorum yanlarına... Ekranımı açıyorum. Mesaime az bir gecikmeyle de olsa başlıyorum.

İşler yolunda.


Bir çocuğun yaşamına dokunmak isterseniz, ona bu kitabı alın! için buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP