12 Temmuz 2023 Çarşamba

Kalbimdeki Deniz

Telefonda ilkokul arkadaşımın mesajını görüyorum, bir mekân adı da var. Kısa! 17 Temmuz sonrasında ve saat 13'den sonra bizlerin belirleyeceği bir gün ve saatte bizi ağırlamak istiyor. Tüm grup davetliyiz...

Gülüyorum ve hemen geri arıyorum.

Yaa... diyorum, ben o pastaneyi bir kaç ay önce keşfettim. Önünden geçerken dikkatimi çekmişti; sonra günlerden bir gün daldım, çok hoşlandım ve hatta üzerine iki yazı yazdım ve orada bir sepetin içinde yumurtayken tanıdığım, sonrasında aynı minik, şirin sepete doğan iki yavru kumrunun adını da ben koydum: Engüç ile Mengüç.

Nasıl gülüyor doktorların bir tanesi...

Can arkadaşım.

Üstelik o sadece sınıf arkadaşım değil, ay farkı ile benden büyük olsa da aynı mahallede, bizim kiracı onların ev sahibi olduğu karşılıklı evlerde büyümüş, okul yolunu yıllarca aynı sokaktan bir kaç arkadaş ile birlikte arşınladığımız, Kuran derslerimizi yaz tatillerinde eli öpülesi Mümin Dayı'dan aldığımız bebeklik arkadaşım.

Diyorum ben hep çok tatlı bir hanımefendiyle, çalışanları ile karşılaştım. Bir keresinde bir hanımefendi daha vardı, onun da mekân sahibi olduğunu düşündüm. Demek arkadaşımızın eşiymiş.


Hoş bir buluşma olacağı kesin. En son öğretmenimizin evinde ve akabinde cenazesinde buluşmuştuk. Bu kez günü fazlasıyla eğlenerek ve coşkuyla yakıp yıkacağımızsa daha da kesin!


Durumla ilgisi olmayan alttaki  fotoğraf köprüden geçerken anında bir hikâye yazmıştı, bir kaç hafta önce. Kalplerimiz -onların haberi olmasa da- ortaklaşmıştı bu iki gençle... Sel sonrası denize akan derenin denizle buluştuğu noktada oluşmuştu bu adacık. Hallerine bayılmış, sanırım duygularını da en iyi ben anlamıştım.

Önceki gün gördüm ki yağan yağmurlarla yoğun bir akış olunca denize doğru; ömrü kısa ada da yok olmuş.

Fotoğraftan gençlerin haberi yok.

Bilseydim keşke, ada yok olacak...

Keşke bilebilseydim!





9 Temmuz 2023 Pazar

Bazı Filmler Vardır...

Kadın eli değmiştir!



Yönetmen:

Naomi Kawese.


Elinin hamuruyla ne film yapmışsın ablam be!

O ne güzel, ne şiirsel bir senaryo:

Durian Suke Sukegava ve Naomi Kawese.

Alın terlerinize sağlık.


Takue:

Kirin Kiki,

ellerinden öperim teyzem.


Ve Sentarô:

Masatoshi Nagase.

Adamsın!


Ve Wakana:

Kyra Uchida.

Kanaryam güzel kuşum.


İzleyin!

Ve sonra...

Lütfen!

Aldığınız ya da alamadığınız tadı,

duygularınızı...

İki kelime de olsa,

yorum kısmına yazın.


Ve şimdi,

dinleyin,

David Hadjadj:


7 Temmuz 2023 Cuma

15. Yıl Özel Sayı-10




 Beylerbeyi'nde Bir İnciraltı

Haziran 2017
 

Yol seçenekleri için Google'a sorduğumuzda telefonun ekranına  gelen mesafe yaklaşık 3,5 km. Çoğu yürüyüşteki mesafelerimizin %20'si bile değil. Araç kullansak mı yürüsek mi ikilemi içerisindeyiz, bir yemek gecesine gidiyoruz sonuçta.

Yürümek ağır basıyor, çünkü yolun sürprizlerini seviyoruz. Yaz serini hoş bir akşamüstü. Hem ne demişti Patrick Süskind bir tek insandan, bir banka güvenlik görevlisinden yola çıkarak insanın kocaman iç dünyasına dair her birimize çok tanıdık gelecek pek çok şey anlattığı şahane romanı Güvercin'in 63. sayfasında; Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Olmadı atlarız bir taksiye seçeneği nasılsa cepte... Sonra Mevlüt var! Bu kez konağın bahçe kapısından sola dönüyoruz. Biraz yürüyoruz ki yolun ilk sürprizi... üstelik dantel gibi işlenmiş cazibeli balkonu, asılı çamaşırlar, kule şeklindeki köşe odasıyla hayal kurduran hoş bir konak. Komşu. Kalıyoruz önünde.


Güzel sokaklar geçiyoruz sonra, güzel manzaraları tepeden seyrediyor, tatlı, güleryüzlü ablanın, evin bir odasından vazgeçilerek yapılmış küçük bakkal dükkânından diş macunu ve iki su alıyor, L23 için pil bakıyor ama menşei dolayısıyla tercih etmiyor, gerçek bir mahalle bakkalında ve çok ama çok tatlı bir bakkal abla ile tanışmış olmanın keyfini çıkarıyor, bu sıcak, emekçi ve gönlü zengin mahallenin nihayetinde yeşil bahçeler geçerek çevre yoluna varıyoruz.

Şahane bir koruluğun içinde ve İngiliz çimi gibi bir tümseğin üzerindeki iki güzel bina ve iki bayrak dikkatimi çekiyor. Ne yazık ki çevre yolunun öteki tarafındayız. Önce bayraktan ve kapı önündeki arabalardan yola çıkarak buranın evleri olabileceğini düşünüyorum. Sonra, buranın Koç Topluluğu Spor Kulübü'ne ait olduğunu öğreniyorum, daha sonra da kullanımıyla ilgili detayları. İstanbul'da yaşasak mesela, bir hafta sonu kesin gelirdik diye düşünüyorum şimdi; piknik alanı bile varmış ama mangala izin yokmuş, restoranı falan da varmış sanki. Üstelik de spor yapabilme imkanları!

Bazen çevre yolundan ayrılıyoruz, sonra bir şekilde yolumuz yine onunla kesişiyor, yine hoş yeşil alandan çıktığımız ve hazırlıksız olduğumuz  bir anda, aniden, kocaman görkemi ile Boğaziçi Köprüsü çıkıyor önümüze. Akşamın sakin saatleri... günün rengi koyu, köprü sanki terk edilmiş bir alacakaranlık boşluğu içinde... gerçekte olmayan devasa bir hayal köprü sanki. Ürperiyorum. Issızlık fena halde ürkütücü. Kendimi o an ve birden keşfedilmiş, gizemli bir anın içinde sanıyorum. Boş mu, trafiğe kapatılmış mı, yoksa bana mı öyle geliyor? Bir rüyadayım ve beklemediğim, kimsesiz bir anın içindeyim. Devasa boşluk korkutuyor.

O ise, sanki, benim suçum yok, ben istemedim ve ben masumdum der bir yalnızlığın kabuğuna çekilmiş gibi; ülke tarihinin en çirkin anlarına tanık olmanın acısı ve utancıyla bir inziva yaşıyor sanki.

Sonra...  İki ortak arasında çıkan güç kavgasına kurban giden, emir almaktan ve o emri uygulamaktan başka çaresi olmayan ve kan izleri orada kalmış Mehmetçiklerle, yine başkalarının, eski ortakların paylaşım kavgasında bu memleket için canını veren, bu ülkeyi çıkarsız bir inanmışlıkla seven, savunan masum insanlarımıza dua ediyor; ne istediler de vermedik diyen, ama hiç de kendilerini sorumlu hissetmeyen ve bu acının kaymağını yiyenlere de lanetler yağdırıyorum. Sonra usulca... köprünün üzerinden karşıya geçiyor, ayağından aşağı kıvrılıyor, karanlıktan çıkıyoruz.

Biz akşamı yavaş yaşarken, günlük telaşları ile otobüslere koşan, otobüslerden inip ikinci bir vasıta, minibüs arayan, bir an önce varacaklarının telaşında olan insanların kalabalığı ile yeniden hayata dönüyor, o telaşların aksi bir rahatlıkla nefes alıyor, yeşilin ve mavinin tadını çıkarıyoruz. Hâlâ Beylerbeyi'ne inen çevre yolundayız. Karşıya geçmemiz gerek! Sakince bir kavşakta bu işi de hallediyor, bir süre sonra bir alt geçidi kullanarak bir başka karşıya geçiyor, çevre yolundan çıkıp Yalıboyu Caddesi'ne varıyoruz. Rezervasyon saatimiz 19 olduğu için biraz daha yavaşlıyor, yükseklerin aksine neme karışıyor, ter emareleri hissedince bir banka oturup dinlenirken akan hayatı izliyor, sonra da Arabacılar Sokağı'na giriyoruz. O, orada; gözlerimizi kaçırarak saklanıyor ve karşı kaldırımından, tanışıklık vermeden, çekingen adımlarla ama hızlıca geçiyoruz. 


Sokağın küçük, sevimli dükkânlarına gire çıka, takılara, çantalara, elbiselere, tatlıcılara, kebapçılara baka göre iskeleye ve onun hoş binasına doğru yürüyoruz. Küçük, sakin, öte yandan hoş bir canlılığı olan, tarihle yoğrulmuş, insanı eskiye götüren, şık ama eski yalı evlerinden oteller barındıran, kirli hayattan tecrit, hâlâ ev olarak kullanılan yalılarıyla imrendiren, yeme içme mekânları mutlu insan kaynayan, huzur veren bir bölge.  Köprünün üzerindeki, usul usul çekilmeye başlayan güneşin denizde yarattığı yakamozlar göz alıcı. Çini desenli iskele binası sempatik. Efil efil boğaz, en az iskele kadar  hoş. Boğaziçi Köprüsü, inci gerdanlık, canımız.


Sonra iskelenin doğu yönüne doğru, Hamid-i Evvel Cami Sokağı'nı yürüyor, küçük teknelere bakıyor, hemen caminin yanındaki boğaza nazır mekânlardaki neşeyi seviyor, akıl çelmelerine izin veriyor, sonra tam da denizin kıyısından Kuleli Askeri Lisesi'nin piyano sesleri gelen salonlarında dans edenleri görebildiğim, aklıma geçmişten sahneler çizen binasına selam yolluyoruz. Bu selam kıymetli!  Bu güzel, gördüğüm ve hissettiğim sahneleri aklıma çizdiren de.


Sonra bir dikkatten kaçmayan, biraz da akrobasi ihtiyacı duyuran bir fotoğraf çekim çabası içinde görünce en tatlı fotoğrafçıyı, önce pek anlam veremiyorum; sanıyorum sanatsal bir foto için benim göremediğim bir şeyi gördü. Oysaki birisi için... ona gönderilecek anlık bir fotoğraf bu, aileden bir Karakartal için...  Şampiyonluk yılı. Tur yarın üstelik.   





Bir rüya mı desem...
Kıymetli yıllara bir ışınlanma mı desem bilemediğim...
Mutlu mu Mutlu Gece


Pencere önleri sempatik eski bir Rum evinin elden geçirilmesi ise şekillenmiş, pek sevimli... asırlar öncesinden aranıp bulunan, İstanbul'un kadim halklarının tarifleriyle zenginleşmiş mutfağının, aslına sadakatle yapılmış mezeleri ile  aklımızda yer etmiş mekânın kapısından içeri süzülüyoruz. Her yazıda bıkmadan tekrar ettiğim üzere rezervasyonları O'nun yapmasına... son gün o şehirdeyken, bazen havaalanından yeni şehre girerken telefonunun çalıp da O'nun "Evet benim, şimdi indik ve akşam geliyoruz," demesine bayıldığım kadın merhabalaşıyor, adını söylüyor ve bir garson bizi masamıza götürüyor. Bahçedeyiz. Tabii ki mekâna yakışır, eskiden ve güzel şarkılar çalınıyor. Ve tabii ki bir münasip sessizlikle... Ne yazık ki zaman içinde çürüyüp yok olan değilse de, ondan fidelenmiş incir ağaçlarının arasında ve nedense çocukluk yıllarımın yazlık sinemaları ve de o yılların lokantaları tadındaki masamıza oturuyoruz. Bu ne kadar güzel bir bahçe ve an! O'nun güzel gözlerinin gülüşünden de anlıyorum, yine bir zaman yolculuğunda olduğumuzu...


Ne içermişiz?

"Hımmmm!.."

"Beylerbeyi'nde Beylerbeyi içilir, bir 35'lik göbek rakısı lütfen."

Meze tepsisinin zenginliği ile akıl karıştıracağını tahmin ediyorduk, merak ettiklerimiz arasından seçimlerimizi  netleştirdiğimiz ve hazırlıklı olduğumuz için işimiz zor değil; hazırlıksızsanız çok zor!

"Beyaz peynir lütfen."

"Balık Turşusu lütfen."

"Dövme hıyar salatası lütfen."

"Ermeni pilakisi lütfen."

 "Ve Topik lütfen." 

"Bir de midye dolması lütfen." 


Donanıyor masa, topik, çakmaları saymazsak denemediğim bir meze, bir mihenk noktası olacak ve bundan sonra yediklerimin düzeyini anlamam için de bir referans. Bu açıdan önemli. 14 farklı malzeme ile bir çömleğin içinde 10 gün bekletilerek yapılan balık turşusu en çok merak ettiğimiz. Üstelik safran, bal, sirke gibi düşünüldüğünde bazı damaklar için kakofoni düşüncesi yaratacak müzisyenleri var. Görüntüsü ve kokusu ipuçları veriyor ki seçim yaparken Çelebi pilaki ile arasında kalınma ihtimali kuvvetle muhtemel! İçerikleri noktasından bakınca iki kişilik bir masa için sanki biri tercih edilmeli. İki balıklı  meze olur denirse de mesele yok. Edinilmiş bilgilere göre bu balık pilaki, yöresindeki adlandırmadan bağımsız olarak, adını Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinden bir tarife dayandığı için ondan alıyor. Dövme hıyar salatası da biz için bir ilk... tanışmayı sabırla bekliyoruz.

Tığ işi zarfları ile zarif bir görüntü sunan rakı kadehleri standart dışı; şu bade denen bardaklardan, hakeza su kadehleri de çok hoş. Gerçi Burgaz Rakı sayesinde, onun promosyon ehlikeyifleri ile birlikte bir dönem bade kullanmışlığımız  var lakin gözümüzün gönlümüzün alıştığı Yeni Rakı ile özdeş olanlar. Bu akşam 16. ve 18.yüzyıl mezeleri ile birlikte başka bir ambiyans! Rolümüzün hakkını vereceğimizden ve keyiften öleceğimizden; masayı gördükten, gözlerimiz kokuyu aldıktan sonra, en ufak ama en ufak bir şüphemiz yok.


"O halde dününe, bugününü, yarınına... 

İstanbul'a!"

Bazı anlarda hiç de acelesi olmayan bir halim var; bazen bunu nasıl başardığıma, bir an öncenin merakından nasıl sıyrıldığıma şaşırırım. Mesela bir pasta grubunun içinden en sevdiğimi en sona saklamayı, onun tadını uzun uzun, hissede hissede çıkarmak için sabretmeyi becerebilirim. Elbette ki bir masanın ahenginin belirleyicisi olmak zor; özellikle çok canlar sınıfından olmayan, bir türlü üslup birlikteliği sağlanayamayan, çok insanlı bir  masadayken...  Ama bu şehirde, bu mekânda ve bu masadayken gecenin ardında bir segment yukarı taşıyamadıysa damağını ve yaşamla ilişkisini insan, kendini bence bir gözden geçirmeli ve biraz daha fazla emek vermeli hayata.


Çiçeklerin arasına saklanmış lambalar, onların açığa çıkardığı her renk, bu güzel akşamın finaline hazırlık yapan, nüansları olan, geçmişten ama bugüne dair hoş ve ruha atılan birer fırça darbesi gibi. Arkamızdaki masa kalabalık bir grup: Konuşkanlar ve de üslup birliği içinde keyifle, yükselen seslerle ve coşkuyla paylaşıyorlar geceyi. Bir tiyatronun oyuncuları ve teknik kadrosu efekti veriyorlar ki anlaşıldığı üzere de öyleler. Etraftan soyutlanmış her masadan gelen keyif seslerinin zenginleştirdiği kakofoniye, onlar da farklı ve lezzetli bir renk veriyorlar.

Balık turşusu tam anlamı ile 10 numara, hatta yıldızlı mı yıldızlı bir lezzet. Bayılıyoruz. 14 farklı renkten oluşan kadim bir senfoni; ruhu okşamakla kalmıyor, damakta kalmış buzzz gibi rakının anason izleri ile yepyeni, doğaçlama, mutluluğu çoğaltan yeni bir senfoni yaratıyorlar. Peynir kendini salmamış, kuvvetli bir Ezine ki başkası düşünülemezdi zaten. Pilakisiz rakı masası düşünemem ki bu pilaki seçilen fasulyelerinden ve elbette pişirilme tekniğinden ve sabrından kaynaklı olarak kaymak gibi.  Midye dolmaları güzel, üstelik de sayıları itibari ile tadımlık; doğru bir tercih.  Dövme hıyar salatası muhteşem; rendelenmiş salatalık, kaymak loru, soğan, antep fıstığı ve zeytinyağı ile ilk anda görsel olarak Girit ezmesi hissi verse de hiç alakası olmayan bir lezzet.  Cacığın süzme yoğurtla yapılmış katı şeklinin ilavelerle lezzetlendirilmiş hali denebilir belki; illa da bir şeye benzetilmek istenirse.

Zahmetli bir uğraş olduğu kesin topik, endüstriyel tat hissinden kurtulamadığım tüm topikleri taca çıkarıyor. Doğal, zengin ve iç içe geçerek ortaya çıkardıkları kolektif tat bir başka boyut olan soğanın, kuş üzümünün, çam fıstığının, patatesin, nohudun ve çeşnilerin her birinin hissedildiği ama hiçbirinin baskın olmadığı, sololarına bayıldığımız, bu memleket topraklarından coşkulu bir oyun havası gibi.

"O halde, bu toprağın kadim halklarına."

Beylerbeyi'nin göbek rakısını ilk kez bu akşam deniyoruz ve bu tercihimizden dolayı da kendimizi kutluyoruz. Mezelerin hakkını kesinlikle veriyor ve burada bir geceye de fazlası ile yakışıyor.

Ara çayları olmayan bir rakı masasına -bizce- "Masa da masaymış ha!" denmez... ve hatta denemez ve hatta denilmemeli! Çayla sıkı bir dostluğu olmayan ben bile bayılıyorum bu ritüele. Yakışıyorlar da birbirlerine... Bugünü dündeymiş gibi, tüm naifliğini hissederek, bugünden düne dair lezzetlerle lezzet yolculuklarına çıkarak, birbirimizin gözlerinde yol alarak, iz bırakan, izi kalıcı bir geceyi yaşıyoruz Beylerbeyi'nde. Mutluyuz.


 Sakatatsız rakı sofrası olmaz, olmamalı. Dolayısı ile olmuyor da.

"Bir dalak dolması lütfen."

Ermeni mutfağından, yanında Dijon hardalı ile geliyor alemin kralı. Bir ilk bizim için. Yağda kızartılmış olmasına rağmen sanki ızgaraya dokunmuş da gelmişçesine bir hoşluğu var.  Kurumadığı gibi suyunu da yitirmemiş. Gelen kokularsa âlâ. Rakı masasını yemek anlamında sonlandırmak için güzel bir seçim. O halde alkış. İçine pirinç, soğan, maydonoz, tuz karabiber koyularak hazırlanan dalakların suda haşlanmasının ardından dilimlenerek kadın budu köfteyi andırır biçimde kızartılması ile sonlanan dolmalardan ilk lokmalar... ve gelen bayılma sesleri. Rakının her yudumunun ardına eklediğimiz her lokmada başka başka nüanslarını keşfederek, defalarca göğe eriyoruz. Lezzetli bir kapanış. Bu memleketi bu yüzden belki de daha daha çok seviyoruz. Yine 5 saati keyifle geçiriyoruz.

"İki kahve lütfen"


Kahve fincanlarına mı bayılsak, yoksa kendi yapımları vişne likörüne mi, bilemiyoruz. Bu kadar keyifli akşamın finaline çok ama çok yakıştıkları kesin. Mutlu bir final. Kendi yapımları vişne likörü muhteşem.  Biz kalkarken, arka masadaki tiyatro grubu da kalkıyor. Garsonumuz güzel adam. Onda bizim Aziz'in kıvamını hissediyorum. Teşekkür ediyoruz, 5 saat geçirdiğimiz bu güzel geceye verdiği kusursuz destek için. Sonra mekânın sahibine de memnuniyetimizi ifade edip, Yalıboyu Caddesi'nde bu güzel yaz gecesinin tadına vara vara, saraya doğru yürüyoruz.

Beylerbeyi Sarayı'na varınca sağa kıvrılıyor ve denizin kıyısında kalıyoruz. Ne garip değil mi, yine güzel bir gece, yine güzel bir akşam yemeği ve yine dolunay!  

İlk göz ağrımız, daha güzel baktığım, başına gelenlerden sonra daha da çok şefkat duyduğum Köprü'yü ayın ışığı ile birlikte seyrediyor, seyrederken bu bağın; onda stajını yaparken, daha sonra taze mezun inşaat mühendisi olarak emeği olan küçük dayımla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Babaanne-dede, hala, 3 küçük çocuk ve anne baba toplamda 8 kişi yaşadığımız küçük ama mutlu, mutfak camı ile hiza bahçesi olan ve o bahçenin tarabalarına bayıldığım, kiracısı olduğumuz evimize İstanbul'dan  bana kitaplarla geldiğinde dayım; inşaat aşamalarını anlatırken büyüklere, ben ertesi gün sabah, okumayı düzgünce olmasa da becerebildiğimiz evrenin başlarından itibaren, eli öpülesi ilkokul öğretmenim sayesinde, dersin ilk 15 dakikasında güncel haberler konuştuğumuz bölümde onları paylaşacak olmanın heyecanı ile kulak kabartır, ve bunun prestijine bayılırdım. Gazetelerde gördüğüm resimlerle anlatılanları eşleyerek bizzat hayalini kurardım o anların. Sanki alnımdan düşen ter toprağına karışmış gibi hissediyorum şimdi.


Beylerbeyi Sarayı uykuya çekilmiş, içimizde iki muzır çocuk türedi farkındayım. Nöbetçi kulübesi boş görünüyor. Bir sızma harekatı yapma, en azından bahçesinde dolaşma ve kıyısından denizi seyretme isteği had safhada. Gözlerimizse radar gibi çalışıyor. Temiz sinyali gelmeden bir hamle yapacak kadar da saf değiliz. Test etmek için içeri doğru süzülüyoruz. Muhtemel ki sote bir yerden bizi gözleyen görevli açığa çıkıyor. Yaklaşımı kibarca. Biz de kibarız. Gerekçelerine saygı duyuyor, elimde olsa dükkân sizin tavrına sempati ile gülümsüyor, teşekkür edip iyi akşamlaşıyoruz, bu güzel insanımızla.

"Bir taksiye atlasak mı?"

Atlama fikrindeyiz. Bakındığımız ilk taksi sahipsiz, park yerinde karanlık karanlık duruyor, bir yandan da yürüyoruz, gördüğümüzü durduracağız. O ara tam otobüs durağının önünden geçerken Mevlüt ses ediyor.  Kesemizin dostu. 1 dakika sonra durakta bir otobüs olacakmış. Biniyoruz, ve şu hayattaki en bayıldığım anlardan birini yaşıyorum, tünelden geçiyoruz. Beylerbeyi Tüneli'nden. Hayat beni hep kolluyor ve onun için de sürekli sunuyor, bunu biliyorum. Kuzguncuk'ta iniyoruz. Güzel gece Seni Seviyoruz.


Denize kulak verip, ninnisini dinleye dinleye varıyoruz Çikolata&Kahve'ye. Çok hoş bir dükkan, güleryüzlü, ve bunda samimi iki genç adam. Dışarıdaki masaları akıl çeliyor. Gece henüz uykuya uzak. Sohbetler canlı. İnsanlar güzel.

"İki Müzeyyen lütfen."


Müzeyyen kadayıflı muhallebi. Eğlenceli ve de lezzetli, sunum da kanımca tam anlamı ile Müzeyyen. Süslenmiş ağaçların dibinde, hoş insanlar arasında kaşık kaşık tadını çıkarıyoruz. Kuzguncuk'da bir gece vakti, serin ve tatlı bir Müzeyyen! Öyle yakışıyorlar ki geceye.

Teşekkür ediyoruz Çikolata&Kahve'ye, bir gün kahvelerini de denemek dileği ile. Seviyoruz kendilerini.

Sonra... Gecenin ruhları dürtükleyen bu şahane vaktinde, hiç taksiye falan bulaşmadan, birbirimizin notalarına dokunarak yarattığımız müzik eşliğinde, çocuk uykusundaki güzel güzel sokaklar geçerek, Sıvacı Ferhat'a varıyor, uyuyanları uyandırmaz adımlarla onu da geçiyor, Konağa giriyoruz.


Konak'da eğlence tavan. Işıl ışıl parlayan insanlar, cıvıl cıvıl hayat... Kalabalığa karışmayacağımız, ağaçların altındaki masaya oturuyoruz. Kafeterya'da bir nişan töreni olacağından haberdarız. Üstelik de bu hoşumuza gidiyor. Bundan şikayet edecek insanlar değiliz, hayatın doğal akışı içinde olması gereken ne ise bunun bir parçası olmayı kabul ederiz.. Bir otel sessizliğinde gri bir Konak pek anlamsız olurdu zira. Hikâye eksik kalırdı. Gecenin renklerine ve hayatımıza kattıklarına bayılıyorken ne kadar daha zenginleştiğimizin farkında iki insan olarak eve geçiyor, rutinleri hallediyor, dışarıdaki coşkuya gülen yüzlerimizle uykuya sarılıyoruz.


5 Temmuz 2023 Çarşamba

Ahşap Traversler Ve Demir Yolu Kardeşliği

1.Bölüm: Demir Ağlar Ördük

Bir Kaç Yıl Önce

Şehirden gelip Tekkeköy İstasyonu'nda durduktan sonra Çarşamba'ya varacak ve artık yok edilmiş tren hattını biraz önce geçtik, alabildiğine yeşil ve ekili alanların arasında tatlı virajlarla kıvrılan yoldan devam ediyor, "terk edilmiş" seyrek evlerinin, alabildiğine yeşilin ve masmavi gökyüzünün altında ilerlemekteyken ve döndüğümüz son virajın ardındaki kavşağa varmak üzereyken görünen eski istasyon binasıysa, çocuk kalplerimizi anında çalıyor.

Ölü demir yolunun üzerindeki bu eski ara istasyona bayılıyor, kokusunu içimize çekerken bir an öncenin telaşları paçalarımıza yapışıyor, daha araba durmadan üzerine atlayacakken tam, çekik gözlüyü boş istasyon binasının yanındaki yolcu toplanma alanına park edip, önce şöyle bir etrafını dolaşıyor, sonra toz bürümüş, kısmen yıkılmış içine dalıp poz poz fotoğraflarını çekiyor, sonra da "Kim bunlar?" diye yolun karşısından bizi izlemekte olan süt imalatçılarıyla tokalaşıp hal hatır sorduktan ve gar bahçesindeki bir tahta masaya oturduktan sonra; kahvenin hemen bitişiğindeki bakkal amcaya koşuyoruz. Büyüklerden bayram harçlıklarını koparmışçasına bir alışveriş! Elbette tatlı da bir sohbet. Geriye bir an önce telaşlarıyla dönüyor ve hemen istasyonun yanındaki kadim bahçesinde, çınar ağaçlarından en kadiminin altındaki tahta masada buzz gibi kolalarımızı içerken aldığımız dondurmaları, çikolataları, gofretleri ufak ufak götürüyoruz...

Arada mola veriyor, eski usul tahta salıncaklarda sallanırken, "Bir gün bu yolu kullanarak ve tüm eski köy istasyonlarında mola vererek Çarşamba'ya pide yemeye gidelim," diyoruz. Üstelik Ercan Nuri Bey... Makinistlerin en popüleri! Enn Sevdiğim Kadın'ın instagram hesabından yayımladığı ahşap traversleri fotoğraflarından şıp diye tanıyor ve anında soruyor:

Neresi bura?*


*
Abiyle ayak üstü sohbet eden genç adam uzaklaşırken, Abi de çayına ve pastalarına dönüyor, çocuk o tatlı virüsü kaptı artık, bırakamaz, istese de bırakamaz çünkü o masada oturanın bir tarih olduğunu biliyor ki çocuğun içinde de tıpkı o Abi gibi trenler dolaştığını da onu tanıyan herkes biliyor.

O sırada pastanenin sahibi, kurucusu, nur sakallı, o da bir masaldan çıkmış karakter olan daha yaşlı abi şimdi demir yolcu abinin masasında ve yeni bir sohbeti koyultulmak üzere...

Çocuk kıpır kıpır, yakaladığı bu fırsatı asla kaçıramaz, çünkü masada bir tarih var.

Üstelik kulaklarını diken sözcüklerden anladı niteliği, zamanı kolluyor...

Şimdi lafa girdi girecek...

Giriyor ve diyor ki:

"Antenlerim az önceki sohbetinizde geçen sözcüklerden kaptı ki siz demir yolcusunuz..."

Önce masadan masaya konuşuyorlarken, şimdi çocuk masasını terk etti ve bir kaç adım ötesindeki abinin masasının önünde ve ayakta.


Abinin oğlu ve gelini Amerika'da, kendisi de gitmiş, onlardan gururla söz ediyor. Az önce çalan telefonunda kızıyla bayramlaştı, torunlarına bayılıyor, yüzünde güller açtı.

Sanırım beni de sevdi.

Muhtemelen onu da şaşırttım!

Hangi hatları konuşmuyoruz ki... Kars yolculuğumuzu anlatıyorum. Abi ile ortak güzergâhlarımız var ama o Samsun'dan çıktığı için hep yola; Kars yolcularını hep aktarma noktalarında bırakmış.

O sırada cep telefonunda bir fotoğrafı arayıp buluyor ve bana gösteriyor; kullandığı lokomotif bu. Kömür karası; zarif ve pırıl pırıl. İyi bilirim diyorum, bakmayın çocuk olduğuma diye ekliyorum. En sevdiğim andır benim, lokomotifin istasyondan henüz çıkarken sanki bir benzin istasyonu molasıymış gibi büyük duşun altında durup, açık vagondaki kömürlerinin ıslatılmasını beklemek... Ve elbette tünel girişlerine yaklaşmışken çalan uyarı düdüğü ile birlikte kompartımanlardaki, kömür isi ve kokusuna cam kapatma telaşları bayılınasıdır bir çocuk için. Ya derin bir yaz sıcağında, koridordaki pencereden, üstelik dibinden geçen kalorifer hatının üzerine çıkıp ağaç dallarına uzanırken geçilen,  Atatürk ve Cumhuriyet kokan fabrikalar... Devlet Üretme Çiftlikleri, Et Kombinaları, Çimento ve Demir Çelik Fabrikaları, Sümerbanklar ... Enfes, unutulmaz, Cumhuriyet değerleri ile yetişmiş şahane bir kadın öğretmenin öğrencisi olmak ve onun edindirdiği bilgilerle tüm bu geçilen manzaraları üstelik de henüz ilkokul öğrencisiyken içselleştirmek nasıl bir kıymettir?! Ama en güzeli şeker fabrikalarına gitmek üzere yüklenmiş vagonlardan şeker pancarlarını uzanıp almak, sonra onları kuzinenin fırınında hakkını vererek pişirecek babannenin parmaklarından akan lezzeti hissetmek; dünyanın en şaşırtıcı, sofistike ve entelektüel tatlısını yemek değil de nedir?!

Ve bir de tıka basa dolunca tren, kompartıman kapılarını içeriden kilitlemek, kilitlenmiyorsa da içerden iple bağlamak, demir yolu yolcusu olmanın şanındandır.

Gülüyoruz.

Açık kompartıman penceresinden içeri tıkılan rulo yapılmış halıları da unutmamak gerek, diyorum; ona da gülüyor Abi.

Sonra köprüleri konuşuyoruz. Ahh o ahşap traversler diye iç geçiriyoruz. Amasya yolculuklarımızı anlatıyor, yakın zamanda enn sevdiğim kadınla tekrar gitmeyi planladığımızdan söz ediyorum.

O beni uyarıyor, ahşapsız ray sistemlerinden ve yeni yolların döşenme şekillerinden şikayet ediyor. Eski gar binamızı, onun muhteşem çay bahçesini, nargileleri, ve elbette yeni yetmeliğime denk gelen  ülkenin neredeyse bütün büyük istasyonlarında olan, muhteşem, şık, peçeteleri beyaz ve kolalı Gar Lokantası akşamlarını, kadim müşterilerini, çiçek saksıları ile ahşap pencerelerini, muhteşem mezelerini, kadim garsonlarını konuşurken; Amasya'ya girişteki eski tarihi köprü, diyor Abi, ayaklarından biri hasar gördü, o riski almayın.

Teşekkür ediyorum, ama diyorum ki en iyi siz bilirsiniz, söz konusu tren oldumu şu gönül de ferman dinlemiyor işte... Ekliyorum, "Bilir misiniz o köprünün aslında başka bir adı vardır: Teskere Köprüsü... Hâlâ biliniyor ve kullanılıyor mu emin değilim. Askerliğini Amasya'da yapan afacan askerlerin kadim bir geleneği vardır: Teskeresini  alanlar, gözü kara arkadaşlara da sahiplerse; ön tamponun üzerindeki mini plakada yer alan ve Tugay Komutanı genaralin makam aracı olduğunu belirleyen altın sarısı metal tek yıldızın üzerindeki deri kılıf alınır, artık bir hür general olan teskereci arkadaş selam duran şoför ve muhafız tarafından  arka sağa yerleştirilir, muhafız şoför yanına oturur, şoför gaza gelir iki el havaya sıkar, makam arabası ve hür general rütbesini taşıyan ile o köprünün altına gelinir, otobüs beklenir, teskereci otobüse yerleşir ve şehir çıkışına kadar o makam arabası ile otobüse eskortluk yapılarak çıkışta otobüs tekrar durdurulur, teskereci aşağı iner, son bir kutlama ile birlikte  tekrar otobüse biner,  bir süre daha eskortluk yapılarak, son çıkışta el sallanarak ve selam durularak evine uğurlanır.**

Abi belki binlerce kez geçtiği köprünün bu işlevine şaşırıyor ve gülümsüyor.

Diyorum siz hep üstünden geçtiniz o köprünün, oysa ben altından da çok geçtim.

Gülümsüyor.

Ve diyorum ki en büyük korkum, bu hattaki, biraz da pandemi nedeniyle uzun zamandır görmediğim iki istasyonun tıpkı bizimki gibi yok edilip yerine ilkel ucubelerin yerleşmesi ki özellikle Havza minik ve romantik hali ile bir başkadır diyerek; ona, daha önce blogda yazdığım bir an'ımı anlatıyorum:



"İşlerimi halletmiş, pazarda dolaşmış, bir küçük lokantada enfes ve tekmil bir işkembe çorbasının tadını çıkarmış, akşamın loşluğunun çöktüğü minik istasyona varmış, biletimi alıp Sivas'tan gelecek treni beklemeye başlamıştım. Pazarın kurulduğu bir gündü, bense yirmilerin başındayım, askerlikle işi bir arada götürüyorum. Genel bir müşteri ziyaretleri dönüşü müydü yoksa haftasonu eve gelişim miydi çok hatırlamıyorum; belki de tek bir noktaya tahsilat için yapılmış bir ziyaretti, bilmiyorum... Amasya'dan otobüsle varmış, işi halletmiş, onunla devam etmek için Sivas'tan gelecek treni bekliyordum. Akşamüzerinin loş ışığı ile aydınlanıyordu küçük ve eskinin güzelliğini taşıyan bekleme salonu. Bir iki öğrenci, şık mantolu, orta yaşın üstü zarif çantalı, avukat olabileceğini düşündürten zarif bir hanımefendi, eskinin şirinliği buram buram istasyon, boş vagonlar ve zaman eskisinden ışınlanmış, tombulca, temiz yüzlü, emekliliği gelmiş ama tren aşkı sönmemiş çok sevimli gişe memuru ve ben; bir rüyanın oyuncuları gibiydik. Gününse ruhları dürtükleyen saatleri...

Bir kasketli, köylü ve o gün kurulmuş pazarda ürünlerini satıp nafakasını çıkarmış yüzünde emek ve hayat izleri olan baba ile saçları iki uzun örgülü, güzeller güzeli, ak yüzü köy, tatlı mı tatlı ama yaşından daha sorumlu minik kız girdiler içeri. Sanki bir romanın sayfasına gömülüymüşüm gibi hissettim; sanki an sayfalarda önüme çıkmış, kelimeler görüntüye dönüşmüş de ben kitabın içinde karakter olup bütünleşmişim gibi bir hoşluk hali. Küçük bir mekânda ne kadar uzak olursa o kadar uzaktaki ahşap banklardan birine oturdular, çıkınlarını açtılar... O ne güzel bir sofraydı. Beni buyur ettiler. Afiyet olsun, dedim. Elimi kalbime götürüp gülümsedim, teşekkür ettim. Öylesine doydum ki ben; onların birbirlerine bakışlarından, gülümsemelerinden ve gözlerinin içinde yankılanan sohbetlerinden... O yüreği kocaman minik kızın babaya yarenliğinden, hizmetindeki olgunluğundan...

Şimdi trendeyim, hareket memuru işareti verdi, keskin bir teşekkür düdüğü öttü, usulca hızlanıyoruz...

Kafam pencere camındayken; kenar bir köşeye, istasyonun demir parmaklı penceresinden içeri süzülen ışıkla birlikte, yük vagonları düşüyor... Akşamın karanlığı usulca çökmüş. Muhteşem bir an daha. Kalbim sıcacık. Bir filmin rolü tamamlanmış figüranıyım sanki. "Birbirlerine bu kadar sevgiyle ve alın teriyle ve bu kadar sevinçle bakan birilerini gördüm mü daha önce?" diye soruyorum kendime."



*
Ve abiyle vedalaşma vakti... Doğrudan sahile iniyorum. Sonra bunca anı üzerine beni kahve paklar diyerek Sude'ye doğru çeviriyorum rotayı ki mekân boş. Bir genç adam var. Bir Türk Kahvesi, sade lütfen, diyorum ve kitabımı açıyorum. Kahvem geliyor, akabinde de Sude mekâna geliyor, selamlaşıyoruz. Usulca içiyor, kitabımın sayfalarında yok oluyorum. Sonra ödeme için içeri geçiyorum ve kasada Sude... Pastaları yapan beyfendi bu mu, diye soruyorum ve yanılmadığımı görüyorum. Yalnız, diyorum, senin kahve sunumun ondan daha güzel ve ekliyorum; sunumda çiçek yoktu mesela.. ve senin kullandığın su bardağı ve seramik tepsi daha şıktı.



*Ahşap Traversler Ve Doğu Leylekistan

**Bu tugayın gelmiş geçmiş, beş kişiden oluşan en çılgın asker grubu tarafından yapılan bir uygulamaydı, bunu bizden gören -seçilmiş- alt devrelerimiz  bizim ekip sonrasında bizim konumumuzu almışlardı ve aynılarını uygulamaya kalkınca, dokunulabilir oldukları için, ne yazık ki görmezden gelinmiyorlar ve tamamı ceza alıyorlar! Yani biz o tugayın gördüğü, üstelik tam 12 Eylül sürecinin başında, en çılgın ama işlerini en iyi yapan, en gözükara çocuklardık. Öyle olmasak, komutanımız yıllar sonra, üstelik bir kısmımız evlenmiş barklanmışken ve o Karpuzkaldıran'da kamptayken; damadı ile haber gönderip bizi de görmek istediğini söyleyip, davet etmezdi kampa.

2 Temmuz 2023 Pazar

Demir Ağlar Ördük

Dün blogları okurken iki yazı fena tetikliyor beni. O nedenle yazıya onlara yazdığım yorum cümlelerimle başlamak istiyorum:

Bir de son fotoğraf hadi durma sen de sizin ortancaları çek dedi bana, uymak mecburi. İşim çok; kırlangıçlar da akşam uçuş eğitimlerinde sürekli mesaj veriyorlardı; hadi durma Marteniçkanı bağla diye... Zeytin ağacımızda karar kıldım, şimdi hemen çıkıyor ve bağlıyorum.

Teşekkürler Sevgili Şule.

Bugün yazımı Altın Gün eşliğinde yazmayı düşünüyorum ki şu an açtım linki, dün akşam görmüştüm yeni konseri yazınızda... Arte'ye biraz uzak kalmışım demek ki...

Teşekkürler Sevgili Okul Arkadaşım.

*
Kahvaltı yapmıyorum. Bugün bayram çocuğuyum. Gün bana neler sunacak bilmiyorum; ekstra bir beklentim olmadığı gibi hoş bir bayram coşkusu elinden tutulmuş çocuk gibi sürüklüyor beni.

O coşkunun planına teslimim.

En afacan çocuk duygumla ve bir an öncenin telaşıyla bahçe kapısına yönelmişken kendimi arka bahçede ve zeytin ağacının altında buluyorum. Ben leyleklere umut bağlamışken en sevdiğim kadın kırlangıçlar da olur diyor.

Bir kaç gündür akşam saatlerinde, güneş battıktan sonra kırlangıç bebeleri Tornado savaş uçakları gibi havada varyasyonlar yaparak ve son sürat, ve çevik hareketlerle uçuş eğitimindeler.

Üstelik hemen üstümdeki çatıda yaşıyorlar ve uçuş hatları göz hizamda...

O halde eylem zamanı!

Bağlıyorum genç zeytin ağacına; günlerdir sol bileğimde taşıdığım ve enn sevdiğim kadının günler öncesinden bana getirdiği Marteniçkamı.

Hemen arkamdaki erik ağacının altında ise bir aslan yatıyor: Bitsy. En uzun yaşayan ama asıl evimizin olduğu yerdeki yeni binamızın bitmiş ve taşındığımız halini göremeden aynı toprağa gömdüğümüz aslan parçamız, gözü kara bir terier, benim diyen kurta nal toplatır,

öykülerinden kitap yazılır.


Dış kapıya doğru ilerlerken ortancalarla selamlaşıyoruz. Hal hatır sonrasından espriyi patlatıyorlar; diyorum toplu fotoğrafa eyvallah, çekiyorum, ancak iki tanenizi seçin ki blogdaki alan darlığı nedeniyle hepinizden söz edim ama sembolik bir fotoğraf olarak onu kullanim yazımda.

Gülümsüyorlar...

Sayısızca çekiyorum ve konu mankeni olarak, mutabakatla, bir çifti uygun buluyoruz ve o pozu yazıya taşıyorum.


Sırt çantamda tavsiye konusunda çekimser olduğum ama bayılarak okuduğum tuğla var. Dün yağmur sabahın güzelliğine çiselerken ve ben 40 yıldan aşkın bir süre önce kaybettiğimiz babamın -imar uygulamaları nedeni ile- artık halkımızın kullanımına emanet kadim çamlarının altındaki bankta oturmuşken, bu şahane kitabın uçan halıya dönen sayfalarına binerek gittiğim -ilgi alanımdaki coğrafyalarda- yer yer savaşların ortasında kalarak ama daha çok yazarın engin bilgisinden yararlanarak bir film gibi izlediğim romanda, bir kez daha kayboluyorum.

Ve güneş dürtüklüyor beni...

artık seninleyiz, diyor.

istikamet net; ağır adımlarla, sabahı soluyarak varıyoruz Afiyet'e.

Ve kitapla birlikte seçimlerimizi yapıyor, her zamanki masamızla da kucaklaşıyoruz.

Hımmmmm... pastalarımız enfes, üzerine yudumladığımız çayımız da... Lakin sol yanımdaki masadaki sohbet!

İçinden akan cümleler kulaklarımı dikiyor.

Üzerinde Samsunspor forması olan bir abi bu; sanki bana bayramın hediyesi. Ortak bir sohbetin kapısını biraz sonra çalacağım mutlak. Kitaptayım ama kulağım orada. An bulunmaz bir hint kumaşı ki abinin de çok mutlu olacağı kesin:


Bir kaç dakika sonra kendisinden genç bir çocuğun anlatacaklarının ve tanıklıklarının onu çok, ama çok mutlu edeceğini, geçmişin tadına götüreceğini, şaşırtacağını ve bu yerden bitme bana bir lütuf mu diye düşündürteceğini ve konu üzerindeki özlemi ve dili neredeyse pas tutmuşken tümünün o çocukla birlikte -bir kaç dakika içinde- altına dönüşeceğini, ikisinin de çaylarının soğuyacağını ama umurlarında olmayacağını...

O abinin bir tehlike uyarısı için sözünü edeceği köprünün aslında kadim bir geleneği olduğunu söylemediği için çocuk...

henüz bilmiyor Abi.





2.Bölüm Ahşap Traversler Ve Demir Yolu Kardeşliği için buradan lütfen...

30 Haziran 2023 Cuma

O Zaman Bu Zaman San Sebastian


Pasta dolabı muhteşem,

her biri sanat harikası.



Kışkırtıcı,

ukalalık yok;

son derece sıcak bir iletişim oluşuyor, pastalarla aramızda.


Kullandığımız sessiz dil ortak,

sıcak ve esprili.


Orman meyveli cheesecake'i gözüme kestiriyorum; San Sebastian göz kırpıyor.

Selam çakıyor, sevdim seni diyor, ardına tez zamanda bir masada seninle sohbetin dibindeyiz, merak etme'yi ekliyorum.

Onu şimdilik bir başka zaman için bırakıyor...

ve "Limonatanız var mı?" diye soruyorum;


olmadığını öğrenince...

Kahve aklımdan geçse de...

"Çay lütfen," diyorum.





26 Haziran 2023 Pazartesi

Dünyaya Geldik Bir Kere!*


Geçen Hafta Pazar


Evden çıkıyorum. Sırt çantam tam tekmil: Mini fotoğraf makinesi, okumakta olduğum kitap, ne olur ne olmaz diye atılmış yağmurluk, olur da kalabalığa karışırım diye ve toplu taşım araçları için sürekli bulundurulan maske...

İstikametim belli. Niyetimde pide var ancak türü konusunda fikrim net değil ve yürürken bünyemin ilgili mercileriyle sürekli istişare halindeyim. Ve enn bayıldığım minik, bir kaç masalı, karakterlerini sevdiğim, akıcı bir bulvarın tam da köşe başındaki Pide Dünyası'na atıyorum adımımı.

Ocağın başındayım, hoş geldiniz ve hoş bulduk ile birlikte hâl hatır faslı tamam. Bir ikilem yaşasam da ağzımdan çıkan kelâm net.

"Peynirli tek yumurtalı lütfen."

"Kaşarlı mı?" sorusuna soruyla yanıt:

"Kaşar ve beyaz peynir karışık olabilir mi?"

Mutabıkız.

"Bir de çay, fincanla ve pide ile birlikte lütfen."


Bulvarı boydan boya gören masamda kitabımın içinde yok olmuşken, gün ve hava işbirliği muhteşem. Mekân en sevdiklerimden, şirinlik abidesi, özenli... ve onunla tam anlamıyla mavilim mavişelim durumu yaşarken pidem, çayım ve salatam masadaki yerlerini alıyorlar.

Hadi bakalım kolay gelsin; enfes bir yaşamak ânı için sahne hazır.


Ustam ellerin dert görmesin. Bu nasıl bir incelik ve tabii ki çıtırlık... Kaşar beyaz peynir kombinasyonunun tereyağı ile ortaklaşması her zamanki gibi... yani olağanüstü bir senfoni. Yumurta elbette rafadan.

Usul usul,

kısmen bıçak kullanarak ama daha çok parmaklarımızla,

tadına doya doya...


Hep birlikte ölüyoruz ve ödemeyi yaparken de memleketi bu hale getirenleri  Allah'a havale ediyor, ustadan ve servisimizi yapan gençten teşekkürleri ve ellerinize sağlık ifadelerimizi eksik etmiyoruz.


*

Leyla Karagözlü Bir Ceylandır


Başka Sinema filmleri -artık- olmayınca sinemanın yarattığı boşluğu doldurmak için televizyona takılmış durumdayım; televizyondan film izlememe inadım inadından vazgeçmediği içinse sadece dizilere takılıyorum. İstediğim gün ve saatte izleme fırsatı veren portalım sayesinde keyfim gıcır. Leyla'nın rozesi ve beyazı denenmiş durumda ve memnuniyet had safhada... En keyifli beyazlardan biri kategorisindeki yeri net; fiyat kalite ortaklığı şahane. O halde günlerdir gözümün içine bakan kırmızı ile de bir el sıkışalım bakalım. Kadehimi uygun ölçüde dolduruyor, kadehin ağzını minik porselen çanak ile kapatıyor ve kadehi en az 10 dakikalık bir süre için buzdolabının orta rafına bırakıyorum.


Dönüşü muhteşem. Öküzgözü, Cabernet Sauvignon işbirliği olağanüstü. Kadifemsi dokusuyla benim diyen bir çok şarabı cebinden çıkarır. Bitimi yerinde, sabırsızlık asla yaratmıyor ve bir kadehini uzun bir zamana yaymayı başarıyor. Fiyatıyla da benim diyen pek çok kırmızıya kesinlikle nal toplatıyor. İyi bir yemek eşlikçisi olacağı kesin ki henüz denemedim ama bir aperatif olarak damakta bıraktığı tat iz bırakıcı. Muhteşem bir eşlikçi olduğunun altını şahsen, kalınca çizerim.


*

Cuma Bir Özgecandır


Mathias Enard ile tanışma kitabım, pek yakın bir zamanda -tekrar- paylaştığım yazıdan da anlaşılacağı üzere Pusula'dır. Uzun bir aradan sonra, Ocak 2021'den beri okunmayanlar rafında beklemekte olan kitabı, biraz da yeniden paylaştığım Pusula yazım nedeniyle gaza gelmemin sonucunda -iyi ki- elime alıyorum; çünkü daha ilk metrelerindeyken, kitabın içinde erimiş durumdayım. Ona bir kıyak yapmam lazım, o halde şu güzel yaz akşamında, özellikle yazın enn sevdiğim okuma noktalarımdan biri olan Afiyet'in daracık, tek yönlü ve parke taşlı Lozan Caddesi'ni boydan boya gören verendasındaki masama götürmeliyim.

Vitrindeki pastalara meftun durumdayım. Yeni üretim yapmışlar ve çeşit sayısı muhteşem. Hepsini alasım var lakin kendimi tutsam iyi olacak. En gözümü ısıranlardan ikişer tane seçerek, pek tatlı genç kıza söylüyorum ve ek olarak da bir fincan çay lütfen diyorum. Ben kitabın içinde yok olmuşken masam da hazır oluyor. O halde, "gel keyfim gel."


Kitabın içinde yok oluyorum çünkü -bir kez daha- bayıldığım coğrafyadayız; Ortadoğu, Akdeniz, Kadim savaşlar... ve karakterler. Su gibi akıyor sahneler, olayların göbeğindeyim. Kelimelerden oluşan bir görsel şölen. Savaş. İnsan. Enard'ın akademisyen kimliğinden fışkıran edebi dil ve her biri film karesi olarak bütünleşen ve gözümdeki beyazperdeden zihnime akan sahneler... Öyle kapılmışım ki normalde yalayıp yutmuş olacağım pastaları edepli bir gurme gibi ağır ağır tüketiyorum; şaşkınım bu keyfi yaşatan kendime... Uzun kalıyorum ve 508 sayfalık, noktanın neredeyse hiç kullanılmadığı romanın 100 sayfasını yalayıp yuttuğumu fark ediyorum ama tavsiye konusunda kendimi yine öne atmayı, en azından şimdilik düşünmüyorum.


*

Bir Başkadır Cumartesi


Bugün mesai yok, oh be! Dibine kadar şımarıklık o halde... Sırt çantamda kitap ve fotoğraf makinesi, o nedenle bugün ki görev ustaya; arabada üç harfli ne ise Nikon'da odur benim için. Gençlik başımda duman! İstikamet minik bir park. Bazı yazılarda ufakça değindiğim, berberimle aynı güzergâhta, yokuşunun hatırı sayılır, mahallenin içinde, çocuklar için tüm aletlerin olduğu, tepeden geçen uçaklara el sallanabilecek noktada ve an itibariyle kimsesiz parkta; gölgedeki tek banka yerleşiyorum.

Az önce yokuşun ortalarındayken bir pastaneye girdim ve alışveriş yaptım, ufak çaplı; yokuşu tırmanmadan önce Migros'dan aldığım kolamsa buz gibi.


Kuruyorum avare masamı. Kedi kardeşle bir iletişimimiz var ama o benden havalı. Gençliğine veriyor, yemezler diye iç geçiriyor ve gülümsüyorum. Burnundan kıl aldırası yok... da, ben de kaçın kurasıyım. Oraya buraya gidiyor, dallara zıplıyor, arada yan gözle bana bakmayı ihmal etmiyor ancak ben, istemem yan cebime koy mesajını yakalıyor ve kendimden biraz uzağa ama yine de yakına sofrasını kuruyorum. Keşke öngörüp de fazla alsaydım diye düşünmekle birlikte karnının tok olduğunu da fark ediyorum ki, tavır beni yanıltmıyor. O halde kitaba devam; arada gökyüzündeki uçaklara selamı ihmal etmeden...


Parkın hemen sırt tarafında bir site var, park bir anlamda bahçesi gibi. Oradaki balkon konuşmalarını duyabiliyorum, bu hoşuma gidiyor; olağanüstü sessizliğin içinde pek hoş dedikodular, gülümsetiyor. Aynı zamanda uçaklar da bana bir mesaj veriyor. O mesajları akşam enn sevdiğim kadın ile paylaşıyorum. Sanırım bayram sonrası, eğer aksilikler olmazsa, bazı özlemler sona erecek gibi... Gözümüzde tüten bir şehir ve mekânlar var. Elbette sevdiğimiz insanlar da...


Günü Türk Kahvesi ile sonlandırmak istiyorum. Birisine nazire yapacağım; çok yorumumda kahve kitap fotoğraflarına imrendiğimin altını çizen cümleler kurduğum Yüreğimin İklimi blogunun yazarı, Özlem'e.

Rotamı kahveciye çevirdim ve önündeyim; ancak minik bahçesi dolu.

O halde Pazar ola hayrola...


*

Pazar Gavurlar Azar


Kahvaltıyı sarkıtıyor, zamanı minik kahvecinin tahmini açılış saatine göre ayarlıyorum.

O kahve bugün mutlaka içilecek!

Yine de sahilden uzayıp zamanı sarkıtarak, ağır adımlarla denizden uzaklaşıp, mahallemizin iç kesimlerine doğru rotayı çevirip, ikinci bulvara ulaşıyor ve dümeni kahveciye çeviriyorum. Adımlarım ağır olsa da dükkân kapalı. Olsun o zaman küçük dere boyunca köprüler geçer üst kesimlere doğru turlar, derenin öte yakasından dönerim ve o zamana kadar da açılmış olur, diye düşünüyorum ama... o önüne vardığımda bana diyor ki: Pazar günleri kapalıyız. Ona rağmen akşam bir kez daha gelip kontrol edeceğim.

Nasip.

Eskiden emlakçı olan, pidecimin karşı köşesinde ve bulvarın altında kalan kadim evlerden evrilerek pastaneye dönen mekâna çöküyorum. Üç farklı ekler ve bir de limonata siparişi veriyorum ve bahçedeki ağaç altı masalardan birine oturuyorum.


Bir yandan enfes limonatamı içerken bir yandan ekleri ufak ufak götürüyor yanı sıra da bu şahane ortamda kitabın satırlarında yok oluyorum; lakin kitapla kahveyi biraraya yine getirebilmiş değilim...


Eve dönüyorum. Gün akşam ve geceye evrilmek üzere. Deniz camı tıklatıyor. Hava enfes. İçimde kurtlar oynaşıyor; fikrimde kahve kitap buluşması ve fotoğraf.

Çıkıyorum evden; kahve, kitap ve fotoğraf buluşması için hedefim İskele Kafe. Oraya doğru yürürken fikrim diyor ki: "Şu minik ve şirin pastane?!" Biran orada Türk Kahvesi olmayacağını düşünüyorum nedense... İçime sinmiyor, İskele Kafe'den bir enstantane... Kıvrılıyorum, tatlı Sude'nin çalıştığı şirin pastaneye. Bahçe ışıkları kapalı, usulca giriyorum ki görünürde kimse yok.


Mutfağa doğru hareketlenmişken tam, Sude görünüyor, "Türk Kahvesi yapıyor musunuz?" diyorum ki... Bingo!

"Sade lütfen..."


Bahçe ışıkları yanıyor.

Kitabım elimde.

Kahvem harika...

Sunum ve ortam ise...

pofuduk yastıklara sırtını dayamış ben için,

adeta bir rüya.


*Başlık Şenay'ın söylediği Sev Kardeşim adlı şarkıdan...

22 Haziran 2023 Perşembe

O'nu Bulabilme Olasılığım Yüzde Kaç?

Tanrıçalar arasından ayırdığım, ayrı baktığım, adı benim hayatımda fazlası ile yer tutan biri var: Artemis.


*

Bu cümleyi bir kaç yıl önce Antalya Müzesi'nde Artemis heykelinin önünde kaldığımız süreçte hissediyor ve aynı cümleyi o güne dair blogda yazdığım anlatıda -altını çizercesine- tekrar ediyorum... ve aynı güne dair yazının içinde yine yılların çok öncesinden bir tanışıklığa ve sürece dair hissiyatlarımın kelimelere döküldüğü aşağıda, çerçeve içinde yer alan metin ortaya çıkıyor.

Ve dün severek takip ettiğim genç blogger'lardan biri olan Kayıp Fısıltı'nın Yunan Mitolojisi 7: Echo ve Narcissus* başlıklı yazısını okumam ve orada Artemis ile karşılaşmamla birlikte kendimi zaman tünelinde buluyor, onun yarattığı hortuma kapılarak da çoookkk uzun yıllar öncesine gidiyor ve dönüşte yazıya şöyle bir yorum bırakıyorum:

Ne iyi ettin de mitolojiye girdin... Bu yazıda benim açımdan çok ilginç bir karakter var. Daha önce gündelik hayatında ya da etrafında rastladın mı hiç, bilemem. İlkokuldayken bir kız arkadaşım olmuştu, aile amcamın arkadaşlarıydı, biz de onunla kolayca kaynaşmıştık ve sonra bir süre mektuplaşmıştık; adı Artemis'di. Ondan sonra hayatımın hiçbir evresinde -ilginçtir- başka bir Artemis'le karşılaşmadım.

Sonra, vardığım geçmişte kaldığım süre içinde acabalar zihnimde fır dönüyor, yaşıyorsa O'na ulaşabilirim umutlarım el çırpıyor, sürekli "Hadi!" diyerek de geçmiş ve şimdiki zaman tanrı ve tanrıçalarının pek çoğu; elimizden geleni ardımıza koymayız manasında beni sürekli teşvik ediyorlar.

Evet Sevgili Blog Dostlarım, olur ya ülkede çok nadir olarak birine koyulması muhtemel bu adla bir şekilde rastlaşırsanız ya da daha önce rastlaştıysanız, O'na sorun, anlatın ve o ise, mümkün olursa bana bir şekilde ulaşmasını sağlayın.

Ve bu heyecana ortak olun, lütfen.

*


Bir gün en amcam, Ankara bürokrasisinin kıymetli insanlarından, ölümü taze bir arkadaşının eşi, oğlu ve kızını misafir olarak getirdi evimize.

Kültürel değil de sınıfsal ve sosyal fark tartışmasızdı aramızda.

Bunu hiç hissettirmediler.

Beğendiğim bir kız vardı; aykırılığını seviyordum.

Ama bu da çok tatlıydı, değişikti, Ankara'lıydı.

Kalbim attı.

O da ilkokul 3.sınıftaydı.

Oyunlar oynadık. Çok sohbetler ettik. Okuduğumuz kitaplardan konuştuk. Her gece uyurken tavanlara bakıp boynumdaki kolyeyi iki parmağımın arasında çevirdim.

Sonra gittiler.

Yanağımda bir öpücük, hafızamda kısa kesilmiş içe kıvrık saçlar, siyah gözler, esmer bir ten, ve yere dizlerimiz üzerinde yan yana oturup üzerinde bir şeyler çiziktirdiğimiz orta sehpa ve bir ad kaldı.

Sonra  mektuplar geldi... gitti.

Son yazan oydu.

Ben bu tür konularda hassas değildim, yazmadım.

Sonra, anladım ki kadınlar hassas.

Niyetinizi doğru okusalar da...

Artemis'di adı.



Dip Not:Yıl 1969 ya da 1970'di, Ankara'dan gelmişlerdi, yanlış hatırlamıyorsam, abisinin adı Serdar'dı ve babaları yeni ölmüştü; enn amcam yas sonrası bizim şahane kalabalığımız onların boşluğuna iyi gelir düşüncesiyle sanırım, sömestir tatilinde bize getirmişti.

Yunan Mitolojisi 7:Echo ve Narcissus*

20 Haziran 2023 Salı

15. Yıl Özel Sayı-9



Ama Pusula Şahane Bir Romandır




Ağustos 2020


  İlk gün

Kapak, renkler, bilmediğim bir yazar, aldığı ödüller ama en çok da tanıtımındaki vurgular zihnimde sıraya girince ve ilk satırlarından itibaren tasavvur ettiklerim zihnimin derinlerinden çıkanlarla eşleşip bir görsel şölene dönüşünce, gem vurulamayan bir arzu düşüyor kalbime.

Enfes, çok uyumlu, çok meraklı ve de fena halde keyifli bu coşkun katılım; başka başka, gizemli diyarlara afyonlanmış bir büyü ile uzun yolculukların müjdesi gibi. Henüz başlangıçtayken ve 114 sayfalık bir yol almışken verdiği heyecan ve yarattığı merak: bir yolculuk sabahına uyanmış; kilometrelerin ve ilk saatlerin seriniyle bezenmiş diken diken ruhumu ateşliyor.

Şimdilik Viyana sonrası İstanbul'dayım. Gördüğüm ve bildiğim yerlerini bir başka ve "şehre yabancı" birinin gözünden görüyor, ona bir kez daha vuruluyor, bir başka gözle görmenin hevesi ile bildiğim yerlerin -beslenmiş- yeni bakış açımla merakını yaşıyor, İstanbul'da yaşayıp da klasik müziği seven ve geçmiş ile Şark'ın dününe, yazar ve çizerlerine ve elbette yaşamına merak duyanların ben gibi taşralıya göre daha şanslı olduklarını bu okuma özelinde kıskanırken, bir an önce şu süreçten kurtulup da İstanbul'da olmak istiyorum.

Henüz daha yolun başındayken pek çok tanıdık yazar, onların aşkları ve yazdıkları ve de klasik müziğin bilinen ve sevilen bestecileri ile karşılaşmak, ruhlarını ve bilinmedik hikâyelerini öğrenmek, fena halde keyif veriyor bana. Süleymaniye Camii ve onda bir anı yaşatsa da satırlar; aynı anı yaşayıp aynı güzergâhı takip etmek istiyor ve mutlaka ama mutlaka Hasköy, diyorum. Donizetti'den söz edilirken tebessüm ediyor, onun adıyla nam bir otel ve O'nun sokağındaki bir hafta sonunun olağanüstü tadına gülümsüyorum.

O kadar mutlu eden bir yaşam dilimi ki bu: Henüz sonlanmadan yolculuk; yolun yaklaşık dörtte birindeyken henüz; içimdeki coşkuyu ne yapsam ne etsem eyleyemiyor; ilk kez, sona varmadan yol, günlüğümün ilk sayfasına düşüveriyorum hislerimi...


Çocuk yazlarımda  Şark'ın Pertek ilçesinde olur, dedemin evinin önünden geçip uzaklara, sınırın öte yanlarına giden çoğunlukla yabancı plakalı arabaların ardından bakar, hangi coğrafyalardaki hangi ülkelere gittiğini bilir, okuduğum hikâyeler, gazete yazıları, müziğe yansımış oryantalist izler, duman ve uyuşturucu haberleri, daha çok da afyon aklıma gidilen noktalarla ilgili görseller çizerdi. Ve elbette Çiçek Çocukları, namı-ı diğer Hippiler ve bu kültür ya da akım, yaşadığımız hayatın hayal dünyasındaki figürleriydi. Bu okumayı çok keyifli kılan belki de bu çocuk alt yapıdır, bilmiyorum. Ama son sayfayı kapattığımda emin olduğumsa ilk kez okuduğum, gerçekte bir akademisyen olan yazar Mathias Énard'ın beni çok şahane bir yolculuğa çıkardığı... Üstelik ilk başladığımda ve bir çırpıda 114.sayfasına geldiğim anda yarattığı coşku ile kendimi frenleyemeyip yazdığım yazıdaki hissi bir gram eksiltmeden aksine merak ettirip çoğaltarak süren uzun ve keyifli bir süreçti bu.

465 sayfalık bir romandı okuduğum ama Binbir Gece Masalları'nın tüm ciltlerini sanki okumuşum gibi bir hazdı aldığım. Pek çok eski, bildik ünlü yazar, pek çok klasik müzik bestecisi, pek çok eser, ünlü ve eski bir şiirin bir cümlesinden etkilenilerek yazılmış klasik müzik eserleri bilgisi, dolayısı ile müzik edebiyat ilişkisi, aşk, cinsellik, çokça bize ve tarihimize dair unsur, karakter, Ortadoğu'nun yine bildiğimiz, gazete sütunlarında okuduğumuz yakın tarihi, etkileyici çöl akşamları, yıldızlı göğün altındaki çadırlarda soğuk yaz geceleri,  İran'ın, Suriye'nin, daha doğrusu Şark'ın  geçmişi, Batı kültürüne etkisi, yakın tarihte yaşadıkları siyasal hareketler ve savaşlar tüm unsurları ile bir fon olarak ama etkin bir şekilde vardı romanda.


Şahsım adına altını çizmeliyim ki özellikle şu kapanılmış günlerin varlığını yok eden, yolculuğa çıkarıp başka başka hâllere ve mekânlara oturtup, üstelik okurluktan çıkarıp beni olayların içinde görünmez, dolayısı ile tehditlerden uzak bir tanık haline getiren çok keyifli bir okuma süreciydi Pusula. En kitaplarım listesinde ilk andan itibaren müstesna bir yer edinmeyi başarmanın yanı sıra, bir eğitim de verdi!

Fakat tüm bu beğenilerime, enn kitaplarımdan biri olmayı başarmasına rağmen tereddütüm ve kanaatim odur ki bir alt yapı ihtiyacı da istiyor bu kitap: Klasik Müzik uzaksa, kitapta adı geçen ama aslında okuyan herkesin hatırlayabileceği yazarlar ve kitaplarıyla ilgili en azından dağarcıkta bir bilgi ya da bilinmeyene bir merak yoksa; her ne kadar üzerinde temellendiği ana hikâye ilgi çekici olsa da zevk alınacak bir okuma olmayacağını, o bölümlerin yorup sıkacağını, atlama hissi yaratacağını da düşünüyorum. Ama tüm bu "olumsuz" nüanslara bilgi ve ilgi olmasa bile öğrenme merakı varsa karakterde, yeni yeni kapılar açacağı kesin olan bu kitap: okunmalı, diye de düşünüyorum.

Ve ayrıca bu yazıdan yola çıkılarak -bir heves- alındığında; hep yanımda taşıdığım, pek çok değişik mekân ve anda açıp okuduğum, günlük hayattan çıkıp içinde kaybolduğum, bana yeni merakların ve kitapların kapısını aralayan, temelde iki ama çok karakterli Pusula nedeniyle inşallah pusulalar şaşmaz ve de bana sayılmaz, diye de ummak istiyorum...



 Son günden sonra

Güneş yatak odamın perdelerini aşarak ve sessizce süzülüyor içeri... Günün en erkeni, şahane bir Öküzgözü-Boğazkere kupajından biraz da serinletilmiş bir kadehi usul usul, hissede hissede dönmüşüm geceye...

Ve güzel uykunun derinlerinden çıkıp kıpırtılı bir heyecana uyanmışım.   

Dün akşam çocuklarla laflamanın vakti uzatması, saatin yatma saatlerine denk gelmesi, yine uyandırırım kaygısıyla ve isteğimi bastırarak ama bu ikircikli halden de kurtulamayarak telefonun tuşlarından uzak tutmuştum kendimi. 

O'nu düşünüyor ve gülümsüyorum.

Sabahın beş buçuk altısı gibi... Yıllardır ve her gün O'na yazdığım ve bana yazılan, sayıları kaç binleri aşmış -kısa, uzun- mektupların tadı geliyor gözlerime, gülümsüyorum. Sonra nedense İskele'nin üzerinde; deri montu, kotu, omuz hizası, muzur kız çocuğu saçları ve o andaki duyguları ile O.  

Çaktırmadan çektiğim ve bayıldığım o an fotoğrafları bir de...

Alıyorum bir kez daha Pusula'yı elime, açıyorum 414'üncü sayfayı: kitabın son bölümü ve bölüm başlığı 06:00.

Ağırlıkla romanın iki ana karakteri arasındaki mektuplar...

İlerlerken ve kitabın lezzeti üzerine düşünürken 446'ıncı sayfada kalıyorum, çünkü: oradaki bir paragrafı bloga taşımalısın, diyor, içsesim. Önce üşeniyorum; yatak rahat, odam sessiz bir huzur veriyor, güneş iyice yayılıyor, cam aralığından denizin kokusu bu huzurlu sabaha usulca katılıyor, dingin ve gülümseyen ruhumun da kıpırdayası yok.

Bir yandan da keskin bir tavsiye içermeyen, alıcıları önemseyen, pişmanlık hissi yaşamalarını istemeyen tereddüt ifadeli yazımı düşünüyorum.

Oysa ben bayıla bayıla okumuştum: ruhunu iyi tanıdığım, zevklerini bildiğim insanlarıma bağıra bağıra; alın, okuyun bu kitabı, derken yazıdaki bu çekingen tavrım neden, diye soruyorum.

Bir kahve istiyor canım. Geçiyorum salonla ona açık mutfağın çalışma alanı olarak da kullandığım manzaraya paralel masasına; açıyorum bilgisayarı. Güneş bu kez sağ yandan verev giriyor ve uzuyor parkelerin üzerinden Batı'ya doğru. Deniz sakin dalgalarıyla bana doğru geliyor.  

Çok Sevgili ....., diye başlayan mektubun özellikle bir bölümünden bazı cümleleri kitaptan bir tat vermek için karar verdiğim üzere yazmaya başlıyorum. O ara tam ben yazmaya başlamışken kankam, şu bayıldığım içsesim, "Şiir," diyor, "şarkı," diyor, "eklemelisin," diyor. "Üstelik mektuptaki "Himzo Polovina'nın yorumunu tavsiye ederim,"  sözlerine kulak vererek..."



Sayfa 446

  
Bosna folklorunda sevdalinka denilen geleneksel şarkılar vardır. İsmi Türkçe bir söz olan sevdadan gelir ki o da "siyah" anlamına gelen sawda'dan alınmıştır..........

                  ........Şimdi hediyen:

                ........Sana bir şarkı, bir sevdalinka sunuyorum: Küçük bir hikâye anlatan Kraj tanana šadrvana. Sultanın kızı gün batarken şadırvanın temiz sularının şırıltılarını dinler; genç bir Arap esir her akşam muhteşem prensesi, gözlerini ayırmadan, sessizce izler. Esirin yüzü her seferinde biraz daha sararıp solar; sonunda bir ölü yüzü kadar solmuştur. Kız ona adını, nereden geldiğini ve aşiretini sorar; adam ona adının Muhammet, memleketinin Yemen, aşiretinin de Asra olduğunu söyler: sevdalanınca ölenler bu Asralılardır, der.

                        Türk ve Arap motifleri taşıyan bu şarkının sözleri sanılacağı gibi Osmanlı dönemine ait bir şiir değildir. Safvet Beg Basagic'in bir eseridir bu -Heinrich Heine'nin ünlü şiiri Der Asra'nın çevirisidir......




Bir çevirmen tarafından iyi ki haddi bildirilmiş, o had bildirmeyle hayatının en güzel yazılarından birini yazmış bir blog yazarı olarak: Bu kitabı anlaşılır dipnotları ile lezzetli kılan Ebru Erbaş'a teşekkür ediyorum.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP