21 Eylül 2023 Perşembe

Hayal ve Kıyım


İki önceki, Yoksa Ben Deli miyim başlıklı yazıdan kısa bir alıntı ile:

Benim de uzun yıllardır bir hayalim var. Çocukluğuma nakşolmuş, ânların zihnime kazındığı bir şehir,

taa o yıllarda mini golf sahaları olan!

Savarona'yı Savarona iken orada gezdiğim.

Orduevinin karşısında bir ev, enn şaşalı yıllarında ve gencecik Pakize Suda ile karşılaştığım...

Tenis kortlarına bayıldığım ve hafta sonları bandonun geldiği, bayrak töreninin yapıldığı, İstiklâl Marşı'nın söylendiği...

Öncesinde, oraya gelirken ve sonrasında oradan gidilirken cadde boyu aynı bando tarafından günün popüler şarkılarının çalındığı...

Bir terslik olmazsa ayın 25'inden sonra, üstelik yıllar yıllar sonra orada olmayı düşündüğüm bir şehir.


*
 
Dün akşamı benle paylaşan, sanki bu ânı dört yıldır bekleyen, enfes öyküler içeren, diğerlerini okuyup onu sona bıraktığım, Kalem Kültür Yayınları'nın  Avrupa Birliği Yaratıcı Avrupa Programı desteğiyle yayımladığı farklı ülkelerden yedi kitaplık, Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü* başlıklı serisinin Kehribar Ülkesinden Yeni Öyküler adlı kitabına -keyifle geçirdiğim- çok hoş akşam için teşekkürlerimle...

Ve her koşulda umutlarımı tazeleyen, her daim nefesimi kesen ve kısacık bir cümle ile elime yepyeni bir senaryo tutuşturan Enn Sevdiğim Kadın'a da...

*


Hayalimin peşinden koşmaya başlıyorum. Bir taşla çok kuş vurmayı planlıyor, bunu da bir kaç günün içine tıkıştırıyorum. Efsane geziden sonra aynı coğrafyaya ilk gidişle benzeşen bir kısa plan bu.

Yunan adaları konusunda düşüncem istekli ancak kısa süre ve vizeye dair işlemler nedeni ile kendisini sepetten çıkarıyorum. Ana hedefim şehir, orada biriktirdiğim ve bir film tekrarı gibi zihnimden akan görüntülerle karşılaşmak, kendimi zamanda sıçratarak da çok net hatırladığım yaşanmışlıkların, ânların geçtiği noktalarda dünü, bugünden solumak.

Bir ilkokul çocuğuyum ben; kayıkla Savarona'ya varıp denize sarkıtılmış merdivenlerini tırmandığımda...

Golf sahaları, üst yazıda söz ettiğim bando, köy tadındaki bahçelerden satın aldığımız, enn amcamın elleri ile seçtiği sebzeler...

Aynalı Çarşı'daki en meşhur dondurmacısında yediğim ve abarttığım dondurmalardan sonra hasta olup da gecenin bir vakti gittiğimiz, banka müdürü enn amcamın arkadaşı askeri doktor...

Ve onların lojmanından izlediğim boğaz...

Sonra, yıllar yıllar sonra henüz askerliğini yapmamış, ehliyeti pırıl pırıl bir çocukken enn arkadaşla yaptığımız, Çanakkale'ye uğramamış olsak da Akçay'dan, Edremit'ten geçerek vardığımız ve yola devam etmeden önce bir gece konakladığımız Ayvalık...

Bu heyecanlarla bir kaç günü geçiriyorum. Sonra Samsun'dan İstanbul aktarmalı ve Edremit Koca Yusuf Havaalanı'na inecek uçaklardan birinde 26 Eylül tarihi için, saat açısından da çok avantajlı, 14:00 da buradan kalkıp akabinde İstanbul'a varacak ve bir aktarma ile de 20:15'de Koca Seyit Havaalanı'na inecek bir uçuş buluyor ve hemen satın alıyorum.

Bir iki gün sonra bu kez kafamda netleşen dönüş tarihi için karar veriyor, benim için uygun tarih için aktarma arası vaktin de yakın olduğu uygun uçuş arıyor ama yakın tarihe bir türlü bulamıyorum.

THY ile Pegasus sanki bir centilmenlik anlaşması yapmışlar. THY Çanakkale Havaalanı'na iniyor, Pegasus ise Edremit Koca Seyit. Eskiden olsa misal, bunların hiçbirini sorun etmezdim. Şimdi, özellikle pandemi ve sonrası koşullarında özellikle seyahatler konusunda kısmen bir konformist olduğum kesin, oysa eskiden sırf yolun uzun tadını çıkarmak için tren ya da otobüs yolculuklarını özellikle seçerdim. Yoğun iş süreçlerindeki ve iş temelli olan bu yolculuklar sanki işten kaytarılmış enfes ara sıcaklar gibiydi ben için...

Velhasıl bir hayal şimdilik gerçekleşmiyor, dondurucuda ... Bileti iptal ettim ki o opsiyonu kullanmıştım her olasılağa karşı, ödediğim para şıp diye -elbette ufak bir kesinti ile- anında hesabıma aktarıldı.

Belki çok uzak olmayan bir zamanda...

Bir bakmışım ki tersten esiyor rüzgâr...

Ve kendimi Aynalı Çarşı'daki tuhafiyeciye gönderilmiş, az önce Truva Oteli'nin önünden geçmiş, elbette Truva Atı'na bakmış ve Aşil'i düşünmüş... Sonrasında bir banka oturup, ıssız ve insansız kordonda karşı kıyılara bakarken; bir anda geniş kaldırımın üzerinde duran, birbirlerine sarılan ve kocaman bir sevgiyle dudak dudağa öpüşen;

çok hoş, sırt çantalı, yakışıklı ve yabancı abi ile...

yine çok hoş ve sırt çantalı enfes bir ablaya takılmış halde bulurum gözlerimi.

Sonra kim bilir, şehrime dönünce, hem şehri ama daha çok da pervasız bu öpüşme ânını arkadaşlarıma enfes bir filmin karesi gibi, heyecanla anlatırım...



*Söz konusu kitapların toplu fotoğrafı ve bir kaç kelâm...

16 Eylül 2023 Cumartesi

Kadınlar Gümbür Gümbür Geliyorlar Diyorum ya Hep

Perşembe

Filmin Son Günü


Film, bir ilk film olduğu için zaten bir beklenti oluşturabilecek arka plandan yoksundum. Kar var, çok severim, e köydür, çok güzel, ayılar mı var acaba, metafor mu, bilemiyorum ikisi de benim için uygun, şöyle güzel bir hikâye de varsa, oyunculuklar da ne kadar kötü olabilir… di.

Büyük oranda da böyleydi, kar, köy, ayı, oyunculuklar, görüntüler, görüntü yönetmenliği, renkler çok güzeldi. Ses çok mu patlıyordu, bizim salonda mı sorun vardı bundan çok emin değilim ama müzikler de oldukça güzeldi. Fakat bunca güzellik klişelerin arasında boğuldu gitti? Zaten 1 buçuk saatlik film, seyirciye sürekli yürüyen karakter izletmek bence bir sorun. Köye gelip de umduğunu bulamayan idealist okumuş insan bence bir sorun. O yokluğu, yoksunluğu, cehaleti ya da inadı, karın ortasındaki hiçliği, köyde anlatılan, inanılan efsaneleri, hikayeleri, mitleri hissettirememiş olmak büyük bir sorun. Bunlar yüzünden de film hayal kırıklığıyla sonlandı ama sonunu beğendim.

Sevgili Elisabeth Vogler'in film hakkındaki yazısından..




Ne yazık ki klasik sinema alışverişimi yapamıyorum çünkü istasyona vardığımda bana yanmakta olan kırmızı nedeniyle ve -bir kez daha çocuklara kötü örnek olmamak için- karşıya şıp diye kırmızıda geçen iki genç kızın aksine yeşili bekliyorum ki o sırada aslında pek sevmediğim modeldeki tren istasyona yaklaşıyor ve hız kesiyor. Beğenmediğim de olsa film saati öncesindeki abur cubur alışverişlerim için yetişebilsem binecektim. Mesele zaman. Bir sonraki için bekliyorum, biraz telaşlıyım ritüeller eksik kalacak diye ki tren uzak virajdan çıkıyor, enn sevdiğim, üstelik bir genç kadın kullanıyor. Okulların açıldığı belli ama! Şansıma bir yer buluyorum, bir sonraki istasyonda yine öğrenciler... tatlı çocuklar, kulaklarım onlarda.

Şimdi AVM'deyim. Hızla sinema katına çıkıyorum; hareket halindeki yürüyen merdivenleri de adımlayarak. Gişelerin önünde Allah'ın kulu yok; bir gişe açık ve oradaki genç kız da can sıkıntısından bir hâl olmuş.

"Kar ve Ayı için bir bilet lütfen..."

"D-3 lütfen!"


Genç kız uyarıyor:

"Salondaki klima çalışmıyor."

Uyarı için teşekkür ediyor, benim için sorun olmayacağının da altını çiziyorum. Salonların olduğu kata hemen çıkmıyor, filme 15 dakika varken sinema klasiklerim için Migros'a inip dönebilir miyim hesapları zihnimde nakarat halindeyken hamle yapıyor, bir kaç adım sonra da kasaların önünde olma ihtimali kesin kuyruklar gözümde canlanıyorlar ve kendini boşuna yorma diyorlar bana. Dönüyorum!

Sinema katında da bir Allah'ın kulu yok. Çünkü kısmen kalabalık yapan, paralara kıyıp kola ve koca koca mısırları alabilen ve memleketin halinden dolayısı ile memnun olan ama halkımızın neden mutsuz olduğunu da anlamayan, o halkın ellerindeki paranın pul olduğunu fark edemeyen, mevcut liderin aşığı, üstelik ellerindeki euro'ların şımarığı kitle de -çok şükür ki- dönmüşler.

D-3'ümle kucaklaşıyoruz, iki hafta Başka Sinema filmi gelmeyince görüşemedik  kendisiyle, hasret büyük... Az önce dışarıda bizim salon 6'ya yakın oturan blucinli abla şimdi salonda ve benim 5,6 sıra arkamda... Kendisi yeni anneanne olmuş, buralı değil, doğum için gelmiş ve sinema onun için bir nefes ânı... Sonuçta salonda biz bizeyiz, abla telefonun öteki ucundaki arkadaşı ile özgürce konuşabilir ki öyle yapıyor ve ben konuya bütünüyle hakim durumdayım. Lakin salonun ışıkları yanmıyor ve abla bu duruma kızdı. Bunu sesle de ifade etti ve tam da o sırada ışıklar yandı ama zaten perdede de reklâmlar ve fragmanlar akmaya başlamıştı ki salon ışıkları da aynı hızla söndü.

Klima arızalı ifadesinden aslında çakmıştım köfteyi. Bomboş salonlar zorunlu olarak masraflardan kısıntı gerektiriyordu ki bunu en iyi anlayacak olan halk da bizdik; yani cebinde pul olmuş TL bulunduran insanlar. Koca bir grup olan, Güney Kore'li sinema işletmecileri dahil ceplerimizdeki para TL idi. Bilet fiyatlarının uçmuş hali cepleri yakmış, insanlar çoluk çocuk salonlardan çekilmiş, doğal olarak işletmeci de personel sayısını düşürmekle sorunu çözememiş artık klimaları kapatır ve ışıkları da çok kısa süreli yakar hale gelmişti.

Şimdi gelirsek sadede... Filmin açılış sahnesine ve ablanın o doğa ve yol koşullarında araba sürüşüne ve drone kamera ile yapılan çekimlere bayıldım; üstelik bizim salonda ses problemi yoktu, sesler, müzikler, doğa şırıl şırıl akıyordu! Lakin benim bile gözümün almayacağı hava, doğa ve yol koşulları altında köye atandığını öğreneceğimiz ablanın asfaltta gidermiş şekilde ve sular seller gibi virajları alışındaki hıza ve arabayla devam edişine ukalaca bir bilmişlikle "Hadi canım sen de," dedim. Belki de kıskandım. Çünkü şehrin en hızlı sürücülerinden biri olarak kendimi direksiyondan bir süre önce emekli etmiştim.

İlk yarıda filme girmekte biraz sorunlar yaşamadım değil; iki arada bir deredeydim. Merve Dizdar'ı ilk kez Tamirhane'de izlemiş ve performansına ve de tiplemesine bayılmış, altını çizmiştim. Hemşire abla rolünde ve filmin genel akışında muhteşemdi. Hakeza görüntü yönetimine, ve elbette kadın yönetmen Selcen Ergun'a ve geleceğinin çok parlak olduğunu düşündüğüm genç oyuncu Derya Pınar Ak'a ve filmde olan yan oyuncular dahil, figürasyonlarda biraz eksiklikler olsa da bayılmış; bünyemdeki eleştirmen ukalayı film kapı dışarı edip beni en candan haliyle içine buyur ettikten sonra da zevkten ölmüştüm. Ve ayrıca doğayı filminde bir oyuncu haline döndürüp neredeyse başrole taşımayı başaran yönetmen Selcen Ergun başta olmak üzere, filme emek vermiş görüntü yönetmeni Florent Herry ve tüm emekçilere finalde tek tek teşekkür ederek, koskocaman bir alkış yollamayı da ihmal etmedim.

Filmsever değil aksine sinemaseverim diyen herkese de -katlanamayacak olsalar bile- bu filme bir göz atmalarını -şiddetle- tavsiye edebilirim!

Film bittiğinde, belki de erkenden salonu terk ettiklerinde; bu muydu, diyerek bana saydırma olasılıklarını da göze alarak!

13 Eylül 2023 Çarşamba

Yoksa Ben Deli miyim

Deli mi divane miyim?!



Gün pazar, Enn Sevdiğim Kadın pazartesi 17'de yola çıkacak. O doğma büyüme bir Ankaralı. İki gün sonra da yazlığa...

Ege'nin incisi noktalardan birine!

Bu onun gelenekseli.

Ayın son çeyreği içinde de heyecan verici ve sevilesi bir başka noktaya.

Benim de uzun yıllardır bir hayalim var. Çocukluğuma nakşolmuş, ânların zihnime kazındığı bir şehir,

taa o yıllarda mini golf sahaları olan!

Savarona'yı Savarona iken orada gezdiğim.

Orduevinin karşısında bir ev, enn şaşalı yıllarında ve gencecik Pakize Suda ile karşılaştığım...

Tenis kortlarına bayıldığım ve hafta sonları bandonun geldiği, bayrak töreninin yapıldığı, İstiklâl Marşı'nın söylendiği...

Öncesinde, oraya gelirken ve sonrasında oradan gidilirken cadde boyu aynı bando tarafından günün popüler şarkılarının çalındığı...

Bir terslik olmazsa ayın 25'inden sonra, üstelik yıllar yıllar sonra orada olmayı düşündüğüm bir şehir.




Yaza Veda Rakısı

Kararında İçiniz!


15:30'da mekânda buluşmak üzere anlaşıyoruz. Duşumu yapıp, tıraşımı olup, askıdan yine mavi ama lacivertle mavi arası, rengine bayıldığım, elbette polo yaka tişörtü çekiyorum. Bu kez eskitilmiş kotum bir tık açık mavi ,

Bir tık daha dar paça.


Trenden Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Kartımı okutup iademi alıyor ve ışıklardan karşıya geçiyorum. Kadim Divan Pastanesi'nin bahçe kenarından yürüyerek, eski sigara fabrikasından ve  tütün depolarından Yusuf Başkan döneminde son derece başarılı bir şekilde AVM ve yeme içme mekânlarına evrilen bölgeyi keyifle geçip Sanat Sokağı'ndan mekâna doğru yürürken saate bakıyorum; zamanlamam müthiş: 15:30'a üç dakika var.

İçerdeyim ve bir önceki masamızın olduğu yere yürüyor, geçici ikâmet için masaya oturuyor, üst taraftaki kalabalık nedeni ile hazırlanmakta olan masayı, durduruyor ve kadim iki binadan soldakine doğru yürüyüp, bu kez iki kişilik bir masaya geçici olarak yerleşiyorum. Ve servis açmamalarını söylüyorum. Derken... tam da o sırada Enn Sevdiğim Kadın bahçe kapısından giriyor. Ayaklanıyorum, o da bana doğru yürüyor. Enn sevdiğim temas ânı.  Bulunduğum noktayı ben eskisine göre daha çok sevdim lakin onun fikri daha önemli... Mutabıkız.

Bu gruba bakan garson farklı, onu da sevdik. Ne içer mişiz! Elbette rakı. "35'lik lütfen!" "Yeni Rakı lütfen!"

O halde gelsin mezeler!

"Bamya lütfen,"

"Beyaz peynir lütfen,"

"Kavun lütfen,"

"Yoğurtlu semizotu lütfen,"

"Roka salatası lütfen,"



Hava enfes, kararında bir sıcaklık. Sohbet derin... daldan dala. Nelerden söz etmiyoruz ki. Artık şehir merkezinden yok olan çocukluğumun ve ilk gençliğimin ucundan yakalayabildiği, arkadaşlarla tadını çıkarma fırsatı bulabildiğimiz, ölçülü ve adabıyla içme kurslarında olduğumuz kadim, kolalı peçeteli, her birinden tek tek söz edilesi mekânları saygıyla anıp bir kez daha gözden ve sözden geçiriyoruz.

İçki içilebilen orduevleri, artık yok edilen kamplar, gar lokantaları, lokaller, kadim meyhaneler, Turban'lar tek tek masamızı ziyaret ediyor. Güzel sözler ve derin anılarla her birini masamızda ağırlamanın mutluluğunu paylaşıyoruz ve lafı bizim Gar Lokantası'na getiriyorum.

Bir kaç gün önce nette eski bir fotoğrafını ararken -bizim- Gar Lokantası'nda bir masaya rastladığımdan söz ediyorum ki masada üç değerli şahsiyet var: Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin ve lise yıllarımızda her türden kitaplarımızı özellikle oradan aldığımız -artık olmayan- Macit Kitapevi'nin sahibi beyefendi.

​Oradan meyhanelere sıçrıyoruz, şu an bizim şehirde o manada bir tek mekânın bile kalmamış olduğunun altını çizerek, entelektüel kitlesi ile bir adım önde olan Dramalı'dan söz ediyorum.

"Bir 20'lik Yeni Rakı lütfen."

Gündemden alıp geçmişin derinlerine doğru uzayan, daldan dala sıçrayan, inadına güleryüzlü, esprili, kahkahalı bir sohbet. Gözlerimi, O konuşurken ona olan hayranlıklarından bir geri alabilsem, nerelere uzayacak zaman. Usul rakı yudumları, su olup akan cümleler, anılar, gündemler derken bir ânda; bugüne kadar hakkında yazmadığım ama yazmaya karar verdiğim, hayatımın en zor yıllarından, asker ve taze bir yirmilikken, ve belki de üzdüğüm, bir seçilmiş olarak televizyon ekranında siyah beyaz gözükmüşken; 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki bir 19 Mayıs günü ve ilk kez yapılan canlı yayında; bayrağı Bandırma Vapuru'ndan aldıktan sonra uzun bir mesafe koşarak onu tören alanına taşıyan, tek kanallı siyah-beyaz TRT ekranından akan, elbette kasılmama sebep olan ve sonrasında adı -şehrimizde- Bayrağı Taşıyan Kız olarak kalana geliyor. Ve başka mekânlara, başka ânlara doğru yürüyor kelimeler.

Oradan pat diye pavyonlar mevzusuna giriyoruz. İzmir pavyonlarının altını çiziyor, Ankara pavyonları konuya dahil oluyor. Belki zaman içinde yazıya çevrilecek ulaklıklarımla birlikte, postacılık işlevi olarak asker mektuplarını, bir pavyon güzeline ve çok sevdiğim aynı abinin nişanlanıp evleneceği bir başka ablaya taşıdığım bir kaç yeniyetmelik anısı daha saçılıyor masaya.

Ve artık demir alma zamanı. Bu kez son trene yetişmek istiyorum. Enn Sevdiğim Kadın yarın öğleden sonra yolcu. Ödememizi yapıyor ve çıkıyoruz Sanat Sokağı'na. Bir fotoğrafını çekiyorum sokağın lakin flu, ikinciyi çekiyorum o da flu. Ya ben sarhoşum ya da makine. Çünkü biraz sonra kıvrılacağımız sokaktan sonra kıvrılacağımız yerde de aynı fotoğraf cebelleşmesi.


Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'na doğru yürüyoruz. Bıcır bıcır konuşuyoruz, şimdi mağazalarla dolu eski fabrikadan hayali sigara makinelerinin ve çalışan kadınların sesleri geliyor. Enn Sevdiğim Kadın'a bu cadde üzerindeki artık yok olan Meyhane'yi işaretliyorum. Tarihin bile unuttuğu genelevle, artık yok olan ve rolünü AVM'ye devretmiş sigara fabrikasının arasından geçiyoruz. Şimdi, az evvel artık olmayan Konak Sineması'nı, sonra da kadim parkın içindeki, bu kez tüccarlara ait tütün depolarının yok oldukları noktada kalan hayali silüetlerinden söz ediyorum. Lakin şehrin en ünlü fotoğrafçısının artık yok binalardan birinde olduğunu ve benim ceket kravatlı halimle ve enn amcamla çekilmiş ve blogda da paylaştığım 5-6 yaşlarımdaki fotoğrafın, o fotoğrafçı tarafından çekildiğini söylemeyi unutuyorum.


Artık trendeyiz. Bir de çok konuşkan ablalar grubu var. Dönüşte son trene yetişebileceğim kesin. O'na, Enn Sevdiğim Kadın'a, sessiz ninniler söyleyebilirim.

10 Eylül 2023 Pazar

Kafa Dengi

Son sayfalarında olduğum, bir nefeste bitecek kitabım da mini sırt çantamda. Kirli, ama temiz kalabilenler için aslında zevkli, ve aslında eğlenceli bir dünyadan temiz, mavi, ufak hislerle mutlu olabilen insanların dünyasına çıkıp, sol, proleter ve insan kimliğimi kuşanmak; iyi geliyor bana.

Ay olması gerektiği kadar güzel, deniz mutedil, iskele ve ucundaki kafe davetkâr...

Masaları ve oturakları yüksek olmasa bu akşam kesin gideceğim ve bence bölgenin en güzeli, terası neredeyse karşı kıyıyı görecek; bünyeyi olağan hayatın kirlerinden bir gemi güvertesindeymişçesine kurtarıp bir masalın içine dahil ederek kendi masalını yaşatacak kadar güzel bir mekân!

Fakat niyetimde ara sıcak tadında bir kitap okumak, artık bir fikrim olan kahramanın hayatına, onun kadınlara bakışıyla ilgili olarak özellikle kadınlarından birinin finali nereye taşıyacağı konusundaki öngörümün doğruluğunu test etmek; kitabın saf, gerçekçi, mizahı incelikli ve temiz dünyasında yok olmak istiyorum.

Dolayısı ile mekânda bira kısmı şimdilik kalabilir.


Afiyet'deyiz, güçlü kitapların ardından bir yudum Genazino iyi soğutulmuş bira tadı veriyor bana. Gerçi bu akşam çay pasta yapıyoruz ama, ileriki günlerden birinde, yine güçlü kitaplar ardından çek bir Genazino dediğinde zaman... Elbette hayali boşa çıkarmayıp vereceğiz hakkını. Elde okunmamış, o ara sıcak hâle çoktan hazır ve o günü okunmayanlar rafında sabırla bekleyen, adı pek güzel, bir Wilhelm Genazino kitabı daha var.

8 Eylül 2023 Cuma

Neden Cenaze Marşı

Bu yazı,

5 Ağustos'daki Katliam başlıklı yazının açılımıdır ve o yazıdaki teklif iş makinesinedir!

Yıllarca, ilkokul dahil öğrencilerin öğretmenleri eşliğinde Meteoroloji nedir bilgilendirmesi için geldikleri, pırıl pırıl mühendisleri ve çalışanları tarafından tüm aletler konusunda bilgilendirildikleri, tahmin için gökyüzüne gönderilen ucunda ölçüm yapacak cihazlar takılı olan balonun çok ilginç odasına girip onu el sallayarak gökyüzüne alkışlarla uğurladıkları, gelişmiş teleskoplarla takip ettikleri, sonrasında geniş ve ağaçlık coğrafyasında piknik yaptıkları bölge, kamu yararına park ve piknik alanı yapılabilecekken ve tüm sahil boyunca kamunun kullanacağı -yolun kıyı tarafı hariç- bir alan kalmamışken, güzergâhtaki tüm kampların alanları da inşaat ya Resulullah diyenler tarafından yine aynı karakterlere peşkeş çekilip kamunun elinden alınarak bir kaç kişinin çıkarına teslim edilip iki de AVM yapılmışken, coğrafyadaki son kale, "muhtemelen anılarımdan bir bölümü yazma fırsatı bana verilerek" sona bırakılmış sanki. Kalbimdeki yeri derin alttaki metin ilk olarak başka bir hikâyeden söz ettiğim bir yazımın içinde daha önce, bu günlerin yaşanacağı ihtimali henüz yokken, kullanılmıştır.





Peşkeşe Ağıt


Hava henüz aydınlanmamış olmalı, sokak lambalarının sıcak ışıkları şapkalarından başlayarak genişlemeli ve bir huni şeklinde inmeliydi caddeye... Ben yanımdaki o güzel kızın nefesini, sesinin bıcır bıcır kelimelerini yanağımın dibinde hissetmeliydim. Sonra ona, yüzüne bakmadan, gözlerim ileri bir noktadayken, hiiiçç ben sana yangımın rüzgârı göndermeden, en cool halimle iki kelâm etmeliydim. O, tatlı gülümsemesi ve hadi yedim bunu da cinliği ile beni biraz daha kavramalı, yine hin bir gülümseme ile iyice sokulmalıydı bana. Kelimelerinin nefesi, ve onun kocaman sevgisi kışın ortasında bile baharı hissettirmeliydi.



**

Hep de öyle olurdu çünkü!..

Ben biraz hıyardım Erkek adam pozlarımla yürürdüm. İnce lafları bile benden çıkar gibi değil de racon gereği söyler gibi yapardım. Ama bilirdim ki o yemez.

Sonra gevşerdim. Ben olurdum. Elimi beline koyar. Onu Osmanlı Bankası'nın zaman eskisi binasının giriş kuytusuna çeker. Kolumu dolar elimi illaki bel çukurunda tutar, kendime çeker ve tek bir öpücükle; bütün duygularımı deryalar gibi önüne dökerdim.

Yazı beklerdim. Onun saç kesimini ve rengini çok severdim. Aramızda çok mesafe yoktu ve onun odası ile benim odam birbirine bakardı. Oradan işaret eder, ben tamam der. Onun elinde bir kitapla yürüdüğünü görür, heyecanlanır; O kurumun ana kapısından çıkıp bizim bahçe kapısını açtığında, evin önüne gelene kadar alt kata inerdim.

Gözlerimle dinlerdim Onu. Kalbim atardı. Onu o an odamda görürdüm; fikrim dürterdi. Ama Ona bunu bir türlü söylemezdim.

Tüm okul sezonunda hep yapmayı düşündüğüm şeyi gözden geçirir. Bir an önce gel yaz derdim. Yaz gelirdi. Kıyafetler incelir. Bazı bölgeler açılırdı. İlk yazdı. Kapıdaydı, elinde bir kitap vardı, bahaneydi. Belli ki ilk kez birlikte sahile gidilecekti. Çam ağaçlarının arasından yürüdük. Askılı elbisesi, şahane göğüslerini saklamaya çalışsa da beceremiyordu, belki de elbise bana kıyak atıyordu, hissetmiştim ve bu yüzden de ekstra sevmiştim. İyi ki de beceriksizsin diye bir de göz kırpmıştım.

Bahçenin tellerine vardık. Çiti aşıp kumsala, oradan da denizin sesi için kıyısına uzayacaktık. Beklediğim andaydım, hayal olsa da antremanlıydım, bir kış boyu dersimi çalışmıştım. Bir anda sağ kolumu bacaklarının arkasından geçirip, sol kolumun desteğine yatırıp kucağıma aldım. Boynuma sarıldı ve gülüyordu. Sanki bu durumu da biliyordu. Öyle güzeldi ki. Nefesinin sıcağı nefesimi kesti. Aştım tel örgüyü; dalgaların kırıldıktan sonra vardıkları son noktaya kadar taşıdım Onu. Sonra usulca yere bıraktım.

Sağ kolum... daha çok da ellerim nasıl mutlu.


Taşırken onu; öyle güzel, öyle mutlu gülüyordu ki, kendimi bir filmin kahramanı sandım. Bir de şansımız vardı. O zamanlar buralar hep kumsaldı. İki yanımızdaki; biri onlarınki diğeri Topraksu kampı olmak üzere kamu kurumlarının varlığı, onların denizin içine kadar çektikleri tel örgüler, bizim alanımızı da kimseler giremez yapıyordu.

Oturduk.

Yüzümüz denizde. Ayaklar çıplak, ayakkabılar dört metre geride. Dalga kırılıyor, deniz makara yapa yapa geliyor ve ayaklarımıza muzırca dokunuyor. Sonra çekiliyor.

Biz biribirimize bakıyor, gülümsüyoruz. Sonra gözlerimizi yine ufka dikiyorduk. Elimi eline doğru götürüyorken O onu yakalıyordu ve parmaklar birleşiyordu. Ne de güzel bacakları vardı. Sere serpeliğine bayılıyordum. Dizlerden bükülmüş, etek uçları ıslak, dizin üstünü geçer biçimde çekilmiş elbise ile bütünleşmiş film karelik bir an daha. Çok az konuşuyorduk. Çok gülüyorduk. Arada bir dönüp ânı ve bakışlarımızı yakalıyorduk. Çirkeflik yok. Arzu var. Ama kalpler öyle güzel ki fırsatı ganimete çevirmek fikri asla yok.

Yaş 17'nin eşiğinde. Forma numaram hâlâ 16.

Uzak ufuklara bakarken aklım bir ön izleme sunuyor, hayalim müdahil gördüklerime; bayılıyor, hevesleniyor, kararım netleşiyor hatta bu önizlerin birinde Ona iyice yanaşıyor, sağ kolumu sırtına koyuyor, onun desteği ve sol kolumun yardımı ile önce kolunu boynuma taşıyor, sonrasında göz göze ve nefes nefeseyken... onu kumlara doğru yavaşça yatırıyorum. Sonra bir dalga... ama şakacı bir dalga üzerimizi aşıp geri çekiliyor. O yine gülüyor. Ben de muzır bir espri yolluyorum dalgaya. Sonra da Onun dudağından tuzu alıyorum. O zaman mıncırıyordu beni ve daha daha bir keyifle gülüyor, beni sırt üstüme döndürüyor, dalga üzerimden geçiyor, çekilince de bu sefer o benim tuzumu alıyordu.

Kaç sefer sonra çekiyorduk kendimizi kıyıya...


Öyle de kalıyorduk.

Güneş iş bende çocuklar diyor, gereğini yapıyordu. Sonra da el ele, ayaklarımız denizde, sınırları aşıp yürüyorduk.

Sonra, güneş dağların ardına çekilmeye başlarken, ona el sallıyor, kurumun sahil tarafı kapısında vedalaşıyor, bir süre onu ardından izliyor, dönüp gülümsemesine bayılıyordum.

Geri dönüp bizim bahçe tellerini aşıp eve doğru yürürken, onların ilk lojmanlarını geçtiğimdeki boşlukta onu beni beklerken görüyordum. Sadece gülüyorduk. Bir sonraki aralıkta bir kez daha... Sonra bir kez daha...



Ah o araf haller!

Ne güzeldi.

Ahh onun coşkulu saflığı, sevgisi, güzelliği... ne güzeldi.

Saatlerce oturduk. Çok az kelâmla o kadar çok konuştuk. O kadar çok ki yankıları kaç on yıl sonra bile duyuluyor.

Çok mu sevmiştim?

Evet, çok sevmiştim.

Onla geçen zamanlarım çok güzeldi. Ama ah kahrolası o aşk işte. Ne zaman ve kime çakacağını asla söylemezdi.

Onu hiç kırmadım.

Hiç kimseye açmadıklarımı ona rahatlıkla açıyordum. İkimiz de solcuyduk ama o Halkın Kurtuluş'u sempatizanıydı. Kitap paylaşırdık ama asla iki farklı ve zıt fraksiyonun insanı olarak aidiyetlerimizin teorilerini eleştirmemek için tartışmazdık.

Bir sonraki yıl onlar tayin olup gitti. O bendeki yerini hep korudu. Yarım bıraktığımız anlar aklımda dönüp durdu. Olmaması, olmasından daha iyi geldi bana.

Ara ara düşünürüm. Nerededir, ne yapar? diye. Görsem ve yazdıklarımı ona okusam ne hisseder bilmek isterim bir yanıyla... ama derim ki sonra, O hep 16 yaşında.


*Yazıdaki alıntının olduğu ana mevzusu farklı yazının üç bölümlük tamamı ise şuradan başlıyor.

6 Eylül 2023 Çarşamba

Piksel Piksel

Macar yazar Dezső Kosztolányi'nin Tarlakuşu adlı romanını bitirip de yazısını yazdığım gün Leylak Dalı öğretmenimiz dikkat çekici yorumuna bir de link ekleyerek diyor ki: Eğer okumadıysanız size şahane bir kitap tavsiye edeceğim, yine bir Macar yazardan.

Okumadığımın ve kendisini tanımadığımın altını çizen bir teşekkürle yanıt veriyorum ve linki tıklıyorum.

Kitaptan bir tane var. İkincisini enn sevdiğim kadın için deli gibi arıyorum tüm yayınevlerinde...

Babannemin aradığı bir şeyi bulamadığındaki deyişiyle: Sanki yer yarılmış da içine girmişler!

Yok oğlu yoklar!

O zaman daha önce de altını çizerek tekrar ettiğim gibi ve belki de hayatımın sonuna kadar tekrar edeceğim ve onları asla unutmayacağımız Hatay'lı abilerden Musa Abi'nin cebinden çıkardığı mandalinalarla birlikte dilinden çıkan muhteşem cümle geliyor aklıma: Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var.

Hemen alıyorum tek kitabı.

Sabırsız bekleyişim sonucunda kavuşuyoruz birbirimize ve hemen okumaya başlıyorum; zaten kısa bir roman ancak enn sevdiğim kadın tatile gidecek ve sanıyorum ki iki gün sonra. Onunla buluşturmak için bir an önce bitirmem gerek.


Enfes bir yaz akşamı, günün ışığı muhteşem. O halde gelenek olduğu üzere Lozan Caddesi'ne ve Afiyet'e.

Günün önemli ve özel olduğunun o an için farkında değilim. Ay dikkatimi çekecek kadar muhteşem. Siparişlerim masada. 67 doğumlu yazar Krisztina Tóth, Gün Benderli'nin enfes çevirisi ile beni kafadan ele geçirmiş durumda. 168 sayfalık roman dikkat çekici; sevimli ve cin fikirli ara başlıkları ile beni benden alıyor. Satırlar sel olmuş akıyor ki ben çoktan yok olmuşum, harfler yok olmuş, bizzati olay mahallerinde bir gerçekliği -bir kez daha- rüya sanarak yaşıyorum.

Farklı öykülerle ve farklı bir karakterle tanışıyorum sanki ama öyle de değil! Krisztina bir büyücü ya da büyü kaleminde. Cin fikirli, zeki ve farklı bir karakter olduğu, yazarken çok eğlendiği, kurguyu okura göre değil de kendi keyfine göre oluşturduğu kesin.

Ve şundan çok emin ki en azından belli bir okuru kendine özgü üslubu ve kurmacaları ile ele geçireceğinden zerre kadar şüphesi yok. Elbette okurken zihnimde bir kadın tasavurum var, lakin görsel manada an itibariyle ve özellikle bir merakım yok. "Tecrübeli bir şahsiyetim ben de," diyorum ve bir tahminle elimdeki kartları, sonucu beklemeden, peşinen masaya açıyorum.

Bütün bunları 30 Ağustos akşamı yaşıyorum. Lozan Caddesi'nin üzerindeki ay açısıyla muhteşem ve ben için etkileyici olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor ama güzel duruşu, havanın pek hoş serini, kitaptan alınan lezzet ve enfes çay onu da bu kareye dahil ediyor. Ve ben hiçbir ayara bulaşmadan otomatik olarak çekiyorum fotoğrafı.


Oysa çok özel bir gösteriymiş ân ve benim cahil kafam bu özel hali bir fotoğraf hoşluğu dışında zerre kadar bile anlamlandıramamış. Ta ki ben Sevgili Okul Arkadaşım'ın 31 Ağutos tarihinde Her Güne Üç Güzel Şey adlı bloğunundaki yazısını okuyana kadar.

Bu uyanışla birlikte onun yazısının altına eklediğim şu cümleleri buraya da eklemek farz oluyor; kişisel tarihime bir bilgisizliğimi kaydetmek üzere: "Ben dün akşam bilmeden Mavi Ay'ın fotoğrafını çekmişim demek ki Sevgili Okul Arkadaşım, bugün sözde bir yazı yazacaktım ve o fotoğrafı kullanacak ama mavi ay olduğunu bilmediğim için altını çizemeyecektim. Yarın yazarsam ki yarın başka bir yazı muhtemelen, bir sonraki gün fotoğrafı gururla sunabileceğim şimdi.

Teşekkürler."*



Keyifle yürüyoruz eve doğru, kitapla konuşuyoruz, Krisztina hakkında ağzından laf almaya çalışıyorum; amacım tasavurumdaki karakterin fiziki durumunu görmeden önce tahminlerimi teyit edecek ipuçları elde etmek. Kullandığı az ama öz erotizm dikkat çekici. Bazı bünyelerde ürküntü yaratıp bu ne şimdi dedirtecek düzeyde.

Cesurca...

Bir meydan okuma hissi vermiyor değil!


*Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısı

4 Eylül 2023 Pazartesi

Sizce?

Çocuk ben henüz derin analizler yapabilecek farkındalıklara sahip değildim ama umut vaadediyordum ve bu kitap nedeniyle hayatımın enn kıymetli bir ânını uzun yıllar sonra yaşayacağımı hayal bile edemiyordum!*

*Bir önceki yazı İki Ferenc Bir Epepe'den



.......

Varıyorum berbere, dükkânda olmasını istediğim kalfa var; boşta biri varken ona olmayıp da bir başkasının işini bitirmesini beklemek incitici geliyor bana. Tıraşla birlikte sohbet de başlıyor. Fakat benim gözüm muhtemel ki tatilde bizim çocuk boş durmasın bir zanaat öğrensin, diye çırak verilmiş çocukta. Yaşının daha küçük olduğunu düşündüğüm çocuk bir şey alması için dışarı gönderilince ve o işi yapmadaki becerisinden yola çıkınca, soruyorum... 6.sınıftaymış. Futbolcu olmakmış istediği.

Tıraş bitmek üzere ve bahşiş meselesini düşünüyorum. O ara pek kayda değer şeyler olmasa da kitap okuduğunu öğreniyorum. Mesela Saftirik. İşim bitiyor, kalfaya ellerine sağlık, çırağa da seninle görüşeceğiz deyip çıkıyorum.

Yönüm eve doğru değil. Sevdiğim bir kırtasiyeci var; küçük bir rafında  kitaplar olan... 1.5 metre civarında bir raf ama! Fakat hanımefendi genelde birer, bilemediniz ikişer adet olmak kaydıyla öyle güzel kitaplar seçiyor ki... Benim aklımsa net, söz konusu erkek çocuklarsa da mutlak.

Rafa bakınırken Define Adası'nı görüyorum, elim uzanıyor, sonra çekiliyor. Nasılsa bu cepte diyorum, ötekinin olacağı konusunda şüpheliyim. Fakat var... bir tane... nasıl bir sevinme... Alıyorum. Poşeti ile dönüyorum berbere.


Üst fotoğraftaki kitapsa benim.  Çok kıymetli! Bayram sath-ı mahali günlerden biri. En sevdiğim kadın geliyor. Elindeki kağıt poşet bana.

Şimdi ben onun yüreğini öpmem mi... iyi ki ennnnnnnnnn sevdiğim kadın sensin demem mi... ayaklarını yerden kesmem mi...  Ne güzzel bir kadınsın sen yahu!  da dedim.

Sen memleketi alt üst et ve sahaflardan kitabın kaybolmuş kitabım halini bul. Bununla yetinme! Macaristan'dan o kitabın yüzüncü yılı anısına basılmış hatıra parayı ve kartı getirt. Sonra o kartın arkasına, pulun altındaki kısma "Kedves Ö.B.Z. Szeretlek, E." yaz, üstelik de soyadımı öne koyarak. Bununla da yetinmeyip kitabın orijinal kapağını, boyadığın kutunun üzerine dekupaj tekniği ile baskıla... bu da yetmesin... kitapla birlikte kutunun içine ipler,  dantel gibi zemin üzerinde "mutlu ve hep çocukluk tadında bayramlar..."  yazan not, bir mavi balon ve renk renk misketler,  çikolatalar, şekerlemeler de koy. Ellerinle topladığın küçük küçük kır çiçeklerini -asla- unutma... Ve o gün, 12 yaşımda o kitabın kapağını kapattığım anda hissettiğim bütün duyguları geri çağır. Bir gün, bir sohbet esnasında elden ele dolaşan en kıymetli kitabımın gittiği yerden gelmeyip de kayboluşu üzerine üzüntülerimi anlattığım cümlelerimden yola çıkarak üstelik.*


Onu  bulmuş olmanın sevinci ile yürüyorum. Berber dükkânı kalabalıklaşmış. Patron da iş başı yapmış ve iki de müşteri berber koltuğunda... Çırağa işaret ediyorum. Saç kesme eylemleri duruyor; gözler ve kulaklar bize dönük. Uzatıyorum poşeti.

"Bu kitabı aldığım  çocukların hepsi çok başarılı ve güzel insan oldular, mesleklerinin doruğundalar."

"Eminim ki sen de olacaksın... ama öncelikle güzel insan!"

"Futbol oyna. Ama futbol için okulunu asla bırakma."

"Bir sonraki gelişimde konuşacağız kitabı, fikrini merak ederim."

"Şimdilik hoşça kal."




*Oysaki sadece saçlarımı kestirecektim... başlıklı yazıdan

1 Eylül 2023 Cuma

İki Ferenc Bir Epepe

Macar yazarlara ilgim her ne kadar Magda Szabo ile başladı desem de aslında benim için her zaman başyapıt olan Pal Sokağı'nın Çocukları süreç içinde sadece bir başyapıt olarak kalmamış, değişik zamanlarda hayatımın enn güzel ânlarını yaşatmış, kumbaramda derin izleri olan ama çok güzel izleri olan çok özel heyecanlar da katmıştır, daha sonraları! Dolayısıyla Ferenc Molnár tanışıklığı ile başlamıştır aslında Macarlara tutkum ama henüz farkındalığım yükselmediği için bilinç noktasından bakarsak ilk okuduğum yazar Ferenc Molnár olsa da tutkum Magda ile başladı kısmı yönlendirme ve farkındalık açısından daha gerçekçi ve doğrudur.

İlkokuldaydım, okumayı iyice sökmüştüm ve tekrar etmekten asla bıkmayacağım normal ama unutulmaz bir mahallede en alt kat kira evde kalabalık, 8 kişilik bir aile olarak yaşamaktaydık ve genç bankacı halamla iş çıkışı onu almaya bankaya gittiğim rutin akşamlardan birinin en güzel saatlerinde, Fıstıkçı Tahsin olarak tanınan ve ne ararsan bulunan kişinin minik mağazasından içeri girmiş ve ciltli Altın Masallar'dan artık çocuk romanlarına evrilme zamanımın geldiğine karar verilen evrede kitabı almamızla başlamıştı, Macar dünyası ile tanışıklığım.

Henüz taze filizler açmakta olan ve olgunlaşma yolunda emekleyen zihnim enn sevilenler ya da sevilenler noktasında kategoriler oluşturamadığı için de sadece çok keyifle okunanan ve kendi mahalle savaşlarımız nedeniyle de özel sevilen bir kitap olmuştu, Pal Sokağı'nın Çocukları.

Çocuk ben henüz derin analizler yapabilecek farkındalıklara sahip değildim ama umut vaadediyordum ve bu kitap nedeniyle hayatımın enn kıymetli bir ânını uzun yıllar sonra yaşayacağımı hayal bile edemiyordum!


Enn Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı ve enfes bir akşamda, sohbetli bir rakı masasında, harikulade bir mekânda ve ben onun gözlerinde yok olmuşken; O'nun uzattığı kitapla da ikinci Ferenc ile tanışmış oluyorum.

Velhasıl aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir Ferenc daha katılmıştı hayatıma.

Bakalım onu da sevip benimseyebilecek miydim?


İlk sayfada Budai ile rastlaşıyorum. İlginç bir karakter, kafadengi gibi, akademik bir kişilik, dil bilimci. Bir toplantı için ve benim için çok özel bir ülkede... Matrak bir şahsiyet gibi duruyor ve bir otelde kalıyor lakin fena halde dilden kaynaklı olarak iletişim sorunu yaşıyor ki karanlıkta ıslık çalmak gibi bir hal onun iletişim çabaları. Lakin benim bir avantajım var: Lise yıllarımdaki penfriend'imin ülkesindeyiz. Durumları algılamakta bir sorun yaşamıyorum. Ve bu Ferenc, yani Ferenc Karinthy de kelimenin tam anlamıyla bir fırlama. Öyle bir Budai yaratmış ki yeme de yanında yat.

Tanışma anından itibaren takılıyorum peşine.

Nereye gitse onunlayım.

Bırakamıyorum, sürekli takipteyim. Fakat Ferenc de bir fırlama, yarattığı merak fırtınasının peşine gel de takılma ki şahsen ondan aşağı kalır bir yanım olmamakla birlikte sadece onu izlemeyi düşünüyor, maceraya dalıp da olaylarda ortaklaşmayı düşünmüyorum.

Lakin kendimi de zor tutuyorum.


Gitmemiş olsam da sanki şehri ondan daha iyi biliyorum, her ne kadar benim penfriend'im Anne başka bir şehrinden olsa da ülkenin; onunla yazıştığımız süreçte ben ülkenin altını üstüne getirmiştim. Şu an Budai'yi izlemekle yetiniyorum. Ona yön verme çabam yok; çünkü o yeni konuşmaya başlayan meraklı bir çocuk gibi neyi görse el atıyor.

Bu arada durum epey de korkunç bir hal almaya başlıyor. Fakat öncesinde hadi diyorum, seni ülkeme götüreyim. İtiraz etmiyor, çünkü paralar suyunu çekmek üzere. Karnının aç olduğunu düşünüyorum ama onun uzun boylu atıştırmaya niyeti yok; sanırım yola çıkmadan önce bir köşede halletmiş bu işi. O zaman diyorum başladığım her kitapla mutlaka uğradığım ve en bayıldığım okuma noktama götüreyim seni; O ise bizim sahili merak ediyor. Tamam, diyorum, sahilden yürüyerek gidelim, emin ol sakinliğini çok seveceksin.  Denizden iç kesimlere doğru uzuyoruz. O merakla etrafı tarıyor. Ve şirin parkın içindeki Down Kafe'yi fark ediyor. En sevdiğim yer diyorum, istersen kankalarımla tanış. Seviniyor. Kankalarım formalarıyla; Samsunspor aşkları alev alev. Kucaklaşıyoruz ve  Budai'yi çok seviyorlar. Birer kahve içip, tip box'ı asla boş geçmeyip, vedalaşıyoruz ve Lozan Caddesi'ne kıvrılıp Afiyet'de her zamanki masama yerleşiyoruz.

Pastaları ben seçiyorum; çok seviyor ki ben de bayılırım. Uzun uzun konuşuyoruz, ülkesini özlediğinin farkındayım ve aynı zamanda katılamadığı, daha doğrusu katılmayı beceremediği bir toplantının telaşını da yaşıyor.

Üstelik paralar da suyunu çekmek üzere.

O sırada bizim şehre geldiği, aslında akademik bir toplantı için bulunduğu ama katılmayı beceremediği ülkenin malum şehrinde durum karışık ki o bölümü okurken ben bile fena oldum. Mizahla adımlar atarken şehirde, bir anda kendimi neredeyse ateşin ortasında buldum. Okuduğum mizah temelli bir kitap değil miydi tereddütü bile yaşadım. Sonra bunu Ferenc Karinthy'ye de söyledim, kitabı bitirince; ki fena kahkaha attı.


Elbette Ferenc Molnár'dan ve Pal Sokağı'nın Çocukları'ndan söz ediyoruz. Ortak kahramanımız Nemeçek'i anmadan geçmiyor, macunlardan bilyelere kadar her şeyi konuşuyoruz. Mahalle savaşlarını da elbette... Ferenc de burada olmaktan memnuniyetini ifade ediyor. Peki ne olacak bu Budai'nin hali diye soruyorum elbette; ama ben henüz o sırada kitabın o bölgesine gelmemiş olduğum için, ser de vermiyor sır da...

Dag Solstad'ın bir kahramanının ziyaretime geldiğini, kendisiyle bir mekânda sol tandanslı, iki ülkenin kitlelerinin ideolojik yaklaşımlarını kıyaslayan enfes bir sohbet yaptığımızdan bahsediyorum ki haberi olduğunu, konuyu Dag'la daha önce konuştuklarını, bu nedenle de beni tanımak istediğini ve Budai'nin geldiğinden haberdar olunca da bunun bir fırsat olduğunu düşünerek, uçağa atlayıp geldiğini söylüyor.

Karşılıklı teşekkürler ve uzun bir sohbetin ardından birbirimize sarıldığımız esnada gülerek "Budai sana emanet, Ferenc" diyorum. Kardeşi arıyor, o üç harflisi ile geliyor ve onları birlikte havaalanına götürüyor ve uğurluyoruz.


*Dag Solstad'ın roman kahramanı ile sohbetimiz Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası başlıklı linkteki yazının Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması! alt başlığından sonrasındadır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP