9 Aralık 2023 Cumartesi

Hakkatten Rakı İçtik

Bir mesaj düşmüştü e-postama, beklenmedik değildi. Geleceğiniz zaman mutlaka haberim olsun demiştim ve oldu. Tarih net uçuş ve varış saati belli. Evden kardeşin üç harflisi ile çıkıyoruz. Trafikteki sabah yoğunluğu yetişir miyiz sorusunu aklıma anında kazıyor. Sürücüye güvenim tam, sonuçta şehrin en hızlı sürücülerinden birinin yanında yetişti lakin artık kurallara harfiyen uyma yaşlarındayız. Hava kapalı, kısmen yağmur var. Sürücü kendinden çok emin lakin benim gözüm saatte, yolcularımızı bekletmek istemiyorum. Şehrin yoğunluğundan çıkıyoruz ve kardeş anında Michael Schumacher postuna bürünüyor ve havaalanındayız. Uçağın varışı ile senkronize olmuş durumdayız. Ben giriş kapısındayım. Cüzdanı ve telefonu montumun cebine koydum, montu da sepete, kemeri de çıkarıp aynı sepete. Görünüşte her şey normal. Ötmeden geçtim ve ayrılmaz parçam sırt çantamı bekliyorum. Lakin o bir türlü gelmiyor. O an her şeyin çantayla birlikte yok olduğunu sanıyorum. Doğal olarak polisleri de hareketlendiriyorum. X- Ray'den geçerken bir yere mi takıldı acaba diye içi kontrol ediliyor yok. Çantamla ayrılmaz ilişkimiz ne boyuttaymış ki onu arabada bıraktığım, kolaylık olsun diye telefonu ve cüzdanı montumun cebine koyup fermuarı kapattığım bir türlü aklıma gelmiyor. Bir yandan da gelen yolcuların indiklerini ve çıkışa yaklaştıklarını fark ediyorum; artık giden gitti modundayken polislerden birinin aklına telefonumu çaldırmak geliyor ve bingo; cüzdan ve telefon mont cebimde, kemeri de zaten sepetten alıp takmıştım. Suçlu bulunuyor şahsım tarafından; seyrek de olsa arada bir ziyaretime gelen nevralji nedeniyle nadiren kullandığım ilaç; tansiyon ilaçlarımla birlikte zihnimi uyutuyor belki de. Polislere çok teşekkür ediyor, zahmet verdiğim için özür diliyorum ve hızla gelen yolcu kapısına varıyorum ve konuklarımı tam zamanında karşılıyorum ki telefonumda bir aramayı da fark ediyorum o arada.

O halde kahvaltıya, bir efsane için Galip Usta'ya. Şehrimiz bir pide cenneti, her yörenin pidesi kendi adıyla anılır; mesela Bafra Pidesi, Çarşamba Pidesi, Terme Pidesi gibi... Ben temelde Turhan Usta'nın Bafra Pidesi'nden yanayım. Lakin Galip Usta'nın ki de bir sanat, sulu hamuru ile ötekilerden ayrışır, inceciktir ve Vedat Milor'dan geçer notla birlikte müthiş övgüler almıştır.

Konuklarımızla anında kaynaşmış durumdayız, blog arkadaşım Sezer Eser Perker'i yazılarından tanıyorum zaten. Ama bu vasıta ile sevgili eşi, sevgili oğlu ve sevgili annesi ile de tanışıyoruz...

Güzel insanların bir araya gelmesi muhteşemdir çünkü bir anda kırk yıldır birbirinizi tanıyormuşsunuz gibi bir sıcaklık, bir samimiyet kavrar herkesi... Aynen öyle oluyor. Bir semaver çay da ekleyerek götürüyoruz pidelerimizi ki asıl kıymetli olan aramızda oluşan sıcaklık. Pidelerin ardından onlar tezkere alacak oğullarının töreni için Amasya'ya yola çıkıyorlar, biz de şirkete doğru.


Amasya dönüşü saat 19:30 için anlaşıyoruz. Enn Sevdiğim Kadın mesai sonrası şehire inmişti, telefonlaşıyoruz.

Uygun saatte yola çıkıyorum ve trenden iner inmez arıyorum. Buluşuyoruz ve o esnada ben ona bir kez daha bayılıyorum. Biraz vaktimiz var, önce rezervasyonumuzu yapıyor, akabinde hemen mekânın yanındaki hoş kafede kahvelerimizi içiyoruz; elbette sohbet enfes ama ben yine de gözlerimi ondan alabilsem, işte o zaman bazı cümleleri kaçırmamış olacağım.

Saat yaklaşıyor ve biz sevgili arkadaşlarımızı almak üzere otellerine doğru yürüyoruz. Ve tam saatinde lobide buluşuyoruz; bu kez tezkeresini almış asker, kıymetli oğulları da bizimle lakin anne yok.

Ve masamızdayız.

Laf lafı açıyor, nasıl keyifli bir o kadar sıcak bir sohbet; sanki yıllardır birbirlerini tanıyan insanlar gibiyiz, masa şen, enn sevdiğim kadın bir ara sırt çantasından iki ayva çıkarıyor, rica ediyor ve garson onları içeri götürüp parçalatıyor. Masamızdaki terhis olan asker bir sinemacı, eğitimini o yönde yaptı ve elbette sinema da konuşuluyor ama askerlik de; çünkü askerlik yaptığımız tugay aynı. Siyaset olmadan asla ama gündelik siyasetle sınırlı değiliz, geçmiş de sohbete dahil...

Rakıyı yakıştıra yakıştıra ve hakkıyla içiyor, bir 70'liği bitiriyoruz lakin bizim söyleyecek çok sözümüz var, gezdiğimiz yerler, sevdiğimiz lokantalar, şehirler, ülkeler hepsi kendine yer buluyor masada. O halde gelsin bir 35'lik daha... Uçaklardan bile konuşuyoruz ki masamızda bu konunun uzmanı olan çok güzel bir insan, eş, baba var. Elbette Karadeniz'in olmazsa olmazı hamsi de geliyor masaya lakin ona -şimdilik- çerez muammelesi yapmak gerekir: Lezzetinde bir sorun yok ama havalar biraz daha soğumalı, onlar biraz daha serpilip yağlanmalı...

Velhasıl masamızdaki insanlar o kadar güzel ki işte bu nedenle de anında kaynaşıyoruz...

Enn Sevdiğim Kadın yine bir akşamda beni benden alıyor, onu konuşurken izlemeye bayılıyorum, varlığından gururlanıyorum ve her seferinde farkında olmadan onu izleyen yüzümde beliren gülümsemeye de ekstra bayılıyorum.

Saatler yine akmış biz farkında olamadan, mekân kapanma saatlerini çoktan aştı, zarifce sinyalleri verdi ama bizdeki sohbet de çok hoş; toparlanıyoruz, çıkıyoruz ve hoş binaların arasından yürüyoruz. Çok eski bir apartmanın içine giriyor fotoğraflar çekiyor, yüzyıldır aynı yerde olan pastanede keşküllerimizi yiyor, otele varıyor, yeni tanışsak da kırk yıllık dostluklara taş çıkartan dostlarımızla vedalaşıyor, Enn Sevdiğim Kadın'la gecenin tadını bir gram eksiltmeden bir taksiye atlıyor, kendi coğrafyamıza doğru yola çıkıyoruz.

2 Aralık 2023 Cumartesi

Garip Bir Durum

Üst üste kayıplar üzücü olmanın yanı sıra içimdeki yazma heyecanını da sanki gittiğim mezarlıklardaki mezarlara gömmeye devam ediyordu. Bir sürü şey yazmak istiyordum ancak klavyeyi her elime aldığımda da geri bırakmam için bir kaç saniye yetiyordu, çünkü her şey bir tekrar gibi devam ediyordu. Tahsin Amca'nın ardından peşi sıra gelen ölümler günlük hayata pek dokunmasa da klavyeden dökülecek kelimelerdeki seçimler ve hassasiyetler içimdekilerle bir yazıda yine buluşturamıyordu beni. Önceki ve bu yazıdaki olumsuzluk duygusu yaratacak cümlelere rağmen hayattan elimi çekmiyordum elbette, o doğal akışında süregidiyordu ama iş yazıya geldiğinde başka başka hisler ve hassasiyetler duygularımın el frenini çektiriyor, ben hâlâ ürününü veremeyen bir tarlaya dönüyor, kalakalıyordum. Enn Sevdiğim Kadın şehrindeydi. Baba entübe olana kadar hayat olağan akışındaydı, umut güzeldi; lakin yazgının önüne de geçilemiyordu!


Sonra bir ölüm daha... Genç sayılabilir mi? Diğerlerine bakınca sayılabilir. Aslında her ölüm gençtir de sanki. Benim içinse başka bir hâldi. İyi kalpli bir robota evrilmiştim sanki. Tüm haraketlerim kontrolüm dışındaydı. Ben gitmiş 16 yaşındaki ben gelmiştim. O'nu teselli etmek ne kadar mümkündü bilmiyorum. Bu yönde ekstra bir çabam da yoktu; çünkü yeteri kadar insan vardı. Bu garip bir yazı, aktığı gibi kalsın istiyorum!

Camide tabut başında bekleyenin ve o tabutu içtenlikle okşayanın, okşarken enfes cümleler kuran ve gözünden akan yaşların her birinin uzun bir hikâyenin harfleri olduğunu bildiğim esnada tabuta yanaştım. O'nun parmakları tabutun üzerindeydi, parmaklarımın en saf, en içten haliyle o parmaklara doğru yürüdüğünü fark ettim. İçten ama bir o kadar da ürkekçe o parmaklarla parmaklarım temas ederken, başsağlığı diledim. Yapmamam mı gerekiyordu bilmedim. Ama göz temasımızdan O'na iyi geldiğini anladım. Çünkü yetişkin halimizin birbirini anladığını da anlamıştım.

Aşağıdaki satırların daha fazlasını da o zaman yazmıştım.


Yazlar elbette başkaydı. El ayak çekilip, ev halkları uyuyup da sessizlik saçılınca geceye; en görülmez ve duyulmaz sandığımız saatlerde bizim evin kılık değiştirmemiş halinin arkaya düşen mutfak balkonunun altına geçmek keyifli, aynı oranda da meraklı, bir o kadar da çocukça bir eylemdi ben için! Ama akşam boyunca o ânı bir türlü eve gitmeyi bilmeyen grup üyeleri bir an önce gitsinler diye sabırsızca beklemek de zordu, ama kıymetliydi. Çünkü o balkonun altına saklanarak ilk öptüğüm kız olarak tarihime kayıt düşenle acemice öpüşmek, o tadı keşfetmek ve zamanla geliştirmek fazlasıyla heyecan vericiydi.

Sanki karanlığa seslenen anne ya da baba sesleri bize ulaştığında; geçen zaman bir dakikaymış gibi gelirdi.*


Bütün bu alanları gezerken ve fotoğrafları çekerken, Palmiye Kafe'de kitabımı okuyup kapuçinomu yudumlarken ve hayat doğal akışında olmasına rağmen bendeki yazamama hali hâlâ devam ediyor sanki...

O nedenle bu yazı neden yazıldı, nasıl yazıldı ve bana ne söylüyor anlamış değilim.


*Alıntının yazıldığı zaman ve tamamı.

11 Kasım 2023 Cumartesi

Yaza Veda Öncesi Keskin Virajlar

Yaklaşık 20 gündür tek bir -taze- yazı girmemişim bloga!

Şaşırdım!

Yazı girmemiş oluşuma değil, çok uzun gelen süreninin aslında sandığım kadar uzun olmamasına...

Sonra, daha önce fotoğraflarını yerleştirdiğim ama bir türlü, türlü nedenlerle başlayamadığım yazılacak yaşanmışlıkların elimi uzatsam dokunacak kadar yakın olmasına!

Oysa bana ne kadar uzaktalarmış gibi geliyorlardı.

Bir türlü toparlayamıyordum kendimi. Zaman kavramım uçup gitmişti. Bir adım mesafemdeki hoşluklara erişemiyor, erişmeye çalıştığım her evrede bir zaman yolculuğu başlıyor ve geçmişin hoşlukları ile bugün arasında kalıyor, ruhumun ateşini bir türlü tutuşturamıyordum.

Enn Sevdiğim Kadın tatil dönüşünden biraz sonra Ankara'ya dönmek zorunda kalmıştı ki hâlâ orada. Her gün telefonla konuşuyoruz. Tahsin Amca'nın ölümü birden büyüdüğümü hissettirmişti bana. Önümdeki insanların azalması rakamsal olarak küçüklüğümü elimden alıyorlardı sanki... Lakin ruhum da bugünle dün arasında büyük bir mücadele veriyordu. Gülmek istiyordu ama eksilenler ve hasta yatağında olanlar nedeniyle yazma coşkum bir türlü geri dönemiyor, ben de günlük rutinlere renk katarak yaşamın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Oysa Enn Sevdiğim Kadın tatilden döneli ve enfes bir öğleden sonrayı ve enfes bir gece cinliğini yaşayalı daha bir ay bile olmamış, ben taze bir yazının, henüz dumanı üzerindeyken üstelik, fotoğraflarını yerleştirmiş ama sonraki gelişmeler nedeniyle de bir türlü hayatıma kayıt düştüğüm enfes güne dair coşkulu, neşeli bir yazıya bir türlü başlayamamıştım. Ruhum nefes alamıyordu. Bugün inatla, biraz da endişeli ortamlardan sıyrılmak adına yine hayatımın enn muhteşem bir gündüzünü, akşamını ve sonrasını -sıralı- anlatmak üzere klavyenin başına oturuyorum.



21.10.2023


Gün cumartesi, çok özlezmiş olmalıyız ki 13'de buluşmaya karar veriyoruz. Hazırlanıyorum ve istasyona doğru yürüyorum. Ayaklarım yerden kesik. Tren tıka basa dolu. Maskemi takıyorum. Ve Cumhuriyet Meydanı İstasyonu'nda iniyorum. Adımlarım oldukça hızlı çünkü indiğim nokta ile varacağım nokta arasındaki mesafe kısa olsa da geç kalma olasılığım var. Yoksa çok mu özledim? Üstelik tatilden kısmen erken dönmüş olsa da...

Hızlıyım, öte yandan terlemek de istemiyorum çünkü hava pastırma yazı kıvamında. Yokuşa sardığımda hız kessem iyi olacak diye düşünüyor ama onu bekletmek de istemiyorum. Yoksa özlemenin bir yansımasımı adımlarımdaki çabukluk. Saate baktığımda kaçırdığımın bir kaç dakika olduğunu fark ediyorum. Ve mekânın bahçesine alt kapıdan giriyorum, kafamı çevirdiğimde de O'nun üst kapının hemen girişindeki masada oturduğunu görüyorum. Fırsatı ganimete çeviriyor, biraz gaz keserek yaklaşıyor, bitmeyen bir gülümseme ile adımları yavaşlatıyor ve onu seyretmenin tadını çıkarıyorum.

Enfes bir sarılmaca...

ve öpüşmece...


Masayı donatıyoruz lakin henüz erken bir vakit, bu kez standartımızın dışında ve erkenciyiz... ve seçeneklerimiz az! Olana razıyız ama Arnavut ciğeri henüz hazır değil...miş.

Olsun.

Bu akşam bir derbi var. Galatasaray taraftarlarının bir kısmı formaları ile ekran karşısında yerlerine almaya başlamışlar, şimdilik bir kaç da Beşiktaş taraftarı var, bizse olayın dışında olduğumuz için bundan önceki masamızda değil, onun bir öncesindeki masamızdayız.

"Bir 35'lik Yeni Rakı lütfen!"

Simone Signoret'nin enfes anı kitabı Özlemin Eski Tadı Yok'un aksine özlemin tadını yudum yudum çıkarıyoruz.

Zaman içinde, biraz da vakit geçince Arnavut ciğeri de masadaki yerini alıyor. O halde...

"Bir yirmilik rakı lütfen."

Muhteşem bir son yaz akşamı, maç çoktan bitti lakin bizim kelimeler, cümleler şelale... Üstelik enfes de bir kitabım var, Enn Sevdiğim Kadın benim haberim olmayan bir kitabı çantasından çıkarmış ve bana uzatmıştı daha ilk kadehleri tokuşturmadan: 995 km, Murathan Mungan.

Gecenin derinindeyiz artık. Ödememizi yaptık ve elbette garsonlarımızı boş geçmedik ve dışarıdayız. Lakin döneriz eve diye düşünürken ben ve istasyona yürüdüğümüzü sanırken kendimi Bohem'de buluyorum. Bu kez temkinliyim ve kolada karar kılıyorum. Bu tatlı kadın birasını yudumluyor ki bayılıyorum bu haline... Sonra eski evlerin önünde kalarak, fotoğraflarını çekerek, bazen sallanarak, bazen sarmaş dolaş olarak ve bazen sırnaşarak ve neredeyse tüm sokakları arşınlayarak varıyoruz Gar İstasyonu'na. Dönüş trenine yetişemeyeceğim kesin çünkü O'nu eve bırakacağım da kesin.

Bizim istasyonu geçiyoruz. Lojmanlarda iniyoruz. Son tren piyangodan çıkarsa ne âlâ ama çıkmayacağını biliyorum... derken, bir tren gözüküyor ve duruyor, iç ışıkları sönük. Hangi istasyonda ineceğimi soruyor, en sevdiğim kadın da varınca ara diyor ve biniyorum... ve bu bana meleklerin kıyağı, çünkü yolcu almıyor ve park edeceği yere gidiyor ve ben -aslında- bir kez daha son treni kaçırmışım.


Sonraki günlerden bir gün, Enn Sevdiğim Kadın şehrinde, ben onunla sıklıkla temas halindeyim ve akşamları genelde Afiyet'e gidiyor, pasta, çay, okuma yapıyorum. Bir de telefonla sık ve uzun uzun konuşuyoruz. O arada benim haberim olmayan film konusunda uyarıyor beni ve sinemada buluyorum kendimi. Bir çizgi film bu! Usta işi, Hayao Miyazaki elinden çıkma, süresi uzun ve emek yoğun, Oskar ödüllü muhteşem bir hikâye: Çocuk Ve Balıkçıl...

Üstelik gözlerim resmen yaşarıyor çünkü çoğu kez tek olduğum 6 numaralı salonda bir sürü genç insan var. Fırsatı kaçırmıyor, kalabalıkla film izlemenin tadını, elimdeki promosyon mısırlar ve kolamla çıkarıyorum,

ve filmi şiddetle öneriyorum!


2 Kasım 2023 Perşembe

Teşekkürler Tahsin Amca!

*"Şimdi Cengiz'lerin yazlığın önündeyim. Güngör Teyze ve Tahsin Amca kapıdalar. Cengiz'in bagajlarını yerleştiriyoruz. İkimize de sarılıyorlar."

19 yaşında iki genç bir yola çıkacaklar.

O çatışmalı, tekinsiz yıllarda üstelik!

Kaç aile bu yaştaki çocuğunu -içindeki korkuları bastırarak- üstelik de otomobille uzun bir geziye salar?!

Hadi saldı diyelim, kim henüz taze ehliyetli bir başka genç çocuğun sürücülüğüne ve kişiliğine güvenerek oğlunu emanet eder?!

Kapılarının önündeyim, arabayı geri geri onların arabanın yanına sokuyorum. Arkadaşımın bagajlarını yerleştiriyoruz. Yolculuğun heyecanı sabahın serini ile ittifak içinde; yol heyecanı paçalarımızdan itibaren bütün bedeni tutuşturmuş.

Diken diken...

Bir anne ve baba yan yana, garajdan eve geçilen kapının eşiğindeler. Biricik oğulları ve onun kadar sevdikleri çocuğu izliyorlar. Bir endişe ne kadar perdelenirse perdelensin sürücünün iliklerine ilmek ilmek işleniyor.

Sürücü bunu hissediyor çünkü az önce benzerini kendi evinin önünde de yaşadı.


*Alıntı: Gökyüzüne Yükselen Parlak Kanatlar-Güngör Teyze.

29 Ekim 2023 Pazar

Geçmiş Zaman Olur ki...

29 Ekim 2018 Pazartesi


Zinde bir uyanış. Bugün Cumhuriyet Bayramı.

İzmir'de Cumhuriyet Bayramı!

Sırt çantalarımızı resepsiyona bırakmak üzere hazırlıyoruz. Çocuklar gibi şen, çocuklar gibi diken dikeniz.

Henüz otelin içindeyken hissettiğimiz bayramın kokusu, sokağa adım atar atmaz katmerleniyor.

Hem de nasıl bir katmerlenme!

Yüzümüzü kaplayan gülümsemenin,

ama coşkulu bir gülümsemenin kısılmış gözlerimizin kenarına sıraladığı damlaları zor tutuyoruz.

O'nu görünce.

O'nu?!

En sevdiğim kadın fotoğraf için hazırlanıyor.

"İzin istesek mi acaba?"

"İsteyelim."

Bizi gördü. Gülümsüyor.

"Günaydın."
"Günaydın." 
"Bayramınız kutlu olsun" 
"Sizin de." 
"Çok hoşsunuz."
"Siz neden giyinmediniz?"
"Biz yola gideceğiz."
"Nereye? "
"Samsun'a." 
"Samsunlu musunuz?" 
"Samsun'da yaşıyorum ama ben Ankaralıyım."
"Ben Samsunluyum."

Bir öğretmen edası ile paylıyor bizi. Şehirlerimizin ülke tarihi için öneminin altını çiziyor. Bu vurgularla da dövüyor. Öyle özel bir an ki fotoğraf için izin kalıyor, ama aklımızın albümünde çok özel yerini de alıyor; kırmızı ay yıldızlı bayrak formunda tişörtü, üzerinde kırmızı ceketi, blucini, elinde bayrağı ile sarı saçlı mavi gözlü, makyajı yerinde, altın küpeleri düğüne giden genç kız tazeliğinde, 80 yaşlarında bir genç kadının fotoğrafı.

...

Yüzlerimizde öğretmen tarafından paylanmışlığın yarattığı kızarık ama mutlu bir gülümsemeyle iki yıl önce arayıp bulduğumuz ama kapalı olan Münire'nin önünden bir kez daha geçerek-ki bu kez aynı sokaktayız- kahvaltı için olmazsa olmaza, bir klasiğe, Dostlar Fırını'na doğru yürüyoruz.  


...

Pegasus'layız. Güzel kalkış ve güzel yolculuk. İzmir'i tepeden seyretmek bir başka. İkinci kez kaptanımız konuşuyor. Öyle dik, öyle net, öyle tane tane, öylesine yakışır bir ses tonu ve vurguyla Bayramımızı kutluyor ki tüylerimizin hepsi ayağa dikiliyor. Gururlanıyoruz. Hele Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının altını bir çizişi var ki tadından yenmiyor. Hani duygularınızın seline engel olabilirseniz alkışlamayın.

Uçak yıkılıyor.

Helâl olsun dedirtiyor:

Tıpkı 2 yıl önce Sevinç Pastanesi'ndeyken içimdeki sevinç tohumlarına çiçek açtıran polis motosikletinin çamurluk paspasındaki K.Atatürk imzası gibi.

21 Ekim 2023 Cumartesi

Acaba...


Dün akşam sahilden kıvrılarak vardığım en güzel minicik parkta bana minik ve üç tekerlekli seyyar, camları buğulanmış arabasındaki sıcacık nohutlu pilavımı uzatmadan önce üzerine tavuk isteyip istemediğimi soran, arada sokak kedilerini besleyen, onayım üzerine didilmiş etleri nohutlu pilavımın üzerine yerleştiren ve damağımı zevkten öldüren, sohbet esnasında ülke ekonomisi üzerine cümleler kurarken karşılıklı; sessizce, çoğu öğrenciden para almadığını söyleyen ve bu arada turşu isteyip istemediğimi soran; çok az olsun onayıma "Ama çok güzel oluyor," diye yanıt veren ve hakkaten beni zevkten öldüren abiye teşekkür edip Afiyet'e vardığımda; henüz taze, ve önceki gün uğradığımda olmayan ve seçtiğim şu rengârenk, çok çok özel, beyaz ve koyu çikolata tabanlı, meyvemsi ve enfes -spesiyal- kurabiyeleri; Kadire Bozkurt'un muhteşem öykülerinin içinde bir fincan çay eşliğinde kaybolurken ve gökte enfes bir hilâl varken hangi sırayla ve hangi renkten başlayarak yemişimdir?


19 Ekim 2023 Perşembe

Enteresan Bir Durum


Konuyla ilgili yardımları için tüm dostlara teşekkürler. Sanırım Telekom kendince bir jest yaparak, Hatay-La Paragas ilişkisindeki sevgiye de bakıp ikisini birbirinden şimdilik ayırmak istemiyor, sanırım şehrimin de buna bir itirazı yok, ileriki günler ne gösterir bilinmez elbette, kalalım sağlıcakla:)



Bilgisayarı her açtığımda ve blogu tıkladığımda; blogun sağ alt köşesindeki dünya dönerken ve bulunduğum şehir beyanı olarak Samsun'u gösterirken, çok nadir de olsa şaşar: Bağlandığım modemi, dolayısı ile şehri -en fazla- sadece Samsun yazmak yerine, Samsun'un ilçelerinden birini ekleyerek gösterir ve öylece döner durur... du, yıllardır.

Bunda bir enteresanlık yoktu ve normali de buydu. Bununla birlikte Hatay'la yaşadığımız aşk bambaşkaydı, eyvallah! En unutulmaz rakı akşamlarımız, kopkoyu ve saatler süren, asla unutulmayacak sohbetlerimiz onun dünyasındaydı.


Lakin 15 gündür, belki de biraz daha fazla zamandır; ısrarla Antakya-Hatay olarak dönüyor, sağ alt köşedeki o dünya... Ve ben ne yapsam ne etsem de onu Samsun yapamıyorum: Modemi kapatıp açıyorum yok, tüm fişleri çekip yeniden takıyorum ve açıyorum yok! Yine Hatay, hep Hatay. Oysa ben Samsun'dayım, modem Samsun'da, ki başka bir şehirdeyken blogu tıklasam, beni bulunduğum şehirde gösterirken eğer bilgisayarını Samsun'dan biri açmışsa o anda ve bloga bakıyorsa, o şaşmaz dünya onun da Samsun'dan girdiğini gösterir bana!


Benzer durumlar yaşadığım her seferde oradaki şehir adı değişmez... di! En fazla da şehirden bir ilçe adı eklenirdi ki o da genelde bizim coğrafya olurdu.

Ve başka şehirlerden girişlerde de Samsun'a ek olarak, girilen şehirin adının yazılı olduğu bayrak belirirdi ki bu halde de bir sorun yok.

Tamam kabul, içimizdeki Hatay aşkı bambaşka, hiç bitmeyecek, eyvallah... Peki bu durum neyin göstergesi?

Şaşkınım ve siz blog dostlarıma sormak geliyor aklıma: Ben blogdayken elbette... Yalnızca benim ekranımda mı bulunduğum nokta olarak Antakya-Hatay dönüyor, yoksa siz bloga girdiğinizde orada -Samsun yerine- bendeki gibi Antakya-Hatay mı görüyorsunuz?

17 Ekim 2023 Salı

Yeni Yetmelerin Arasında Bir Usta

"james joyce'un Stephen Dedalus'u böyle gezer hep."

demiş,

ve sonuna bir gülücük işareti koymuştu, Deeptone Üstad'ımız;

Kasabada Bir İrlandalı başlıklı bir önceki yazımın yorum kısmına...

"O zaman bu kitabı alıp okumalıyım ben,

teşekkürler Deep,"

diye de yanıtlamıştım.


Sonrasında ise bir aydınlanma yaşıyorum ve sağ cenahımdaki kitaplığa bakıyorum; orası tevellütü daha eski kitapların olduğu yer...

Ulysses orada ve bana gücenmiş;

okumadığım için değil, unuttuğum için,

daha doğrusu ilk heyecanla varlığını hatırlayamadığım için!


Özür diledim elbette... Anlayış gösterdi, onu sol cenaha, okuduğum diğer -daha ince- james Joyce kitaplarının yanına taşımak istedim;

O istemedi!

"23-07-2012'den, (üstelik fiyatım 37 liraykenden beri) buradayım ve arkadaşlarımdan memnunum," dedi.

Açıkcası, çok klas ve görmüş geçirmiş ve hatta ermiş kitlenin arasından ayrılıp da sol cenahtaki yeni yetmelerin arasına bütünüyle karışmayı ben de istemezdim, elbette onca yıldır -kırk yılda bir teşebbüste bulunulup- sonuçta okunmamış olmayı da!

Lakin bunlara ve arsızlığıma rağmen, onun sol cenahtaki sembolik bir kitle ile fotoğrafı olsun istedim. Çok sevindiler ki buna şaşırmadım, şaşkoloz olan bendim, çünkü o cenahta da, daha yakın tarihli ve okuduğum -bayağı ince-  bir kitabı vardı üstadın.

Sonuç itibariyle -nasıl becerikli bir fırdöndüysem- ne şişi yaktım ne de kebabı.

Her ne kadar ustanın yüksek anlayışı sayesinde olsa da bunlar, ben yine de;

utancımı yaşatmadan, haddimi bildirmeden, salmadım kendimi!

14 Ekim 2023 Cumartesi

Kasabada Bir İrlandalı


Ocak 2022

Kasabanın merkezine doğru, iki yıl aradan sonra yürümeye başlıyorum... ve ilk hayal kırıklığım!

Dönüşlerde, İstasyon'a yürürken kesin uğradığım ve sevdiğim balıkçı artık yok!

Oysa, akşamüstü dönüşünün tadını yaşar, istasyona geçmeden önceki son noktada, dış masaları da olan ve bir ailenin işlettiği alkolsüz bu mekânda, keyfime keyif katardım.

Bugün diğerleri gibi o da planımda yoktu, ama temelli yok oluşuna üzülüyorum.

İstikametim pek hoş pideler yapan pek hoş mekâna. Sonrasındaki hedefimse enn bayıldığım ve sırf onun için 30 kilometre yol geldiğim ve en sevdiğim kitap okuma noktam, Tekkeköy Gar'ı.


*



Geçen Cumartesi

Aradan neredeyse iki yıla yakın bir süre daha geçmiş ki yok sayan bir düşünceyle bakarsak sanki bir asırmış geçen zaman. Pandemi ve koşulları adeta bir devre kesici gibi sosyal hayatımızı evlere tıkmış, bununla da yetinmeyip maskeli bir hayatın arkasına saklamıştı yüzlerimizi...

Ve gülüşlerimizi!

Maskeler düşünce de sanırım çabuk unutmakla kalmadık, üstüne üstlük yok sayarak, sanki hiç yaşanmamış gibi sildik hafızalarımızdan Covid-19'u.


Evden çıkışım net!

Adımlarım kararlı...

Sadece kararlı değil: Heyecanlı, tıpkı bir sevgiliye koşar adım giden kalbin atışları gibi saf, tertemiz ve özlem yüklü.

Kitabım, minik fotoğraf makinesi, okuma gözlüğüm, yağmur olasılığına karşı incecik yağmurluğum sırt çantasına... Laciverti biraz daha dark kotum ve bir lacivert v yakalı kazakla gömleği tamamlamış olsam da, akşam serinine  karşı montum, yine de mini sırt çantamın omuzumdan geçen askısında. İstasyona varmamla birlikte enn sevdiğim tren gözüküyor. Bugün maç kalabalığı yok ama yine de treni kalabalık kılacak bir etkinlik var; trenden ineceğim son istasyonun neredeyse dibinde.


"Bu kez hep görmezden geldiğin gerçek saat kulesinin mini örneğinin kalbini bir kez daha kırmadan, buna ne gerek var ki aslı dururken demeden, bir fotoğrafını tarihe not düşsen ne kaybedersin ki," diyen iç sesime itiraz etmiyor, "Evet ya," diyorum; "bunu buraya diktiren bir çocuk sevinciyle bu kararı almış mutlaka ve sen, yani ben, yine içinden bir ukala çıkarmış, asıl duyguyu hiç fark etmemiş, bir görmemişlik abidesi sayarak üstelik, hep aşağılamıştın!"

"Önce onunla bir helâlleş bakalım!"

Kasaba bugün ıssız. Sokaklar ve mekânlar sakin. Yolumun üzerinde ve iki bulvarın kesiştiği noktada adıyla dikkatimi çeken bir kafe var, Şehrin Kırıntısı. Genç bir müşteri kitlesinin yanı sıra belli ki yaş almış ama entelektüel niteliklere sahip yetişkinlerin de uğrak yeri, verandası hoş ve iç sesimin her seferinde burada takılmalıyız dediği ama benim bir türlü Gar'dan vazgeçemediğim için uğramadığım yer. Sanırım bir sonrasında, orada olacağımız kesin. Çünkü bugün henüz gitmek konusunda netleşmediğim çok hoş bir etkinlik de var, bulunduğum noktanın yaklaşık 500 metre aşağısında...


Pırıl pırıl bir gün, sakin caddeleri keyifle, içime huzur çekerek, musmutlu bir tatla yürürken bir kez daha çok sevimli bulduğum, eski bir CHP'li belediye başkanının adı Murtaza Oktav'ı taşıyan ve O'nun da akrabası, en cann arkadaşlarımdan birinin dedesi, çok hoş sohbetler yaptığımız, artık yerinde bir apartman olan ve şehrimizin merkezi noktasındaki muhteşem evde ve elbette gençlik ateşimizin çok bilmişliği ile soldan soldan sert cümleler kurarak tartıştığımız, bizi sabır ve anlayışla dinleyen eski senatör ve milletvekili Rıza Işıtan Amca'yı da bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyorum ve bir sonrasında; aslında kasaba otogarlarına bayılan biri olarak; neden hep önünden geçtiğim ve bayıldığım halde içine girmediğim bu gara dair ihmal gerekçeleri üretmeden, kendi kulağımı kendim çekerek, bir sonrakinde kesinlikle buradasın ayarı veriyorum kendime.


Heyecanla ama bu kez arka caddesinden varıyorum Gar'a. Önce bir kaç fotoğrafını çekiyorum. Arka kapıdan park alanına yürüyor, rayların kenarından ana binaya varıyor ve kafeteryanın kapısından içeri süzülüyorum ve değişikliği hemen fark ediyorum. Çünkü masalar çeşitlenmiş ve çoğalmış?!

Aklımda pasta var, dolaba doğru yürüyorken hoş bir genç kadın gülümsüyor. Tanıdıklarımdan değil bu. Mekâna bir başka el değmiş, kesin. Soruyorum ve anlıyorum ve kızıyorum elbette. Çünkü belediye bir vatandaşa kiralamış. Binayla dertleşiyoruz ki o da durumdan memnun değil. Hani yaşanmışlıklarımız ve onların verdiği kalıcı tat olmasa uğranılacak yer değil lakin binaların günahı ne diye de düşününce ve hanımefendinin güleryüzünden de kaynaklı olarak, kitaplarımla geçirdiğimiz güzel zamanların hatırına şimdilik defterimden silmiyor, çayımın, pastamın ve kitabımın tadını çıkarıyorum.

Sonra tüm bu yediklerime içtiklerime 100 TL ödeyince de, eyy belediye yaptın yine yapacağını öğrenci gençlere ve kasaba halkına diyor, ve koca alandaki ıssızlığa bakıp, her yaştan insanlarla dolup taşan cıvıl cıvıllığını, öğrenci çalışanları ile sohbetlerimizi özlüyorum.

Ara sokaklardan ana caddeye çıkıyorum ve bir tabela dikkâtimi hemen kapıyor. Enn sevdiğim kadını aramalıyım, hani bir gündüz takılsak olur mu acaba?! İki soğuk bira ve eyvallah... Hem bayıldığımız tandırcımızın dibi, üst kat belli ki. Adı beni benden aldı ki tabelası ışıklı ve zemini mavi. Bi Meyhane adı. Hımmmmm kasabada bi meyhane! Elbette enn sevdiğim kadına söylemeden duramıyorum.

Sokak adımları ile yürürken kendimi İrlandalı emekçilerin mahallesinde buluyorum. Bir dejavu mu acaba? Hatırlıyorum, enn sevdiğim kadın bir İrlandalı olarak fotoğraflarını çekti çünkü... diye düşünmekle birlikte benimki hayal miydi acaba diye düşünüyorum ki ona bahsediyorum daha sonra ve o da net değil.

Sonra biri burayı alsa, dışını hiç bozmadan içini eskiye sadakatle yenilese ve kafe ve lokanta yapsa diye de içimden hayal ediyorum.


İşte bu düşünceler içindeyken ve keyifle çalışan istasyona doğru yürürken kasabaya her varışımda ilk karşılaştığım ve fikrime yazdığım mekânın, yani Lojmanlar Pide Salonu'nun kapısından içeri süzülüyorum. Dışarıda da masaları olan sevimli bir kasaba mekânı. İki beyefendi ve bir genç hanımefendi iş başında. Karışık peynirli pide niyetim fakat kaşarlı yiyebiliyormuşum; çünkü beyaz peynir kullanmıyorlarmış.

"Bir de çay, fincanla lütfen."


Önce salatam geliyor, sonra da görüntüsü muhteşem pidem. Bulvarın kenarında, kasabanın son çıkışında, yönüm merkeze doğru dönük, uzun bulvarı ve yüksek dağları izleyerek, parmaklarımla, aheste ahestte çıkarıyorum pidemin tadını. Çok beğeniyorum, kaşarı bol, hamuru ince ve çok lezzetli pidemi. Üstelik 90 TL.'lik ödemeyle de beni benden alıyor çünkü şehirde bu fiyata pide Şam'da kayısı!


Ustalara teşekkür edip, ellerinize sağlık diyerek çıkıyorum yola, yönüm çalışan istasyona dönük, lakin fikrim inceden inceye dürtüyor. Kitap Fuarı. İkilemdeyim aslında, içimdekilerden biri olaya el koyuyor ve gitsek fena olmaz diyor. Hem Arzu, diyor diğeri. Karşıya geçince kocaman bir insan seli, otopark tıka basa dolu, seyyar köftecilerin dumanı istimli. Pırıl pırıl havada piknik tadında, hoş ağaçların altındaki plastik masalarda, çoluk çocuk köfte atıştırmada; şehit düşmeseler de ekonomist gazisi insanlarımız.

Gençlerimiz pırıl pırıl, elbette genç kızlar ve kadınlar ağırlıkta. Ellerindeki poşetlerle sürekli yanımdan geçtikçe onlar, umutlarım geleceğe el çırpıyorlar. Sonrasında, adımlarım komutayı tereddütlü benden alıyorlar ve fuarın kapısındayız. Aslında Arzu bir kez daha yayıneviyle birlikte oradadır diye düşünüyorum. Çünkü fuarla ilgilenmedim ve hangi yayınevleri ve yazarlar katıldı noktasında da bir bilgim yok. Arzu ve editörü olduğu yayınevi daha önce katılmışlardı ama karşılaşmamıştık çünkü ben fuara gidememiştim.

İki koca salon da tıka basa dolu. Otopark kulağıma fısıldamıştı zira. Dolaşıyorum standları. Listelerde Arzu'nun yazarı, aynı zamanda editörü olduğu yayınevi yok. Oysa ne güzel bir sürpriz planlamıştım, üç dakika içinde. Müsaitse bir rakı masası mutlaktı.


İstasyonda iğne atsam yere düşmez. Ellerindeki kitap poşetleri ile pırıl pırıl insanlar. Lakin tren tecrübeleri eksik çünkü tren modellerine göre koltuk kapabilmek için kapılara denk gelecek noktaları bilmek gerek.


Tıkabasa dolu tren enfes ağaçların ve manzaraların içinden akıp gidiyor. Fikrim son bir öneride bulunuyor. Birtat'da keşkül ve limonata. Heyecanlanıyorum. Sonra tren kalabalıklarının geceye kadar süreceğini öngörüyor ve ara istasyondan binmek zorunda kalacağımız için de oturamayacağımızı söylüyorum ki fikrim haklısın diyor. Ama bir yandan da gün ve deniz o kadar güzel, o kadar eğlenceli ki onu son bir eylemle taçlandırmak gerekiyor.

Eve üç istasyon kala iniyorum.

"Bir limonata lütfen."

İskele Kafe'deyim.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP