1 Eylül 2023 Cuma

İki Ferenc Bir Epepe

Macar yazarlara ilgim her ne kadar Magda Szabo ile başladı desem de aslında benim için her zaman başyapıt olan Pal Sokağı'nın Çocukları süreç içinde sadece bir başyapıt olarak kalmamış, değişik zamanlarda hayatımın enn güzel ânlarını yaşatmış, kumbaramda derin izleri olan ama çok güzel izleri olan çok özel heyecanlar da katmıştır, daha sonraları! Dolayısıyla Ferenc Molnár tanışıklığı ile başlamıştır aslında Macarlara tutkum ama henüz farkındalığım yükselmediği için bilinç noktasından bakarsak ilk okuduğum yazar Ferenc Molnár olsa da tutkum Magda ile başladı kısmı yönlendirme ve farkındalık açısından daha gerçekçi ve doğrudur.

İlkokuldaydım, okumayı iyice sökmüştüm ve tekrar etmekten asla bıkmayacağım normal ama unutulmaz bir mahallede en alt kat kira evde kalabalık, 8 kişilik bir aile olarak yaşamaktaydık ve genç bankacı halamla iş çıkışı onu almaya bankaya gittiğim rutin akşamlardan birinin en güzel saatlerinde, Fıstıkçı Tahsin olarak tanınan ve ne ararsan bulunan kişinin minik mağazasından içeri girmiş ve ciltli Altın Masallar'dan artık çocuk romanlarına evrilme zamanımın geldiğine karar verilen evrede kitabı almamızla başlamıştı, Macar dünyası ile tanışıklığım.

Henüz taze filizler açmakta olan ve olgunlaşma yolunda emekleyen zihnim enn sevilenler ya da sevilenler noktasında kategoriler oluşturamadığı için de sadece çok keyifle okunanan ve kendi mahalle savaşlarımız nedeniyle de özel sevilen bir kitap olmuştu, Pal Sokağı'nın Çocukları.

Çocuk ben henüz derin analizler yapabilecek farkındalıklara sahip değildim ama umut vaadediyordum ve bu kitap nedeniyle hayatımın enn kıymetli bir ânını uzun yıllar sonra yaşayacağımı hayal bile edemiyordum!


Enn Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı ve enfes bir akşamda, sohbetli bir rakı masasında, harikulade bir mekânda ve ben onun gözlerinde yok olmuşken; O'nun uzattığı kitapla da ikinci Ferenc ile tanışmış oluyorum.

Velhasıl aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir Ferenc daha katılmıştı hayatıma.

Bakalım onu da sevip benimseyebilecek miydim?


İlk sayfada Budai ile rastlaşıyorum. İlginç bir karakter, kafadengi gibi, akademik bir kişilik, dil bilimci. Bir toplantı için ve benim için çok özel bir ülkede... Matrak bir şahsiyet gibi duruyor ve bir otelde kalıyor lakin fena halde dilden kaynaklı olarak iletişim sorunu yaşıyor ki karanlıkta ıslık çalmak gibi bir hal onun iletişim çabaları. Lakin benim bir avantajım var: Lise yıllarımdaki penfriend'imin ülkesindeyiz. Durumları algılamakta bir sorun yaşamıyorum. Ve bu Ferenc, yani Ferenc Karinthy de kelimenin tam anlamıyla bir fırlama. Öyle bir Budai yaratmış ki yeme de yanında yat.

Tanışma anından itibaren takılıyorum peşine.

Nereye gitse onunlayım.

Bırakamıyorum, sürekli takipteyim. Fakat Ferenc de bir fırlama, yarattığı merak fırtınasının peşine gel de takılma ki şahsen ondan aşağı kalır bir yanım olmamakla birlikte sadece onu izlemeyi düşünüyor, maceraya dalıp da olaylarda ortaklaşmayı düşünmüyorum.

Lakin kendimi de zor tutuyorum.


Gitmemiş olsam da sanki şehri ondan daha iyi biliyorum, her ne kadar benim penfriend'im Anne başka bir şehrinden olsa da ülkenin; onunla yazıştığımız süreçte ben ülkenin altını üstüne getirmiştim. Şu an Budai'yi izlemekle yetiniyorum. Ona yön verme çabam yok; çünkü o yeni konuşmaya başlayan meraklı bir çocuk gibi neyi görse el atıyor.

Bu arada durum epey de korkunç bir hal almaya başlıyor. Fakat öncesinde hadi diyorum, seni ülkeme götüreyim. İtiraz etmiyor, çünkü paralar suyunu çekmek üzere. Karnının aç olduğunu düşünüyorum ama onun uzun boylu atıştırmaya niyeti yok; sanırım yola çıkmadan önce bir köşede halletmiş bu işi. O zaman diyorum başladığım her kitapla mutlaka uğradığım ve en bayıldığım okuma noktama götüreyim seni; O ise bizim sahili merak ediyor. Tamam, diyorum, sahilden yürüyerek gidelim, emin ol sakinliğini çok seveceksin.  Denizden iç kesimlere doğru uzuyoruz. O merakla etrafı tarıyor. Ve şirin parkın içindeki Down Kafe'yi fark ediyor. En sevdiğim yer diyorum, istersen kankalarımla tanış. Seviniyor. Kankalarım formalarıyla; Samsunspor aşkları alev alev. Kucaklaşıyoruz ve  Budai'yi çok seviyorlar. Birer kahve içip, tip box'ı asla boş geçmeyip, vedalaşıyoruz ve Lozan Caddesi'ne kıvrılıp Afiyet'de her zamanki masama yerleşiyoruz.

Pastaları ben seçiyorum; çok seviyor ki ben de bayılırım. Uzun uzun konuşuyoruz, ülkesini özlediğinin farkındayım ve aynı zamanda katılamadığı, daha doğrusu katılmayı beceremediği bir toplantının telaşını da yaşıyor.

Üstelik paralar da suyunu çekmek üzere.

O sırada bizim şehre geldiği, aslında akademik bir toplantı için bulunduğu ama katılmayı beceremediği ülkenin malum şehrinde durum karışık ki o bölümü okurken ben bile fena oldum. Mizahla adımlar atarken şehirde, bir anda kendimi neredeyse ateşin ortasında buldum. Okuduğum mizah temelli bir kitap değil miydi tereddütü bile yaşadım. Sonra bunu Ferenc Karinthy'ye de söyledim, kitabı bitirince; ki fena kahkaha attı.


Elbette Ferenc Molnár'dan ve Pal Sokağı'nın Çocukları'ndan söz ediyoruz. Ortak kahramanımız Nemeçek'i anmadan geçmiyor, macunlardan bilyelere kadar her şeyi konuşuyoruz. Mahalle savaşlarını da elbette... Ferenc de burada olmaktan memnuniyetini ifade ediyor. Peki ne olacak bu Budai'nin hali diye soruyorum elbette; ama ben henüz o sırada kitabın o bölgesine gelmemiş olduğum için, ser de vermiyor sır da...

Dag Solstad'ın bir kahramanının ziyaretime geldiğini, kendisiyle bir mekânda sol tandanslı, iki ülkenin kitlelerinin ideolojik yaklaşımlarını kıyaslayan enfes bir sohbet yaptığımızdan bahsediyorum ki haberi olduğunu, konuyu Dag'la daha önce konuştuklarını, bu nedenle de beni tanımak istediğini ve Budai'nin geldiğinden haberdar olunca da bunun bir fırsat olduğunu düşünerek, uçağa atlayıp geldiğini söylüyor.

Karşılıklı teşekkürler ve uzun bir sohbetin ardından birbirimize sarıldığımız esnada gülerek "Budai sana emanet, Ferenc" diyorum. Kardeşi arıyor, o üç harflisi ile geliyor ve onları birlikte havaalanına götürüyor ve uğurluyoruz.


*Dag Solstad'ın roman kahramanı ile sohbetimiz Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası başlıklı linkteki yazının Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması! alt başlığından sonrasındadır.

29 Ağustos 2023 Salı

Daha İyisi Varsa Beri Gelsin

Bildiğiniz ve sevdiğiniz bir şarkıyı aynı günün rastgele saatlerinde kaç kez dinleyebilirsiniz?

Ya da bilgisayarınızın ekranında takip ettiğiniz rakamlar, gündeme dair haberler ve ekonomi alanında olan bitenler...

Elinizde kahve kokusu, karşınızda deniz, üstelik çırpınırken Karadeniz; sizi böylesine tetikleyip teslim alacak, işten uzaklaştırıp bir nefes ânına davet ederek keyfinize keyif katacak kaç insan, ve şarkıcı bulabilirsiniz?

Ve işte ben bu ânları yaşarken ve O'nu düşünürken, çalışma masamdaki telefon bana dönerek "Enn Sevdiğin Kadın," diye seslenmesin mi!

Ve ben çalışma odamı telefon elimde terk edip salon penceresinden denizi daha geniş açı ile karşıma alarak, ve O'na bir kez daha bayılarak, enn neşeli çocuk halimle, enn güler yüzlü, enn esprili bir sohbetin tadını yudum yudum yaşamim mi!

Sonra çalışma odama dönerken tüm hücrelerim, alkışlarla ve sevinçle: "İyi ki O'nunlayız, iyi ki Enn Sevdiğimiz Kadın O," diye tempo tutmasınlar mı!

Tüm bu cümleleri yazmama sebep olan, günün bu enfes ânını planlayan ve bu tadı bir kez daha yaşamama sebep olan tüm ilahi varlıklar...

Ve EDNA VAZQUEZ:

Şükranla, sevgiyle, minnetle...



24 Ağustos 2023 Perşembe

Sting'i Nasıl Bilirsiniz?

Güzel bir tatil gününde elinizde kahve kokusu, önünüzde bir kitap ya da bir dergi, belki de günlük gazetelerle süregiden neşenize müzik de eklemek isterseniz, buyurun: Sting'in duru, romantik ve büyüleyici sesinden keyifli bir zaman yolculuğuna...* Cümlelerini kurmuştum bundan uzun yıllar önce...

Ani bir kararla blog yazmaya başladığım dönemdeki ilk yazılarımdan biriydi. Oysa Sting'le tanışıklığım çok eskiye dayanıyordu ki henüz Sting olmamıştı. Dönemin güçlü ama taze gruplarından biri olan, bir dönem ortalığı kasıp kavuran The Police adlı grubun bas gitaristi, aynı zamanda da solistiydi. En iyi bateristlerden biri kabul edilen, sonraki yıllarda başka müzisyenlerce Bateri Tanrısı olarak adlandırılacak Stewart Copeland ve gitarist Andy Summers ile birlikte fırtına gibi esmeye başlamışlardı.

Elbette benim de onlardan uzak durmam olanaksızdı!


O sırada yabancı müzik dergilerinden birinde albümlerinin çıktığını görüyorum. O yıllarda İsmail Cem'in genel müdürlüğündeki TRT televizyonu efsane. Dolayısı ile müzik programları da... Üstelik ülkede her tür yabancı dergiye ulaşmak mümkün. Bir finansman bulma dönemim geride kalmış, arabayı artık ehliyetli kullanır olmuş, projeler üretmiş ve o projeleri öne atarak da Amerika'da okuma hayallerimi somutlaştırıp alana döker olmuşum.

Albümün çıkış yılı 1979. Bir süre aranıyor, bakıştırıyor, bulamıyor, kısa süre sonra da sevdiğim bir plakçıda rastlaşıyorum kendisi ile.

Plaksa tekti, artık mağazamızın "finanstan ve proje geliştirmeden sorumlu" elemanıydım. O sıradaki planımsa:  Amerika'da, önceki bir kaç yazımda söz ettiğim gibi ihracatçı bir yedek parça şirketinde çalışmak, her ne kadar ekonomiye yönelik bir dalda okuyacağımı söylesem de aileye bir çalım atarak televizyon programcısı ve yönetmeni olmak...

Ve o çerçevede üniversitelere bakınırken ve ilk olarak enn amcamla gittiğimiz Amerikan Kültür ve ABD elçiliğinin kapılarını artık sürekli Ankara'ya gidip aşındırırken ve evraklarım Amerika'ya ulaşmışken birden: Yine daha önce yazılarımda çok kere söz ettiğim gibi içime düşen babanın erken öleceği hissi nedeniyle -aradan çıkarmak için- askerliğe karar veriyorum.

Ve bunu aileye deklare ediyorum.


İşte bu kararları aklımda döndürdüğüm sırada bu albümü alıyorum. Lise bitiyor. Amerika, zihne çökmüş kaygı dolayısıyla askerlik sonrasına erteleniyor ve o yaz çoklu planlardan ilki devreye giriyor. Zaman zaman efsane seyahat başlığı ile yazdığım Samsun'dan başlayacak ve kıyı bölgelerini boydan boya geçecek, sonra Kıbrıs'a ulaşacak gezinin planları yapılıyor, yola çıkılıyor ve gezinin son noktalarına varılmışken ve efsane bir akşamın sabahında gel teskere türküsü söylenmeye başlıyor: Çünkü tam o sırada 12 Eylül darbesi oluyor.

Bu albümü benim hayat akışımdan daha özel kılan başka bir özelliği var: Kendisi bir long play değil.

Ama 45'lik plak da değil!

İkisinin arası...

Benim yakıştırmamla midi play.

Üstelik 11 şarkıdan oluşan ikili bir albüm.

Kanımca koleksiyon değeri de var... Uzun bir aradan sonra bu yazıyı yazarken yeniden dinliyorum albümü ve nerelere, kimlere gidiyorum.

İşte o zaman, okuyanınki de can devre kesicisi araya giriyor.

Ve ben sahneden çekiliyorum.


Ve dönemin popüler grubu The Police'den, solisti -taze- Sting'den ve 79 yılındaki albümden iki tadımlık şarkı sahne alıyor:

The Bed's Too Big Without You ve Walking On The Moon.






Grubun Regatta De Blanc adlı bu albümünün tamamı için buradan

*Sting'in pek bilinmeyen albümü Songs From Labyrinth'den söz eden yazı ve şarkılar ve özel bir enstrüman içinse buradan lütfen.

20 Ağustos 2023 Pazar

Macar Yazarlar Candan Öte

Macar yazarları severim, baş tacım elbette Magda Szabo, çünkü onun Kapı adlı romanıyla başladı Macar Edebiyatı tutkum. Sonra kime rastladıysam kaptım kitabını ya da kitaplarını ki en ilginç yazar, 1888'de doğup 1919'da ölen, romanlık hayat öyküsüyle baş döndüren Géza Csath oldu: Ülkemizde çıkan tek öykü kitabı Afyon sayesinde tanışmış oldum onunla ve yaşam öyküsüne bakılırsa başkaca da bir kitabı olmamıştır diye düşünüyorum.


Elbette Tarlakuşu da kaçmazdı. Kitap 2019'da basılmış ve ben de havadayken kapmıştım. Bir süre kendisi kitaplığın okunmayanlar bölümünde istirahatte kalmış bu da pandemi sürecine denk geldiği için onun adına şanssızlık olmuştu. Çünkü tüm ülkece okuma heveslerimizin ve hızımızın kesildiği nadir bir süreçti pandemi.

Can derdine düşmüş, bilinmez bir düşmanla savaşa girmiş, uzunca bir süre hayattan da el ayağı çekmiştik.

Yasaklar kalktıkça ve hayat normale dönüp de o günleri unuttukça, yeni normalimizde kendimizi ufak ufak eskiye döndürmeye başlamıştık ama yine de yavaştık. Henüz, Hayat Bayram Olsa'nın nakaratlarındaydık ki şahsım sinemaya adımlar atmaya başlamıştı.

Lakin kitaplara konsantre olmakta hâlâ zorlanıyordu.

Önceki gün onu bulunduğu yerden aldım ve bu kadar bekletmiş olmama şaşmadım çünkü süreçte zaman kavramım da göçük altında kalmıştı.

Dezső Kosztolányi de tanımadığım bir Macar'dı. Kitabın sayfasına attığım 31.10.2019 tarihine göre el sıkışmamızın üzerinden dört yıl geçmişti.

Önce gönlünü aldım ki tavrı anlayışlıydı, "Zor günler geçirdiniz ülkece, farkındayım," dedi. Bir kahve yaptım. İlk sayfadan bismillah dedim lakin ben yok oldum. Kendimi ararken kitabın içinde kahramanlardan biri olarak buldum. Tüm satırlar görsele dönmüş, kelimeler yok olmuş, ben kendimi Macaristan'da bulmuş ve bir anda herkesle kanka olmuştum.

O konser senin, bu opera benim dolaşırken; Barros Kahvehanesi'nde en yeni şarkıları dinlemiş, Magyar Kiraly'da lezzetli yemeklerin tadına bakmış, şehir kulübünde kafa çekmiş, tiyatroda üç perdelik müzikli oyun Geyşalar ya da Bir japon Çay Evinin Hikâyesi'ni izlemiş, önce ailesi sonra da bizzat Tarlakuşu ile tanışmıştım.

Süreç aslında biraz dokunaklı lakin artık kanka olduğumuz Dezső'nün dili muhteşem: Üç kez distile edilmiş, yeterince damıtılmış enfes bir mizah ve hüzün.

Farkındaysanız yazı dili demedim, çünkü ben de öykünün kahramanıydım, her ânı o coğrafyada birebir yaşıyordum.

Anne babası ile aynı fikirde olmasam da sanırım Tarlakuşu'na daha yakındım, sevdim. Enfes bir tren yolculuğu yaptım onunla, o esnada gittikçe yakınlaştım, anladım ve onun güzel yüreğini gördüm; tanıştığımıza çok sevindim.

Veda vaktine yaklaştıkça şehirden ve zamandan ayrılacağım için üzülmeye başladım. Arka kapağı kapattığımda ve ayaklarım yere bastığında yüzümdeki tebessüm bana teşekkür ediyordu.

Ve dedi ki:

"İyi ki bu yolculukta seninleydim."

189 sayfada bu ne zenginlik diye sormayın lütfen bana.

Verecek bir yanıtım olmaz;

bir kitapsa söz konusu olan!..

Çünkü:

Dedim ya,

ben okumadım,

yaşadım!

18 Ağustos 2023 Cuma

Çocuğunuz Milletvekili Adayı Olsa...

Ona Oy Verir misiniz?


Onun hakkında şu ifadeleri kullanmıştım: "Benim küçük oğlan tam bir Tırtıl'dır. Ele avuca pek sığmaz, ineklerle falan iyi anlaşır, boş ve minik pet şişe ile kafalarına ufak ufak vurup, nasihatla ayar verir, sonra da sarılıp öper... Kümese girer, ne yaparsa yapsın hayvanların hiçbiri de ona tepki vermez. Daha ilköğretimdeyken hakkında yazdığım bir yazıda bana şu cümleleri de kurdurmuştur:

"Lider ruhlu, ceza yayı üzerinden sol ayak içi ile gamsızca ve kendinden çok emin plaselerle çok şık goller atan, Kızılcahamam'daki Galatasaray -minikler- kampına katılan, girdiği ilk seçimde kuvvetli ve enfes bir propaganda ile oyları silip süpürüp okul başkanı olduktan sonra ilçe başkanlığını da bir ilköğretim öğrencisi kız çocuğuna özellikle bırakıp başkan yardımcısı olan, Saray'dan gelen uçak biletleri ve davetle ili temsilen oradaki bir toplantıya katılmış, Saray görmüş, Saray Sofrasına oturmuş bir küçük Reis'tir aynı zamanda. Üstelik kendisi o aralar, bizzat gidip, ben çalışmak istiyorum, diyerek başvurduğu, bildik bir mekânda okul dışı saatlerde çalışıyordu da...

Son Belediye Başkanlığı seçim sürecinde bir liseli olarak hep sahadaydı ki desteklediği CHP'li aday seçimi kazandı!

Kendisi o zamanlar miting alanlarında, liseli abisiyle CHP bayrağını sallamaktaydı!

Her ne kadar aynı yönde ama çatışan siyasi fikirlere sahip olsak da; gençlik diyor, sonrasında geleceği yeri de öngörebiliyor, değişkenliklere müdahale etmiyor hep sakin kalmayı başarıyorum tüm gelişim süreci boyunca, alevlendirmiyorum!"


İşte bizim bu tırtıl, şu geçtiğimiz mayıs seçimleri öncesinde malum şahsın parti kurma aşamasıyla birlikte o tarafa meyletti. Yazdırdığım kursa bir kere gidip sonra bırakan kendisi üniversite sınavlarına dersanesiz hazırlandı ve sonuçta hedeflediği Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimini kazanarak İzmir'e yerleşti. Malum parti yeni kuruluyordu. Pandemi başlamıştı ve eğitim artık evden devam ediyordu. O sırada malum şahsın partisinin şehrimiz il başkanlığının kurulma aşamasında oraya bulaştı ve il binasını başkanla birlikte oluşturdu. Malum şahısla ilişkileri gelişti, çok çalıştı. Okullar açılınca da yeniden İzmir'e gitti ve bu kez İzmir örgütünü ayaklandırdı.

Ve şu geçtiğimiz son seçimde de bizzat gidip malum şahısla görüşerek milletvekili listesinde yer buldu kendisine. Sahada çok çalıştı, enfes bir kampanya süreci yaşadı. Finansal desteklerini abartmadan amca ve babadan aldı ve çok küçük bir bütçe ile yürüttü hem kendi seçim kampanyasını hem de malum şahsın cumhurbaşkanlığı adaylığı için gerekli olan bağış kampanyasını. Önünde malum şahısla bir fotoğraf arka yüzde de kendi vaadleri olan ve benim bu yazı için sansürlediğim broşürleri kendi tasarlayarak, bizden sağladığı finansman ile bastırdı... Çektirdiği fotoğraflardan, selfilerden gördüğüm kadarıyla; teyzeler, amcalar, abiler, ablalar, gençler, esnaflar, pazarcılar, balıkçılar çok sevdiler. Bazen spor, bazen takım elbiseli olarak ilçe ilçe, köy köy dolaştı ve sanırım en çok eli sıkıp öpen, en çok sarılınan ve listede kendine yer bulabilen -tüm ülkedeki- en genç adaydı kendisi...

Ve seçim günü gelip çattı. O sandıkları dolaşıp partide sonuçları değerlendirirken biz de oy kullanma noktalarımızdaydık.

Sizleri bilmem ama biz önce ülkenin çıkarları diyenlerdeniz!

Bunu o da biliyordu elbette...

hiç talep etmedi!

15 Ağustos 2023 Salı

Tek, İki Parmak Kalana Kadar Su Ve İki Buz Lütfen!


Pazar Rakısı

Kararında İçiniz!

Onca efsane yaşamış ben, O'nunla onca, her biri bambaşka güzel gün yaşamış ben, bayrama hazırlanan coşkulu çocuk gibiyim; yepyeni bir ilk buluşma tadında, 15'lik çocuk heyecanında, 17'lik bir bilmişlikle giyiniyorum. Kotun şu olmalı, diyorum. Askıdakiler içinden polo yaka, ama yaka uçları düğmelenen, mavinin en uçarı, en uçuk, o oranda da sakin, heyecanlı ama yine de tecrübeli tonunda olanı askıdan alıyorum. Aynadaki beni seviyorum. Saçlarımı taraktan geçiriyor, onlara yine de ellerimle haşarılık, elbette kısmen dağınıklık veriyorum. Mini sırt çantamı alırken ve henüz kapıdan çıkmamışken de aynaya göz atıyor, aynadaki çocuğu seviyor, biraz da kıskanıyor, tişörtü etek ucundan ve köşesinden biraz çekiştiriyor, sağladığım bilinçli pejmürdelikten de memnun kalıyorum.

İstasyona köpük üzerinde kayar adımlarla, heyecanla, keyifle yine de tecrübe bilinçleriyle, O'nu hayalimden bir tık bile uzaklaştırmayarak, bir takım cinlikler de planlayarak ve kendimi sıklıkla gülümserken yakalayarak varıyorum. Tren yanaşırken istikametini belirleyen üst ekranından akan "Bugün Günlerden Samsunspor" yazısını okuyorum. Tren sakin, oturuyorum. İnsanlar keyifli, güler yüzlü, gençler hoş, ben de hoşum.

Lakin enn sevdiğim kadınla aynı trende buluşamıyoruz, çünkü O dedi ki: "Benim şehirde uğramam gereken bir iki yer var; saat 15:30'da mekânda buluşalım."

Bence bu da hoş bir durum, heyecan verici!


Cumhuriyet Meydanı'nda iniyorum. Gideceğim mekân çok kıymetli. Yeni yerinde ama aynı mahallede, eskisine çok gitmişken yeni yerine ilk kez varacağım özel coğrafyanın, Sanat Sokağı'nın yokuşunu çıkarken bilmem kaçıncı kere; çok mutluyum. Çünkü ülkenin farklı yerlerinde O'nunla çok kere yaşadığım bir keyfi, uzun bir akşamı, sürprizlerini öngöremiyerek sıfır noktasından başlayıp yaşayacağımı ve bu akşamın da tazeliğini hiç yitirmeyecek şekilde ve ilk ve çok ayrıcalıklıymış gibi bünyeme, kendi özel haliyle nakış gibi işleneceğini biliyorum. Dipdiri bir heyecanla onun bahçe kapısından giriş anını, ayağa kalkışımı, ona sarılışımı, biraz da "Ben oooo!" havasıyla ama yine de kendimi koyvererek sergileyeceğimi, zihinden akanlara rağmen yine de her şeyin doğaçlama gelişeceğini bilerek bahçe kapısını gözleyecek bir masaya oturuyorum. Bana yanaşan ve finalde bayılacağımız garsona, masayı birazdan seçeceğimizi, ve beklediğim biri olduğunu söylüyorum.


O görünüyor, şöyle bir bakınıyor ve ayağa kalkan beni fark ediyor. Güzide mekân an itibariyle bomboş. İki masa dışında kimsecikler yok. Oysa ikindi rakısı ne muhteşemdir. Kıymetini bilmek, en azından da yaşamak gerekir!

Gülerek yaklaşıyor.

Siyah elbisesi muhteşem.

Dekoltesinden öpesim geliyor. Ama o afacan kız hali, ayaklarındaki laciverte yakın ama mavinin en güzel tonundaki Sneaker'ları, bileğindeki her birinin hikâyesi ayrı aksesuarları ile bana doğru yürüyor.

Hadi gel de sarılma bu tazeliğe!


Masamıza karar veriyoruz, kendisini bulunduğu yer itibari ile çok seviyoruz; gerçi üzerinde rezerve olduğuna dair bir levha vardı ancak sanırım bu oraya -seçkin- müşteriler için özellikle koyulmuştu. Bahçe muhteşem. Henüz sakin mekânda bir çift ve muhtemelen altın günü yaşayan altı kadınlı bir masa dışında biz varız. Coğrafya ben için özel bir kıymet taşıyor. İlkokulum, ortaokulum ve kiradan kurtulup artık bizim evimiz dediğimiz ilk apartman dairemiz oturduğumuz masaya -ev biraz daha uzak kalsa da- en fazla 100-200 metre uzakta. Üstelik hemen dibimizdeki, yine muhteşem binasıyla ama artık çok katlı ayakkabı mağazası haliyle, tansiyon nedeniyle bir kaç gün yatmışlığım bulunan; 20'nin ilk basamaklarında, artık babasız ve hayatımın en zor yıllarının start çizgisindeyken çok özel tanışıklıklarımdan biri tarafından yapılan ziyaretle de hayatımın en özel günlerinden birini yaşadığım Askeri Hastane* var.

Masamızı çok seviyoruz.

Beyefendi garsonumuz siparişimiz için masamızda.

"Bir 35'lik rakı lütfen."

O tercihimizi soruyor.

"Yeni Rakı lütfen..."

"Yoğurtlu kızartma lütfen,"

"Arnavut ciğeri lütfen,"

"Peynir lütfen,"

"Karpuz lütfen."


Masamız donatılınca şahane garsonumuz şişeyi açıyor, ve alkış kendisine; soruyor çünkü!

Enn Sevdiğim Kadın yanıtlıyor: "Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

Seni seviyorum çınçınlarının ve ilk yudumların ardından Enn Sevdiğim Kadın çantasından bir paket çıkarıyor.

Uzatıyor bana...

Açıyorum ve düşüp bayılıyorum. Aramızda hiç konuşulmamış bir kitap. Ben almayı düşünmüş ve hayalini kurmuştum. Bu güzel kadın hiç üşenmemiş, benden önce şehire vararak bu kitaptan iki tane almış ki şansa bakmak lazım; sanki bizim için ayrılmış iki tanelermiş.

O zaman Hatay'dan, Vakıflı'dan şu an ve cümleler geliyor gözlerimin yaşına:

"Aslında oturduğumuz ilk anda, daha çaylar bile söylenmemişken iki mandalina çıkarıyor omuzuna astığı ceketinin cebinden Musa Abi. Koyuyor masanın bizden tarafına. Şu hayatta duyduğumuz en güzel cümlelerden biri dökülüyor dudaklarından; tüm hikâyemizi katmerleyen, çok daha anlamlı kılan, kocaman bir duygu geçmişine çok manalı ve lezzetli bir fırtına ekleyen, "basit" bir cümle: "Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var."**

Saatlar saatleri kovalıyor, 35'lik bitiyor. Alt bölüm çoktan tıka basa doldu. Ekranda Samsunspor maçı. Bahçedeki yerleşme düzeni muhteşem. İzleyicilerinin coşkuları ile ortağız. Hiçbir aşırılık yok, yanı sıra da bir rahatsızlık vermedikleri gibi, sesimizi birbirimize ulaştırma konusunda bir sıkıntı da yaratmıyorlar. Enfes bir komün hali, hoş bir pazar gününde keyifli bir zaman dilimi.

O halde!

"Bir yirmilik Yeni Rakı lütfen."

Bir de kavun.

O müesseseden.

O nedenle mi bu kadar tatlı, serin ve hoş?!

Maçlar bitiyor. Bizim için kârlı bir pazar: Gün sonunda Fenerbahçe kazanıyor, Enn Sevdiğim Gençlerbirlikli'nin takımı kazanıyor ve Samsunspor'umuz deplasmandan bir puanla dönüyor.

Son yudumların ardından, ödememizi yapıyor, garsonumuza iltifat ve teşekkür ediyor, bahşişini kalpten, anasının ak sütü gibi helâl cinsten hesabın arasına yerleştiriyoruz.

Sonra şehrin en popüler caddesine çıkıyor, ilkokuluma selam çakıyor, Namık Kemal Lisesi'nin önünden geçerken diyorum ki enn sevdiğim kadına: Okulun bekçisi ile kanka olmuştuk, apartmanın çocukları toplaşır, gece vakti gider, abi vasıtası ile sınıflara girer ve arkadaki yazlık sinemada oynayan filmleri izlerdik. Fakat nedense, muhteşem binası ile Halk Eğitim'in önünden geçerken, ciltlenmiş Doğan Kardeş'leri okuduğumuzdan, kitaplardan, ama listenin kaç kitap okudunuz kısmına ise 1000'lerle ifade bulan şımarıklıklar yaparak yazdığımız sayılardan söz etmiyorum.

Belki de etmişimdir,

kafam iyi olabilir!

Elbette alt köşeye varana kadar tüm mevcut apartmanların yerindeki ve artık bir kaç tanesi kalmış olan muhteşem bahçeli Rum ve bizim mimarimize özgü evlerden söz ediyorum.

Çocukluğumuzun apartmanını geçtikten hemen sonra da, köşeyi dönüyoruz!

Cila vakti!


Bir kez bile gitmediğim ama hep takdir ettiğim bir mekân, Bohem. Cadde ve mahalle 80 öncesinin kurtarılmış bölgelerinden. İlk gençliğimin ayak altında... Lakin bugüne kadar nedense bir kez bile gitmedim. Başka mekânlardı tercihimiz, kim bilir, belki de alışkanlıklardan vazgeçmeme,  belki de bazı anıların bura henüz açılmadan öncesine ait olması sebep.

Süzülüyoruz kapıdan içeri. Ekranda Fenerbahçe maçı. Orta masalardan birine oturuyoruz. Biz kendi dünyamızda yok oluyoruz. Sıfırdan enfes bir sohbet. Biraz geçmişten söz ediyorum: Mesela şu karşı apartmanın adı Metin, diyorum; Prof Böke'nin babası, şehrin ilk kuaförlerinden... O sırada kızarmış patatesler yanlarında mayonez ve ketçapla geliyor. "Patron abinin ikramı," diyor genç adam. Teşekkür ediyoruz. Biralarımızı keyifle bitiriyor, sallantının eşiğine varıyor, ödememizi yapıp geceye karışıyoruz derken ve dışarı adım atmışken...

Bir kez daha sesleniyor "Abi!" diyerek güzel adam.

Minik fotoğraf makinemi masada bırakmışım!

Gar İstasyonu'na doğru, artık ıssız geceyi yürüyoruz. Kafalar Leyla'nın eşiğinde. İstasyondayız ve bankta, güzelim omuzumda. Tren geliyor, sakin.

Güzelim kolumun altında; bizim İstasyonu geçiyoruz. Tren şimdi onun istasyonda. Saat günü aşmış.

Biraz oturuyoruz. O telefondan bakıyor ve dönüş treni yok, diyor.

Ben kardeşi arama niyetinde...



*En Özel Tanıklığısın Ömrümün

**Yazının 8.fotoğrafının üstündeki ve altındaki paragraftan...

9 Ağustos 2023 Çarşamba

Şımartmaca

Kendimi kesinlikle ödüllendirmem gerekiyordu. Başarılı tespitlerle öngörülerimin ortaklaşması sonucu bazı hedefleri aşmış, makasın açıklığına bakınca da helal olsun bana, demiştim. Bu sonuç alıcı çalışkanlığım üzerine paydaşlarımsa bana bir ödül vermeyi öngörmüşler; kapalı kapılar ardında olsa da bütün istişarelerini benim bünyemde yapmaktalar, aramızdan su sızmadığı gibi ayrı gayrılık da yok.

Bir hareketlenme olduğunu anlıyordum. Başkomutan beynim, duygusal konularla ilgili kalbim, her daim açık gözlerim ufak ufak sinyaller gönderiyorken, kendi aralarındaki bu iletişimi ben de seziyordum. Performansımdan ben de memnundum. Ama ülke de bir krizden geçiyordu. O halde krizi fırsata çevirmek de mümkündü. Piyasalara yoğunlaştım. Siyaset ne kadar memlekete ballı börek dese de çürük elmalardan uzak, taze meyvelere yakın durmak gerekiyordu.

Zayıf halkaları, onlar düşmeden zincirden çıkarmaya başladım. O sırada dünyanın en büyük ama diplomasız ekonomisti iki atama yapınca, "Kemerleri bağlıyoruz arkadaşlar," dedim ve Atatürk'ün Ordular ilk hedefiniz Akdeniz cümlesinden haraketle "İlk hedefimiz, onlar yıkılırsa zaten memleket de yıkılır olanların sayısını çoğaltıyoruz arkadaşlar, ileri," emrini verdim.

Sonra, uçurdukça... uçtum.

Enn Sevdiğim Kadın'ı aradım.

Seneye dedim, ..... .......'ya ne dersin?


Bünyemin tüm paydaşları bir karar almışlar ve topluca, bana, "Bu başarımızı kutlamalı, takım kaptanı olarak da seni ödüllendirmeliyiz," dediler.

Fakat ben eski dostlarımı küstürmekten korktum, ancak boşunaymış korkum çünkü onlar dünden hazırlarmış.

Oturduk bir masanın başına, biraz istişare ile birlikte herkesin fikrini toparladık ve ortaklaşarak bir karara vardık.

Kadim frenchpress'im "Bu," dedi. Benim aklıma yattı; diğer paydaşlara baktım, onlar da "Tamam," dediler.

Kupalarım, "Şu," dediler. Yine masaya bir göz attım, hiç itiraz gelmedi. O zaman hemen kahveme baktım; o sorumu tahmin etmenin yanı sıra, büyük bir olgunlukla gülümsedi ve bu kez iyice rahatlayan ben ortaya sordum: "Filtre kahvem de Kurukahveci Mehmet Efendi'nin Colombian'ı olsun mu?"

Bir alkış koptu.

Hemen siparişleri verdik; kupa ve frenchpress Karaca'dan geldi ki hızı ve ürün elimize geçene kadar ki ilgileri başımızı döndürdü.

Yol yorgunlarını hoş karşıladık ve hemen kaynaştık. Onlar duş alırken, biz kahvelerimiz için hazırlık yaptık.


Sonra ilk kahveyi demledik.

Elbette önceki frenchpress'im emekli olmadı, baş kupam zaten enn sevdiğim kadının el emeği... Yeni ve burçdaşım kupamı sadece filtre kahveyi sütlü yaptığım zaman kullanacağım ki sütlü kahve için olan yeni dostun baştacım nedeni ile alınmayacağından, hatta tanışınca O'nun boynuna atlayacağından ve hepimizden çok O'nu seveceğinden...

Adım gibi eminim.

7 Ağustos 2023 Pazartesi

Ne Güzel Bir Filmdi Be!

Enfes bir cumartesi. Pırıl pırıl bir yaz. İstikamet sinema. Film tek seans ve 18:45'de. Uygun. Aslında gün için daha enfes bir plan vardı; çok eski ve bahçeli bir evden evrilerek lokale dönen ve yine eski evlerin kafe ve sanat merkezi olduğu, şehir merkezinde ve muhteşem bir sokakta ki adı Sanat Sokağı, yer alan mekânda enn sevdiğim kadınla yine kaç saate varacağını tahmin etmenin mümkün olamayacağı bir sürede ama usul usul öğle rakısı içmek, elbette o konuşurken hayranlıkla onu izlemek ve gözlerinde bir kez daha gün boyunca kaybolmaktı. Lakin candan içeri ve gurbetten gelecek misafirleri söz konusu olunca plan iptal oldu. O halde sinema dendi ve uygun ama bir arkadaş sohbetine de olanak tanıyacak saatte evden çıkılmaya karar verildi.


Hava sıcak ve nemli, deniz kenarı Copacabana plajlarına nal toplatmazsa namerdim. Ağaç altlarında masalar kurulu. Halk sıkıntıları evde bırakmış ve tam anlamıyla deliye her gün bayram tadında... Elbette bu keyfin borçlu olunduğu insanlar var; yolu ve tüm bu alanları kamuya açan fitili ilk ateşleyen, tren hattı dahil en önemli sorunları çözen Muzaffer Önder başkan. Sonra onu daha da geliştiren ve yukarı taşıyan ve artık geri döndürülemez hale getiren Yusuf başkan. Eğer bu ülkede mutlu insanlar hâlâ var mı diyenler varsa onlara gelin görün derim.

Elbette tüm bu iyimser ifadelerim aynı zamanda bir göçük altında olduğumuz gerçeğini değiştirmez ama ya bu alanlar birilerine peşkeş çekilmiş olsaydı; bu zor, hem de çok zor günler altındayken ruhu baskı ve çaresizlik altında kalmış, evine ekmek götürmekte zorlanan kaç insan hayatına kıyardı bir düşünmek gerek. Umut fakirin ekmeği ise, işte bizim sahiller en azından şu sıcak yaz günlerinde, evden getirilen aşla birlikte çoluk çocuk bir keyif yaşamaya, sosyalleşmeye, ortaklaşmaya ve nefes almaya olanak sağlıyor. Üstelik son derece düzgün, modern, estetik tuvalet ve duş olanaklarını içinde barındıran şirin, çiçek bahçelerine dönmüş, insanların önemli bir kısmının hoyratlığına rağmen pırıl pırıl mekânlarıyla.


Yol keyifli, tren kalabalık, gençler pırıl pırıl, şort ve etek boyları neredeyse yok hükmünde, üst kısımlar hakeza... Ve bir kez daha çok alkış kızlar size! Enfes bir başkaldırıyı, meydan okumayı, sessiz soluksuz ama kocaman bir yüreklilikle başlattığınız için ki şehire nadir inen enn sevdiğim kadın, şehirin daha muhafazakâr olduğunu varsayarken geçende iş gereği inince beni aradı, şaşkınlığının altını kalın kalın çizdi. Öngörülerimin bir kez daha tutarlı sonuçlarını almanın şımarıklığını da yaşadım elbette... Ama en bayıldığım görüntü muhafazakâr olarak nitelenen kızlarımızla, açık olarak nitelenenlerin arkadaşlığındaki candan, hoş görülü, milim ayrımcılık içermeyen paydaşlık... Elbette kendimle de gurur duydum bir kez daha. Çünkü bu ülkeyi kadınlar dönüştürecek tezim artık daha çok kabul görmeye başladı.

AVM'ye vardım. Önce biletimi alsam diye girdim, sonra dedim boş ver nasılsa kimse olmuyor; son dakikada bir şey çıkar, iade sorunu yaşarsın belki... Uydum o bana. O halde dedim Migros kafeterya. Yemekler hoş görünüyordu. Karnıyarıkta karar kıldım. Porsiyona bir karnıyarık düştü, yeni mottomuz gereği olarak fiyatı çok artıramıyorsan porsiyonu ufalt konseptiyle bir adet karnıyarığımı küçük bir tabakla uzattı abla bana... Oradan salata kısmına geçtim ve yoğurtlu olanların arasından üç farklı çeşidi salata tabağıma birer kaşık aldım ve kasaya geldim. 120 TL'yi bayıldım. Gözleme fiyatının 55 TL. olduğunu görünce kısmen rahatladım.

Oradan çıkınca AVM'den de çıktım, lakin çantamda artık Migros'tan alınmış sinema kolam ve atıştırmalıklarım var.

Cevat'a uğradım epey sohbet ettik, o namaza gitti ben bekledim. Dönüşünde iş memleket hallerine döndü. Cevat şahsı savunacağım derken fena saçmaladı, dedim oğlum sen bir şey mi içtin. Öyle bir konuştu ki dayanamadım. Tüm sorumlu muhalefetin başıymış; üzerine gitmedim. Can arkadaşım sanırım ülkeyi 20 küsur yıldır muhalafet yönetiyor sanıyormuş, dedim, ama yine de ekledim: "Yalnız farkında mısın Lozan'daki gizli maddeyi atladın." Ben sinema için çıktım, o arkamdan sesleniyordu. Dedim Cevat daha ehliyetlerimiz bile yokken, hani durakta kızları görürdün de arabayla doğrudan bize gelir, gel konuş da şu kızları alalım derdin ya, orada kal işte; işin sıvı kısımlarına da beni hiç sokma. Sonra güldük, dedim bana eyvallah, onun konuşası çoktu lakin benim dayanacak gücüm yoktu.

Gişedeyim ve tek gişede epeydir rastlaşamadığımız Hatice var. Sıra bende ve hal hatır, işlem yaparken de sohbete devam. Birikmiş puanlarınız var dedi; düşim mi diye sordu, düş dedim, ve bir kısmını düştü. 70 TL.'lik bilet 48 TL. oldu.

Üst kata çıktım; filme vakit var, o halde teras. Dönüşte de mısırın önüne; telefonumu uzattım kodu okudu genç adam, baldan tatlı mısırlarımı aldım. O sırada boş durmayıp piyasa araştırması yaptım. Büyük kova bir mısır ve iki kolalı menü, ikiyüz küsurdan 177'TL'ye düşmüş. Mısıra para vermediğime ve bileti de indirimli aldığıma göre çok kârdayım.

Salonda 4 kişiyiz; nedense ön sırada ve en kenar koltuğu seçen iki genç kız daha çok telefonları ile oynuyorlar. Ve filmin daha ilk yarısının ortalarındayken çıkacaklar. Açık sahnelerden mi rahatsız oldular yoksa başka bir mesele mi pek anlayamadım. O arada kolanın bu yeni serisinin tadı çok enteresan geliyor bana; ilk deneyimim ve sanki bir kaç tane içsem kafayı bulduracakmış gibi hissediyorum.

İlginç tadı keyif de veriyor!



Filmden uzun uzun söz etmeyi düşünmüyorum çünkü ben bayıldım. Uzun uzun söz etmiyorum çünkü: bazı sahnelerin ve uzun anlatmaların bazı bünyeleri bayma olasılığı da var. Ama ben baştan sona bayıldığım filmin yanı sıra muhteşem bir çocuk oyuncu izledim. Söz etmeden asla geçilemeyecek kadar iyi: Callie Ferreira-Goncalves. Olaylara göre duygu değişimlerindeki performansı kızıl ötesi. Muhtemelen büyümüş de küçülmüş lafı çok izleyici tarafından kullanılacaktır. Performansı o kadar sahici ki, yapaylık hissi verecek çocuk tavırlarını bile tertemiz ve büyük oynuyor.

Bir de adam var, aynı zamanda baba. Hani "Adam vaaar adam var!" diyeceğim ama dünya da böyle işte...

Kararı için abiye kızmadım lakin adamlık da daha öte bir şey!

Ama kadın

...lar!

Muhteşemler.

Rebecca Zlotowski yönetmen ve aynı zamanda senarist. Çok alkış. Bu filmi ancak bir kadın bu kadar derin ve gerçekçi işleyebilirdi ki yazmış ve işlemiş.

İnci tanelerini bir ince ipe dizer gibi.

Bu kadar mı güzel oynanır orta yaştaki bir kadın dedim; Rachel rolünde Virginie Efira'nın performansını izlerken.

Duygulu, gerçekçi, aşka gözükara, aklını yitirmemiş, duyguları filiz tazeliğinde...

ve özlemleri derin!.

Ama aklı da başında!

Adam da rolünün hakkını verenlerden, oyunculuğu bir kenara alırsak karakter bildiğimiz adam işte...

Bütün adamlar gibi...

Odun!

Finalde bencil.

Lakin filmin müzikleri!

Mekânlar ve minik aksiyonlar. Heyecan hep diri. Kadın severse kısmı bir kez daha altını çiziyorum ki muhteşem.

Ve yıllar biraz geçmiş, son perdede enfes bir bitiriş.

Bir kez daha hayran olunası...



Trendeyim ve keyiften ölüyorum. Telaşlıyım bir yandan da...

O'nu aramalıyım lakin cep telefonu olmaz,

sevginin ifadesini yansıtacak telefondan saymıyorum çünkü onu.

Sonra, ev telefonumdan arıyorum,

hemen.

gülerek ve coşkuyla,

bazen kelimeleri yutarak anlatıyorum;

taze yapılmış, menengiç kahvesi tadında...

5 Ağustos 2023 Cumartesi

Katliam

Açıkta, yorgun ve üşümüş bir gecenin sabahına peyniri, zeytini ve çayı katık etmiş balıkçı tekneleri; denize karışan küçük derenin deltasında, sabah dedikodusuna geveze martılar... Karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskelenin dibinde, sabah mahmuru güneşin tembel ve üşengeç göz kırpmaları...


Fırından yeni çıkmış poğaçalarla bir kahvaltının ardından, dalgaların kırıldıktan sonraki uzantılarının ayaklara değdiği sınır çizgisinde, sürpriz bir kahveye var mısın?



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP