an'larım... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
an'larım... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Haziran 2022 Pazartesi

Yağmur Güncesi

Güne derin bir uykunun ardından erken uyanıyorum sanırken salona geçip telefonu elime alınca anlıyorum ki geç kalmışım. Çünkü telefonda bir arama var. Oysa en çok sevdiğim şey O'nu son dakikada arayıp iyi yolculuklar dilemek. Elbette hemen geri arıyorum. O Ankara'ya doğru yol alıyor. Keyifli bir konuşma, cıvıl cıvıl ve coşkulu. Gün için düşlerim vardı ve iyice gaza geliyorum. Alaylı bir meteorolog olarak gökyüzü ile temasa geçiyorum ve görünen o ki yağmur fena. Bir an erken çıksam ve yağmur başlamadan hayalime varsam diye düşünüyorum ama o sırada kendimi bilgisayarın ekranında parmaklarımı da fare üzerinde görüyorum.


Bu karasızlığımı çabuk alt ediyorum. O sıra yağmurun sesi içeri ulaşıyor. Bir tedirginlik bünyeyi ele geçirmeye çalışıyor; müdahil oluyorum. Kesme şeker değiliz sonuçta diyorum ancak hissediyorum ki sıkı yağacak. Bu nedense daha da tahrik ediyor beni. Çünkü gökyüzü atmazsan kendini dışarı pişman olursun diyor ve altını çiziyor lafının. Hızla giyiniyorum. Kitabımı ve okuma gözlüğümü sırt çantama atıyorum. Bir de mini fotoğraf makinesini... Kısa kollu bir tişört, üzerine incecik ama su geçirmez yağmurluk yeterli. Balkondan kısa bir hava kontrolü. Yağmurun şiddeti şu an rölantideyim diye sesleniyor lakin onun rölantisi de 8 silindirli Amerikan arabası kıvamında. Alaylı meteorolog başına geleceklerin farkında ama doğanın bu tadını da çıkarmak gerek diyor ve kendini bahçe kapısını açarken buluyor. Kapüşonu çoktan geçirdi kafasına. İstikamet en çok kitap okuduğu pastane.


Yağmurun sesine bakıyor. Dinliyor... bayıldığı metal grubu Apocalyptica kıvamında. Ağaç altlarından gitmeye çalışıyor ama güzergâhın tamamını düşününce sudan çıkmış balık olacağı kesin. Tamam üst tarafta bir şey yok fakat kot pantolon ben oraya kadar dayanamayabilirim diyor. O zaman en çok kitap okunan pastaneden vazgeçiliyor ve Deniz Kızı Kafe'deyiz. Bir çok "sığınmacıya" rağmen cam kenarında ve deniz tarafında boş bir masa el sallıyor ki kendisi ile tanışıklığımız var. Buna seviniyoruz elbette.

"Bir cheesecake lütfen"

"Bir de çay lütfen"


Yağmur şiddetini artırıyor. Tavanımıza vuran sesler senfonik ve çok keyifli. Kitabım zaten fıstık ve daha önce söz ettiğim üzere konu lise yıllarıma, devrimci hallerime, o çağlarda yakınlık duyduğum bazı coğrafyalardaki sol örgütlere bugünümden bakarken o günleri de yaşamak anlamında şahane. Yan öyküler muhteşem. Zaten yazar Anna Burns'ün esprili üslubu çoktan beni teslim almış durumda; yani her şey yolunda... Derken görüş alanımdaki iki kişi, yağmur tam gaz yağarken ve sırılsıklamlarken battı balık düşüncesiyle ve oldukları gibi kıyafetleriyle kendilerini denize atmasınlar mı; tam anlamıyla al gözüm seyreyle ve gül durumu...


Derken ve o sırada arka masadaki boşanma evresinde olduğunu, anlaşmalı mahkemesine bir hafta kaldığını cümle alemin duyduğu mini şortlu ablamız alemlerin tadından ve bir mekândan, masaya sonradan ilave olan kız arkadaşına söz ederken aynı masadaki pek konuşma fırsatı bulamayan muhtemelen yeni ve efendiden erkek arkadaşın haline, benim sırtım dönük olduğu için diğer masalardan aldığım yüz ifadelerinden yola çıkarak anlıyorum ki hep birlikte acıyoruz. Abinin üçüncü akşam olarak üstelik; bahse konu çok övülen üç katlı mekânda bu akşam da paraları saçılacak çünkü.

Hımmmmmm... Acaba boşanılacak eski eş de mi oraya takılıyor ya da ona haber uçurulacak bir yer mi?


Ve yağmur duruyor. Ödememi yapıp çıkıyorum. İlk ve yağmur nedeniyle vazgeçtiğim hedefime doğru yol alıyorum. Ve masamdayım. Elbette Trileçe... Ve limonlu da bir soda. Sakinlik diz boyu. Kitapta yok olmak için her şey var. Ben de yok oluyorum. Enteresan olan şu ki bu kitaba kadar kimsenin dikkatini çekmeyen bir yazarmış Anna Burns ve bu kitapla başta Man Booker olmak üzere, Orwell Politik Kurgu Ödülü'nü ve de Ulusal Kitap Eleştirmenleri En İyi Roman Ödülü'nü almış ki an itibariyle verdiği okuma tadıyla da gönlümün sultanı kendisi. Elbette çevirmen Duygu Akın'ın hakkını teslim ederek... Epeyi ve hoş vakit geçiriyoruz ve az önce arka masamızda oturan ve boşanma evresinde olan abla gibi gecelere akmasak da bizim de akabileceğimiz yerler var diyerek şimdi de İskele Kafe'ye doğru yol alıyoruz.


Ve varıyoruz. Profesyonel fotoğraf makinesini almamış olmanın pişmanlığı ile... Deniz tarafında pırıltılı bir mavi hakimken kara tarafında enfes bir gri. Küçüğüm iş başında; enfes kareler çıkarıyor. Bulutlar resmen şov yapıyor. Sabahki kimsesizliğin yeri doldurulmuş. Kenar bir masa bulamazsam endişesi taa uzaktan sarıyor beni. Kenar masa bulamazsam fikrim dönmek. Evet, hemen girişte ana karaya bakan kısımda bir masa boş. Çok arzuladığım bir yer olmasa da olur derken geçen haftaki masanın boş olduğunu farkediyorum ve uçar adım giderken de bayıldığım limonatayı sipariş ediyorum geçiştiğimiz genç garsona. Polis botu o sırada kürek çekmekte olan kanoya yanaşıyor. Açıkta Sahil Güvenlik tur atıyor. Bu kez nedeni ilgimi çekmiyor ama yağmur kokusunu içime çekiyor ve kitabın dünyasına dalıyorum.


Gerisi iyilik güzellik...



24 Haziran 2022 Cuma

Sen Sus Gözlerin Konuşsun*

Biz Buraneros'la aynı yaştayız. Aslında yazıya döktüğü ve dökmediği tüm anları birlikte yaşıyoruz. Elbette sadece birer gözlemciyiz ama duygusuz hiç değiliz. Ve sırdaşız! Ağzımız çok sıkıdır. Bugüne kadar tek bir ânını bile açık etmedik. Ne ser verdik ne de sır.

İyi ki onunlayız der başka bir şey demeyiz. Çok keyifli, her seferinde dibi sıyrılan, bu dünyadan ancak bu kadar bal alınabilirdi dediğimiz, pırıl pırıl bir hayat bizimki: Güzel insanlar tanıyıp, çok şahane coğrafyalarda ve mekânlarda olağanüstü keyifler, heyecanlar içinde onunla birlikte büyüdüğümüz, bazen korktuğumuz ama çoğunlukla mutlu olup eğlendiğimiz, bol macera içeren aksiyonlu bir hayat.

Ahhh kadınlar ama!

O'nun kadınları...

Hiçbirini diğerinden daha önde tutmadık, çok sevdik. Elbette merak edip kalbe de çok kere sorduk, sonuçta yıllardır aynı bedendeyiz ve iyi arkadaşız. Ancak ne ser verdi ne de sır. O duyguları anlamında bir sır vermedi ama biz hep gördük. Bir andan, içinde bizim olduğumuz, bizi kasteden ve fazlasıyla mutlu eden bir andan söz etmek isteriz ki çok içten bir dışa vurumdu. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu gelmişti. Çok tatlı ve çok güzeldi. Ondan alamıyorduk kendimizi ki gözleri ile hemen ama hemen arkadaş olmuştuk... O da bizden alamamış olmalı ki şöyle bir ifade kullanmıştı sözlerinin en başında: "Merhaba güzel bakan adam."

Ama şu cümlelere tanık olduğumuz an ve Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın işte! Kısa süreye sığmış, heyecanı yüksek ama bir romana sığacak kadar uzun, farklı iki şehirde geçen kısa ve dopdolu bir zamandı. Henüz buluşmadan, sadece kelimeler üzerinden kurulmuş iletişimle gelişen ve bu kadar aşk kokan o cümleler kaç göze nasip olabilir ki şu ölümlü dünyada: "... yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden. Ama sen uyurken, ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca. Masumane ve erotizmden eser yok şimdi. Cinsiyetlerimiz yok. Beyninle sevişiyorum. Kalbi temiz, hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hâlâ aşkla donanan güzel erkek... Seni bir lütuf olarak hissediyorum bana."


Tabii ki bu yazı fikri oluştuğunda birlikte görüp, hissedip yaşadığımız bu anların duygusunu tartıp biçtik. Elbette bu iki örnekle sınırlı değildi onca yıl. Aslında konumuz da bunlar değildi ki bunlardan girersek güncel konuya, asla çıkamayız. Ondan, son günlerdeki dışarıdan bakınca son derece aktif, kıskanılası ama bize göre duygusal anlamda durgun, biraz da şaşkın hallerden söz etmekti fikrimiz. Farkındayız ki O da bu hallerden söz etmek istiyor. Klavyeye gidiyor çoğu zaman parmakları ama iki lafı bir araya getiremiyor beyin ve geri çekiliyor hemen parmaklar. Aslında biz de tereddütler içindeyiz. Belki bir süre sonra ne gerek vardı bunlara diye düşüneceğiz ki çoğunlukla bu kadar içerden yazdığı yazıların ardından bu hissi O da alır ve bu kısa süreçleri hep birlikte yaşarız. Bazen vazgeçer ama çoğu zaman kalsın, alışırım der. İşte biz de şu an tam olarak bu ikilemler içindeyiz. Oysa sadece bir gün, daha çok da O'nun gözleri olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros'un son günlerdeki hissiyatıydı yazıya dökmek istediğimiz. Evet geçirdiğimiz günlerin diğer günlerden bir farkı yok, hepsi çok güzel görünüşte ve dışarıdan bakan gözler için dolu dolu. Ama! Evet ama... içeriden bakınca sanki bazı baharatlar eksik ve görüntüde muhteşem anlar bir boşluk içeriyorlar ve sanki koflar.


Yukarıdaki satırlar konusunda aramızda bir ihtilaf yaşamadık değil. Bizim için sorun değildi de O'nun için sorun olabilirdi. Sonra kısa bir değerlendirme yaptık; özellikle alıntıladığımız iki karakterin cümleleri üzerine ve dedik ki zaten bunları daha önce yazdı. İnanın o girişi yapmasak bu yazı dondurucuda kalacaktı çünkü yazıya başladığımızdan bugüne çok gün geçti. Bu aralar onunla aynı bedende olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros şaşkın. Çok aktif ama bir şey eksik. Tam pandemi ile birlikte yaşamaya alışmış ve onunla bir düzen oluşturmuşken kendini şıp diye içinde bulduğu bu yeni normale adapte olmakta güçlük çekiyor sanırız. Geçtiğimiz pazar günü mesela bir sokak arasında keşfettiği, enfes pideler yapan, tahminimizce üzerine yazacağı mekânın verandasında oturup bayıldığı, yukarıdaki enfes, peynirli yumurtalı Sürmene pidesini götürdü. Çok da keyif aldı; hem atmosferden hem de pideden. O hazırlanana kadar elindeki kitabın keyfini çıkardı. Oradan Lozan Caddesi'ne yürüdü. Fikrinde Lozan Park'da oturup çay içmek, kitabın satırlarında yok olmak vardı. Parka girdi çaydan vazgeçti ve bir tur atıp Atatürk ile İsmet İnönü'nün fotoğraflarını çekti. Gölge banklar kapılmamış olsa oturup kitap okuyacağı kesindi. Sonra en çok kitap okuduğu pastaneye doğru yürümeye başladı. Caddeyle lafladı, sabahın sessiz fotoğraflarını çekti. Ve en çok kitap okuduğu pastaneye vardı.


Mekân cıvıl cıvıldı. Yaz bahçesini de kullanıma açmışlardı ki orayı ilk kez fark etti ve sevdi. Kalabalığına bulaşmak istemedi ve her zamanki masalarından birine oturdu. Kısa süre içinde de trileçesi ve çayı, bir süre önce bu pastanede çalışmaya başlayan çok da konuşkan genç kadın tarafından masasına getirildi. Onun başından beri devam eden hocam hitabına gülümseyerek sordu: "Siz benim hoca olduğumu mu düşünüyorsunuz?" Biraz evetti yanıt. Biraz da dil alışkanlığı ama daha çok ikircikli soruyu algılayan parlak bir zekânın açığa düşmeme çabası ile verilen yanıtındaki bir uyanıklıktı... Karşılıklı gülümsediler. Kitaba yumuldu çünkü yazarın dilini çok sevdi. İrlandaları zaten seviyor ve İrlanda Kurtuluş Ordusu ile de gençlikte hep ilgiliydi. Tüm bunların üstüne çıkansa yazarın esprili ve son derece akıcı üslubu! Ve çevirmene bayılmış durumda. Bunun, enn sevdiği kadına kitaptan söz ederken altını kalın kalın çizecekti bir kaç gün sonra.


Kitaba konsantre olunca kendi normaline döndü, bunu trileçe ve çaya gömülmemesinden de anladık, çünkü tadını çıkardı. Eğer kafa başka bir yere takılı olsaydı O yediğinin farkında olmayacağı gibi trileçe çoktan bitmiş çay da tükenmiş olacaktı. Ayrıca ikinci çayı da istedi. Uzunca bir zamanın ardından ödemesini yaptı, herkese teşekkür etti ve yürümeye başladı. Bu esnada fırsat kollayan o kötücül boşluk duygusu gelip yerini aldı. Anladık ama engel olamadık...

Sahile doğru yürüyoruz. Bu arada beyinle istişare halindeyiz. O da çaresiz "Farkındayım ve elimden geleni yapıyorum," diyor. Bir de tüyo veriyor ama aramızda kalsın kilidini takarak. Tıp. Ser verir sır veremeyiz. Biz anladık o boşluğu. O an duruma egemen olan boşluğu def etme uğraşı içine giriyoruz. Kalp devrede, beyin çok uyanık, sessiz ve derinden gidiyor, ince ince işliyor, negatifleri silmeye çabalıyor ve önceye dair görseller sunuyor. Kalp bununla yetinmeyip söze giriyor, yanılıyor olabilirsin diyor, O karşı çıkıyor, kalp bazı soruları geçiştirmeden yanıtlıyor ve bize dönüp "İkna olmak üzere," diyor. Sonuçta el birliği ile çok emin olmamakla birlikte başarıyoruz, ya da başardığımızı sanıyoruz... Ama beyinden tüm bu değerlendirmelerin ve çabaların sonuçlarını alan ayaklar ve bacaklar rotayı yine de çiziyorlar. Şu an iskelenin üzerindeyiz. Bir ferahlama hepimizde çünkü fotoğraf makinesini çıkardı sırt çantasından. Çok şükür korosu iş başında... Sevinçliyiz.


Fakat denizin rengi! Enfes bir turkuaz. Ölüyü ayağa kaldırır. İskele Kafe sakin. Kenar masalardan birine oturuyoruz. Tatlı bir esinti, ruhlar diri, her şey yolunda (gibi). Kitap masanın üzerinde.

"Bir limonata lütfen."

İlk yudum. Gözleri parlıyor. Çünkü gerçek ve mükemmel bir limonata. Serinlik kıvamında. Her şey yolunda...

Ama!

Bir boşluk var mı?

Bunu istişare ediyoruz. Kısmen yokuş aşağı giden bir şey var. Bunda hemfikiriz. Bu sessizlik?! Etrafın gürültü patırtısı, hayat, çalan müzik, denizin sesi, kitabın satırları, limonatanın çocuklaştıran tadı ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar o engeli aşamıyorlar ve ruhun burnunu gökyüzüne doğru kaldırıp, uçuramıyorlar O'nu. Bir şey eksik, işin kötüsü onun ne olduğunun hepimiz farkındayız. Bu bir üzüntü kaynağı değil üstelik. Her koşulda yeni yepyeni bir yol çizecek donamıma ve tecrübeye sahibiz. Biribirimizi çok iyi tanıyoruz ve doğumdan ölüme kadar birlikteyiz. O halde limonatamızın, manzaranın ve kitabın tadını çıkaralım...

Akacak kanı da kendi haline bırakalım...

Çünkü biz yeniden doğarız ölümlerde...




*




11 Haziran 2022 Cumartesi

Başkana İki Ölü Balık Gönderen

Geçen hafta cuma akşamı Palmiye Kafe'de çay-kitap yaparken birden gaza geliyorum. Engiz'e gitmeyi, kahvaltı niyetine Merkez Lokantası'nda alemin en güzel kelle paça çorbasını sirkeli sarımsaklı, pul biberli tam tekmil götürmeyi hayal ediyorum. Ön izleme mükemmel; bir an kendimi orada ve sahnenin içinde buluyorum. Derenin kenarındaki kahvede ve de çınar ağaçlarının en kadiminin gölgesinde serin serin kitap okuyor, o sırada girerken sipariş verdiğim sade kahve yanında bir bardak su ile masama geliyor.


Elbette bununla sınırlı kalmıyor olan biten. Öğleden sonra, diyelim ikindiye az varken kadim çınarın altından kalkıyor, ağır adımlarla şirin kafe restorana doğru yürüyor ve masama gelen tatlı genç kıza bir yoğurtlu Adana kebap lütfen, diyor, yoldan yüksek verandanın en kenar masasında akan trafiğe göz atarken, kola ile götürüyorum kebabı...

Elbette tatlı gerek. Bundan iki yıl önce, pandemi zirvelerdeyken her şeyin makinede ve 60 derecede yıkandığını vurgulayan mini tabelası ile bizi bizden alan, iki tatlı, cıvıl cıvıl genç kızın garson olduğu, bir genç adamın çok zevkli bir noktadaki yol kenarı sevimli mekânı Engiz Balkaymak'a varıyorum bu kez. Limonlu, çilekli, cevizli, parça çikolatalı ve sade olmak üzere beş cins dondurma seçiyor, minik masalarından yola en yakın olana geçiyor, usulca ve günü batırırken dondurma kâsemi bekliyorum.


Cumartesi tüm bunları hayata geçirmek üzere çıkıyorum yola. Önce trenle o yöne gidecek minibüslerin olduğu garaja gitmem gerek... İstasyona yanaşırken sıcak ve minibüs, fikrime geri adım attırmaya çalışıyorlar.

Fikrimse direniyor.

Ben kendimi çınarın altında kitabımla görüyorum. Adımlarım kararlı. İstasyona çok az kaldı.

Fakat nem?!


Çelişkiler içindeyken ve istasyonun turnikelerine varmışken son anda fikrim planı değiştiriyor. Çıkardıklarının yerine en çok gittiğim kafeyi yerleştiriyor ve bu kez bulvarın gidiş yönüme doğru sağ tarafını tercih edip, sıklıkla karşılacağım trenleri sol yanıma alarak gezinti adımları ile yürümeye başlıyorum. Az gidip uz gidip Ömürevleri kavşağına varıyorum. Fikrim yine müdahil ve ben bir ikilemdeyim. Sola dönüp ışıkları geçsem en çok kitap okuduğum pastane...


Sağa dönüyorum.


"Bir San Sebastian lütfen,"

"Bir de limonata lütfen."



*

Başkana İki Ölü Balık Gönderen Adam, öyküleri ile beni benden alıyor. Aslında ilk bir kaç öyküde kısmen topallıyorum ki bu bazen olur. Louis de Berniéres daha önce okumadığım bir yazar ama Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni film olarak izledim. Dolayısı ile film yönetmenin imgelem dünyasından çıkmış bir görsel, elimdeki kitaba şıp diye adapte olabilmem için bir katalizör değil. Neyse uzatmim bir iki öykü sonra yazarın üslubuyla benim bünye senkronize oluyor ve ötesi lay lay lom.

Ama iki öykü var ki onlar için bile bu kitap alınır, diyorum.


Bunlardan ilki Emanet, diğeri ise Andouil ve Andouillette Tatile Çıkıyor.

Kitap fena sarmış durumda, bir nefes için kafamı kaldırıyorum o ara ki masamda Trileçe var; az önce çay içmişim, onların yanında poğaça yemişim, bir de limonlu soda söylemişim ve hiç farkında değilken gün pazar olmuş ve ben kitaba Afiyet Pastanesi'nde devam etmekteymişim.

Elbetteki şaşkınım; ne hayal ederken nerelere uğramış ve nereye varmışım. Allahtan kendime gelmem kısa sürüyor ve bunun babannemin hikâyelerindeki cinin işi olduğunu düşünüp şaşırmıyor ve olan biteni normal buluyorum.

İşte tam o sırada Prudente De Moraes'in Boş Gecesi adlı öyküye başlıyorum.

Kaptı beni ki bir kaç sayfa sonra içindeyim; ne yaman bir abla, zımba gibi, rabbim sahibine bağışlasın falan derken tam anlamıyla ters köşe bir final. Berniéres şahsına dönüp ne fırlamasın sen, diyesim geliyor da dilim yaşına hürmeten frene basıp salmıyor cümleyi dışarı.

Dilim cümleyi salmıyor ama ben bir zaman sıçramasıyla kendimi sahilde yürürken ve akabinde de bir dondurmacının balkonunda buluyorum.

Bulmasına buluyorum da durum çok ürkütücü!


Gün cumartesiydi, Engiz'de iki tatlı genç kızın garson olduğu, bir genç adamın yol kenarı sevimli mekânında beş cins dondurma seçip verdiğim sipariş şimdi, şu an, pazar günü aynı saatlerde şaşılası bir şekilde mahallemdeki dondurmacının masasının üzerinde...


*2 yıl önce..

31 Mayıs 2022 Salı

Fikrimin Gonca Gülü

Öncesi...

Pazartesi sabahına gün yeni yeni ışırken uyanıyorum. Normalde çok heyecanlı olmam gerekirken gayet soğukkanlıyım. Sabah ezanının sesi hakkını veremeyen metalik bir tonda geliyor hoparlörden, oysa ne kadar severim sessizliğin içinde yankılanırken beni ele geçirmesini.

Sabahlarımdan birine yolculanıyorum, ruhum mevcudu bırakıp unutulmaz o anla kucaklaşıyor ve akıyor kelimelerim: Kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor. Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Unutulmaz bir başka ânı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü.

Gözlerim dün akşamdan hazırladığım paketlere uzuyor sonra. Sekizde yola çıkmayı planlamıştık. Oysa saat 04:00 civarı. Kitap okumayı deniyorum, olmuyor. Oyun oynamak zamanı hızlandırıyor. Hava durumu sıcak müjdeliyor. Gömleğime karar veriyorum. Her ihtimale karşı ince bir kazak alıyor, yağmurluğumu da hazır ediyorum.

Saat 08:00. Asansördeyim, bahçeye geçiyorum. Sabahın ışığı güllere vuruyor. Renk muhteşem. İki lafın belini kırıyoruz. Bir heyecan var; daha çok bilinmezliklerin merakı. Zihnim ön izlemeler yaptırıyor. Unuttuğum bir şey için eve dönüyorum, asansörün önündeyken kardeş dairesinden çıkıyor. Hemen geliyorum, diyor ve bahçede sandalyenin üzerindeki paketlerimi arabaya götürmesini istiyorum.

Elimde bir rota var, onu bilgilendirdim ve yoldayız.


Çok keyifli bir sabah, radyoda müzik seçimi şahane. Sohbetli sohbetli akıyoruz... Henüz çok uzaktayız, şu karşı yamaçlar olabilir, diyorum, epey yol aldıktan sonra. Onun telefonu sürekli çalıyor. Malum iş saatleri... Henüz köyün adı tabelalarda gözükmüyor. Bazı mirengi noktalarımız var, onlardan ilkine ulaşıyoruz ve ırmak boyunca devam ediyoruz. Hah işte yol ikiye ayrılıyor ve işaret yok. Ama tecrübe var; ufak bir tarama, zihinde bilgileri işleme ve karar: Soldan devam.

Artık solumuzda ırmak ve demir yolu, köyün adının olduğu ilk tabelaya ulaşıyoruz. Sonrası bazen bulmaca çözmek durumunda kalsak da çorap söküğü. Artık göğe doğru yükselmeye başladık. Enfes manzaralar baş döndürücü. Issız doğada sanki gezegen değiştirmişiz gibi bir tat. Dünyadan koptuğumuz kesin. Tırmandıkça okulun yön tabelalarıyla karşılaşıyoruz. Okulun öğretmenlerinin eseri olduğunu öğreneceğimiz Öğretmenler Ormanı'nın yanından kıvrılıyoruz. Kovanlar ne şanslı diye geçiyor akıldan ki muhteşem bir zirvedeler. Okula varıyoruz ama o da ne?! Pencereler yok, duvarların bir kısmı yok, kalorifer petekleri görünüyor.

Yolda durup tepeden bakıyoruz; bahçesi ve etkinlik izleri bizi bizden alıyor; o kadar şirin bir görüntü ki anlatılabilir gibi değil. Buram buram sevgi, gönüllülük ve özveri kokuyor. Elbette bizde de müthiş bir hayal kırıklığı. Taşınmış belli... ama nereye?


İlerlerken ve sormak için insan ararken, sokaklardan birinde camiyi ve muhtarlık tabelasını fark ediyorum. Köyde sanki hiç insan yok. Dik yamacı iniyorken sessizlik dışında ortalıkta kimseler yok. O ara biraz aşağıda bir abla görüyor, sesleniyorum. Okulu soruyorum, o da başka bir eve sesleniyor ve bir abla kafasını uzatıyor pencereden ve durum netleşiyor: Çocuklar artık köye uzak yeni bir lise binasında okullarına tahsis edilmiş kısımdalar.


Bu azmimizi kırmıyor elbette, dönüyoruz, yolda kamyoncuyu durdurup soruyoruz; bilmiyor. Navigasyona başvuruyoruz ve onun gösterdiği yöne sapıyoruz, o ara bir aracı işaret edip durduruyor ve tekrar soruyoruz ama bulunduğumuz yol da Demirci Köyü'ne gitmekteymiş. Dönüyoruz geri, şimdi hedef 15 Temmuz Halis Demir İmam Hatip Lisesi. Navigasyon desteğiyle giderken, yine de sorma ihtiyacı hissediyor, kesin bilirler dediğimiz insanların da bilmediğine tanık oluyor ve kendi yolumuzu navigasyon desteği ile bulmaya karar veriyoruz.


Çocuklarla köyde buluşamamış olmak, orada zaman geçirememek, manzaralarını doya doya soluyamamış olmak eksiltiyor bizi elbette. Olsun, ama yine de bir kazanımımız var; hikâyesi sanıldığından daha derin bir köyde olduğumuzun farkındayız. Tüm bu hayal eksikliklerimize rağmen bıraktığı tat, sabahın ıssızlığından bulaşan his, her yolun yokuş hali, sessiz evleri ve tüm bu ıssızlığın içinde önce hoparlöründen ulaşan "Fırınınız ayağınıza geldi," anonslarını duyduğum ve şimdi de yanımdan geçen araç, aralıklı anonsların diğer dağlara dokunup da geri dönen yankısı bile çok şeye bedel...


Liseye gittikçe yaklaşıyoruz. Artık sık kullandığımız bir noktadayız ve hayatımızın çoğunun geçtiği sanayi siteleri daha yakınımızda. Ana yolun üst tarafındaki yeni bina dikkatimi çekiyor. Oraya yönleniyoruz ve evet, 15 Temmuz Halis Demir İmam Hatip Lisesi'ndeyiz.

Kardeş arabada kalıyor, ben okula sızıyorum. Danışmada kimse yok ama telefonla meşgul kişi belli ki okuldan. Çocuklar hocam diye seslenince, soruyorum:

"Hocam Demirci İlkokulu buraya taşınmış?"

"Şu karşı kapıdan geçin orası."

Kapıdan geçince öğretmen olduklarını düşündüğüm iki hanımefendiye Tuğba öğretmeni soruyorum, olmadığını söylüyorlar ki içime doğmuştu taa en başında! Müdür Beyi soruyorum. Sondaki bir odayı işaretle beni oraya yönlendiriyorlar. Kapıyı tıklatıp giriyorum. İçeride biri hanımefendi, iki beyefendi üç kişi var; müdür beyi saptıyorum, onayı alınca "Alpay Bey?" diyerek adı doğruluyorum ve neden burada olduğumu kısaca anlatıyorum. Genç bir beyefendi ki benim çok iyi tanıdığım meslektaşlarımla akrabalık ilişkisi olduğunu öğreniyorum daha sonra.

Alpay Bey'e adını nasıl öğrendiğimi, keşif günümü kısaca anlatıyor, arkadaşının sır tutmuş olmasına sevindiğimin de altını çiziyorum. O, Tuğba öğretmeni arıyor, çünkü ana okulları taşınamadığı için köyde olduklarını söyledi az önce, ben de az önce oradaydık oysa, diyorum. Gelebilir misin? diye soruyor. Ben konuşabilir miyim diyorum ve telefonu bana uzatıyor. Tuğba öğretmene neden burada olduğumu anlatıyorum ve elimdekilerden söz edip buraya bırakacağımı söylüyorum. O kesinlikle sizi tanımak istiyorum, diyor.

Alpay Bey, hani zıpkın gibi derler ya, tam anlamıyla çözüm odaklı bir insan. Kendimi bir anda Müdür Yardımcısı İsmail Perçin Bey'in aracında, köye ulaşacak, neredeyse 15 kilometre gidiş 15 kilometre dönüş yolunda buluyorum. Öncesinde dışarıda bekleyen kardeşe durumu bildiriyorum, o istasyona buradan nasıl gideceksin diyor, hallederim diyorum ki Okul Müdürü Alpay Ergun olaya müdahil; biz bırakırız diyor, bununla yetinmiyor kardeşi de yeniden köye davet ediyor. O iş vakti olduğunu belirterek çok teşekkür ediyor.

Çok keyifli sohbet eşliğinde eşsiz manzaraları birbir geçerek yeniden köydeyiz...



Devam yazısı Ya Altı Üstü Bir Resim Deyip Geçseydim, için buradan lütfen.

29 Mayıs 2022 Pazar

Plan Tıkır Tıkır İşliyor

Öncesi...


Bununla sınırlı kalmayacağım elbette, bir keşif kolu gibi arayıp okulu da bulacağım.

Ama sadece bulacağım!

Sonra da bunun keyfini çıkaracağım.


Ve pazartesi günü, gelecek kitaplarda bir gecikme olursa da salı günü tüm kitaplarla okulun yolunu tutacağım.


Cümlelerimin olduğu ve perşembe sabah yayınladığım önceki yazımdan bir süre sonra cuma günü paketin kargoya verildiği bilgisi ulaştırılıyor bana. Sevincim zıplıyor çünkü bir aksilik olmazsa eyleme pazartesi günü geçme olasılığım çok yüksek. Zaten bünyede var olan heyecan istim alıyor. Gün cumartesiye evrilecek... ve zihnim tıkır çalışıyor... ve önüme yeni bir plan koyuyor. Bu plana göre, ilk görev bir gün öne çekilecek, dolayısıyla  hedef bölgede keşif yapılacak, okul bulunacak ve kargodan geleceklere göre bir ya da iki kitap daha ilave edilecek.

Kahvaltı için ekmek ve bir iki şey daha almak üzere çıkıyorum evden, an itibariyle kargonun şehire vardığı haberi cepte. Kavşaklardaki akıllı trafik ışıklarına geçiş çerçevesinde çalışmalar var ancak gün itibariyle ışıkların görevini yapacak trafikçiler ortada yok. İnsanlar bekliyor. Namı yürüsün ülkemizin sürücülerinin hiçbirinin umurunda değil yaya geçidi. İş başa düşmüş durumda; elim dur işareti ile havadayken adımlarımı yavaşça atıyor ve başarıyorum. İkinci kademede de aynı işlem, halkımla birlikte geçiyoruz karşıya.

Bir an kahvaltıyla uğraşmaktansa Sembol'de börek yesem fikri dürtse de beni, evde kendim hazırlasam daha cazip geliyor ve evdeyim. Telefonda bir mesaj. Kargo dağıtıma çıkmış, teslim için gerekli kodum gönderilmiş. Yumurtam da pişmiş... Şık bir tabak hazırlıyorum. Karşıma denizi alarak keyfini çıkarıyorum. Bitiriyorum ki telefon çalıyor. Evin arka sokağından kargocu arıyor, denize doğru ilerle, köşe bina diyorum. O sıra pencereden izliyorum. Durdu, indi, bahçe kapısındaki yazıyı okudu ve korktu: çünkü telefona uzandı. Yok, diyorum kendisi.

Ekranda bina kapısına vardığını gördüm, otamatiğe bastım, asansör ve paketim.

Kodu veriyor, teşekkür ediyor ve iyi günler diliyorum.


Açıyorum paketi, kontrol ediyorum. Her şey yolunda. Hazırlanıyorum.

Bir kitap daha almak istiyorum öğretmen için ama önce şehrin öte ucuna gidip, ikinci kontrolde gördüğüm, ulaşım açısından daha kolay adrese varıp okul keşfi yapacağım ve ardından Piazza AVM'ye yürüyüp kafamdaki ve epey zaman önce çok severek okumuş olduğum kitabı ilave olarak alacağım.

Trendeyim, keyfim yerinde heyecanım ayakta. Varıyorum Belediye Evleri İstasyonuna ve üst geçidin yürüyen merdivenlerindeyim. Zirveye vardığımda önümdeki manzara muhteşem, hemen solumdaki, içinde şahane bir amfi tiyatro da olan koskocaman ve yemyeşil park insan kaynıyor. 18 Haziran'da Bir Delinin Hatıra Defteri ile Erdal Beşikçioğlu'nun sahne alacağını duyuran afişler her yerde. Birebir aynısı olan ve içinde bir de Atatürk Müzesi barındıran Bandırma Vapuru ve uzağındaki barınak aynı karedeyken ve üst geçitteyken bu manzara hapsolmalı diyor fikrim bana ve basıyorum küçük makinemin deklanşörüne lakin an itibariyle büyük makineyi almamış oluşumun pişmanlığını da yaşıyorum.


Bu üst geçidi ilk kez kullanıyorum, güneş ışıklarının yerde ve kenar camlarda yuvarlaklar çizen yanısmaları ile enfes bir görüntü var, elbette fotoğraflık ama önümde yürüyen de iki tane jean giymiş hanımefendi var; onların olmadığı bir görüntü çekebilmem mümkün değil!

Yürüyen merdivenden indikten sonra iki trafik ışığı daha geçerek karşıya ulaşıyorum. Bilir diye bir bakkala okulu soruyorum. Hiç duymamış. Sonra okulun belediyenin arkasında olduğunu gösteren haritadan hareketle oraya ulaşacak yola geçiyorum ki trafiğe kapatılmış bir gezinti yolu.

Kendimi başka bir şehirde gibi hissediyorum ve bu durumu oyuna çeviriyorum; ve bu yabancılaşma hali ile dolaşmak pek hoşuma gidiyor.

O ara, bu abi bilir, diye nalbur dükkânının kapısına yanaşıyor ve soruyorum. Hiç duymamış, seyyar köfteci de bilmezse kimse bilmez duygusu ile bu kez ona yanaşıyorum ki tık yok. Lise binasının önünde iki genç var, bir ihtimal ilkokulu okumuş olabilirler diyerek yanaşıyorum ama okul hakkında benim daha çok bilgim olmakla birlikte en azından sanal bir temasım da var. Ana cadde için sola döndüğüm ve minik sokaktan bir başka caddeye indiğim anda solda daha önce hiç rastlamadığım bir kargonun tabelasını görüyorum ve mesleğinden hareketle bilmeyeceği hiçbir yer olmayacağını düşünüyorum. Kapıdan içeri süzüldüğümde aynı zamanda, fax, bilgisayar yazıcıları gibi cihazlar da görüyorum ve bir tamirci de olduğu kanaatine varıyorum ve doğrudan okulu soruyorum. Biliyor, neden aradığımı anlatıyorum. O da aynı sergi için davetiye aldığını ama gidemediğini söylüyor. Abinin köyün adını söylemesiyle ilk bulduğum adreste olduğu netleşiyor ki buna zıplıyorum çünkü hikâye az sonra edineceklerimle kocamanlaşacak!

Abi okul müdürü ile arkadaş, adını söylüyor, hatta telefonla arayıp konum bilgisi attırabileceğini belirtiyor ki buna gerek görmüyorum. Ayrıca konudan bahsetmemesini rica ediyorum fakat bunu yapmamış olacağından an itibariyle emin değilim.

Minibüs çalışıp çalışmadığını soruyorum. Var ama saatleri belirsiz, arabayla gidin diyor, ve o arada manzaranın muhteşemliğinden söz ediyor ki bu beni şaşırtmıyor. Bugün okul kapalı, diye de ekliyor. Biliyorum, ben sadece yeri netleştirmek istiyordumun altını çiziyor ve teşekkür ediyorum.

Yeniden gezinti caddesindeyim, o sırada minicik ama sevimli kafenin vitrininde kesmeleri görüyorum ve otomatiğe bağlanıp kapısından süzülüyorum. "Kesmeleri taaa uzaktan gördüm ve buradayım," diyorum. Gülümsüyor genç adam, bir tane istiyorum ve yürürken yiyeceğim diyorum. Hoş ve minik bir kesekağıdı ile artık elimde kesmem. Onlarca yılımı geçirdiğim sanayi sitelerinin önünden yürüyerek ama girmeyerek Piazza AVM'ye varıyorum. Doğrudan en üst kata çıkıyor ve Penguen Kitapevi'nden içeri süzülüyorum. Kitap raflarını tarıyor ve aradığım kitabı buluyorum. Şimdi kasadayım, ödememi yaparken, genç adam terası işaret ederek "İstediğiniz zaman gelip kitaplarınızı terasımızda okuyabilirsiniz," diyor. Geçen hafta film için geldiğimi, sinema çıkışı uğradığımı, yanımdaki kitabımı okurken kahvemi içtiğimi ve Americano'yu çok başarılı bulup beğendiğimi söylüyorum.

Hoşuna gidiyor, teşekkür ediyor.

Her şey yolunda olduğuna, son kitapla birlikte şans şu ana kadar yaver gittiğine göre kendimi şımartabilirim: Geçen hafta yemeğini çok beğendiğim Migros'un kafeteryasına iniyorum. Enfes görünen, içinde yerken anlayacağım üzere enfes bir ıspanak, havuç, patates ve küp kesilmiş tavuk parçaları barındıran besamel soslu, hafifçe baharatlanmış kare dilim güzelliğin, elbette ilave ettirdiğim suyuna da banarak tadını çıkarıyorum. Sonra yeniden tren, bizim istasyon, sevdiğim ama taşınacağını öğrendiğim kadim kırtasiyeciye uğrayıp ambalaj için ağzı yapışkanlı büyükçe iki şık zarf alıyorum ve Sembol'deyim.

"Bir kadayıf lütfen."

"Bir de çay lütfen..."



Devam Yazısı Gönlümün Gonca Gülü, için buradan lütfen...

26 Mayıs 2022 Perşembe

Çok Garip...

İlköğretim okulu şehrin "varoşlarından"... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!*


Cümlelerini yazdığım andan beri heyecanım 1 gram aşağı düşmüyor. Bir süre haritalardan okulun yerini tespit etmeye çalıştım.

İlk edindiğim adrese göre çok ilginç bir noktada...

Bu bana çok heyecan verici bir öykü hissi yaşatıyor.

Hikâye içinde bir başka hikâye.

Sonra o adresinin yanlış olacağı ihtimali ile karşılaşıyorum ve bu kez başka bir nokta veriyor harita bana...

Bu ulaşım açısından çok daha elverişli.

Bir öyküsü var!

Bu kez orada olacağım anların hayallerini kuruyorum; bir tür ön izleme ve çok keyifli.

Gecenin neredeyse bu sabaha ulaşacak bir vaktinde öğretmen için, resimi yapan öğrenci için ve 500 kitaplı bir kütüphaneleri olduğu bilgisine ulaştığım okul için seçtiğim kitap siparişlerimi veriyorum.

Az önce de faturasının kesildiği, paketlendikleri bilgisi ulaştırılıyor.

Bu arada iki kitapçımda da bulamadığım, öğrenci için düşündüğüm ikinci bir kitap daha var. Onları şehirdeki kitapçılarda bulabileceğimi umuyorum.

Yarın için planım, öğretmen için bir kitap daha ve öğrenci için bulamadığım kitabı bulup almak.

Bununla sınırlı kalmayacağım elbette, bir keşif kolu gibi arayıp okulu da bulacağım.

Ama sadece bulacağım!

Sonra da bunun keyfini çıkaracağım.


Ve pazartesi günü, gelecek kitaplarda bir gecikme olursa da salı günü tüm kitaplarla okulun yolunu tutacağım.

Kısacası o günden beri işe güce, keyfe, onca gezip tozmaya rağmen her ânımı kaplayan sıcacık heyecanım bu! Okuduğum kısacık kitaba gözlerim bakarken aklımın giremediğini ve bitiremediğimi, üstelik akşam sevdiğim kafede kendimi fazlaca şımartmış olmama rağmen bir türlü konsantre olamadığım için aynı yerleri geri dönüp okuduğumu ama aslında maval okduğumu söylersem de hiç abartmış olmam.

Oysa okuduğum kitap keyifli, mizahı ince, sayfası az; Sevgili Leylak Dalı'nın blogunda rastladığım, ancak o an başka bir kitabını, Yabancı Kadın'ı okuduğumu hatırlamadığım yazar Sergey Dovlatov'un... Üstelik Sovyet Rusya hallerini anlattığı hoş bir öykü kitabı, Bavul.

Velhasıl, normal hayatıma devam ettiğim her ânımda dünyadan kopuk başka bir zaman dilimine ait paralel ama şahane bir heyecan yaşamaktayım ve buna fena halde şaşırmaktayım. Aslı son derece soğukkanlı bir insan olarak üstelik... Tarifsizim!

Garip... Çok garip!

Ama çok keyifli...



*Vortex Kitap Falan Filan Ve Kahve, adlı yazıdan.

Devam yazısı Plan Tıkır Tıkır İşliyor içinse buradan lütfen...

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Kendi Şiirini Aşkla Yazan Bir Gün

Enfes bir güneş perde aralığından sızıyor. İlkbahar yaza doğru yolculuk halindeyken camı tıklatıyor. Duyarsız kalamayacağım mükemmellikte bir sızma bu. Sadece vurduğu nokta itibariyle değil, kalın perdelerimin ardına döktüğü dizelerle de beni çağırıyor.

Kalkıp perdeleri öteliyorum.

Bana bıraktığı bir kaç cümleyi alıyor, balkondaki dizilişlerin bir işaret olduğunu çakıyor ve hazırlanmaya başlıyorum.

Gerçek bir fotoğraf makinesi, bir şiir kitabı, bir de ince trikoyu ekliyorum sırt çantama. Binanın dış kapısından çıktığım gün, enfes bir Cumartesi. Pırıl pırıl bir dünya ve bahçenin yeşili üzerinde şen şakrak sığırcıklar. Kahvaltı sofrasında âlâ bir menü, kulak kesilmek zorunda bırakıldığım, imrendirici bir sohbet. Huzur bozamaz adımlarla bahçe kapısını usulca açıyor, ağır adımlarla, baharın tadını çıkara çıkara kıyıyı yürüyorum.


Sığırcık sofrasına elbette davet edildim, ancak ben dizelerin esiriydim, ve buna bağlı bir söz vermiştim! Elbette sofralarına teşekkür edip, afiyetler diledim. O hayali gerçekleştirme adımlarıyla ve heyecanla yürürken meydandaki festivale göz atıyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyor, denizin derinliklerine götürecek yolu usul dalgaların keyifli oynaşlarına gülümseyerek; martıların, havadaki uçakların, mavi tulumları içindeki gencecik havacıların ve biraz sonra okuyacağım dizelerin ufak adımlarıyla ve heyecanıyla İskele Kafe'ye ulaşıyorum.


Konuğum çok etkileyici. Kısa bir sohbet sonrasında geldiği uzun yol nedeniyle onu istirahate bırakmış, kelimelerimin uyumsuz gürültülerden azade olacağı, sadece rüzgârın ve denizin notalarından oluşmuş müziğin duyulacağı bir noktada onun kelimelerini duymak, o kelimelerin beni ne türden yolculuklara çıkaracağının merakıyla ve belki bencilce bir istekle bu sabahı planlamıştım. Ama o benim bu bencilliklerimi anlayacak kadar olgun, coşkulu ve sanırım bana oranla biraz daha tecrübeli ki sıcacık kelimeleri ile sadece kalbime değil, yanağıma da değiyor.

O sırada çok ama çok tatlı bir genç kız masama yanaşıyor. O kadar sıcak ve tatlı gülümsüyor ki. "Siparişiniz alındı mı?" diye soruyor. Gülümseyerek "Hayır," diyorum, sonra ekliyorum:

"Bir karışık tost lütfen,"

"Bir de çay, fincanla lütfen."



Kitabın kapağını açıyorum. İskelenin açık deniz kıyısındaki en kenar masasındayım. Kafamı sağa çevirdiğim anda uçsuz bucaksız deniz ve muhteşem satırlar dışında kimseler yok. Kitabımın içine bana atıfla yazılmış satırların rengi sanki bu an hayal edilmişçesine güzel.

Muhteşem bir el yazısı ile...

Elbette yazının tümünü kitabı ambalajından ilk çıkardığım anda okudum. Özen ve cümlelerin sıcaklığı, el yazısının zarafeti dikkatimi çekti. Ama bugünü şımartmak hakkım çerçevesinde, ortamla birlikte; hiç fark edilmemişçesine bir kaç kez daha okuyorum, altında tarih ve imza olan yazıyı.

Bunu çok görmeyin bana lütfen, bir abartı olarak da sakın almayın. Özellikle yazarken, duygularını ardına saklayan, onları içinden geldiğince, coşkusunun bir yansıması olarak ortaya dökmekten kaygı duyan biri hiç olmadım... olamadım ben. Üzgünüm...


Tostum enfesti, ikinci çayım da... Ama satırlar! Yol aldıkça zamanda sıçrıyorum. Özellikle B. şehrindeki yaş, bir karakteri saç kesimine kadar gözümün önüne getiriyor. Satırlardaki duygu, net resimler çiziyor zihnime.

Altını çizmek istediğim, sonra onları yazıma taşımayı düşündüğüm duygu sahneleri akıyor dizelerden. Bir gün bunları şairi ile yüzleşmek istiyorum. Kendimi kendime kanıtlamak için. Bir iddiam var hayatla; bana kelimeleri verin duyguya dair, resmini çizeyim kelimelerimle... Olmadı derseniz de çizin üzerimi. Bu öz güven nereden bilmiyorum: Oysa çok şiir okuyan, çok şiir kitabı olan biri olmadığım gibi şiir okurken de onu piç eden biriyim.

Beceremem!


Şu dizelerin olduğu şiiri okurken, birden kalıyorum.

Sen başka hayatlara öykünmelerinle,
ben, sevginin bayrağın yükseklere
         çeken insanlarla...
sonsuza kadar elveda...


1993

Kitabı bitiriyorum. Uzun bir süre denize bakarak iki şeyi düşünüyorum. Aynı insanın zaman dilimlerinden haraketle iki farklı zamandaki duygu dünyasının nasıl bir yol aldığını. Kanaatler oluşturuyorum elbette. Bu kez, evet işte ben yine bildim sevinci değil beklentim. Kumbarası belli ki dolu bir başka ve bence özel biriktirmişlikleri olan bir ruhu ne kadar anlayabildiğim iddiamın yüzdesini görmek istiyorum.

O sırada iki genç adam yanaşıyorlar. "15 yıllık arkadaşız ve birlikte bir fotoğrafımız yok, çeker misiniz?" diyorlar. Çok sevimli bir talep değil de nedir bu? Gülümsüyorum. Bir yandan da çekinceleri var, yöneticileri müşteri ile girdikleri diyaloğa ve isteklerine kızarsa diye. Öte yanda sürekli tekrar ettikleri cümle 15 yıl... ve bir fotoğrafları yok birlikte. Seve seve çekerim, diyorum, "Ben için de öyle güzel bir hikâye ki bu çocuklar," diye de ekliyorum ve 5 poz fotoğraflarını çekip e-mail adreslerini alıyorum. Öyle mutlular ki ben sayfalarca yazsam anlatamam.

Ama az önce bitirdiğim kitabın şairi iki cümleyle kesin anlatır!

Ödememi yapıyor, benimle ilgilenen genç kızı buluyor, "Şahanesin, çok teşekkür ederim," diyor, iskeleyi yürüyor, festivali geçiyor ve bu güzel zamanı kahve ile şımartmalıyım diyorum ve eve kıvrılmaktan vazgeçiyorum.

İyi ki de vazgeçiyorum?

Bir evlenme teklifi hazırlığı var. Bir genç kadın yakılacak ateşin odunlarını dizmekle meşgul. Kurulan düzenin profesyonel bir iş olduğunu düşünürken ben, fotoğraflarını çekebilir miyim? diye izin istiyorum. Elbette diyorlar, sonra bir fotoğrafçıları olmadığını öğreniyorum. Neden diyorum, dolu olduğunu söylüyorlar. Çektiğim fotoğraflar için e-posta adreslerini istiyorum. Evim şurası diyorum, ihtiyaç olursa bir telefon yeter diye de eklemiyorum.


Sende aramak bile güzel
            acının her zerresini,
avareliğin bir başına kişisini.

vurmak
her şeyi yerden yere,

Sonra yeniden dönmek
           şu şiirin başına

Ve demek:
Hep sevgiyle başlar her şey...


1983


Moena Books&Coffee'nin kısa merdivenlerini adımlarken kalbim sıcacık. Ayaklarım yerden kesik, ruhum havalarda. Mutluluk doz aşımı bir gün. Üstelik bunun bir de Pazar'ı var. Tarihe geçecek bir haftasonu.

Baristanın önündeyim.

"Bu kez tatlı bir şey istiyorum... beni iyice şımartsın ama!"

"Ne önerirsin?"


Enfes bir fincanla, enfes bir beyaz çikolatalı kahve, uzun süreye yayılmış bir keyifle şımartırken beni, şairin dünyasında ufak adımlarla, güzel satırlar çıkarmaya devam ederek, bir kez daha sessizce dolaşıyorum.

Bil ki:
          benim hüzünlerimden kocaman
bir dağı da yüklemek istemem.

Ama görüyorum ki...
           ıslak dağ çiçeklerinin
           çiğlerini taşıyan rüzgâr,
koştura koştura gelmiş de
                     göz pınarlarına oturmuş.


1993

 



*Üç şiirin de tamamı olmayıp içinden seçilmiş tadımlık dizeleridir, Sezer Özşen- Sevgili Momentos'a ulaşmak içinse buradan lütfen.

16 Mayıs 2022 Pazartesi

La Paparazzi

"Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekândaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla... Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek, bir teklifte bulundum."





Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri. Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı...

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki siyah-beyaz bir Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi.

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen."

Onlar masada yerini alırken mekânla ilgili izlenimlerimiz de olumlu yönde ilerliyor. Hımmmm hoş ve lezzetli bir meze tepsisi... Geleneksel mezeler ve zengin tepsisiyle biz varız ya, diyor mekân.




*

Dün sabahın erken saatlerinde, kimliği belirsiz, gizli bir numaradan bir mesaj düşüyor telefonuma. Küçük bir not ve iki farklı tarihli -yukarıdaki- iki belge ekli... Okuyorum, başlangıçta "Bu ne?!" diyorum. İlerledikçe ve tarih aralığı bünyeyi dürttükçe meraklanmaya başlıyorum. "Bir magazin değeri var mı?" diye düşünmüyor ama belgedeki kişileri merak ediyorum, ifadeler beni kışkırtıyor.

Bir de not var, verilen saat 16'nın tahmini olduğuna dair. Biraz zorlanacağımı düşünüyor olsam da merak gittikçe artıyor, zihnim heyecanlanıyor ve makineli tüfek hızında olasılıkları taramaya başlıyor. Mekânı zor da olsa bulabileceğimi düşünüyorken tam ben, bu kez yukarıdaki fotoğraf düşüyor telefonuma.

An itibariyle tek sorun saatin net olmaması ve kişiler...

Kastedilenin bir kadın ve bir erkek olduğu kanaatindeyim. Satırlardan aldığım his bu. Bu yeterli değil tabii ki, kendimi kandırmanın alemi yok, artık mekânı elimle koymuş gibi bulabilirim eyvallah da ya yanlış kişilere odaklanırsam, haberi tümüyle yanlış üzerinden kurarsam?! Ya cinsiyetler konusundaki öngörüm yanlışsa!



Fakat bu zorluklar bir yanıyla da kamçılıyor beni. Ama yeterli araştırmayı yapacak zamanım yok.

Ya şansımı denemeye kalkar ve boş atıp tutturamazsam?


İşte ben tüm karmaşaları iyice bulanıklaşan ve bir çıkış bulamayan zihnimde dolaştırırken, pat diye bir mesaj daha düşüyor ama bu kez başka bir endişe paçamdan çekiyor ve iki soru türüyor zihnimde:

"Yoksa biri beni izliyor mu?"

"Yoksa biri beni kullanıyor mu?"

Tedirginlikle etrafıma bakarken, ilgim ve meslek heyecanım ve tabii ki gittikçe artan merakım ve gelişen gizem sürekli beni olaya doğru iterken telefona bir mesaj daha düşüyor.

"Er kişinin kod adı BRNRS, fiziksel özellikleri: 1.85, 1.86 boylarında, şişman değil, kara kaşlı kara gözlü, benim kadar yakışıklı olmasa da eh işte... Ama çok uyanık biri ve takip edeni açığa çıkarma konusunda da maharetli... O bakımdan yakınında olma, kesinlikle tele objektif kullan, mümkün olduğunca rezil et ve açığa düşme, bir buluşma ayarlayacağız ve dolu bir zarfla memnun edileceksin. Ayrıca evine yakın yerdeki hiç bir ağacın yapraklarına güvenme, sürekli uzaktan izle, bugün önemli bir gün, önemli bir yıldönümünü kutlayacaklar ve o nedenle ana yol üzerindeki çiçekçiye mutlaka uğrayacaktır, orada ve uzakta bekle ki kuş önüne düşsün.

Gazan mübarek, Rabbim yar ve yardımcın olsun, La Paparazzi...

A-J 2..1"

Çiçekçinin komşusu kebapçının veranda camlarının arkasına, dar sokağın köşesine konuşlanıyorum. Biraz sonra tarife uygun, açık mavi kot pantolon, üzerinde beyaz kare çizgileri olan bir ton açık lacivert şık bir gömlek, koyu lacivert v yakalı bir kazak ve askısından mont geçirilmiş sırt çantası ile gözüküyor Kod Adı BRNRS, onun olmaması mümkün değil... Fakat içime de bir kurt düşüyor o an. Bu bir piyonsa? Beni açığa düşürmek için bir tedbirse? İçerideki hareketlerini izliyorum, önce başka bir çiçek soruyor anladığım ve o yok. Dükkânı dolaşıyor. Ve kır çiçekleri görüyor, açık mavi ve pembe gönlüm sende'lerden bir demet yaptırıyor; süslenmelerini istemiyor, sap boylarını biraz daha kısalttırıyor, sadece bağlatıyor ve hooppp sırt çantasına...

Ara sokağı dönüyor, ben dönmüyorum. Sahile inecek ve doğruca mekâna yürüyecek, saate baktı, biraz hızlandı; bu hatayı affetmem ben; hızla geri dönüyor, koşarak sahile onun önünde iniyor, mekânı buluyor ve cepheden görecek uzak bir noktaya, dondurmacının yanına konuşlanıyorum. O an avantajlı bir durumda olduğumu hissediyorum çünkü iskelenin meydanında uçaklar var, mini bir havacılık festivali, paparazzi pozisyonunda olsam da festivalle ilgili gazeteci rolünü rahatlıkla oynayabilirim.

Biraz sonra Kod Adı BRNRS görünüyor, doğrudan mekâna giriyor, etrafa bakınıyor, enn sevdiği kadını göremiyor çünkü henüz gelmedi ama ben bulunduğum yerden oraya yürüdüğünü görüyorum: Deri pantolonu, deri olmayan ve çok uyumlu siyah kot montu, bluzu, renkli fuları, bileğindeki şahane ve spor takıları, uzun, hafif dalgalı ve doğal saçları ile tam anlamıyla bir fıstık. İçeri kıvrıldı o da. İkisinin de mekân halkı tarafından çok sevildikleri belli... Özlenmişler. Her zamanki masalarındalar, tahminimce.

Bir dinleme cihazı yerleştirilmedi bildiğim fakat büyük olasılıkla dinleniyorlardır diye düşünüyorum. Meze tepsisi geliyor. Seçimlerini yaptılar. Bir 35'lik Yeni Rakı, dedi dudaklarını okuyabildiğim kadarıyla. Tele ile izliyor arada fotoğrafları çekiyorum. Nasıl coşkulu bir sohbet ama. Deli gibi merak ediyorum. Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz. Kadehler tokuşuyor, delicesine bir keyifle ama yudum yudum içiyorlar ve uzun cümlelerle gülümseyerek, kimbilir neler neler konuşuyorlar.

O ara bir ışık yanıyor bende ve bir mizansen yaratıp, yakın masalarından birine oturup, konuşmalarını kaydetmeyi düşünüyorum; kendim için.


Üç saati geçtiler, biz sevgilimle 15 dakika konuşup susarken onlardaki bu boşluksuzluğa imreniyorum. O ara, ara çayları geliyor. Nasıl da canım çekiyor. Tam o esnada da yandaki dondurmacıdan bana bir kase dondurma geliyor. "Ben istememiştim, bir yanlışlık olmalı," diyorum. "Hayır, bize, özellikle tele objektifli bey için olduğu söylendi," diyor genç delikanlı. Durumu Aj-2..1'e bildiriyorum. Söylemiştim çok uyanıktır diyerek ayarı veriyor. Açığa düştüysem de umursamıyorum. Onlar bir 20'lik daha istiyorlar ve çok şık bir karafla geliyor. Artık dayanamıyorum. Açığa düştüğüm de sabit olduğuna göre sorun yok, direk karşıya geçiyorum, onlar enfes bir sohbetin derinindeler; birbirlerinin gözlerinde öyle kaybolmuşlar ki beni fark etmiyorlar.

Masalarında yaşam akıyor; gülümsüyorlar, her konuda konuşuyorlar, espri yapıyorlar; fakat, ikisinin de flörtöz göndermelerine paha biçemem. Muhteşem bir andayım. Besleniyorum.

Kod Adı BRNRS büyük bir laf ediyor tam o sırada; o lafın öncesinde geçmiş dönemden ilginç bazı ilişkilerinden ve karakterlerden söz etmişti, şu an söyleyeceklerini can kulağı ile dinliyorum: Geriye baktığımda sanki yüzyıl yaşamışım ve bu yüzyılın içindeki bölümler biribiri ile ilişkili değil, farklı zamanlarda başlayıp biten olaylar içinde özü aynı ama yine de farklı bir tür Dr. Who'ydum ben, anlamını çıkarttığım cümlelerini, sohbetlerde satmak üzere not alıyorum. Sonra diyor ki senle bir şekilde biterse, ben dükkanı kapatırım. Kadın gülümsüyor, olmazmış gibi düşünüyor. Abi o kadar tatlı, net ve hoş cümlelerle nedenler ortaya koyuyor ki içimden alkışlamak geliyor. Sonra pandemi nedeniyle yapamadıkları interrail'i konuşuyorlar. İskandinav coğrafyasında... Bir imrenme sebebi daha ben için... Sonra içinde Hopa geçen bir cümle kuruyor abi, oradaki bir çiftten söz ediyor. Ben bu abiyle bir gün oturup dertleşmek istiyorum. 15 dakikadan uzun konuşamasak da sevgilimi seviyorum. Abiden işin sırrını öğrenip, ilişkimi geliştirmek ve onlar gibi saatlerce bir rakı masasında oturabilmek, onlar gibi gezebilmek, hiç ses yükseltmemek, espriler, muzırlıklar yapmak, kıymet bilmek, yıllar yıllar geçse de aynı aşkı aynı aşkla sevmek istiyorum.


Ben kulak misafirliğimle gaz ve fikir aldığım hayallerimde sevgilimleyken... Tak diye bir kadeh rakı koyuluyor masama. Bir de bir tabakta bir kaç meze. Şaşkınlığımı fark eden garson, "Arka masadan afiyetle... Size." diyor. Mecburen dönüyorum. Saygıyla ve sevgiyle selamlıyor, ilişkilerine hayranlığımı ifade ediyor, kirli işim için özür diliyor, tüm fotoğrafları siliyorum. O sırada onlar masalarına yanaşan çok tatlı kediyi besliyorlar, işaret ediyorlar ve "Bir arnavut ciğeri daha lütfen," diyorlar; az önce sakilik yapan, en tatlı kadının güleryüzlü sözlerle iltifat ettiği genç kıza.


Karpuzlar müessesinin ikramı, öyle de serinler ki... muhteşem bir final yaptırıyorlar, karaftaki rakıyla.

7 saate yaklaşmışlarken, kalkıyor, herkese teşekkür ediyor, beni de selamlamadan geçmiyor, şans diliyor ve çıkıyorlar.


Çok sevdim onları, makineyi kapatıyor ama takip ediyorum; imrendim, evet ve işin sırrını öğrenmek istiyorum. Dipdibe yürüyorlar, hafif çakırlar, arada bir sallanıyorlar, bıcır bıcırlar, onlar geceye, gece onlara çok yakışıyor. Gökte ay. "Yaz geliyorr!.." dedirten bir hava... ve ertesi güne dönmeye hazır ışıl ışıl gece. Anlıyorum ki istasyona yürüyorlar, son sahneyi deli gibi görmek istiyorum. Turnikenin önündeler, dünya umurlarında değil. Birbirlerindeler. Kartı okuttu abi ve hanımefendi geçti, binene kadar bekliyor, şimdi dönebilir. Ayakları yerden kesik yürüyor. Eminim ki gittiğinde telefonu aranmış olacak. O da arayan numarayı geri arayacak. Yine unutulmaz bir geceyi kumbarasına atarken, karşıdan, evdeyim cümlesi gelecek. İyi geceler dilenecek ve yüzde muhteşem bir gülümseme ile uykuya gidilecek, cümlelerimi de içeren raporumu Aj-2..1'e yolluyorum ve telefona uykudan uyanacak olsa da sevgilimin numaralarını tuşluyorum, cümlelerim hazır, kalbim sıcacık... Uyandırdığıma belki kızacak ama geri dönüş cümleleleri muhteşem olacak.

Eminim!

La Paparazzi.

9 Nisan 2022 Cumartesi

Benim Tatlı İçgüdülerim

İstasyona gittiğimde ya da bulvara bakan cam dibi masasında oturup atıştırırken kitap okumayı sevdiğim pastanenin çaprazındaki, geç bulup çabuk kaybettiğim, Pedersen Hoca ile çok keyifli bir öğlen geçirdiğim ve bayıldığım nefis kafe-restoranın yakın komşusu ama ilgimi hiç çekmeyen kahvecinin kapanacağını sanırken bölündüğü anlıyorum. Çünkü o bölüme bir tabela asılıyor: Mantucu. Bir kaç kere önünden gelip geçtikçe bir faaliyet görmesem de belli ki bir şey olacak. Sonra içeride masalar, açık mutfağına da tencere tabaklar yerleştirildiğini görüyorum. İki bulvarın kesişme noktasındaki görüş alanı keyifli. Havalar ısındığında üstünün ve yan camlarının açılacağını da varsayarsam eski komşusu şimdi outlet olan ve çok keyif aldığım, Fransız bulvar kafelerine benzettiğim yerin bende yarattığı boşluğu da kısmen doldurabileceğini düşünüyorum.

Sessizce başlıyor. Şaşalı bir açılış yok. İlginç bir şey oluyor bu arada: kullandığım ara sokaklardan birinde o güne kadar nedense dikkatimi çekmeyen, -aslında çeken de imalatçı olduğunu düşündüğüm- dükkânda aynı tabelayı fark ediyorum. Bu beni biraz daha alevliyor. Geçen günse birden orada olmak istiyorum; anında komuta merkezimle mutabakat sağlanıyor, sırt çantasına bir kitap atılıyor ve bulvar manzaralı bir öğle keyfi için evden çıkıyorum.


Çıkmamla birlikte yemek sonrası işi biraz asıp, beri yakasında ve bulunduğum yerin çaprazındaki pastaneye oturup, köşe masamdan uzun bulvarı, trenleri, kaldırımdan akacak insan selini izlerken kitap okuyup tatlı bir şeyler atıştırmayı da plana ekliyorum. Keşke kahve de olabilse ve kendime Paris bulvar kafesi konsepti yaratabilsem diye de düşünüyorum ama ne yazık ki burası kahve konusunda bende hiçbir heyecan yaratamıyor ve hep çay içiyorum. O nedenle de bu fikir puff diye sönüyor.

Işıkları ve rayları geçer geçmez duruyor ve çantadaki minik makine ile kahveciden ayrıştırarak mekânı, paparazi tarzı bir fotoğrafını çekiyorum. Şimdi önündeyim ama kapısı açılmıyor. İçeride, açık mutfakta biri var ve dikkat çekici ama abartısız ve şık kıyafeti mekânla çok uyumlu. İçerinin ışıksızlığına da bayılmış durumdayım. Yan tarafa geçiyor ve camı tıklatıyorum. Gelen işaretten girişi -şimdilik- kahveciden yapmam gerektiğini anlıyorum ve en uç ve köşe masaya oturuyorum.

"Bir mantı lütfen."

Sinop mu istermişim?

"Hayır, klasik, yoğurtlu mantı lütfen; tam tekmil, her şeyi koyulmuş olsun."

Mekânın henüz yerleşmediği, garsonun da muhtemel ki kahveciden olduğunu düşünüyorum ama masa düzenindeki eksiklerine rağmen mekân, mutfak ve özellikle aşçı beni etkilemiş durumda. Çünkü Türk olmadığını anladığım aşçı: kıyafeti, duruşu ve düzeni ile kesinlikle işi bilen ve nitelikli yerelere ait ve buraya fazla biri izlenimi yaratıyor bende. Bu izlenim aslında olası gelişmelerle mekânın daha güzelleşeceği fikriyle donanmamı da sağlıyor

Hazırlanması biraz zaman alıyor ki bu hayra alamet ben için. Ve işte geliyorlar; bir tepside. Şimdi masamdalar ve görüntü muhteşem. Önce fikrim alışkanlık gereği biraz nane biraz sumak, biraz da pul biber arıyor. İçimden bir gurme kafa uzatıyor ve fikrime ayar verip, "Bu şefin bestesi," diyor, "önce bir dinleyelim hele..."


Sunumu, tabakları çok beğeniyorum. Hem kitabımla da uyumlu. Görüntü bana çok şey fısıldıyor. Özel bir anda olduğumun farkındayım. İlk kaşık, veee... gittim ben! Nerelere nerelere... İlk aldığım esinti ravioliye dair. Klasik mantı gibi değil taneler. Daha iriler, içlerinden kıyma esirgenmemiş ve muhteşem bir doku; yumuşacık, narin ama ölü olmayan, canlı, estetik ve heyecan verici. Üzerine ekstra hiçbir şeye gerek yok. Pul biber çağırıyor bünye ama umurumda değil. Alışkanlıklara yer yok bugün diyerek susturuyorum onu. Porsiyon güzel. Yanında getirilenler zarif, dengeli ve üzerlerine kır çiçeği şıklığı ile yerleştirilmiş minik dokunuşlarla tablo gibiler. Turşuya bayılıyorum. Farklı bir mutfaktan olduğu net. Ekşi- tatlı tadımlıklar kakofoni yaratmadıkları gibi zenginlik katıyorlar senfoniye. Şimdilik kitaba el atmıyorum. Minik bahçesine açılan pencerelerden kurtulduğu günü hayal ediyorum. O zaman belki dışa koyulacak masaların en köşedekinde oturur, hem ana bulvarı, hem trenleri, hem de onları kesen diğer bulvarın akışı eşliğinde mantı+kahve keyfi yaparım. Sonra genel mantı müşterisi üzerinden ve alışılagelenlerden bakınca içime bir korku düşüyor ve umarım... umarım benzerlerinin başına gelen bunun da gelmez diyerek dua ediyorum.


İçgüdülerimin buradan ayrılmayıp biraz daha kalalım, hatta çay içelim isteğine boyun eğmiyorum. Ama bir başka gün, mesela enn sevdiğim kadınla geldiğimizde şu komşudan, Osmanlı Kahvecisi'nden mantı sonrasına bir Türk Kahvesi bile içebiliriz, diye düşünüyorum. Ödeme için kasaya gidiyorum. Sakallı genç bir adam yanaşıyor. Çok beğendiğimi söylüyor, şef yabancı sanırım diyorum. O, Şam'dan geldi diyor. Her şey mükemmel. Özellikle mantı hamurunun şekli ve dokusu çok özel, Sinop mantısına farklı bir yaklaşım. İtalyan tarzı, diyor, gülüşüyoruz. Farklı mantılarımız da olacak diye ekliyor ve uyarım için teşekkür ediyor. Üstelik sunulan porsiyon ve lezzete bakınca; en iyi mantıcılardan biri dediğim ve geçen hafta 35 TL ödeyerek yediğim, yanında ek hiçbir şey olmayana göre bu sofra 40 TL'lik fiyatı ile -bugünün koşullarında- bedava.

Akşam tüm bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum. O yoğurtçu değil, üzeri cevizli Sinop klasiğini mi dener? bilmiyorum. Ama çok... ama çok tatlı gurmemin düşüncelerini merak ediyorum.



*Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması, yazının tek fotoğrafının sonrasında...

1 Nisan 2022 Cuma

Şans Tanrıçası İle Gün Bir Başka Güzel

İki hafta önce aynı güzergâhı yürürken bir tereddüt ânı yaşıyorum ve durumu yazımda şu kelimelerle ifade ediyorum: "Mesafem kısa. Bu kez mıntıkadan bir sinema ki pandeminin ilk filmini onda izlemiştim: Minari... Beşinci istasyonda iniyorum. Çiçek açmış ağaçların önünden denize yürürken şunların bir fotoğraflarını çeksek fikrime domuz tarafım katılmıyor."


İçimde bir dertti. Sanki bahar hiç gelmeyecekmiş derece sert kışta ve güneş altında, üstelik montumun sırt çantamın askısında yolculuk ettiği, vaktin sabah 10 civarlarında olduğu bir sakinlik anında ilk gördüğüm ve onca yolda ve coğrafyadaki tüm ağaçlar üryanken tek çiçek açmış ağaçtı o. İçimden nasıl bir dert saçılmışsa ortalığa dile gelmiş ve yazmıştım. O beni trenden indikten, denize inen bulvara döndükten sonra onun tarafındaki kaldırıma geçtiğim andan itibaren fark ediyor. Anlıyor. İyice yaklaştığımda gülümsüyor. Olgun ve eziklenmemi istemediği belli. Sanki o an hiç yaşanmamış gibi, güzellikle ve akran bir tavırla "Na'bersin?" diyor. Ve en güzel pozlarını bana veriyor.

Ayaklarım yerden kesiliyor. Denize şimdilik uzaktan bakıyorum. Kafamda bir ikilem var. Filmim net ancak pandemi sürecinde oluşan televizyon ya da bilgisayar ekranında film izleyememe sendromum yüzünden yarım bıraktığım Belfast'ın da son günü. Bunu, daha doğrusu Belfast'ın oynadığını daha önce fark etmemiş olmamın nedeni ise Başka Sinema ve bu tarz filmlerin bugüne kadar Piazza AVM'deki salonlarda olması. İki film arasındaki saat aralığı çok uzun.

"Ferzan Özpetek'in filmi için bir bilet lütfen."

"Şans Tanrıçası," diyor genç adam.

O koltuk durumunu ekrana getirirken ben telefon numaramı söylüyorum. Bilet fiyatı 35 TL olarak yansıyor. Gülümsüyorum. Zeki çocuk! 35 TL ekranda 24 oluyor. Mısır ve içecek ister miymişim? Promosyon kodumu okuyorum. Mısır paketim elimde. Enteresan bir dejavu durumu ise salonda. En arka sıradayım. Bir genç çift geliyorlar ve onlar da ön sırama ve iki koltuk sağıma oturuyorlar. Kendimle cebelleşmek zorunda kalıyorum yine. "Ama çocuklar," diyor iç sesim. Kıyamıyorum, onları öne geçip baş başa bırakmak istiyorum ama ben de film tadı için buradayım. Öteki ben biraz daha duygusal, müdahil oluyor ânıma, tepkimden çekinerek de olsa yine de "Evin anahtarlarını ve adresi versen mi?" diyor.

Ferzan Özpetek benim kıymetlim. Hayatımın en zor dönemlerinden birinde ufak bir dokunuşla ona müdahale etmiş, ve beni artık olmayan bir sinema salonundan şu hislerle uğurlamıştı.

2001 ekonomik krizinin ortalığı karmakarış ettiği can sıkıntılı bir günde okulu asmış çocuk gibi işleri olduğu yerde bırakıp bir öğleden sonra sığındığım sinemada, tek başıma izlemiştim filmi... Benim, o gün müthiş bir terapi ile güven yükleyerek sinemadan hayata çıkışımı sağlayan, bana hissettirdikleri ve üzerimde yarattığı olumluluk etkisiyle unutamayacağım bir film olmuştu, Cahil Periler.


Hoş bir sahne ile açılıyor film. Arkadaşlar çok renkli. Yönetmenin ışığını ve renk kullanımını seviyorum. Ama ahh o müzikler işte! Bir insan sıcağı en baştan kalbimi ısıtıyor. İki çocuk oyuncu muhteşem. İlerleyen sahnelerde karşılaştığım hemşireye bayılıyorum. Dostlarımız neşeli, güzel insanlar. Serra ablamız baş tacımız zaten. Mizahımız incelikli. Akıyoruz filmle birlikte. Biraz daha yayılıyorum koltuğuma. Mısırlarım âlâ, baldan tatlılar! Sesin azaldığı anlarda çıtırdatmıyorum. Konu ince ince gelişiyor. Şimdilik ön sözdeyiz. İzleyicide kısmen arızalar türüyor. "Yine mi Ferzan Abi ya?!" diyor. Oysa hiç de homofobik bir şahıs değil lâkin bir tekrar hissiyle "Hep aynı halleri gözümüze sokmak durumunda mısın abi?" diye serzeniyor. Çıkıp gitmeyi bile düşünüyor. Ama bir yanda da sinema keyfi "Sakin ol," diye dürtüyor. Olur katlanırız tadında boynumu eğiyorum. Oysa Ferzan Özpetek o an geleceği örüyormuş.

İzleyiciye attığı ilmekler aydınlattıkça hoşgörü yükseliyor, insan oluyor tüm cinsiyetler; duygular ön alıyor, hayat renkleriyle anlam kazanıyor ve seyircinin hücrelerinden keyifle birlikte mutluluk akıyor. Nasıl bir sinema keyfi olduğunu suratta görmek lazım; çünkü o anki keyfin ve duyguların tüm izleri orada.

Öndeki genç çift ilk yarının yarısında salonu terk ediyorlar. Oysa anahtarları verecektim.


Antrak


İkinci yarı muhteşem başlıyor. Özellikle spoiler vermemeye çalışıyorum şu an. Film nerede hareket orada bereket bir halde devam ediyor ama tüm bu çeşitlilik hiç kafa karıştırmıyor aksine olağanüstü bir senfoninin yaratım evrelerine katkı vermekle kalmıyor, izleyiciyi koltuğuna kelepçeliyor. Duyguların dansı perdeden yüreğimize iniyor. "Ah hemşire ablam sen ne tatlısın!" Film çok dinamik, çok karakterli ama nasılsa tüm karakterleriyle izleyiciyi arkadaş yapmayı başarıyor; sanki hepsi hayatımda varlardı gibi bir his. Bu nasıl bir muhteşem durum diye aklı uçuyor seyircinin. Derken Sezen Aksu'nun şarkısı alıyor sazı eline. Müzik gümbür gümbür. İzleyici kıpır kıpır. İçi ayakta, bütün hücreleri katılıyor kalabalığa... O ağır abi ruhunu zapt etmeye çalışıyor ama bence nafile. Sonunda dayanamıyor, biraz da salonda tek olmasından cesaretlenip kalkıyor ayağa ve katılıyor sahneye. İnanılmaz bir keyif bu !

Sizleri de alalım lütfen!





Seyirci "Kocaman bir film kocaman bir dünya izledim ben," diye düşünüyor. Başlangıçtaki karamsarlığın toz olup gittiğini, sanki içinde yaşadığı rüya tadında bir hayattan, güzel insanlar dünyasından çıkıp da geldiğini düşünüyor. Son yazı perdeden silinene kadar bekliyor. Mutluluk yüklenmiş bir keyifle, tazelenmiş ve yaşama daha inanmış olarak çıkıyor sinemadan.


Salondan çok keyif almış seyirci tadıyla çıkıyorken aklımsa alabora durumda. Fikrim fır dönüyor. Oysa nettim. David People'da oturacak, bir şeyler atıştıracak, kahve ya da sıcak çikolata içecektim. Bir an boşluğa düşüyorum. Açlığını aptalca sonlandıran adam halinde kendimi Burger King'in önünde buluyorum. Sonra tepsimi alıp terasa çıkıyorum ve zerre zevk almadan, bu ne böyle diyerek atıştırıyorum


Allahtan aynı hataya ikince kez düşecek kadar salak değil. Hem de bu filmden aldığı yaşam sevinci, sevgiye inanç, dostluklar, hoşgörü, aşka saygı gibi lezzetlerin üzerine benzer bir davranışta bulunursa önce ben boğarım onu.

Kararlı adımlarla David People'dan içeri giriyor. Terası dolu gibi görüyor; iç kısım gaz kestirecek gibi görünse de öylesine serotonin yüklenmiş durumdaki hiç takmıyor. "Bir Amerikano, lütfen" diyor. Şimdi pastalara bakıyor. Eminim kafasında bir şey var, aklını çelen olmazsa bence net.

"Bir de frambuazlı cheesecake, lütfen"


İnsanlar baharın bu enfes anlarının tadını, terasta çıkarıyorlar. Kumsala oturanlar. Gitar çalıp söyleyenler. Açıktaki gemiler... hayat. Kahvem nefis, son zamanlarda içtiğim en iyi Amerikano... Pastamdan da çok memnunum. Filmin tadı gözlerimde ışıl ışıl. Kitabım masanın üzerinde ancak elim ona hiç gitmiyor. Ânın içinde filmden biriktirdiklerimin tadıyla yaşamı kucaklıyorum yavaşça.


Sonra toparlanıyorum. Yükümden çok memnunum, varolmanın tadı gözlerimde parlıyor. Ufak adımlarla yürüyen merdivene ulaşıyorum. Kapıdan çıkarken güvenlik görevlisi genç kıza iyi akşamlar diliyorum. Çiçekleriyle poz veren ağacın kaldırımından yürüyorum. Selam çakıp, filmden kısaca bahsedip istasyona geçiyor, tıka basa dolu ilk trene binmiyorum... Sahile doğru inerken geçen hafta kalabalık olduğu için uğramadığımız mekânın tahtasında yazılı cümleye gülümsüyorum. Bunun üzerinden baristaya bir laf çakarım ben diye düşünüyorum. Mavi, pencereleri açmış. İçeride türbanlı genç kızları da görmek hoşuma gidiyor. Her iki kesimde de ön yargıların kırılıyor olması ne şahane diye düşünüyorum. Babamın ağaçlarının altındaki çimenlerin üzerinde gitar çalıp şarkı söylüyor gençler. Bir an onlara seslenmek, "Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?" demek, sonra da onu bir yazıda kullanacağımı söylemek istiyorum.

Marteniçkamı ise neredeyse çocukluğumdan beri her gün beni gören bu ağaca dileklerimle birlikte bağlamayı düşünüyorum!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP