4 Kasım 2009 Çarşamba

Ah Algı Sen Nelere Kadirsin!

Herhangi bir yerde
bir sahada,
birisi çalışmakta.
Şut atıyor, top kapıyor
koşuyor ve sıçrıyor.
Seninle karşılaşacağı gün için
antreman yapıyor.
Bir okul maçında,
bir Türkiye şampiyonasında
veya bir NBA maçında olabilir.
Fakat muhakkak olacak!
...Ve karşılaştığınızda,
bütün o şut atılan, top kapılan
koşulan, zıplanılan saatler sınanacak.
Eğer senden fazla çalıştıysa,
sen kaybedeceksin.
Hiç bir zaman yeterli çalıştığını zannetme,
çünkü birisi daha iyi olmak için,
daha fazla çalışıyor.
Öğren, çalış, güven ve kazan!
İyi çalışmalar, iyi şanslar!

Yukarıdaki metin, önceki gün, önemli bir proje için eski evrakların içinde dolaşırken, gerekli bir belge için dosyaları karıştırırken elime geçti. Aslında uzun zaman önce arayıp da bulamadığım bir metindi. Hatta birgün, önemli bir basketbol kulübünün bölge antrönörüne bahsetmiş, onun talebi üzerine ona götürmeye söz vermiş ama bir türlü bulamamıştım.

Bu yazı; bundan yaklaşık altı yıl önce, Mavi jean'in ve Türkiye Basketbol Fedarasyonu'nun Kayseri'de düzenlediği The Best Five Basketbol Kampına seçilen Mussano'ya bir çok hediyeyle birlikte verilen ve o kampa katıldığını belirten bir belgenin üzerindeydi. O zaman bu yazı, bugünkünden farklı bir algıyla baktığım, daha doğrusu sporun gerçekliği ve rekabet ortamı üzerinden değerlendirdiğim, bana çok doğru ve bir çocuğu motive etmek anlamında yararlı olacağını düşündüğüm ve bu amaçla saklanması ve paylaşılması gerektiğine inandığım bir öğütler manzumesi gibi gelmişti. Hatta okul takımıyla il şampiyonu olup gittikleri grup maçlarında karşılaştıkları başka kentten bir takımın coach'uyla bu kampta da karşılaşmış olmasına, metnin ''muhakkak olacak'' bölümüne bakıp, o cümledeki olasılıklardan birinin hayatın içinde doğrulanmış olma haline; espriler yaparak gülüşmüştük.

Sonra o günkü safiyane bakışla bu metnin aslında hayatın her alanı üzerine uygulanabilecek, hatta her çocuğun başucuna koyulması gereken bir metin olduğuna karar vermiştim. Dün yazıyı yeniden okuduğumda, o gün farklı bir saflıkla baktığım ve sevdiğim metnin aslında; içinde yaşadığımız sistemin bugünkü halinin, yani kapitalizmin her birimize biçtiği rolün ya da dayatmaların bir yansıması; ve oldukça olağanlaştırdığımız bir bakışın, bir halin ve algının fotoğrafı olduğunu düşündüm. Tıpkı Matrix filmi için yaptığım yorumun içine yerleştirdiğim şu paragraftaki gibi: Zaten verilen eğitimlerle... Dış ya da iç odakların sürekli algılarımıza yükledikleriyle... Reklamlarla hafızalarımıza giren insanların her alandaki tüketim eğilimlerimize yön vermeleriyle... Çalıştığımız işlerde verilen eğitimlerle görev tanımlarımız ve sınırlarımızın çizilmesiyle... Basamaklara yerleştirilen yemler yüzünden etrafımızdaki insanlara karşı verdiğimiz (dayanışmadan uzak) kariyer şavaşlarıyla her birimiz: Yönetim erkini ellerinde tutanların - patronlar, diğer yönetenler, anneler babalar aklınıza kim gelirse- istekleri doğrultusunda; işte , okulda, hayatın tüm alanlarında tanımlanmış sınırlar içinde haraket etmesi istenen, o yönde biçimlendirilen insanlar olarak yaşamıyor muyuz?

Belki de bugün algım kirli benim. Ya da gerçekten eğriyle doğrunun birbirine karıştığı bir hayatın içinde kafamız fazlasıyla karışık... Tıpkı gündemde olan ve tartışılan bir çok olaydaki gibi diye bir not düşerek, lafı daha fazla uzatmadan, Matrix yorumunun son paragrafına yazdıklarımla birlikte yeniden değerlendirmeler için burada kesip, akıp giden zamana bırakıyorum yazıyı...

Sanıyorum ve düşünüyorum ki herbirimiz ''Matrix'' de yaşıyoruz. Belki bazılarımız bunu farkedip o düzenin bir parçası olmaya direnerek kendi özgür kimliğini yaratıyor ya da buna çabalıyor, bazılarımız da kader deyip susuyor. Belki de bütün bu çelişkiler doğruya ulaşma yolunda sorgulamalara, yeniden tanımlamalara yol açan heyecanlı ve olması gereken bir işleyiş. Hayat denen şey de bu belki!

Görsel: Jacek Yerka- Widelec.org

3 Kasım 2009 Salı

Sylvia

“Bir şeyden sürekli korkarsan, onun gerçekleşmesine sebep olursun.”

Sylvia: İngiliz edebiyatında, yaşamından sonra değerlenecek bir şairin(Sylvia Plath) ve döneminde oldukça popüler şair eşinin; aşk, kaygı, ihanet ve tutku içinde geçirdikleri evliliklerinin gerçek hikayesidir.

Sarhoş ve aşık bir gencin gece yarısı camlara taş atmasıyla başlayıp, bir kış ortasında son bulur…

Kaybetme kaygısının; zamanla, üstelik evlilik içinde nasılda depresif bir hal aldığını, bu duruma çiftlerin yaklaşımını, kurtarma çabalarını ve geçen zamanı görürsünüz filmde.

Üstelik kadın karakterimiz o güzel yüzü, açık kumral dalgalı saçları, naif elbiseleri ve oyunculuğuyla ayrı bir tat katar. Film aslında Sylvia(Plath) karakterinin yaşamı olduğundan, tüm kurgu kadınımız üzerinedir ve her şey kadın etrafında döner. Her şeye kadın gözüyle bakılır.

Slyvia: Oldukça etkileyici bir biyografidir. İngiltere'nin sıcağında, baharında, bozkırında ve bembeyaz kışında geçer. Kadının her düşünceye dalışında ve ağlayışında iç acıtır. Eve çok geç gelen siyah paltolu adamı, yalnızca dar koridora yeten bir ışığın aydınlığında bekler.

Film bir çok kez intiharı düşündürtür, sorgulatır.

Ve biraz da empati kurdurur.

Bu yüzden Sylvia, sakin bir zaman aralığında izlenilmesi şart olan; 1 saat 50 dakikalık, 2003 yapımı bir İngiliz filmidir.

1 Kasım 2009 Pazar

Sizi Gidi Cinsiyet Ayrımcıları Sizi !..

Bir gazeteci ki kendi sahasında kendince yazılar yazar. Pek gazeteciden ve adamdan sayılmasa da kendisi, ne hikmetse bir şekilde kıyıdan köşeden bir yer bulur gündemde, bir tartışma yaratır, cevap verilir, sonra da şikayetçi olunur kendisinden her seferinde... Halbuki ve madem adamdan saymazsınız kendisini, fikriyatını, kalemini... Görmezden gelin yoktan sayın, duyurmayın, kıymet-i harbiyesini parlatmayın dolayıyla da bas bas bağırmayın. Di mi ama!

Şimdilerde bir gün, bu gazeteci ki erkek bir gazeteci; bir ünlü ve güzel kadın üzerinden bir yazı yazdı. Onu dağa kaldırmaktan falan bahsetti... Sonra, ülkede kızılca kıyamet koptu. Benim gibi pek çok insanın da bu büyük tartışmadan böylece haberi oldu!

Başlangıçta, bahse konu dağa kaldırma olayının kahramanı: Ayakları yere basan, kendince bir söyleme sahip, ideolojisi sağlam, güçlü, kendine güveni olan dimdik ve güzel kadın; en mazlumundan bir imaja bürünüp, en acılı yerlerden girerek, hiç de ajitasyon kokusu alamadığımız(!) bir mealde ve en kolayını seçerek ve kaşıyarak, etnik ayrımcılıktan başlayıp cinsiyet ayrımcılığından çıktı. Ha bu arada, (erkek algısı işte) hani erkekçe bir şüpheyle ya da yakıştırmayla bakarsak eğer; bahse konu kadın olmaktan, arzulanmaktan, beğenilmekten, bu özelliklerin öne çıkarıldığı bir yazıya konu olmaktan alttan alta ve kadınca bir haz duymuş mudur diye de sorası geliyor insanın açıkçası.


Sonra ülkedeki kadın cenahından, hani kendi parasını kendi kazanan, özgür, demokrat, kadın hakları savunucusu, cinsiyet ayrımcılığına karşı, etnik ve kimlik başta olmak üzere asla insan ayrımı yapmayan, söz söyleme hakkını savunan, linççi olmayan, fikirleri fikirlerle döven, feminist, başta cinsellik olmak üzere kadının tüm haklarını pratikte de erkekle eşitleyen, sokakta göze soka soka sigara içen, argonun en erkeğini sapına kadar hakkını vererek kullanan, en en en özgür ve kendini erkek dünyasıyla ayrımcılık duygusunu fazlasıyla aşmış ve ermiş bir düzeyden bakarak eşit gören, daha doğrusu ve açığı olaya cinsiyetten değil de insandan bakan, bu mealde yorumlar yapan, başı dik çeşit çeşit kadın, topyekun ve birer birer yüklendiler bu gazeteci erkeğe.

Ben pek bilmem ve anlamam ama; sanki o adamın şahsında, bu çeşit çeşit kadından her bir çeşidi ayrı ayrı; kendi hayatlarına bela sokmuş, canlarını yakmış, aşklarını acıtmış, her biri birer öküz er kişilerin hıncını alır, hesabını sorarcasına bu zavallı günah keçisi adama yüklendiler. Biraz daha ileri gidip, aklımı dürten şeytanın avukatlığına soyunursam; o adamın şahsında, bu linci tüm erkek alemine - Haşa cinsiyet ayrımcılığı yapmadan. Hatta onun en ufak bir izini bile taşımadan. Her bir hatun kişinin, kendi özeline ait kinlerin, gıcıklıkların, eksik kalmış, intikamı alınamamış öfkelerin bilinçaltılarındaki dürtülerinden zerrece etkilenmeden, sadece ve sadece ahlak açısından bakarak yaptıklarına dair safiyane bir düşünce oluştu bende! Gerçekten öyledir di mi?

Aslında farklı bir algıyla bakıldığında gülüp geçilecek bu basit ama bağrışçılar tarafından çoğaltılan olay karşısında bangır bangır bağıran bir sürü güzel kadının pek çoğunu; bu ülkenin pek çok sokağında her gün, her saat çekilen ama bir gazete köşesinde yer bulamayan dolayısıyla sessiz kalan çığlıkların, kadın ve çocuk eksenli acıların çözümüne yönelik bağrışlarda bu kadar yüksek sesle konuşurken göremiyorum da ondan yukarıdaki soruyu sorasım geldi.

Sonra bir de şu geldi aklıma: Hani bir kadın bir erkek için yazsaydı benzer bir yazı, er kişi ne hissederdi ki... Cinsiyet ayrımcılığı ya da diğer etiketlerden yola çıkarak bağırır mıydı, sızlanır mıydı? Hakikaten ne derdi?

Yoksa biz, mizahi bir anlam yükleyebileceğimiz, magazin basının yaptıklarının yanında esamisi bile okunamayacak bu olayı kendi özelinde cinsiyet ayrımcılığı diye etiketlerken ayağımıza kurşun mu sıkıyoruz? Yoksa mizah duygusunu fazlasıyla tüketmiş, özgüveni yoksun, derinliği olmayan sığlaşmış bir toplum mu oluyoruz? Yoksa onlar bir avuç insan da biz herkes mi sanıyoruz?


Görsel: Jasona Levesek (widelec.org)

31 Ekim 2009 Cumartesi

Dedikodu...


Meşguliyetsiz zihin; şeytanın atölyesidir.

Northern Exposure dizisinden tesadüfen.
Görsel: Jasona Levesek (widelec.org)

29 Ekim 2009 Perşembe

Akıl Krizi

Telefonum çaldığında yorgun gecenin aydınlanmasına çok az kalmıştı. Güne gebe saatin, o taze soğuklu diken diken haline montumu giyerken, bir insan düşünmeye başladım. Olay yerine vardığımda denizden henüz çıkarılmış kaskatı bedenle göz göze geldim. Yüzüne baktım. Kopkoyu bir bıkkınlık ve yenilmişliğin derinindeki, masum, zayıf ve sıcacık tebessüme takıldım: Ağız dolusu küfürleri tıkalı kalmıştı kadere öfkelerin ardında, ve lanetler yüklenmiş okkalı bir küfürdü bıyık ucu tebessüme yüklenmiş olan...

Ipıslak ve deniz kokulu bedeni sola doğru çevrildiğinde, gözleri; umutsuzluk, yitiklik ve lanetler yağdıran isyanlarla tan kızılı bir ufka bakıyordu. Bir anda, o kocaman ve kaskatı bedenin gevşediğini, çözüldüğünü farkettim. 112 doktorunun bedene saygı yüklü yana çevirmesiyle yutulan onca suyun seline kapılan kelimeleri, ayaz ayaz ve tane tane döküldüler. En öndeki kelimeleri büyük bir titizlikle toparladım. Hayata isyan cümlelerinin öfke sözcüklerini yaşamın çöplüğüne saldım. O tebessümde saklı her bir kelimeyi yan yana dizdim. Olay yeri inceleme ceset torbasına yerleştirirken kocaman kalpli gencecik bedeni, ben kelimelerden kocaman bir iz çıkardım.

çakmağını burada unutmuşsun benim kalbimde sende kalmış.Şimdi sigaranı neyle yakacaksın...Sigara içmeden duramazsın sen.Bir an önce gelip çakmağını al.Sakın birisine aldırma sen gel.Mesele sadece çakmak, yoksa başka bir şey yok...

Birde benim ev niye bu kadar boş ve içime niye bu kadar derin bir özlem düştü...Ve ben niye özlemeninde ne kadar güzel birşey olduğunu yeniden farkettim.Ve niye evin herköşesinde çok... çok... çok... güzel bir koku var.ve niye ben eve sinmiş bu kokunun çıkmasından bu kadar korkuyorum...ve niye mutfak tezgahının üzerindeki tabaklar, bardaklar,çatallar kullanılmış poşet çaylar bu kadar dekoratif ve güzel duruyor.Ve niye aklımda bir lezzet içimde bir hoşluk yüzümde bir tebessüm varken aynı zamanda da hüzün var...Ve niye beynimin bir köşesine arada bir uyanıp bana doğru
bakan ve gülen iki şirin göz var...Ve niye onlar için endişe duyduğum sorumluluk hissettiğim insanlar hanemdeki sayı arttı...Ve niye bu iş günümün tamamında ben neye baksam gözlerim hiç birşey görmeyecek gibi bir his var içimde.(Bunun cevabını biliyorum sanırım sadece; çünkü beynimin başka meşguliyeti olacak hep aynı kişiyi düşünecek... gün boyu onun zorluklarına eşlik edecek; ) Diğer niyeleri sen anlarsın ve bana da anlatırmısın ? ama dizlerine yatırarak ve saçlarımı okşayarak...

Fotoğraf: Neslihan Öncel
http://neslihanoncel.blogspot.com/

24 Ekim 2009 Cumartesi

Spyro Gyra


Evvel zaman önce militan bir tıfıl, yeni yetme bir anarşist iken... Yani; 0 zamanın dillere yapışmış pek popüler sözcüğü entellektüel olma halinin tıfıllık dilinden ifadesiyle entel takılınılan yıllarda, sözcüğü üzerimize bir kimlik olarak yapıştırıp ya da öyle tariflenmeyi, her ne kadar birikimimizin ve düzeyimizin çok çok ötelerinde bir yerde olmasına ve üstelik de bunun farkında olmamıza karşın pek severken... Kızlar cenahının da feminizmle, dolayısıyla feministlikle kendilerini süsledikleri etiketlerin, öykünmeci ve taklitçi bir ergenlikle üzerimize yapıştığı o zamanlarda; adını telafuz edebilmenin ve kasetlerini kol altına sıkıştırıp hava atmanın keyfini şahane şahane çıkarmama sebep olan bir gruptur kendileri...

Rock'tan başka tür müzik dinlemeyi anarşist tavrıma aykırı bulduğum yaşlardan evrilmeye başlayıp kendimi daha büyümüş de küçülmüş yıllarıma taşırken, ve bu açılım esnasında öncelikle Caz'a dümen kırmaya başladığımda, yaptıkları füzyonla Yavuz Aydar'ın efsane programı Stüdyo FM sayesinde gündemimde yer bulan grup, çok doğal olarak da etrafa caka satabilmenin mihenk taşlarından biri olmuştu.

Duydum ki; dün ve önceki gün İstanbul Jazz Center'da iki konser vermişler... Bu haberle akıl defterimden çıkan grubun albümlerine gidince ellerim, gönlümde doğal olarak kaydı o yıllara...

Kendilerine özel bir soundları vardır onların. Jay Beckinstein'in saksafonu alır götürür sizi Caz'dan Funk'a oradan R&B'ye ve Pop'a... Temel anlamda ve genelde bir Pop Jazz çizgisine oturtulsa da grup, benim için Spyro Gyra(spayro Cayra) müziği Spyro Gyra müziğidir. Özgündür. Bir kalıba sokulamaz ve başka türlü tariflenemez diye düşünürüm kendimce.

Onları dinlerken bazen, birbirinin benzeri şarkılar duygusuna kapılabilirsiniz dinlediklerinizin. Hatta dinlediğinizin asansör müziği olduğunu düşünüp burun da kıvırabilirsiniz. Dedim ya, Spyro Gyra müziği öyle bir füzyondur ki; her bir parçanın neresinden bakarsanız orasını görürsünüz.

20 milyondan fazla albüm satmış, 7 Grammy ödüllü Spyro Gyra: ömür boyu hiç sıkılmadan dinlenebilecek ve hiç eskimeyecek neşeli bir müziğin adıdır. Ve sanırım, müzik tarihinin en hatırlanacak ve izleri asla silinmeyecek gruplarından biridir. Bunlar onların yaptığı müziğin geniş kitleler tarafından sevildiği ya da sevileceği ya da bilindiği anlamında ortaya atılan iddialı cümleler değildir. Ama müziğe gerçek anlamda ilgi duyan herkesin haklarını teslim edeceğine olan güvenle, onların müzik adına ortaya koyduğu katkıya, emeğe ve samimiyete duyacağı saygının sözcükleridir. Bende çok özel bir yeri vardır üç şarkılarıyla tanıtmaya çalıştığım grubun; ruhumun ve kendimin büyümesine yaptıkları katkılardan dolayı...

De La Luz

Morning Dance

Funky Tina

Brubaker

Amerikan Sineması'nın, sosyal sorunları yansıtan filmleri bile; aksiyonu, gerilimi, kısaca sinemanın ilgi çektiren klişelerini kullanarak anlatma tarzının iyi örneklerinden biridir Brubaker...

Filmin özellikle yeni izleyecek olanlarda (sonradan çekilmiş olmalarına rağmen) izledikleri bir çok hapishane filminin benzeriymiş duygusu yaratması olasıdır. Ama sinemalarda oynadığı yıl itibariyle çok ses getirmiş, gerçek bir olaya dayalı bu film özellikle, öykünecek kadar çok sevdiğim film karakterlerinden biri olan idealist cezaevi müdürü Brubaker'ın, cezaevi koşullarında insan onuruna yaraşır, insan haklarına saygılı iyileştirme çabalarının yanısıra; genelde politikanın, statükonun bozulmasına izin vermeyen dirençleri ve oyunlarıyla mücadele etmek zorunda kalışını da anlatır.

Filmin finalinde binlerce mahkumun, aynı ritmde ve gittikçe yükselen bir sesle alkışlayarak onu uğurlamaları; tüyleri diken diken eden, çok dramatik, hüzünlü, gidene duyulan saygıyı derin bir sevgiyle ifade eden çok güzel, ama çok güzel veda sahnelerinden biridir sinemanın...

Aslında film; suç ve ona verilen cezanın boyutlarını, sistemin zaten yasalarla cezalandırarak mahkum ettiklerinin cezaevi koşulları içinde ekstradan ve onurlarını ellerinden alır düzeyde hırpalamasının ne kadar adil ve medeni bir tavır olduğunu sorgularken, politikanın muhafazakar kanatları için mahkum özelinde insan değerinin ne olduğunu da ortaya koyar.

Sıkı bir sistem eleştirisi yapan filmin oldukça da ilginç ve heyecanlı bir başlangıcı vardır. Ve bu heyecan film boyunca sürer. Bulunabileceği konusunda şüphelerim olan bu film, eğer bulunabilirse, haftasonu için muhteşem bir seçim olabilir.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Wolfsburg...

Wolfsburg; fabrikada çalışmaktan arta kalan zamanda futbol oynayan işçiler ve onlar için kurulan bir şehir... Beşiktaş'ın bu gece 21.45'te karşılaşacağı Şampiyonlar Ligi'ndeki rakibi Wolfsburg'un macerası işte böyle başladı. Fabrikanın adı: KdF-Wagen'di... Daha sonra Beetle'ıyla (Türkiye'de kaplumbağa) ünlü olacak Volkswagen yani! Fabrikayı ise yine ünlü bir isim Adolf Hitler, her Alman vatandaşını bir araba sahibi yapmak amacıyla kurdurtmuştu. (1938) İleride buradan bir futbol takımının çıkıp, Bundesliga şampiyonu olacağınıysa muhtemelen düşünmüyordu. Wolfsburg, şehri ve futbol takımı ile yarattığı sinerjiyle dünyadaki belki de tek takım. Dev bir otomobil firması, onun çalışanlarının yaşadığı bir şehir ve içini dolduran 30.000 kişinin hepsinin birbirini tanıdığı bir stadyuma sahip futbol takımı. Bu üçgende değişenler ise doğal olarak işçilerin yerini profesyonel futbolcuların alması ve fabrikanın giderek büyüyerek futbola daha çok yatırım yapması oldu. Wolfsburg'un ilk kez manşetlerde yer alması bundan bir kaç sezon önce tanıdık bir isim Eric Gerets'le oldu. (Galatasaray'a gelmesi de bu başarı sayesinde olmuştu.) Ligi uzun süre lider götüren takımın yıldızları ise Bulgar sol açık Martin Petrov'la Arjantinli D'Alessandro'ydu. İlginç olansa bu ikisinin bir daha asla Wolfsburg'daki formlarını yakalayamamalarıydı. D'alessandro Zaragoza'yla İspanya'da küme düşerken, Petrov en son Manchester'ın mavi yakasında görüldü. İlk kez başa oynayabilecek duruma gelmek Wolfsburg şehrindeki ateşi arttırmış olacak ki, 2 sezon önce takımın başına Bayern Münih'i şampiyon yapmış efsane Alman futbolcu Felix Magath'ı getirdiler. Bayern Münih'i şampiyon yapmak çok zor olmayabilirdi; ancak daha önce ligi 2. bile bitirmemiş bir takımı zafere taşımak akıl alır şey değildi. Magath bunu üstelik, Münih'teki gibi hazır yıldızlarla değil, takımla birlikte büyüyen oyuncularla başardı. Bundan 2 yıl önce kimse Misimovic, Dzeko, Grafite gibi isimleri tanımıyordu örneğin... 2 yıl önce Copa America'da Brezilya milli takımında parlayan ön libero Josue, yine milli İtalyanlar Barzagli ve Zaccardo gibi doğru ve önemli transferlerde yapan Wolfsburg (yakın zamanda da ajanslara Martins transferi yansıdı) bu sezona da iyi futbol ve galibiyetle başladı. Her ne kadar Magath takımdan ayrılsa da yerine, yine yakın zamanda Bayern Münih dışında bir takımı şampiyon yapmayı başarmış Armin Veh'i getirdiler. Veh, Stuttgart'la bir sezon dışında Bayern Münih hegomonyasını kırmayı başaramamıştı. Bakalım bu kez başarabilecek, başka bir deyişle Bundesliga'da uzun zaman sonra Münih dışında bir takım, iki yıl üst üste şampiyonluk yaşayabilecek mi? Not:Son kez iki yıl üst üste şampiyon olan takım 94-95 ve 95-96'yla Borussia Dortmund'du. Wolfsburg-Beşiktaş maçı sebebiyle yeniden yayınlanan yazının ilk yayın tarihi: 08.08.09 macarsalatası.blogspot.com

20 Ekim 2009 Salı

Ölüme Bakıp Sıtmaya Deniz Baykal'a Bakıp Tayyip Erdoğan'a Razı Olmak...

Kendileri, zaten bugüne kadar elini sıcak sudan soğuk suya vurmamış, riskten hep uzak durmuş bir zat-ı muhterem olarak, ülke tarihinin en önemli süreçlerinden birinin yaşandığı şu zamanda bile -benim için hiç de sürpriz olmayan bir davranış ortaya koyarak- one man show'una devam ediyor ne yazık ki... Ve ne yazık ki muhalefet olmayı, tıpkı okul münazarasında tartışılan bir konunun taraflarından biri mantığıyla hareket etmek sanıyor. Çok uzun yıllara dayalı acıların sonlanmasına yönelik böyle bir süreçte oturup görüşlerini sunmak varken, ülkenin tüm kesimlerinden kişilerin katılımıyla toplantılar düzenleyip o toplantılarda olgunlaştırılmış görüşleri gündeme sunmak varken... Beğenmediği çözümlere alternatif çözümler sunması gerekirken... O hala tüm sorumsuz insanların kolaycılığıyla ve kendince uyanıklıklarla laf salataları yaparak siyasi rant peşinde koşuyor. Yıllardır üzerine giydiği siyaset uslubunun bir işe yaramadığını fark edememiş olmasına ben şaşırmıyorum. Çünkü biliyorum ki onun bir aynası var ve o aynasına her baktığında aynası ona senden büyük yok diyor. Ayna arada bir senden büyük şu var dediğinde de o kişi zaten yok ediliyor.

Milyonlarca insanın umutlarının ve parti aşkının üzerine konup iktidar olmak çabası ve derdi olmadan, hiç sorumluluk almadan, kendine ve keyfine göre siyaset eğlenceleri yaratarak yan gelip yatmanın güzel bir örneği olarak gömülecek kendisi siyaset tarihimize bunu biliyorum.

Şu süreçte, ülkenin en önemli sorununun konuşulmasını bile; tüm aciliyetini ve önemini bir kenara bırakarak, siyasi rakip olarak gördüğü kişiyle televizyon kameraları önünde teke tek bir maça çevirip oradan, siyasi bir rant ve keyif çıkarma arzusuna da ülke adına acıyorum. Ve ne yazık ki bir sol partinin öncelikli derdi olması gereken konulardaki adımları öyle ya da böyle, solcu olmayan biri atıyor. Ve bir şekilde bu sürecin bir kenarından bir çok kesim tutmuşken , sürecin insiyatifini tutan ve sürükleyeni olması gereken sol(!) lider yine balta oluyor. Ve ne yazık ki her seferinde de golü yiyor. Bunu sandıklar hep söylüyor ama o grup toplantısındaki alkışları seviyor, ondan ötesini de duymuyor. Çünkü dünyası o kadar küçük. Kendi de demeye dilim varmıyor yaşına hürmetimden dolayı.

Bizim yakışıklı genç lider(!) sürekli tekrar eden zeka yoksunu, kıt akıllı siyaset uslubuyla peynir gemisi yürür sanıyor. Gerçi onun gemisi yürüyor. Sabah sporunu yapıyor, havuç suyunu içiyor, sonra şahane makam arabasına binip beş yıldızlı otel tadındaki genel merkeze geliyor ve kaptan köşkü kıvamındaki odasında değişmeyen kahve arkadaşlarıyla günlük hoşbeşini yapıyor.

Sonra en sevdiği mesaisi başlıyor. Grup toplantıları dahil her mekanda; değerli arkadaşlarım cümleleri ve boğaz temizleme efektleri eşliğinde, vurgularla beslenen değişik tonlamalarla, ve ne büyük bir hatip olduğunu göze sokan teatral jest ve mimiklerle desteklediği polemikten öte gitmeyen, en ufacık bir katkı ve fikir içermeyen, çözüm sunmayan pek sevdiği demogojik konuşmalarını yapıyor.

Sonra evine gidip -kendi ifadesiyle- herşeyi unutuyor ta ki, ertesi sabah ki one man show'una kadar... Ve o, mutluluğuna mutluluk katıp vaktini keyif içinde kendini eğlendirerek geçirirken, olan ülkeye ve hala varsa ona umut bağlayanlara oluyor. Ve çok yazık oluyor!

18 Ekim 2009 Pazar

Akdeniz'den Yola Çıktım Nerelere Nerelere Vardım!

1992 yılında En İyi Yabancı Film Oscarı'nı almış olan Akdeniz: savaş karşıtı bir tavır ortaya koyan eğlenceli bir İtalyan filmi.

Şahane Akdeniz görüntülerine sahip film; bir grup İtalyan askerinin çıktıkları Yunan adasında yaşadıkları keyifler üzerinden ve halkların kardeşliğine vurgu yapan diyaloglarıyla bu anlamda mesajlarını hoş görüntüler eşliğinde başarıyla veriyor.

Filmi izlemeye karar verir ve izlerseniz; başladığı ilk andan itibaren büyük olasılıkla Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'yle benzeştireceksiniz. Aslında temel hikayesi çerçevesinden bakıldığında olay yeri, askerler ve kasaba halkı ilişkileri oldukça benzeş. Ama bu film içinde mizah barındırıyor olması, savaş karşıtı söylemlerin yer aldığı felsefi derinliği olan diyaloglarıyla ve üstlendiği misyonla birlikte o filmden başka bir kulvara doğru yürüyor. Ve çekilme tarihi itibariyle Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'nden önce olması sebebiyle de en fazla romandan etkilenmiş olabileceği ihtimali söz konusu edilebilir; eğer illa da eleştirel bir bakış gerekirse... (edit: ki bu da mümkün görünmüyor, son araştırmalarıma göre kitap da bu filmden sonra yayınlanmış)

Aslında bu film üzerine bir yorum yazmayı düşünmemiştim. Ama son günlerde gündemi fazlasıyla meşgul eden TRT yapımı Ayrılık dizisine İsrail'in gösterdiği tepkiyle birlikte ortaya dökülen hükümet, TRT'den sorumlu Devlet Bakanı, TRT Genel Müdürü, yazar çizer takımı ve dizinin yapımcısının görüşleri ve bu görüşlerin zeka yoksunu ve amigo ağızlarla ifade ediliş biçimleri ortalığı toz duman edince, bu filmi aşağıda sözünü edeceğim nedenden dolayı yorumlamak farz oldu.

Öncelikle kişisel olarak yapılanı şık bulmadığımı belirtmeliyim. Bu İsrail'in Gazze'de ya da başka yerlerde yaptıklarına karşı durmadığım anlamına gelsin de istemem açıkçası... Ki o olaylar esnasında yazdığım Değinmeler başlıklı yazımda, durumu kendi bakış açımdan oldukça detaylı yansıtmıştım o günlerde....

Bu film ya da dizi özel televizyonlarda yayınlansa ya da özel kişiler tarafından yapılmış bir sinema filmi olsa yine de sorun etmez, demokrasinin gereği bir tavır olarak bakardım. Ama devletin daha doğrusu ülkenin resmi yayın organının böyle bir yayın yapması ve bunun halkın isteği ve görüşlerinin bir yansıması olarak duyurması kaçınılmaz bir biçimde halkın hangi kesiminin sorusunu getiriyor akla...

Yani işin özü devlet televizyonunun bir siyasi tavrın aracı olarak kullanılmasını, Türkiye gibi önemli bir devletin dış politika üslubuna yakıştıramıyorum. Özellikle devlet katından ortaya koyulan karşı tavrın ve politikanın daha zekice, daha şık ve daha düzeyli olmasını beklerdim. Bu olaydaki gibi kendi tribünlerine oynayan, son derece ideolojik bir bakışın abartan kışkırtıcılığı ve hıncıyla; ve 'keser döner sap döner gün gelir hesap döner' lafının çokça geçerli olduğu dış politikada hiç olmaması gereken, son derece umursuz bir pespayelikle değil... Üstelik bir filmin (Gece Yarısı Ekspresi) çizdiği imajla yıllarca uğraşmış bir ülke olarak duracağımız yeri ve böyle ucuzluklara başvurmamayı en iyi bizim bilmemiz gerekirken...

Siyaset bir halka karşı ve onun duygularını rencide edecek bir üslupla yapılmamalı. Siyaset siyasetçilere karşı olmalı.

Bütün bu yazdıklarımla bu film ne alaka noktasına gelirsem, olayımız şudur: Muhtemeldir ki ülkede pek izleyici bulmamış ve dolayısıyla devletimizin gözünden kaçmış bu filmin(Akdeniz) bir sahnesinde İtalyan gözcüler bir geminin yaklaştığını işaret eden fişeklerini atarlar. Telaşlanan askerler ve ada halkı sonunda bunun Türkiye bayraklı bir küçük motor olduğunu fark ederler. Filmi izlerken siz Yunanlıların ve İtalyanların birbirlerini aynı ve kardeş görmelerinin yansıması olarak bu Türkün de, o üçgene yani Akdenizlilik haline ve kardeşliğe ortak edildiğini düşünürsünüz (elinizdeki reçete de filmin savaş karşıtı olduğu yazmaktadır ya, dolayısıyla yaklaşımlarının asla ırkçı olmayacağı duygusu yer etmiştir algınızda)...


O gece son derece dostane bir şekilde güle oynaya, çala söyleye, Aziz adlı bu Türk'ün getirdiği türlü türlü uyuşturucuyla keyiften keyife geçilir. Ertesi sabah, bu Türkiye bayraklı Türk motorunun Türk kaptanı Aziz, adada uyuşturucuyla uyanamaz hale getirdiği herkesin neyi var neyi yok çalar... Valla her ne kadar böyle Türkler var desem de, uyuşturucu dünyasındaki tartışılmaz liderliğimizi bireysel bazda kabul etsem de bunları bir filmde izlemek kanıma dokundu açıkçası! Üstelik de bunu bir ülkenin devlet televizyonunda izlememiş ve onların politikacılarının siyasi sorumluluklarını: halkımızın bakışı bu diye adreslememiş olmalarına rağmen...

Bu yazı vesileyle de bu filmi değerli devlet büyüklerimize sesimin yettiğince ihbar ediyorum. Acilen acımı dindirsinler! Ülke namusumuza sürülen bu lekeyi tez zamanda temizletsinler. Çünkü ben istiyorum. Ben halkım ya!

Hani mesela bir kısım halkımız Darfur içinde sesini yükseltmişti! O pek duyulamamıştı galiba... Üstelik son söylemlerden yola çıktığımızda TRT özerkti ve ülkemizde sansür yoktu!

Bu askerler Amerikalı ya da Alman ya da Rus ya da Fransız olsaydı mesela; aynı kelamları ederler miydi ki devletimizin büyükleri acaba? Ya da dilim hiç varmıyor ama bir devletin televizyonunda bizim güneydoğu bölgemizdeki insanlara yapılanlar üzerinden bir film yayınlansa ne olurdu ki halimiz?

Ha birde! İğneyi kendine çuvaldızı ele batır mıydı ki o atasözümüz?

Seçim?


Böyle zamanlarda hayal etmeye devam etmek ve hayatta kalmak için en iyi yol kaçmaktır.

Henry Laborit



Görseller: Videlec.org

16 Ekim 2009 Cuma

Yukarı Bak

Aslında planımız bir türlü denk getiremediğimiz Buz Devri 3'ü izlemekti. Dün Tırtıl'dan gelen telefon, filmin hala vizyonda olduğu ve bugün 14.30 da izleyebileceğimiz üzerineydi. Dolayısıyla okul çıkışında buluşup filmin oynayacağını söylediği sinemaya gitmek üzere anlaşmıştık; emir demiri her zaman kestiği için de, öğleden sonra programımı emre göre düzenlemek durumunda kalmıştım üstelik...

Geçen hafta da Buz Devri 3 niyetiyle buluşmuş, ama saati denk düşüremediğimiz için bir kısmında uyuduğum Çizmeli Kedi ile yetinmiş, üstelik de sinemaya gitme işini cumalara değil cumartesilere bırakmak konusunda da; her seferinde sözler verilip alınmasına rağmen, onun tarafından tek taraflı iptal edilip uyulmayan diğer anlaşmalarımız gibi mutabakata da varmıştık.

Saat 13.15 de, önce bileti alıp sonra da biraz dolaşıp gelmek üzere sinemaya geldiğimizde, animasyon danışmanımız Tırtıl'ın daha önce sözünü ettiği ve beklediği Yukarı Bak'ın vizyona girdiğini ve seansında 13.15 olduğunu fark ettik. Üstelik de Buz Devri 3 ün vizyondaki son günü dünmüş. Hızlı bir kararla Yukarı Bak için biletleri alıp patlamış mısır ve kolaları film arasına bırakarak salona girdik ve filmi izlemeye başladık.

Filmin açılış sahnesinde; perdesinde, eski zamanlarda filmlerden önce gösterilen kısa haber ve spor görüntüleri akan bir sinema salonu olunca, Yukarı Bak beni orada içine çekti zaten. Ve film boyunca, tüm sinema tarihim ve heyecanlarım tek tek gözümün önünden geçti. En keyif alarak izlediğim filmlerden biriydi. Bu filme nasıl bir yorum yazabilirim üzerine kelimeler sürekli gelip geçti aklımdan. Sonra tüm bunları yazmaya kalksam, yine de filmin üzerimizdeki etkisini anlatayamayacağımı düşündüm.

Önce; daha önce yazdığım bir sinema yazısını* yeniden bloga koymaya karar verdim. Çünkü bu filmin bir yetişkinde bırakabileceği tadı ancak o yazı anlatabilirdi.

Şu ana kadar filmin içeriğinden bahsetmediğimi fark ediyorum, onları biraz sonraya bırakıp La Paragas animasyon danışmanı Tırtıl'ın listesinde, bu filmin birinci sırayı kaptığını öncelikle belirtmek istiyorum. İçinde; herkesin hayali bir şahane aşkı, birlikte yaşlanmayı, muhteşem bir aksiyonu barındıran -ki ben bile bir çok yerde bunun bir animasyon olduğunu unutup nefesimi tuttum - , şahane esprileri ve müzikleri olan çok ama çok keyifli bir film Yukarı Bak. İlk anından son saniyesine kadar nefesimi tutarak izlediğim, zaman zaman duygulanıp, zaman zaman heyecanlanıp, sıklıkla da tebessüm ettiğim, şahane bir sinema tadı aldığım filmin benim için de, Ratatouille'dan sonra izlediğim en iyi animasyon olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Filmin ana karakteri, daha doğrusu çıkış noktası olan benim macera defterim adlı günlüğün ikinci gösterilişindeki: bir ilişkiye duyulan saygıyı ve atfedilen değeri vurgulayan cümleye özellikle dikkat etmenizi öneririm. Evin halini daha doğrusu yolculuğunu gerçekleştiren balonların, bu yaz ufaklıklarla geyiğini bolca yaptığımız kendi evimizle ilgili bir hayalimizin yansıması olmasına çok da güldüğümüz Yukarı Bak'ın klişelerine takılmayın. Ve filmi oradan eleştirmeyin. Çünkü bu, henüz o klişeleri görmemiş olan çocuklara yönelik bir film ve aslında o klişeler de geçmişe saygı tadında, çağdaş, filmin içindeki diyaloglarda da göze çarpan jenarasyon farklılıklarının diliyle doğru orantılı ve oldukça esprili bir bakış...

Eğlenceli bir sinema günü için bu film - seçenek olarak- aklınızın not defterinde bulunsun... Ve mümkünse ıskalamayın.


*Hiç Bitmeyen Mutlu Bir Şarkı

Obama'nın Nobel Barış Ödülü




Geçtiğimiz yaz, Polonyalı misafirimizle ailecek yaptığımız sohbetlerden biri sırasında konu Atatürk'e gelmişti. Atatürk'ün yaptıklarını elimizden geldiğince objektif bir şekilde anlatmaya çalışıyorduk. Bir ilkokul çocuğu tarzında Atatürk'ün Türkiye'yi nasıl kurduğunu, düşmanları nasıl yendiğini falan anlattık. Araya da birkaç önemli sözünü sıkıştırdık: “Yurtta barış, dünyada barış” gibi...

Dünya tarihinin en dramatik ve nefret dolu savaşlarından birinde Yunanistan'ı yendikten sadece 10 yıl sonra, Yunan Devlet Başkanı tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildiğinden bahsetmemiştik bile.

Bunun üzerine sorduğu ilk soru: “Peki Atatürk Nobel Barış Ödülü aldı mı?" oldu.

Geçtiğimiz gece, A.B.D'nin en çok beğenilen talk-show programlarından “The Tonight Show with Conan O'Brien”ı izliyordum. Conan O'Brien, sözü bir ara Obama'nın Nobel Ödülü'ne getirdi. Obama'nın neden bu ödüle layık görüldüğü sorusuna Nobel Komitesi Başkanı'nın: “Nobel Barış Ödülü'nü aldı ya!” şeklinde cevap verdiğini söyleyerek, herkesi kahkaya boğdu.

Bu işin esprisiydi elbette; ancak daha sonra söyledikleri daha büyük bir ironiydi. Nobel Komitesi Başkanı'nın ödülün nedeni olarak kısaca: “Obama'nın dünyadaki gerilimi azaltmasını” örnek gösterdiğini söyledi Conan...

Demek ki Amerika, artık uluslararası camiada öylesine korkulan bir güce ulaşmış -ya da öyle bir güce ulaştığı sanılıyor- ki; Dünya'da gerilimi tırmandıran bir devlet başkanı görevi bırakınca yerine gelen yeni başkanın neredeyse hiçbir somut hareketi olmamasına karşın, bu konuda söylemlerde bulunması bile bu ödülü almasını sağlıyor!

Demek ki Nobel Ödülleri'nin dağıtılması konusunda, 80 yıldır fazla bir değişiklik olmamış...

14 Ekim 2009 Çarşamba

Ara Sıcak

Aslında, güncel bir iki toplumsal olayda yer alan bireylerin duruşlarından yola çıkarak insanların, ben merkezci bir görmezlikle kendi haklılığından bakarken ve bunu eylemle ortaya koyarken, diğer insanların haklarını da çok kolayca gasp edebilen duyarsızlıkları üzerine bir yazı yazmayı planlamıştım. Ve bu yazımda kullanmayı düşündüğüm görsel de; ilk gördüğüm anda vurulduğum, arınmışlığı ve saflığı çok güzel yansıtan bu fotoğraf* idi.

Sonra, dün bir gazetede okuduğum tek gecelik ilişkilerin niyeleri üzerine yapılmış haberdeki, uzmanlığı kendinden menkul bir medya yıldızı ''Uzman Psikolog'un'' değerlendirmelerine bakınca; ve yine bir başka, ama bu kez güzel ve doğru tespitler içeren sıcacık ve samimi bir blog yazısının da tetiklemesiyle yazacaklarımı daha da genellemeye karar verince; hatta o düşünceleri çok da farklı bir yazının içine yedirerek farklı bir uslup denemeyi arzulayınca: kaçınılmaz şekilde, çok şey yapmak isteyip de hiç bir şey yapamayan insan haline büründüm. Sonra aklımı başıma alıp, durumu sadeleştirip, yazılardan birini bugün gerçekleştirmeyi düşündüğüm bir eylemin anlatımıyla bütünleştirerek yarına bıraktım. O yazıya giden yolda bir giriş olsun maksadıyla da, daha önce yazdığım bir yazının pek de hoşuma giden ve 'insan durumu' anlatan iki paragrafını öykünün içinden alıp buraya taşıdım.

...
O ''bağlanma korkusu var'' derken; adam, kendince bir ilişkiyi daha sağlamlaştırmak için, daha net ve tamam şimdi denilen bir noktada olma arzusundan; ya da kendi dip duygularının, bilinçaltından olası sonuçlara karşı korumacı uyaranlarının dile, düşüncelere yansımalarından; bazen bir ilişkideki yerle ilgili tereddütler yaşayıp bazı alt duyguların insanı dürten, karıştıran, dedikodu ağızlı hıyarca uyaranlarının anlık ele geçirmeleriyle düşünüyor olmak gibi insani bir zaaf yaşıyor olmaktan, bu anlarda kendini koruma reflekslerinin dilinden cümleler kurulmasından, bunların kadın algısındaki yanlış değerlendirmelerinden söz etti; kadında sezdiği sorulara yanıt olabilmek için...

Sonra bu anlık içsel direnişleri aşıp ''sen ne niyetde olduğunu biliyorsun, bu tereddüt niye?'' güdüsüyle yola devam edebilmek gerektiğinden bahsetti. Ve tüm bu kaygıların sonundaki çakma sanmalardan, o sanmaların teredütlerinin sorulmayan sorularından ve sorulmayan sorulara (kendince)verilen yanlış yanıtlardan...

Sonra kadının gözlerine saklanıp, ''bütün bir geçmişe baktığımda; bugün senin beni çağırmandaki nedenin gibi; hepimiz, belki de en çok, el frenini bırakarak konuşabileceğimiz birini arıyoruz şimdilerde... Hiçbir şekilde o ne düşünür kaygısına yer vermeyecek, olumsuz nitelenebilecek anları bile bir durum olarak kabul edip yargılamıyacak bir ortak uslup sanırım en çok aranan'' diye devam etti.

Sonra bu cümlelerden yola çıkarak yaşadıkları hiçbir ciddi ilişkide ötekine yön veren bir çaba içinde olmadıklarından, bunu değerli bulmadıklarından falan söz ettiler. Bazı sonların kattıklarıyla daha derin farkedişler ve dirençlerle ileriye doğru yürüme becerisinden, insanın kendi bahçesini yaratabilmesinden konuştular gün ışığını haber veren sabah ezanının melodisini duyana kadar.
...


Yazının alıntılandığı Dominant Gözlerinde Okyanus Mavisi Kadınla Gecenin Bi Yarısı adlı 'romanımsının' tamamını okumak isterseniz de buradan buyurabilirsiniz.

*Fotoğraf: Sevgili La Loba'nın Devianart'daki galerisinden izni olmadan alınmıştır. Bu izin almamışlık dolayısıyla kendisinden özür diler, kocaman yüreğine sığınırız. Sonsuz teşekkürlerimizle...

12 Ekim 2009 Pazartesi

Mine

Mine benim için Türk Sineması'nda yeni bir çağın başlangıç filmidir. Tam da Türkan Şoray'ın jön ve star eksenli Yeşilçam Filmlerinden, biraz da dünyadaki kadın başkaldırısına paralel gelişen Türkiye'deki ''feminist'' hareketin yükseldiği bir zamanda, kendi oyunculuğunu sıçrattığı filmdir.

Ömer Kavur'un, Türk Edebiyatı'nın en önemli karakter analizlerinden birini yapan Yusuf Atılgan imzalı romandan uyarladığı Anayurt Oteli'nden önce, yapımcı olarak yer aldığı Mine: Necati Cumalı'nın eşsiz gözlemciliğe ve son derece naif bir dile sahip eserinden, Atıf Yılmaz'ın öykünün doğasına hiç de uzak olmayan bir sinema diliyle kültür hayatımıza kattığı çok önemli bir filmdir.

Güzelliği, erkeklerin yanısıra kadınların da dikkatini çeken, dar bir çevrede yaşayan, kendi duygusal derinliğine son derece zıt kaba saba ve ''yaşama sinik'' bir adamla evli, içine kapanık bir kadının; ve o kadına ikiyüzlü bir ilgi duyan kasaba eşrafının ahlak ve yozlaşmış namus anlayışının sorgulamasıdır bu film.

Kadının kasabaya gelen bir yazarla kurduğu insanca dostluk ilişkisini dedikoducu dar çevre ahlakına teslim etmeyip cesurca yürüyüşü: O günün Türkiye'sinden bakıldığında önemli bir çıkıştır. Tutucu ve muhafazakar duran ahlakçı erkek algısının eylemsel dışa vurumu da, lezzetli bir yüzleşmedir.

Mine, Türkan Şoray'ın hayatına yeni bir yön verdiği dönemde canlandırdığı, bence en çok kendini bulduğu ve bu nedenle de muhteşem oynadığı; yıllar önce seyretmiş olmama rağmen, sinema dünyasından aklıma kazınmış en önemli karakterlerden biridir.

Sağlam bir öyküsü ve iyi oyunculukları olan, Çağdaş Türk Edebiyatı uyarlaması bu güzel filmi bulabilirseniz, tv lerde rastlarsanız mutlaka izleyin.

10 Ekim 2009 Cumartesi

SONGS FROM THE LABYRINTH İle Keyifli Bir Zaman Yolculuğu


Dünden beri aklıma düşen ve evde aranıp durduğum bir albüm var: Bu, çok sevilen sanatçı Sting'in belki de en az tanınan, hatta çoklarımız tarafından hiç farkına varılamamış ve bilinmeyen bir albümü.

Sanatçı, 2006 yılında çıkan, ülkemiz dahil bir çok yerde fazlaca tanıtımı yapılmayan, dolayısıyla da gümbürtü kopartmayan 23 şarkılık bu albümünde çok farklı bir tarzı deniyor.

Bu duruşun, sorumlu bir sanatçının dünya kültürüne kolleksiyoner bir katkısı olduğunu söylersek, durumu daha da net açıklamış oluruz sanırım...

Sting; şiir ve enstrümantal kısımların ağırlıkta olduğu bu albümde, İngilterede yaşayan İrlanda asıllı erken dönem bestecilerinden John Dowland'ın(1563-1626) Lute* için yazılmış eserlerini, Bosnalı 'Lute'* sanatçısı Edin Karamazov ile birlikte seslendiriyor.

Dini ve siyasi çatışmaların yoğun olduğu bir dönemde yaşamış müzisyen John Dowland'ın ölümünden yaklaşık dört yüzyıl sonra; onun dingin, melonkolik, sevinçli, büyüleyici ve seküler eserlerini yeniden gün ışığına çıkaran, o yıllardaki söyleyiş biçimiyle hayata yeniden kazandıran Sting: Bu önemli katkısıyla, -her ne kadar- çağın önceliği ticari başarı noktasında hedefine ulaşamamış olsa da, insanlığa yaptığı bu kültürel sunumla gönüllerin sultanı ve unutulmazlarından biri olmayı bir kez daha başarıyor.

Güzel bir tatil gününde elinizde kahve kokusu, önünüzde bir kitap ya da bir dergi, belki de günlük gazetelerle süregiden neşenize müzik de eklemek isterseniz, buyurun: Sting'in duru, romantik ve büyüleyici sesinden keyifli bir zaman yolculuğuna...

Songs From The Labyrinth için buradan lütfen!


 *Lute

8 Ekim 2009 Perşembe

Kahvaltı


Duştan çıkıp yatağa gelmiş sevgili sipper* bir şeydir... ?

Tenin sıcaklığını örten sıcacık bir soğuk vardır ya vücutta... Ve diken dikendir ya hani... Mahrem şeylerin sessiz tonundadır ya herşey... Bir de dardır ya vakit...

Sabahın en erkeninde bir seremoni keyfinde hazırlanan günün ilk kahvesinin dudağa değdiği anla, göğüslerin bedene değdiği anın yarattığı heyecanın benzetililebilir olup olmadığını sormuştum, evvel zaman önce.

Benim cevabım var!

*kelime çok coşkulu bir süper tanımlaması için; bu satırların yazarı tarafından kullanılan ve süperlik halinin en'ini simgeleyen özel bir sözcüktür

Görsel: videlec.org


6 Ekim 2009 Salı

Telvin mi, Telvin Etmek mi?*

Evrenin Dünyası'ndaki Gitmek Köklerinle Birlikte başlıklı yazının içindeki; Bugün Sevgili Pino'nun; 34. yaşını kutlamak üzere, gecikmeli de olsa uğradım durağına, Gitmek İstiyorum yazısını okudum... Ve okurken, yanda gördüğünüz fotoğrafa, yorumlarda kelebek olsam diyen Uzağa Giden Kadını fark ettim; o şehir şehir dolaşıyor biliyorsunuz, satırlarını ve yazının tamamını okuyunca, ve altındaki yorumlara da göz atınca düşündüm ki; bir yolculuk arzusu almış başını gidiyor. Bu sabah bir dergiyi kurcalarken gözüme ilişen Kaya Tanış imzalı bir yazıdan sonra konu üzerine bir şeyler yazma fikrimden ve eyleminden vazgeçtim.

Yazan söylenecek söz bırakmamış ki:

Tasavvuf Edebiyatında "telvin", halden hale geçmektir. Bir halden bir başka hale geçmek, dönüşmek, değişmek... Bu geçiş esnasında, ilk durumu çoğunlukla unutmak ve içinde bulunulan duruma uyum sağlayıp; bir sonraki telvin halini -durumunu- düşünmek ve buna hazırlanmaktır. Kişinin içsel olarak kendini tamamen bırakması ve bir arayışın içine girmesidir. Ozanın deyişiyle: "Bir kapıdan içeri girilir, kapı kapanır. Ve sonra, bir kapı aranmaya başlanır; başka bir kapı: O odadan çıkmak için gerekli olan, bir başka kapı."

Kişi telvin halindeyken bir başka boyuta erişmiş şekildedir. Durgun gibi görülen, ama kendi içerisinde yoğun bir devinimle bütünleşen, derin ve erişilmesi zor bir boyuttur bu. Her bir adım içsel yolculuklarda katedilen yolları neredeyse arındırarak atılır; her bir zerre bu yolculuklarda tıpkı han misali; kişinin tüm yoğunluğuna ve yorgunluğuna ortak olur ve her bir kapı; bir halden başka bir hale geçişin, önceki ile sonrakinin, geçmiş olanla gelecek olanın kilidini ve anahtarını üzerinde barındırır.

Kapı kapanır, bir yol açılır; kapı açılır, bir yol kendine yürür...

David Le Breton'un unutulmaz eseri Yürümeye Övgü'de bahsettiği gibi; "Yürümek, aslında yaşamın o kendine özgü zamanını yeniden bulmaktır." İşte telvin halindeki insan da en çok bu nedenle yola çıkmıştır. Bulmak için: Zamanı, içindekileri ve kendini bulmak için...

Tüm yolculukların da içinde ve sonunda barındırdığı, o en temel öge bu değil midir? Aramak ve bulmak. Bu yüzden her yolculuğa çıkışımda kendimi tıpkı bir telvin halinde gibi hissederim. Büyük bir arayışın içinde yoğunlaşmış, neredeyse kendimden geçmiş ve herşeyi unutmuş... Birçok yolculuk da bu nedenle yapılmaz mı zaten? Unutmak için. geçmişi, geride kalanı... ve tanımak için; o anı, şimdiyi...

Hayatlarının büyük bir bölümünü ya da önemli bir bölümünü bitmeyen yolculuklarla geçiren insanlar; durmadan yorulmadan meydana gelen bu hal değişikliklerini özümsemesini, hayatı tıpkı bir yol gibi özenle adımlamasını, durulan yerle gelinen yer arasındaki o ilişkiyi; kalanla gelen arasındaki o ilişkiyle bütünleştirmesini bilen insanlardır. Tüm bunların üzerine bir de yazma eylemini eklersek, ortya şu çıkar: Bedenen katedilen yollar, ruhen bir sonsuzluğa ulaştırmıştır insanı: Yazıya...

Yazı; 25 Eylül 2009 tarihli k adlı dergide Kaya Tanış tarafından kaleme alınan Alberto V. Figuero üzerine bir analizden alıntıdır.

*Telvin: Boyanmak
*Telvin etmek: Boyamak

Görsel: videlec.org

5 Ekim 2009 Pazartesi

Koyvermiş Uslup...


İyisinizdir inşallah
bis yeni geldik, yoğun işleri halledip trafikle cebelleştik...

duş alıp bişeler içtik ve oturduk ekran karşısına

Çok ösledik sizi...

Düşündük güsel güsel, bir yerden öbür yere yürüme anlarında, sisden bakarak...
insanoğlu işte ...

güsel çıkarımlar yaptık güsel haller üstüne...

bazı mekanlardan geçerken, bazı mekanlarda sizle birlikte olmanın ne hoş olacağına tebessümler ettik.
içimiz neşeyle doldu

tren raylarına bakan masada ve gardaki lokantada yedik öğlen...
ve baktık taa uzaklarına rayların... ne şahanelikti o bir bilseniz...

ya dedik bide; bir güne, bu kadar güzel gülen bi yüzle başlamak ne hoş
ne şans
sevdik şansımızı

neler neler geçti gün boyu yüreğimizden
bir bilseniz

en çok da bi odayı frezyalarla doldurmak istedik, hatta doldurduk

sevdiği bir göreve başladı da sevdiğimiz biri...
onu hayırladık.

severins de kendisini...

hem de çok.

öperins bide...



Müzik: Sema- Kerkenez albümünden Bayan Bana Bak
Görsel: Videlec.org

4 Ekim 2009 Pazar

Kadın Göğsü

Dün ve hatta bugün Hürriyet com tr de yer alan, "Turkuaz yeşili elbisesi ve derin göğüs dekolteli kıyafetiyle sahneye çıkan sanatçı, hareketli ve romantik parçalarıyla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı. Elbisesinin azizliğine uğrayan ünlü sanatçı, iş kazası yaşayınca göğüs uçları zaman zaman göründü." diye devam eden Sibel Can Elbisenin Aziziliğine Uğradı başlıklı yazıyı okuyunca, aslında iş kazası denen şeyin iş kazası olmadığına tanıklık ettiğim bir olay geldi aklıma: Dünyadaki örneklerinin çoklukta olduğu bu iş kazasının Türkiye'de hem görsel hem de yazılı medyaya yansıyan belki de ilk örneğiydi bu.

90 lı yılların henüz ilk yarısı, zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının yönettiği butiğimizin başlangıcından henüz bir yıl geçmişti ki, -elbetteki onun başarısının bir sonucu olarak- mağazayı daha da büyüterek, hatta oldukça büyütürek bir pasajın ikinci katındaki küçücük dükkandan şehrin en prima caddesinde büyükçe bir yere taşımıştık. O yıllarda, ülkemizin en popüler mayo firmasının sahibinin oğlu tarafından kurulup Türk moda dünyasına adım atmış ve devler arasında yer kapma savaşındaki firmanın ürünlerini satmaktayız. Marka müthiş bir reklam atağında. Ekran ve reklam yüzü: Henüz Amerika'dan yeni gelmiş ve popüler olma yolunda ilerleyen Meltem Cumbul... Hem televizyonda sunduğu o günlerin en popüler yarışma programında ürünleri giyiyor, hem de tüm popüler kadın dergilerindeki tanıtımlarda o var. Ve o yıllarda Türkiye'nin gerçekten en tanınan ve en popüler yüzü kendisi...

Ama tüm bu artılar firmanın atak yapmasını sağlayamıyor. Ürünler gerçekten çok kaliteli, en ünlü tasarımcılarla çalışılıyor, kumaşlar konusunda kalite anlamında sonuna kadar seçiciler.

Tüm bu değerlerin yanısıra da sürekli olarak, markayı patlatacak bir atraksiyon düşünülüyor. Her sezon ülkenin en ünlü mekanlarında defileler düzenleniyor. Tüm bunlar diğer markaların defile haberlerinin de topluca yer aldığı magazin kuşaklarından öte götüremiyor firmayı.

Sanırım 94 yılı... Bu kez sonbahar kış defilesinin yapılacağı mekan Swiss Otel. Bütün medya defileden haberdar, sinema, televizyon, kültür sanat ve iş dünyasının tüm ünlüleri orada... Elbette ünlü baba ve ünlü dostları da ön sıralardalar. Biz de - özellikle zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın- firmada çok seviliyoruz ve her olayın içinde varız. Zaten çok genç ve çalışma ortamı çok keyifli bir firma o zamanlar...

Tarihe damga vuran o defilenin öncesi kulis hazırlanıyor, sergilenecek kıyafetler sırasına göre yerleştiriliyor, mankenler son hazırlıklarını yapıyor. Kulis çok renkli ve şenlikli... Son kontroller, o, bu, şu derken defile başlıyor. En popüler mankenler bir bir çıkıyor, şahane bir kareografi ve gerçekten o güne kadarkilerin çok ötesinde, çok farklı, markanın iddiasına çok yakışır ve Zeki Beyin takdirlerine mazhar bir sunum var. Medyanın ilgisi yoğun ve gerçekten kalabalık bir medya ordusu podyumun kenarında, flaşlar ardı ardına patlıyor.

Sıra, hakikaten şahane kadın, çok keyifli bir arkadaş, iyi dost ünlü Rus mankene geliyor. - Yani şimdi çok iyi hatırlayamıyorum ama (çok manken tanıdığım için dermişim) sanırım ülkemizde Yolanda diye lanse edilmişti. Tek başına ve hakikaten şahane bir transparan bluzla ırkının bütün görkemini podyuma taşıyan ve zamanı herkes için durduran, solukları donduran bir edayla muhteşem yürüyor o anda. Müzik, podyum ışıkları, Yolanda'nın ışığı her şey olağanüstü bir rüya tadında.

Ertesi günden itibaren haftalar boyunca o an; hem yazılı hem görsel medyada sürekli yer buluyor. Çünkü Yolanda'nın tek göğsü transparan bluzdan dışarı fırlıyor. Ve zaten çok konsantre flaşlar bir bir patlayıp o anı donduruyor.

Aslında 'o an' kuliste planlanmıştı. Ve bütün defile kurgusu ve akışı o ana odaklıydı. Haber bugünkü gibi 'iş kazası' başlıklarıyla yer almıştı medyada. Ama o iş kazası firmanın marka değerine tavan yaptırmış ve en bilinen markalar arasına sokmuştu bir anda onu...

Bir pazar yazısı olsun edasıyla başladığım yazının başlığını kadın göğsü yapınca, ifade biraz da tavuk göğsü oldu gibi geldi bana... O yüzden moda dünyasına hazır dalmışken algı üzerine, biraz da 'söz manasını dinleyenden alır' mantığından yola çıkarak, Neslihan Yargıcı'nın anlattığı bir anıyı paylaşayım burada: Yargıcı ve bir grup manken doğu illerimizden birine defile için mevsimin zorluklarını da göz önüne alarak trenle gidiyorlar. E çıtır çıtır, mini etekli mankenler kaçınılmaz şekilde rahatsızlık yaratıyor yörenin muhafazakar yolcularında... Yine Yargıcı'nın ifadesine göre, kompartumanda yine bir cinsel obje sayılabilecek(!) göğsünü çıkarmış çocuğunu emziren kadın hiç bir rahatsızlık yaratmadığı gibi, hoşgörülüyor. Üstelik durum yanda oturmakta olan muhafazakar kocayı da rahatsız etmiyor. Aslında tutuculuk üzerine bir sohbette bu konuyu anlatan Yargıcı'nın hikayesinden yola çıkarsak; hangisinin cinsel obje olarak daha önde olduğu önemli değil, önemli olan o objenin olağandışı bir halde ortaya konması.

İç çamaşırı, mayo defilesi bile ''kazayla çıkmış'' göğüs ucu kadar haber değeri yaratamıyorsa. Onca eyleme rağmen haber olamayan, medyada yer bulamayan, duyuralamayan, hatta duyurulsa bile polis copundan kurtulamayan gerçek halleri haber yaptırmanın bir yolu olarak düşünülebilir mi meme uçları acep?

Görsel: videlec.org

3 Ekim 2009 Cumartesi

Yürümek Hiç Durmadan...


Yürümek yatıştırır. Yürümede sağaltıcı bir güç vardır. Düzenli biçimde hep ayağı öbürünün ilerisine basma, aynı zamanda kolları ritmik bir biçimde kürek çeker gibi sallayıp soluma sıklığının yükselmesi, nabzın hafifçe uyarılması, gözün ve kulağın yönün saptanmasına ve dengenin korunmasına yönelik etkinlikleri, akıp giden havanın deri yüzeyinde duyumlanışı -

bütün bunlar bedenle zihni hiç karşı durulmaz biçimde birbirine yaklaştıran ve ruhu, ne kadar dumura uğramış, zedelenmiş de olsa, büyüten, genişleten olaylardır.

Patrick Süskind - Güvercin sayfa 63

2 Ekim 2009 Cuma

Gözlerden Irak Önemli Bir Film: BUZ DİYARI...

Yazı sevme nedenlerimden bir tanesi belki de en önemlisi, odalardan dışarı atmasıdır beni. Bir diğeri de, her ne kadar filmleri sinemada izlemeyi sevsem de yazın güzel ve yıldızlı gecelerinde kendi yeraltıma sığınıp sinema salonlarından, dolayısıyla üzerine para yatırılıp kâr beklentileri hedefine kurulmuş, satabilmesi için insan algısına yön verecek pazarlama unsurlarının, sinemanın klişelerinin sonuna kadar kullanılmasıyla ortaya çıkan (Hollywood) filmlerinin samimiyetine duyduğum şüpheden kurtulmuş olmaktır.

Yaz benim için yıldızlı gök altında ve yazlık sinema keyfinde, ağaçların hışırtısı ve ağustos böcekleri eşliğinde, bağımsız ve farklı filmler izlemektir. Ve Hollywood sinemasının yarattığı gerçekliklerden sıyrılıp, hayatın samimi gerçeklikleriyle yüzleşme mevsimi, ruhuma detoks zamanıdır.

Kitapları, plakları, filmleri saklı yerlerinden kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın almayı severim. Bu belki de popüler kültüre, popülizmin dayatmalarına bir başkaldırıdır. Ve onlar beni hiç yanıltmazlar! Buz Diyarı böyle bir seçimdi. Film boyunca filmle ilgili aklımdan geçen tek bir ifade vardı: Enfes...

Uygarlık ve barbarlık arasındaki sosyolojik tanımlarda ortaya koyulan referanslar hep insan odaklıdır. Bir kıyımı, öldürmeyi, ölmeyi ifade eder. Ve barbar: Yaşam ve ölüme hayvani bir içgüdüyle yaklaşır. Kendi yaşamını sürdürmek için kolaylıkla öldürür. Bu film global köy denen yeni dünya düzenini, kapitalizmi, adına uygarlık denen gelişmeyi hepimize hükmeden tekil (barbar) bir varlık olarak tanımlarken onun sırtlarımızı, hayallerimizi, kendi yarattığı özlemlerimizi sıvazlayarak -aslında- bizi tüketen yüzünü bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor.

Sistemin, yaşamakta olduğumuz çağın ''pornografisini'' hiç birimizin ''hayır! Bu, hayatın içinde yok'' diyemeyeceğimiz gerçekliklerle bir bir önümüze seriyor. Finlandiya özelinde Avrupa Birliği'nin ana simgesi euro üzerinden genelde paraya: Kirlenmenin ve yok oluşun simgeleri olarak göndermeler yaparken bu global sistemin, aslında refaransı Marksizm olan sosyal demokrat Finlandiya'nın hayatını nasıl sarstığını insanlar odağında, tüketim simgeleriyle de anlatıyor.

Bütün bunları, Kuzey Avrupa'nın soğuğunun aksine sinemasının sıcacık ve gerçekçi uslubuyla hayatlar ve aileler üzerinden yapıyor. Müthiş bir kurgu, kesişen yollar, enfes diyaloglar, derin bir felsefe, sürekli merakı ayakta tutan bir ritmle olağanüstü ''insan bir film'' sunuyor bizlere...

Eğer bu yazıyı oluşturan cümlelerde size yakın ifadeler bulduysanız, sisteme karşı yeraltılarınız varsa bu, filmi de çok seveceksiniz demektir! O halde içinde ''insan'' olan enfes bir sinema örneğine hazır olun. İyi seyirler.

İlk yayın tarihi: 10.08.2008

1 Ekim 2009 Perşembe

Hemoroid Sorununa Tesadüfi Bir Çare

Bu hafta içinde iki önemli kazanımım oldu ve kendime saklamayıp paylaşayım istedim tüm insanlıkla. Bunlardan biri kabızlığa tesadüfi bir çarenin benzeri bir tesadüfle keşfettiğim pek sevilmez yemek bamyanın hemoroide iyi geldiği. ( Gerçi benim keşfim mi yoksa daha evvelden keşfedilmiş, duyuran var ve herkes biliyor da benim mi haberim yok bilmiyorum açıkcası) Benimki tamamıyla bilinç dışı bir tesadüfle keşfedilmiştir ki her bünyede aynı yarara ulaşılabilir mi konusundan da emin değilim. Ama bugüne kadar değişik insanlar üzerindeki uygulamalardan olumlu sonuçlar alındığı aşikardır.

Sonra madem keşfi yaptın, bu derdi daha derinden çeken insanlar vardır ve şu boş gününde boş boş otururken sevaplarını yazan meleğe ufak çapta bir iş çıkar, kendin de sevaba gir dedim. Bu hizmetten alınacak dualar, defterin o hanesini biraz daha ağırlaştırır ki, ne demiş atalar sözümüz: ''Sakla samanı gelir zamanı...''

Olayımız şudur efendim: Malum yaz günlerinde oldukça kalabalık bir aile oluruz ve ufak çaplı bir askeri birlik tadında çıkar günlük menü... Genelde mangal dışı yemeklerden sorumlu çavuş kızkardeş olduğu için her öğüne mutlak bir zeytinyağlı da yerleştirir. Bamya olan günler maaile uzak durulduğu için o sümüklüden, ziyan olmasın dersi vermek babından çocuklara; Afrika'daki açlıktan giren, bir ekmeğe bile muhtaç olanlardan devam eden, çöplükten ekmek toplayıp yiyenlerden çıkan uzun soluklu ve acıtasyon yüklü konuşmalar yapılır tarafımdan. Ne sevilir bir şey olduğunu da göstermek için bamyanın, ben yerim genellikle tamamını bir kaç gün ve bir kaç öğün...

O günlerden birinde; malum yaz akşamlarının sofrasından ve yanlış beslenmeden kaynaklanan keyif akşamlarının doğal bir sonucu olarak çekmekte olduğum orta çaplı sızıları bamyanın ertesi gün yok ettiğini farkettim. Önce tesadüf olduğunu düşünsem de, sonraki sıkıntılarda da kesin çözümün bamyadan geldiğinden emin oldum. Süreç içinde kesin olarak bamyanın hemoroid sorununa iyi geldiğine olan inancım kuvvetlenince, bugün ziyaretine gittiğim bir doktor arkadaşımla bunu paylaştım.

Eğer hemoroide kesin çözüm bulan mucize doktor ünvanı alıp insanları kapında kuyruk etmek istiyorsan bırak ilacı milacı, yaz önüne gelene zeytinyağlı bamya dedim. Valla billa, bakın ufacık bi yalanım yok, çok ilgisini çekti ve hemen not aldı önündeki deftere ve çok dertli bir iki hastasını aradı hemen yanımda...

Onlardan gelecek olumlu yanıt-ki takipteyim- bu işi, bamya hemoroid sorunu için tamamdıra kadar vardırabilir. Ha! Zaten bilinen bir şeydiyse de, yani benden önce keşfeden biri de varsa, valla alıntı ve duyuntu değildir bu yazı. Eğer daha önceden biz bunu biliyorduk diyorsanız da keşfedilmiş bir şeyi bilmeden keşfetmiş oldum sayın. Yani masumum.

Son kez tekrar etmek gerekirse efendim: Hemoroid sorunu yaşıyorsanız, ya da bir tanıdığınız varsa, şansınızı bir de zeytinyağlı bamya ile deneyin! Ama zeytinyağlı ayağına diğer sıvı yağları kullanıp ortaya getirilen çakma zeytinyağlılarla değil! Harbiden zeytinyağlı bamya ile.

Not: Diğer sebzelerle aynı sonuç alınamamaktadır, bilginize... İkinci kazanım için yerimiz dar geldi, kısmetse yarına artık.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Şeytan Marka Giyer...



Merly Streep'in bugüne kadar canlandırdığı tüm (naif) karakterlere göre oldukça değişik; tam anlamıyla, alışılmış Merly Streep rollerinden çok farklı, (tabiri caizse) ters köşe bir rolü olağanüstü bir oyunculukla kotardığı filmdir.

Oyuncu bu filmde, yönetici bir kadının profesyonel dünyanın kariyer savaşlarında üstlendiği (negatif) kimlikle insan ve kadın yanı arasındaki derinlikleri, çelişkileri ve vazgeçişleri göz önüne seren Miranda Priestly karakterini son derece başarıyla canlandırır.

Şeytan Marka Giyer, içeriden de çok iyi bildiğim bir dünyayı çok hoş ve kendi atmosferine yakışır bir renklilikte anlatmayı başaran keyifli bir filmdir.

Anne Hathawey'in, canlandırdığı Andy Sachs karakterini çok başarıyla oynaması da elbetteki filmi olumlu yönde etkileyen ve her iki karakterin de aslında temelde aynı, ama son tahlildeki tercihleri konusunda farklı duruşlarının ve kararlarının sorgulanması anlamında filme çok şey katar.

Ama ne olursa olsun; çok renkli moda dünyasının çok farklı bir boyutunu göz önüne seren bu filmin mihenk taşı bence, yine de Merly Streep'in oyunculuğudur. Onu çekip aldığımızda, belki de filmden bir şey kalmayabilir geriye!

Şu Şarabı Kastederek 'Yormuştum'...

Sevgili Evren'in Pazar Sayıklamaları başlıklı yazısını okurken ve özellikle de yazıya koyduğu resime bakarken kafamda şekillenen bir anla ilgili olarak, şu yorumu yazmıştım evvel zaman önce:  

Ayrı ayrı da çok güzel iki üzümün biraraya gelmesiyle ortaya çıkan (kupaj) şarabın lezzetinden yola çıkarsak; bir de, aşağı yukarı Akdeniz ülkesi peyniri tadından hareketle -ki yazı akla ilk İtalya'yı getiriyor- menüyü de şekillendirince insan... bütün bu ambiyansın içindeki kadın ve adamın şahaneliğini de varsayınca akıl, resime bakıp, şöyle bir tahmin yürütüyor:

(Aşk'ın) tüketilmiş tüm anlamlarının ötesinde bir adlandırmayla yaşanan bir şeyin gözünden döküyor adam sözcüklerini ve sevdiğini söylüyor gözleri... Öyle bir ifade ediş ki bu; sadece bir bakışa yüklenmiş, içinde herşey olan çok şey... O öpücük de herşey...


Ve gerçekten yaz boyu çektiğim yazma kısırlığını ifade eden: Uzun zamandır yaz tatiline girmiş aklım çalışmaya başladı sankim yeniden... cümlesini de kurmuştum.

Meğerse, bütün ünlü yazarlar yaşarmış benzer sorunu. Hatta Mussano'ya serzenişlerimi ifade ederken; onun, şimdi adını hatırlayamadığım bir ünlü yazarın aynı sıkıntıları ifade eden sözlerini bir derste okuduklarını ve üzerine tartıştıklarını söylemesiyle de koltuktaki oturuşumu, şahane bir keyifle yeniden biçimlendirmiştim.

Sonra bu yazamama halimi; bir ''ABİNİN'' çok sevdiğim birisine,  o anki ruh hallerini fark eden ve onu çok seven bir düşünüşle ifade ettiği :'' Artık yazmasan da biraz yaşasan''... cümlesiyle anlamlandırmıştım. Bu söze sırtımı dayayıp Sanırım yaşarken yazılmıyor. Tembelliğim ondandır diyerek, tembelliğe gerekçemi bulmuştum.

Gerçekten de şöyle bir bakınmış aleme, ihmallerimi görmüş ve şu cümleleri dökmüştüm: Uzun zamandır ne yorum yazmışım ben, ne de yazı... Hazır klavyeye dokunmuşken düşeyim dedim akıp giden zamana notlarımı... Biri bana dur desin artık.

İşte tüm bunları bana yazdıran ve düşündürten: Şapşahane kadınla, şapşahane bir yaz akşamında, usul bir rüzgarın yalayıp geçtiği mumların ışığında, onun hazırladığı enfes İtalyan Mutfağına ve muhteşem sohbete eşlik eden, o ana derin keyifler katan, ve tam da bekler her şarap belli bir anı deyişine yakışır bir şıklık sunan Diren'in fiyatı da oldukça makul şarabı Collection Syrah'dı.

Şiddetle tavsiye edilir.

Ve elbette şu şarkıyla birlikte...

28 Eylül 2009 Pazartesi

Saflık Evriliyor!

Dün keyifli bir yolculuk yaparak Mussano'yu ve eşyalarını yeni ders yılı için okulunun olduğu şehire götürdük. Son iki yolculuğa Tırtıl da katılıyor. Yol boyu elbette bir sürü komiklik yaptık. Espriler uçuştu arabanın içinde ve mola yerlerimizde keyifle tıkındık, önceden planladığımız yiyecekleri...

Mussano'yu evine yerleştirip dönerken, arabanın arkasına yayılan Tırtıl bütün bir alanda hükümranlığını ilan ederken, bu kez de önceden listelediği yerlerden geçişlerimizde mutlak surette uyandırılmasını emretti bizlere...

Favori yer, 5. Ana jet üssünün bulunduğu coğrafya: Gece uçuşundaki uçakları yıldızlarla oynaşırken izlemek gerçekten çok keyifli...

Bir güne sığdırılmış bu amca, baba ve Tırtıl'dan müteşekkil ekibin dönüşünde; daha önce saflık yazımda algı kirlenmesine vurgu yaptığım örneğin bir başka türlüsünü, aslında yaş ilerledikçe çevreden beslenen algının nasıl şekillendiğini ortaya koyan güzel bir örneğini, 8 yaşında bir çocuk olmanın pozitifte ve iyiniyette süregiden ve henüz kirlenmemiş seçiciliğini göze sokan hoş bir ders daha aldık.

Uyanıp uyanmalar arasındaki bir boşlukta Tırtıl, ''canım sıkıldı, hadi yarışma yapalım'' dedi.

Arabayı kullanan amca olduğu için, görev bana düştü.

Soru alanlarını Tırtıl belirliyordu.

Coğrafya seçtiğinde coğrafya, müzik dediğinde müzik, spor dediğinde spor soruları soruyordum.

Arada bir, direksiyondaki amcanın kafasının üstünden işaretlerle verdiği tüyoları yakalasam da, onların dikiz aynasından kurdukları iletişimi farketsem de, tüm bu durumu görmezden geliyordum. Bu durumun enayisi olmayı kendime yediremediğim için de: Tırtıl'ın, aldığı tüyoyu ben çakmayayım diye yarattığı bekleme sürelerinde ben, yanıt verme süresinin bittiğini işaret eden sesi çıkarıp, onun yanıt verme hakkını gasp ediyordum. Dolayısıyla puan kazanamıyor, ama itiraz da etmiyordu. Belki de işledikleri suçun algısındaki saflığa toslaması sonucu edemiyor, suçu kabulleniyor ve susuyordu.

Buraları, bu oyunbazlığımızı 'akıp giden zamana not' olarak fazla uzatıp da okuyucuyu yormadan hemen sadede gelebilirsem eğer -ki gelebildim- olay şuydu: Tam da bir Akpet benzin istasyonunun önünden geçerken, aslında Akp ile ilişkilendirdiğim kirli bir yanıtı kafamda oluşturarak şu soruyu sordum: Akpet nedir ?

Tırtıl'ın bir süre düşündükten sonra, sorudaki hinliği de farkederek verdiği yanıt çok hoştu: Beyaz hayvan!

Algı anlaşılıyor ki fırlamalaşmaya başladı. Ama hala masum!

Bakalım ne zaman kirlenecek?

Mi?


Görsel: Zachod Slonca- Videlec.org

25 Eylül 2009 Cuma

Kefaret (Atonement)

Filmi izlemek için gittiğimde, ne yazık ki tek kişi için oynatmayan bir sinemaya denk düşmüştüm. Kesinlikle görmek istediğim bir filmdi ve tıpkı çocuklukta kapaklarına bakarak aldığım plaklar gibi, beni yanıltmayacağından emindim. Sabırla ikinci kişinin gelmesini bekledim. (Aslında gelen olmasa 2 kişilik bilet alıp girmeyi kafaya koymuştum.) Sonuçta, başlamasına 3 dakika kala yeniden salona geldiğimde 2 kişinin daha geldiğini müjdeleyen ve filmi çok beğendiğini söyleyen gişedeki kızın heyecanı için bile değmişti aslında...

Bunları neden anlattım; bazen çok nitelikli filmler bile, ne yazık ki gözden ve gönüllerden ırak kalabiliyor.

Kefaret; izlediğim en güzel aşk filmlerinden biridir. Hem tutkulu bir aşkın iki tarafının acılarını hem de karşılıksız seven bir kalbin muhafazakar aklının, (belki de bilinç altının) bir tanıklık anını 'görmek istediği biçimde' gören gözlerinin, nasıl kıskançlık bedelleri ödettiğini önümüze serer. Diğer bir yandan da, aşkla çarpan bir kalbin sonuçta ne olursa olsun ince, iyi ve aşka saygılı olduğu gerçeğini: O kalbin, iki insana karşı nasıl bir kefaret ödediğine tanıklık ettiğimiz, göz pınarlarımıza damlalar sıralayan final sahnesiyle simgeleştirir.

Aşkla sevmeyi ve tutkuyla bağlı olmayı sessiz soluksuz, ama sayfalar dolusu anlatılarla anlatılamamış bir derinlik ve güzellikle, ve muhteşem bir erotizmle anlatır Kefaret. Cecilia'nın (Keira Knightley) içinden çıktığı havuzun suyuna Robbie'nin (james Mc Avoy) tıpkı bir tene dokunur gibi saklı, çekingen, arzulu ve sevgi dolu dokunuşuna yüklenmiş sınırda ve coşkulu bir heyecanı olağanüstü bir estetikle yansıtan, birini sevmek işte budur dedirten sahnesi bile, tek başına bir filmdir.

Kefaret aşk temalı bir film olmakla birlikte, aynı zamanda dönemi (savaşı) bütün sosyal yıkımları ve tahribatlarıyla birlikte fon olarak kullanır. Sinema tarihinin en güzel savaş sahnelerinden birine sahiptir. Tek bir açıyla koca bir tahliye alanını, onca insanı ve gemiyi öyle güzel bir saatte ve öyle bir halde resmeder ki; şahanedir.

Muhteşem kurgusu, ritmi, görselliği, Dario Marianelli'nin ip uçları veren tıkırtılarla yüklü olağanüstü müzikleriyle birlikte sinemayı ve aşkı sevenlerde derin izler bırakır. Bir aşkı anlatırken, sınıfsal çelişkiler, paranın gücü ve ahlakı üzerine cevaplar da veren, kıskançlık, sevmek, utanç gibi bir çok duygu üzerine düşünce fırtınaları yaptıran ve aldığı her ödülü, her saniyesindeki samimi anlatımıyla sonuna kadar hak eden, kıpır kıpır bir heyecanla izlenen, muhteşem bir filmdir.

Bence!

24 Eylül 2009 Perşembe

Dili Eşşek Arısı Soksun. Ya Da...

Anlar vardır herşey tersine gider.

Kastedilmeyen anlamlarında çıkar sözcükler...

Çünkü o an, uygun değildir bir diğeri için.

Kaçınılmaz bir şekilde konuşma ilerler...

Haklı olarak taraflardan biri, kendi halinden çoşkusunu paylaşmaktadır o anda ve aldığı yanıtlar bekledikleri değildir.

Oysa söyleyen de onları, anlaşıldığı ya da anlaşılacağı anlamlarda söylememiştir.

O anki takıntıların dilinden dökülür sözcükler, o anının hissiyatındandır tonlamaları.

Bir çuval incir berbat olur.

Sonra düşünülür, düşünülür, düşünürsün... Üzülünür, üzülür.

Anlaşılır.

Hak verilir!

Üzülünmüştür.

Üzüntü sürekli büyür.

Keşkelerle birlikte şunlar denir her seferinde: ''O konuşma ya hiç olmasaydı, ya da bir şekilde erteleyebilseydim daha sakin bir zamana...'' Bu hep olur!


Konuşma anlarında elden gelen yapılır, an'dan çıkmak için.

Ama çıkılamaz!

Ok yaydan çıkar. Kepenkler iner. ''Anlamlı'' bir inat şekil bulur. Karşıya bir şekil koyulur. Beklenen yanıtlar liste olur. Bakış noktası kendindendir ve ötekinin keşkeleri görünmezdir.

Oysa beni benimle bırak bağrışları farkedilmez değildir.

Vurulamaz nedense dile bir kelepçe...

Koca bir 'an pişmanlığının' sevgisi ve şefkati heba olur.

Çekilen sızı ve farkediş görünmezdir.

Kemale erdikçe; daha dikkatli davranılsa da, daha özenli olunsa da, faydası yoktur?

İnsan çoğunlukla kendi beninden bakan bir görmezdir.

Anlamak için dinlemez!

Dinlemek için (yüreği) susmaz!

22 Eylül 2009 Salı

Tarantino Filmlerini Sevmemin 5 Nedeni





Inglorious Bastards sonrası gözden geçirdiğim nedenler:

1-Çoğu sinemada, salonun %80'ninin aklından en az bir kez filmi terketmeyi geçirmesi ve %20'sinin bunu uygulaması... Geri kalanlarınsa param yanmasın mantığıyla izlemeye devam etmesi...

2-Bunun çoğu kez sebeplerininse:

Daha önce hiç Tarantino filmi izlememiş olmaktan kaynaklanması. Dolayısıyla izleyenin onun tarzı olan uzun ve keyifli diyaloglara yeterince dikkat etmemesi, şiddet sahnelerinden tiksinmesi, ince ayrıntılar ile ironileri kaçırması ve filmin -özellikle- sonunda nasıl trajediler yaşanabileceğini kestirememesi.

Ayrıca sinema konusunda gerçekliklere ve mantığa haddinden fazla bağımlı bir toplum olduğumuzdan, gerçek dışı bir tavırla karşılaştığımızda bunu bir türlü kabullenemememiz. Halbuki sinemanın amacı bu! (Hiç olmayan bir Recep İvedik karakteri bize makul geliyor da, Hitler'in farklı biçimde ölmesi mi sorun oldu yani? -Belki de hiç böyle bir karşılaştırma yapmamalıydım! )

3- Tarantino'nun temel kurgu olarak sürekli aynı çizgide filmler yapıp, yine de her yeni filmine bir-iki farklılık sokmayı başarabilmesi. En önemlisi de filmlerini hiçbir ticari kaygı gütmeden, tamamen keyif alarak yapması. (Ben yahudi propagandası falan anlamam!)

4-Her karektere onu en iyi canlandıracak adamı genellikle şıp diye bulabilmesi. (Son bomba Christoph Waltz)

5-Zaten senaryo anlamında buram buram yaratıcılık akan filmlere, bir de teknik açıdan el atması. (bkz: Rezervuar Köpekleri- Filmin açılışında yemek sahnesindeki ve İnglorious Bastards- Rehin alınan bir Alman subay, Aldo Raine (Brad Pitt) ve çevirmenin konuşması sırasındaki kamera hareketleri...)

20 Eylül 2009 Pazar

Bayram Şekerlerim



Bayramın benim açımdan hoşluklarından biri de geleneksel mezarlık ziyaretleridir.

Küçücük bir çocukken hiç görmediğim ama adını ikinci adım olarak taşıdığım amcanın mezarıyla başladı her şey...

Sonra amcaya dede ilave oldu, sonra ona ilave baba, ona ilave öteki dede, ona ilave babaanne, ona ilave dayı, ona ilave en amca, ona ilave anne, ona ilave pervazsız ilk gençliğimin enn sırdaş amcası...

Bir de ziyaret kafilesine ilave olanlar var tabi ki; bir sırık oğlan, sonra ona ilave bir sırık oğlan, sonra bir oğlan bir kız, sonra bir sırık oğlan daha, ikizler, daha küçükler falan diye uzayıp giden bir yeni nesil...

Artık eskisinden çok daha kalabalık bir kafileyle gidiyoruz mezarlıklara ve içimizde onların hiç birini görmemiş olanlar ağırlıkta...

Ama çok önemli bir şey var ki; anlatılanlar, kendi aralarımızdaki konuşmalar, fotoğraflar, yeni kuşaktan çocukların meraklı soruları, kendilerine koyulmuş adları, dolayısıyla sohbetlerimiz; onların hepsini canlı ve var kılıyor hayatlarımızda.

Ve belki de; hepimizin ortak fikri şu ki: Bizi etrafta gördüğümüz ailesel ilişkilerin ötesine taşıyan bu keyifli farklılık; iyi günleri paylaştığımız kadar kötü günlerde de sırt sırta verip bir birimize koşmamızın en önemli nedenlerinden biri...

Büyüklerimizden çok sevgi gördük biz, belki bunlar saçımıza, tenimize dokunan, sarılan eylemler değildi. Ama biz hep sarılıp sarmalandığımızı hissettik hayatımız boyunca... İlk kitaplarımızı onlar aldı, ilk filmimizi onların sayesinde izledik, yollara salınıp gizli gizli takip edilerek yollar bulmamız onlar sayesinde oldu, ilk plaklarımız onlarınkilerdi... Ve hâlâ onların şefkatinin, sevgisinin bize yüklediklerinden öğrendiklerimiz bu kadar kalabalık ve keyifli bir aile olarak bir arada tutuyor bizi...

Şimdi aynı kalabalıklığı ve keyfi bizim çocuklarımız yaşıyor. Küçülmüş, bencilleşmiş, yalnızlaşmış bir çok ilişkiye baktığımızda ne kadar şanslı olduğumuzu fark ediyoruz. Ve bu keyifli yaşamı, bu aile olmanın erdemini, keyfini bize yaşatanları da şükranla anıyoruz hep...

Mezar başlarında, küçüklerin mezarlığın üzerindeki içtenlikli çabalarını tebessümlü yüzlerle izlemek ne hoş! Pıtır pıtır elleriyle otları yolmaları, toprağı eşelemeleri... Sonra gözlerine hoş gelip bahçeden kopardıkları kendi çiçeklerini dikmeleri... Mezarlığın çeşmesine gidip doldurdukları pet şişelerden onları sulamaları, bunu zevkle ve sevgiyle yapıyor olmaları ne hoş!

Mezarlık içindeki yürüyüş esnasındaki esprilerimiz, en küçükken hep tufasına düştüğü şakalarla tufaya düşenler büyüdüklerinde aileye yeni katılan bir ufaklığı aynı şakayla tufaya düşürdüklerinde, bizim de onları başka bir şakayla tufaya düşürmemiz ve bu sürekliliğin keyfi çok hoş!..

Sonra ufaklıkların mezar başlarında iki ellerini açıp hiç bir kitaba bağlı kalmaksızın büyük babanne, dede, babanne, anneanne, büyük amcalar, büyük dedeler için dua etmeleri... Bazen yolları şaşırdığımızda mezarlığa dağılıp adres aramayı çok eğlenceli, keyifli bir bilgisayar oyununa çeviren çekirge sürüsünün şen kahkahaları...

Biz her mezarlık ziyaretinde inanılmaz bir biçimde tazeleniyoruz, bunu hissediyorum.

Çok kalabalık ve çok güzel bir aile olduğumuzu biliyorum, biliyoruz. Hiç bir kırgınlığı içinde barındırmayan, her bireyinin özgürlüğünün sınırlarını çizmeyen ama düşme ihtimali olan sınır çizgilerinde bekleyen, tam düşerken el uzatan bireyleri olan bir aile...

Ve biliyorum ki; dünyanın en iyi abileri, ablaları, kuzenleri, kardeşleri, halaları, yengeleri, dayıları, amcaları, enişteleri, ufaklıkları bizde...

Onun için; düğünlerimizin, yaş günlerinin, mangal partilerimizin, nişan törenlerinin bahçesi, ailemizin kâbesi bu evde olmak, burada bir yemeğe katılmak diğer insanlarda hiç yaşamadıklarının şaşkınlığına neden oluyor. Burada bizimle olmak onların hayatlarını fazlasıyla ısıtıyor. Onların gözlerindeki hayranlığı, ruhlarından ışıl ışıl dökülüp açığa çıkan güveni, bir farklılıkla karşılaşmış olmanın koyvermiş mutluluğunu görmek çok keyifli oluyor.

Küçük yaşlarda pek fark edemediğim bir gerçeklik var ki hayatımda, belki de bu ailenin aile olma değerini en fazla ortaya koyan, kanıtlayan şey o... Bir gün düşünürken fark ettim ki bizim babaanemize, halamıza, amcamıza; komşular, onların çocukları, bizim arkadaşlarımız da babaanne, amca, hala, yenge diyorlar. Ve yıllar sonra çok eski bir arkadaşla rastlaştığımda, onların anılarında hâlâ bizim ev ve orada yenmiş yemekler var.

Ben bu aileyi çok seviyorum. Bu hazzı bize yaşatan, bunun temellerini atan tüm geride kalanlarımızı, bu düzenin baş mimarı dede ve babanneyi şükranla anıyorum. Ve biliyorum ki, biliyoruz ki; hiç birimiz ölmüyoruz, ölmeyeceğiz. Nasıl ki ben hiç görmediğim amcanın ziyeretlerine en güzel bayramlıklarıyla aileye yeni katılmış bir ufaklık olarak gittiysem; bizim hiç görmediklerimizde bizim başımızda olacaklar...

Kim bilir? Belki de babannenin, sonra yeni nesil çocukların babannesinin: ''Ayak ucunda durun dedeniz sizi görsün,'' dediği gibidir her şey... Orada tanışıp hasbihal edeceğiz onlarla; ve her yaşadıkları mutlu olayda sevinçlerini... yaşadıkları her acıda, başları sıkıştığı her anda onlar üzülmesin diye en yanı başlarındakiyle paylaşmak istemedikleri dertlerini bizimle paylaşacaklar... Ve orada ısıtıp ellerini salınacaklar hayata yeniden...

Biz görüşüyoruz efendim, babannenin dediği doğru...

İlk yayın tarihi: 30.09.2008

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP