8 Aralık 2021 Çarşamba

Film Tapas Kitap FalanFilan

Önceki hafta pazar günü, havalar son değil de ilkbahar tadındayken Enn Sevdiğim Kadın'la sınavları sonrası Gloria jean's Coffees'de buluşmaya karar veriyoruz. Günün ve güneşin en güzel saatlerinde arıyor. İlçemizin yeni ve ikinci AVM'si CityMall'da ve benim de çok sevdiğim ve çok hoş kitapçının, O'nun altını çizdiği ifadeyle enfes manzaralı terasında... İlk gelişi ve an itibariyle bayılmış durumda. O halde Gloria iptal. Hazırlanıyorum ve kısa süre sonra terastayım. Oradan buradan daha çok da coğrafyanın eski hallerinden söz ediyoruz ki laf buralar dutluktuya kadar uzuyor. O son 17 yılını bilen bir Angaralı, bense yerlisiyim. Uzun sohbet, keyifli kahvelerin ardından içinde gerçek ve çok hoş kahve mekânları da olan, tam anlamıyla küçük kasabanın şirin AVM'sindeki hoş buluşma tadının ve güne çok yakışan keyif anlarının ardından eve bırakıp beni, sahilden devam ediyor O. Eve varınca arıyor ve tabii ki sahilin ve mekânlarının kalabalığından söz ediyor. Bir yer var ki uzun süredir aklımda. Bir kaç kez niyetlendim fakat pandemi yoğun nedeniyle gerçekleştiremedim; daha doğrusu yalnız gitmek istemedim, daha çok da uzun soluklu bir akşamüstü sohbetinin geceye ulaşacağı, mevsim sonbaharın sonu olsa da serin bir yaz akşamı tadında bir zaman dilimi hayal ettim.

Bundan bir kaç gün sonraysa CityMall'un sinemasının vip salonunu öven bir telefon aldım; O ve arkadaşları Sen Ben Lenin'i izlemişlerdi. Bu beni tetikledi. Bir plan yaptım. Filmi izleyecek, sonrasında da şu hayal ettiğim mekânda kendime biçtiğim senaryoyu yaşayıp işin asıldığı bir gün keyfi yapacaktım.

Ne yazık ki sinemayı iptal ettim çünkü o akşam filmin son günüymüş. Dolayısıyla ardındaki eylem de iptal oldu. Önce İskele Kafe'ye gidip yeni elime aldığım mavi kapaklı kısa kitabı okumaktı niyetim. Yürürken önünden geçtiğim ama hiç gitmediğim, yine belediye işletmesi kafe aklımı çeldi. İskelede bir tur attım ve dönüşte kafede bir karışık tost, çay ve kitapla denizin, manzaram, iskele ve onun ardındaki gemilerin tadını çıkardım. Evde temizlik vardı, biraz daha vakit geçirmek için bu kez boş yakaladığım, babamın ağaçlarının son noktasındaki kadim bankıma oturdum ve bayım bayım bayılmakta olduğum Stanley Crawford'un Bayan Unguentine'nin Seyir Defteri adlı 118 sayfalık enfes kitabını okumaya başladım.


Hafta içi doktor randevum vardı. İki yıl önce baktırdığım dizimin son halini merak etmiştim. O dozda bir sıkıntı yaşatmasa da arada bir kendini hatırlatıyordu.

Güneşli bir gün. Keyifli ve uzun bir tren yolculuğu. Yıllarımı geçirdiğim sanayi sitesinin içinden, eski stadın yerine yapılan Millet Bahçesi'nin önünden geçerek hastaneye varma, ama daha vakit olduğu için karşısındaki kocaman ve çok hoş parka dalma ve Erlend Loe'nun şöyle bir baktığım, Türkçe seslendirme dolayısıyla vazgeçtiğim filmi de yapılan, edebi anlamda yüceltilmeyecek ama stand up lezzetinde ve hoşlanarak okuduğum, hoş bir ara sıcak olan kısa kitabı Kadının Fendi'ni bitirme... Sonra doktor. Önce elle muayene, sonra diz röntgeni, filmdeki durumun elle muayeneye göre daha iyi olduğu, iki yıl önceki ilaçlardan bir reçete, sonra kadim eczaneye yolun tadını çıkararak yürüme...

Tren ve ev.


Pırıl pırıl bir sabaha uyanıyorum. Enfes bir güneş misafirim. Çok kararlıyım. Bugün kesinlikle hayali kurulmuş gün yaşanacak. Bunun öğlenle akşam arası ama ikindiden önce başlayan ucu açık bir süreç olmasını istiyorum. Sabah kahvaltımın ardından gazetelere göz atıyor, kahve içmiyorum. Gong çalıyor ve işe girişiyorum. Vakit yaklaşıyor. Saat 14:30 gibi evden çıkmayı planlıyorum.

Hazırlanmam gerek. Bir an yürüsem mi, minübüsle mi gitsem ikileminde bocalarken, öğle yemeği için burada bir şeyler atıştırsam, sonra da mekânda usulca, avarelik tadında kitabımla başbaşa mı takılsam, diye düşünüyorum. Bu plansızlıkla yola koyuluyorum. Aslında minibüsle gitsem yürüme mesafem kısalacak!

Ama yol keyfi azalacak.

Bir ara niyetimi bozmak üzereyken tam... Keyfim olaya el koyuyor. Çok itiraz etmiyorum. Sanırım işime geliyor ve ona uyup buralarda bir şey yemeyi iptal ediyor ve trene doğru yürüyorum.

İyi de yapıyorum.

Bir taşla çok kuş.

Eğer minibüsle gelsem bu enfes ve daracık sokaktan inmemiş olacaktım; çünkü fırının önünde inip normal caddeyi kullanacaktım. Üstelik durmayacak, çantamdan fotoğraf makinesini almayacak, güneş düşmeyen sokaktan film sahnesiymiş gibi güneş parıltılı denizi böylesine görmemiş ve keyifle seyretmemiş olacaktım.


İki yanındaki, hâlâ eskinin tadını yaşatan ve kendini koruyan bahçeli yazlıkları ile kendisine bayıldığım dar sokağın köşesinden sola dönüyorum ve bir sonrasında kesin geleceğim İrish Pub'ın önünden karşıya geçiyorum. Fikrimde az sonra masalarından birine oturacağım mekânın cepheden bir fotoğrafını çekmek var. Deniz kenarından yürüyürek gelince önüne, bundan vazgeçiyorum; çünkü hemen yola kenar masada ve yine onun hizasındaki bir başka masada toplam beş hanımefendi, şarap eşliğinde bir keyif yaşıyorlar.

Yolu karşıya geçiyor, Latina Tapas Bar'dan içeri süzülüyor ve denizi gören daha ortalarda, daha sakin iki kişilik bir masaya yerleşiyorum. Önüme menüyü bırakıyor bir genç adam. Ben elle dokunulabilen, sayfaları açılan, kağıt menüleri seviyorum. Fakat bu yeni moda tek sayfa, antet dışında harfsiz bir kağıt ve barkod okumalık olanlardan. Soruyorum. Yokmuş öteki tür menüleri. Bu eksi puan. İkinci eksi puan garsonların maskesiz oluşu. Sadece bir genç kızda var. Çocuğa diyorum lütfen al şu elime tıkıştırılmış telefonu ve ayarla.

Ve kamerayı yaklaştırıp, zevksizlik abidesi bu menü okuma eylemini, eskiye özlem duyarak tatsızca yapıyorum.

"Bir bonfileli tapas lütfen"

"Bir kalamarlı tapas lütfen"

"Bir de 50'lik, Tuborg filtresiz lütfen."


Biramla birlikte daha yetkili biri geliyor. Son derece kibar ve bu kibarlık gayet ölçülü. Mutfağın saat 3'de başladığını, tapasların bu nedenle gecikeceğini söylüyor. Bunun benim için bir sakıncası olmadığını belirtiyorum. O önden çıtır tavuk öneriyor. "Olur," diyorum; sonuçta öğleni boş geçmiş durumdayım.


Kitabımı açıyor, denizdeki ilginç yolculuğa eşlik ediyorum. Bay ve Bayan Unguentine çok ilginç iki karakter, bense yazarın edebi ve şahane üslubu sayesinde onların mavnasında, heyecanlı, meraklı, gülümseten, çok keyifli bir yolculuktayım. Sanki beşyüz sayfalık ve elden bırakılamayan bir kitap gibi keyifli bir içerik.

Velhasıl an itibariyle ortamımdan çok memnunum. Eski bir yazlıktan evrilmiş, dolayısıyla kadim ağaçları olan ve güzel düzenlenmiş bir mekândayım. Hava enfes, minik kedi çok tatlı, ve anında kankayız; ancak anneyi sevmedim. Biraz hain. Ben arada miniği besliyorum. O neredeyse elime dalacak ki onu uzaklaştırmak için boş elimi ileri götürüp, öteki elimdekini küçüğe verdiğim esnada inceden bir tırmık yiyorum.
.

Bir birayla kalkarım planım bu arada iflas ediyor. Öyle güzel bir gün ki, güneş sanki yeni bir hikâye yazıyor. O ara bir kaç masa daha doluyor. Ortam biraz daha canlanıyor ama ne kitap okumama engel, ne de alanı terk etme hissi yaratıyor bu durum. Seçilen müzik çok hoş, doğal seslerle ve doğa ile çok uyumlu ve asla kulak tırmalamıyor ve "Ben haddimi bilirim, sizin keyfiniz için buradayım," tadında usul usul okşuyor anı.

O halde ben de devam ederim, diyorum ki başlangıçta erken kalkarım diye düşünüyordum.

Tapaslar ve çıtır tavuklar, öldüm bittim... Neydi be, denecek kıvamda değiller, ama benim keyfime gayet güzel eşlik ediyorlar. Ortamı çok sevdim ki bunda havanın etkisi olduğu kadar garsonların sürekli başımda bitmiyor olmalarının da etkisi var. Müşteriye alan açtıkları kesin ve bu yönde belli ki tembihlenmişler. Elbete ki bulunduğum saatteki sakinliğin bana daha çok kalma isteği yaratmada etkisi var ve bu sakinlik çok hoş.

O halde...

"Bir 33'lük bira lütfen."


Kitabımı yeniden açıyorum. Onun meraklı ve hoş bir yerindeyim. Biramı yine zamana yayıyorum. Günün ruhları dürtükleyen saatleri... Bir akşam yemeği hayal ediyorum. Nedense şarap çağırmıyor aklım. Oysa ortam çağırıyor şarabı. Sonra finali tatlı olan, baştan sona İspanyol bir akşam geçiyor fikrimden. Çünkü bahçenin farklı noktalarında çok hoş, içinde ateş yakılacak, bacasız şömine türevi düzenekler ve kenarlarında ve yerde de kesilmiş odunlar var. Hayal kurduruyorlar ve hayallerin görselleri ve anları da çok hoş. Düşünmeli!

Artık kalkma zamanı. İşin kapanışına yetişmem ve son durumu almam gerek. O an aslında Enn Sevdiğim Kadın'ı aramak, isterse iş çıkışı gelebileceğini söylemek geçiyor aklımdan. Öte yandan hafta sonu şehir dışında yoğun bir iş günü olduğunu biliyorum. Bu fikirden vazgeçiyorum. Ödememi yapıyor; Tip Box'ı gönüllüce boş geçmiyorum. İrish Pub'ı bu kez daha yakından ve daha dikkatlice inceliyorum. Yine ara sokağa dalıyorum, istasyona yürürken de fikrim tatlı çağırıyor. Reddetmiyor, uyuyorum çağrısına. Bizim istasyonda iniyor ve pastaneye giriyorum. Büyükçe çilekli eklerden bir tane ve bir çay lütfen, diyor, rayları gören cam kenarı bir masaya oturuyorum.

Muhteşem bir yaz akşamı sanki. Pencereler açık. Akşamın ruhları dürtükleyen saatleri... Eve sahilden yürüyorum. Ekranımı açıyorum. Gün kapanmak üzere, her şey yolunda. Son verileri iş defterime kaydediyorum.

Telefon...

Tek tuş.

Keyfimi, keyifle Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum. Onun dinlerkenki gülümsemesine bayılıyorum. Sonra ETS'nin sayfasına giriyorum. Odalara bir kez daha bakıyorum. İki odadan birini netleştirmeye çalışıyorum. Çünkü geçen bir yazıda söz ettiğim hedeflerimden, bizim opera balede bir konser, bir de Amasya kaldı geriye.

An itibariyle kalacağım yer net. Ve şu 10 gün içinde, her an yola koyulabilirim.

Gibi...

Güneş, duy beni!

6 Aralık 2021 Pazartesi

Neredeeeen Nereye!

Önceki gün eski bir yazıma bir yorum geldiğini fark ediyorum. Başlangıçta şaşırtıcı bir durum yok ki çok daha eski yazılara da arada bir geliyor. Sevdiğim bir şey var: E-postama düşen yorumları açmadan doğrudan yazıya gitmek ve yorumu oradan okumak, sonra da yazıya göz atmak.

Yazıya gidiyorum. İşte o zaman ve her zaman diyorum ki: "Şu hayatta yaptığım, insana değen, ekonomik bir değer içermeyen en iyi işlerden biri, hayatımın en güzel imecesi, blog aleminin bir ferdi olarak yazmaktır."

Dört yıl önce 7 Mehmet'de bir akşam rakı içsek, mezelerinin tadına baksak diyoruz ve Antalya'ya uçuyoruz. Odak yemek olsa da hedef aslında Antalya. Yıllarca her iki yönünden de dibine kadar geldiğim ama kendisine hiç uğramadığım şehir.

Bu kez neredeyse altını üstüne getiriyoruz ve doğal olarak da müzeyi geziyoruz. O ara salonlardan birinde bir de sergi olduğunu fark ediyor, onu da geziyoruz. Sergi alanında sadece biz varız. Fotoğrafı Enn Sevdiğim Kadın çekiyor. Sergideki seramik kuşların fotoğrafı...

Sergiden, sanatçının adı dahil bir kaç satırla söz ediyorum. Ve enn sevdiğim kadının çektiği fotoğrafla biraz oynayarak, Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü* başlıklı yazıda 11.fotoğraf olarak kullanıyorum.

İşte önemsiz gibi duran, kim nasıl ulaşacak ki diye düşünülecek o fotoğraf, yıllar sonra bugün önemli bir işe yarıyor.

Yorumun bir talebi var. Cümlenin ad ve adres dışındaki şekli aynen şu: "Boyalı kuş sergisinde çektiğiniz fotoğrafı çok beğendim, bir makalede kullanmak üzere fotoğrafın orjinalini mail adresime gönderebilir misiniz, ilginize çok teşekkür ederim."

Fotoğrafı kullandıktan sonra silmişim. Önce blogdakini indirip orjinal haline getirmeyi deniyorum ama nafile. Sonra arıyorum ve orjinalini enn sevdiğim kadından istiyorum. Bir kaç dakika sonra elimde. Sonra onu, fotoğrafı nette bulup, beğenerek isteyen, aynı zamanda öğretim görevlisi olan ve 4 yıl önce o salonda eserleri sergilenen sanatçıya gönderiyorum.

Bir e-posta geliyor: "Çok teşekkür ederim, gözünüze sağlık."

Bizse bir işe yaramanın sevincini yaşıyoruz.


*Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü

4 Aralık 2021 Cumartesi

Şuraya Bir Link Daha Bırakıyorum



İz Bırakanlar-3
 
 


Gerçekliğin Ötesinde, 



Gerçeğe Aykırı, 



Ezber Bozan Zamanlar...





Bölüm 2











Görsel, Gisele van Oepen'in suluboya çalışmasıdır ve sitesinden alınmıştır.

3 Aralık 2021 Cuma

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



İz Bırakanlar-2
 
 


Gerçekliğin Ötesinde, 



Gerçeğe Aykırı, 



Ezber Bozan Zamanlar...











1 Aralık 2021 Çarşamba

Gez Göz Arpacık

Tarih 26 Ağustos 2012. Rallinin ikinci etabı. Yer kıymetli. Araçlar, olası bir Rus saldırısında bizim tankların konuşlanacağı zirveden devam edip, tam anlamıyla bir dağ etabı yapacak ve harika köylerden geçerek aşağı vadiye ulaşacaklar. Çok zorlu ama aynı oranda da sürücülerin çok keyif alacağı ve harika manzaralara sahip, doğa ile iç içe bir çekişme alanı.

Profesyonellerle, çok iyi makinelere sahip fotoğraf tutkunlarının arasındayız. Ancak onlarla hareket etmiyor, kendi seçtiğimiz noktalarda konuşlanıyor ve bolca fotoğraf çekiyorum.

Sonra güzergahta bir boşluk oluşunca etabın en alt noktasına inmeye karar veriyor, tatlı bir yokuştan son sürat inip akabinde sola doğru, sert kayaların arasındaki keskin ve dar virajı dönüp tırmanacakları noktayı benimsiyor ve oraya konuşlanıyoruz. Yemyeşilliklerin arasından gürül gürül bir ırmak akıyor.

İki gündür Tırtıl'la uğraşıyorum çünkü ona alınmış bir fotoğraf makinesi bu. Henüz 9-10 yaşında ve fotoğrafla ilgilenmek yerine amcayla arabalar üzerine sohbet halindeler.

Kendime bir açı buluyorum. İlk araçlar geçiyor. Bir kaçını fotoğraflıyorum ama bu ısınma. Zaman tayini yapmaya çalışıyorum. İstediğim kadraj için deklanşöre basacağım süreyi saptamaya çalışıyorum. Etrafım üst düzey makinelere sahip profesyoneller ve iyi makineleri olan fotoğrafseverlerle dolu.

Ralliye katılanların içinde Burcu Çetinkaya da var ki tek kadın yarışmacı olduğu için onun birinciliği garanti.

Araçlar tam karşımdan, son virajın ardından çıkıp geliyorlar. Bana birincinin fotoğrafı lazım. Bütün insanların hedefi o ve herkes hazır.

Kadrajım ayarlı, yakın plan istiyorum ve makinenin izin verdiği ölçek nedeniyle araçla mesafem riskli. Makine seri çekmiyor, çocuk işi ve tek atışlık şansım var.

Öyle bir hesap yapmalıyım ki saliselerin altında bir sürede deklanşöre basmalı ve makine işlemi yaparken araba flash diskteki kareye hapsolmalı.

Herkes nefesini tutmuş vaziyette. Tripodlar kurulu, bizim makine elimde. Askerden tecrübem var. Daha yavaş eski Kırıkkale tüfekleri ile atış yaptığımızdaki yöntemimi kullanacağım. Mermiyi hareketli hedefin öyle bir zamanlamayla ve ölçüyle önüne atmalıyım ki mermi yolu katederken gelen hedefin hızıyla senkronize olmalı ve tam istenen noktada onunla buluşmalı.

Şampiyonun önce toz bulutu görünüyor. Birazdan küçük tepenin ardından çıkacak ve görünür olacak. Nefesimi tuttum. Üzerime tam gaz geliyor. O sola viraja girdi girecekken matematiksel hiç bir veri olmadan tümüyle içgüdüsel verilerle deklanşöre bastım. Klik sesi geldi.

Veee...


İşte bu!



Kimse istenen fotoğrafı yakalayamıyor. Kimsede şampiyonun en özel virajdaki arzulanan fotoğrafı yok.

"Ben de var," diyorum. "Tırtıl'ın minik Nikon L23'ünde hem de..." Etrafım sarılıyor, ekranından gösteriyorum. Nasıl becerdiğimi soruyorlar. Gülüyorum. "Tank şoförüydüm ben," diyorum.

"Simülatör dahil eğitimini almadığım ve kullanmadığım hiç bir silah yoktu," diye de ekliyorum. Gülüyorlar. Herkes e-posta adreslerini veriyor; o kareyi istiyorlar. Keyifle alıyorum adresleri ve eve gelir gelmez, fotoğrafı bilgisayara aktarıp herkese tek tek gönderiyorum.


En amcamın bir lafı vardı. Dolmakalemin revaçta olduğu klas çağlardı. Bana birlikte gittiğimiz kırtasiyeciden, ilkokul çocuğu elimin ölçeğinde Parker marka mürekkep çekilen bir dolmakalem almıştı ve bankaya gelmiştik. Onun çalışma odasınaydık. Daha sonra onun müfettiş arkadaşı; yıllar sonra CHP'den milletvekili, ardından da Devlet Bakanı olacak Doğan Kitaplı odaya gelmişti ve benimle konuşmuştu ve beğenisini daha sonra amcama söylemişti. Henüz Cumhuriyetin kokusu silinmemiş ve tüm masaları ceviz ağacından Ziraat Bankası'nın muhteşem binasındaydık. Koltuğuna oturttu enn amcam beni. Önüme bir kağıt koydu ve "Yaz bakalım," dedi.

"Güzel yazı yazan kalem değildir, insandır!"



*Daha çok fotoğraf içinse buradan lütfen, 25-26 Ağustos 2012 Hitit Rallisi

30 Kasım 2021 Salı

Lütfen Biri Beni Yere İndirsin!

"Çok havalıyım çokk!!!"

Hem de fazlası ile havalardayım.

Oysa ne serinkanlı bir insanım.



Ahh benim çocuk sevinçlerim işte!

Yıllardır zincirleyemediğim, tutmaya her yeltendiğimde elimden sıyrılmayı başaran coşkularım, sevinçlerim...

Tek derdimdir samimiyet.

Fena halde severim.

Tuttum mu asla bırakmam.


Dün tanısam bile, uyarsa renklerimizin tonu, yüzyıllardır tanıyormuşum gibi bir dil oluşur anında.



"Okurum.

Duygu okurum ben!"


Ve anlarım!

Hiç de yanılmam!

Momentos, blog tarihimin çok uzağından olmayan ama beni aniden ve ne sebeple olduğunu şu an heyecandan hatırlayamadığım bir zaman diliminde çeken ve bırakmayan bloglardan biri.

Podcast'lerinin sıkı takipçisiyim:

Çünkü ben okurken düz olan bir yazı, Sevgili Momentos'un sesinde boyut kazanmakla kalmıyor ve hatta üç boyutlu hava atmalara nal toplatıyor.

Bugün kendi yazımı...

Bilmiyormuş, hiç okumamış, ilk kez dinliyormuş gibi dinlemek istedim ve bunu, seslendirmek için izin talep eden Sevgili Momentos'un yorumuna cevaben yazdım.

"Ahh bir yere inebilsem..."

Neredeyse benim unuttuğum bir yazımdı!

Şaşırdım!

Gittiğimdeyse hem şaşırdım hem de çok sevindim.

İzin istiyordu.

"Benim yazım için!?"



"Çok havalıyım çokk!!!"



Bir dinleyin, sonra isterseniz beni yere indirin.

Hem de yaka paça!!!.


Momentos Blog + Podcast ise burada!

29 Kasım 2021 Pazartesi

Asansör Müziklerinin Altın Çağı- Billy Vaughn &

Müzikse söz konusu olan ilk başvurduğum, altını defalarca çizdiğim, eski müzik dergilerindeki o nitelikli tadı dibine kadar hissettiğim blog Zihnin Arka Sokakları, önceki cumartesi günü Kapak Olsun başlığı ile bir yazı yazmıştı. Çok keyifle okudum ve özellikle kapak üzerine cümlelerine gülümsedim. Çünkü tanımadığım pek çok yazarı kapaklarla kurduğum bağ neticesinde tanıyıp sevdiğim gibi plaklarımın çoğunu da kapaklar sayesinde edindim ve sevdim.

Elbette plak alırken önceliğim bildiğim, dinlediğim, okuduğum ya da bildik insanlardan aldığım tavsiyelerleydi. Ama onların yanı sıra kapağından etkilendiğim ya da şöyle bir elime aldığımda iyi anlaşabileceğimizi fısıldayan ve bir hikâyesi olduğunu bana sezdiren pek çok da plak aldım. Eğer Sevgili Zihin o yazıyı yazmasaydı, büyük ihtimalle bu hissiyatla ilgili bir tetiklenme olmayacak ve -belki de- seri olacak bu yazı yazılmayacaktı.


İlk plaklara koştum bu sabah. Önce kimden başlasam noktasında karar veremedim. Bir an adını sanını o güne kadar hiç duymadığım gibi, hiç bir yayın organında rastlaşmadan karşılaştığım, en az 35 yıl önce aldığım plağın bana göz kırptığını fark ettim. Daha bilinenlerin ısrarlarını görmezden gelerek, odaya onunla döndüm. Önce şöyle bir göz gezdirdim. O yıllarıma gittim. Yıl bana çok hoş ama aksiyonlu bir akşamı hatırlattı. "Ne hoş bir akşamdı ama!" dedi iç sesim.

Aslında bir kaç gündür, lise yıllarında tanıştığım bir kişiyi ve o günleri yazma arzusu sürekli dürtüyordu beni. Sevgili Okul Arkadaşım da hatırlayacaktır diye umuyorum. Okulumuzun karşısındaki Selçuk Abi! Kasetlere kayıt yapan ve o yılların en iyi cihazlarına sahip olduğu gibi arşivi en sağlam, kendisi de  dükkânın adıyla anılan ve o adla efsaneleşen Timpa Selçuk üzerine bir yazı düşünmekteydim. Çoğu zaman yürürken o yılları ve sonrasını hatırlıyor, çoğu zaman cümlelerim aklımda, adımlarımın ritmiyle akıyordu. İşte tüm bunlar bir araya gelince de plağı kaptım, fotoğrafları çektim ve dedim evet, asansör müziği diye küçümsenen ama ardında dev orkestralar ve şefler olan bir müzik vardı bir zamanlar!


Hawaiian Songs Delux adlı albüm 80'li yıllarda çıkmış olmalı. Ben de almışım. Ancak içindeki pek çok şarkının 45'lik olarak çıkış tarihleri 1950-56 arası. Billy Vaughn bir saksofoncu ve orkestra (Big band) şefi. Ülkemizde popüler olmamış biri, bilinirlik açısından bir Paul Mauriat değil, Fausto Papetti hiç değil.

Alttaki ilk şarkı albümün 1. yüzündeki ilk parça... Diğeri, yani Hawaiian Wedding Song ise aynı yüzün 8.parçası.








*Kapak Olsun başlıklı yazı.

26 Kasım 2021 Cuma

Düğün Dernek Ve Karantina

Kısmen vahşet içerir!


Çok hevesliydim. Geçen cuma gününden itibaren başlayacak ve geniş aile için bir arada olma fırsatı yaratacak önemli bir mutluluk anını doya doya yaşayıp hafta başında da büyük bir keyifle tam da magazin tadıyla ve daha çok fotoğraf kullanarak güle oynaya yazacaktım. Ankara tayfası kardeşin evinde, İstanbul tayfası otelde, bir kişi de benim evimde konaklayacaktı.

Konuklar geldi. O akşam şirket çalışanlarının da katılacağı, menünün pide olduğu iş yemeğinin yanı sıra kadınlar grubunun katılacağı kız evinde kına gecesi vardı. Gerekli dağıtımlar yapıldıktan sonra bizce şehrin en iyi, aynı zamanda ülkenin pidecileri arasında önde Turhan Usta'da tüm kuzenler bir aradaydık. Kısa bir konuşma ardından yemek başladı. Sohbet de çocukluk anılarından başlayıp, uzadıkça uzadı. Yalnız pideciden önce kına ile yemek saati arasındaki boşlukta, zaman geçirmek için elbette, ben, kuzen Oğuz ve yakışıklı Asker Kuzey, aynı mıntıkadaki Muşta Lokantası'nda alemin en şahane sütlacını yemeden durmadık ki, bu fırsatı boş geçmek bize de yakışmazdı.

Biz, yani erkek ağırlıklı ailenin erkek tayfası pidecide sohbetin dibindeyken, ailenin kadın kısmı kına evinden kesintisiz haber akışı yapıyordu ki an itibari ile damadın yani Alp'in davul ve zurnacılarla kına evine yaptığı baskının canlı görüntüleri masamızdaydı.

Sonra, bıraktıklarımızı kız evinden alıp eve geldik. Vakit günü devirmişti ve yarın büyük gündü.

Sabah kahvaltıya kardeşe indim. Güle oynaya, bol sohbetli ve de esprili kahvaltı gerekli enerjiyi verince artık Asker Kuzey ile seri operasyonlara çıkabilirdik. Ankara'dan epey silah ve cephaneyle gelmişti. Önce operasyona dair gerekli istihbaratları yaptık ve bir brifingle son şekli verilmiş planlarımızı gözden geçirdik. Operasyonun gerektirdiği silahları seçip, cephanelerimizi yanımıza aldık. Son derece sessiz, işaretlerle konuşarak, çok kısa sürede ve hızla bir çok hedefe baskın yaptık ve çok şükür ki hiç sağlam adam bırakmadık. Kusura bakmayın lütfen, biraz da vahşiydik. Çünkü bazılarını tavana astık ve pişirdik, sonra döner gibi kesip isteyene ekmek arası isteyene dürüm yaptık. Üzgünüm ki gün içinde bunları tekrar etmek durumunda kaldım ki erkek nüfusu çoğul ailelerde kaçınılmaz bir durum bu. Elbette çocuklar için zararlı gibi gözüken bu hâl çok şükür ki ailemizin içinden bugüne kadar bir canavar çıkarmadı. Sanırım genlerimizde vahşilik yok ve bunun bir parodi olduğu duygusu nesillerden nesillere komik bir eğlence gibi aktarılabiliyor. En büyük olarak tüm nesillerle çarpışmalara katılmış, onlara öncülük etmiş ben bu olduğuma göre, ne kadar sert görünsek de güzel insanlarız ki aramızdan henüz bir arızalı da çıkmış değil.


Gelin alma saat 14:30'da. Gelin arabası küçük kardeşin üç harflisi. Çok sade ve şık süslendi ve hazır. O ara konvoyu oluşturacak diğer arabalar da bizim kapının önünde sıra olmaya başladı ve davullar gümbür gümbür vurmakta. Gençlerimiz bir yandan oynarken bir yandan da diğer arabaların aynalarına renk renk ama sade ve şık tüller bağlıyorlar. Tabii ki gelin arabasını damat kullanacak.

Konvoy gidişi sahilden yapıyor ve gelin evinin önündeyiz. Gelin arabası siteden içeri girdi ve yerini aldı.

Vursun davullar bir kez daha!.

E gelin evi naz evi. Olsun o kadar. Bekleriz. Çok eğleniyoruz ama. Sanki bir kaç saat evvel ateş saçan vahşiler biz değiliz. Asker Kuzey en salon adamı haliyle geceye hazır. "Komutanım koruma yapalım mı?" diye sordu. Gerek görmedim. Dedim "Keyfine bak sen." "Benim koruma ekibim şu an   görünmez moddalar ve gerektiğinde gerekeni yapacaklar."

Gelini kaptık. Yelken Kulübe kadar 15 kilometre civarı yolumuz var. Biz Kuzen Oğuz'un yani Asker Kuzey'in babasının arabasındayız. Gelin arabasının kuyruğundan ayrılmaya niyeti yok ama üçüncü şerit de bizimmiş gibi davranıyor. "Oğlum Kulübü kapattık yolu değil," demek zorunda kalıyorum. Oradan haraketle de havamı atmadan duramıyor ve yıllar yıllar öncesi gelin arabası olduğumda damadın başına neler getirdiğimizi anlatıyorum.*


Kulübe önden giriyoruz. Asker Kuzey ile gerekli önlemleri almamız, ortalığı kontrol etmemiz gerekiyormuş, öyle dedi. Kıramadım.

Nikâhı ilçe belediye başkanımız kıydı ve İstanbul Sözleşmesi'nin altını bir güzel çizdi ve bol bol alkışı aldı. Bir buzlu votka kola içtim ki ikinciye gittiğimde kızkardeşin, yani taze kayınvalidenin  kendi yapımı koca bir şişe vişne likörünü barda gördüm. Bir an votka vişne geçse de aklımdan dedim zaten votka ile yapıyor bunu. Bahçeye çıktım ki bizim üçüncü kuşak gençler ateş başında, biz ikinci kuşak olsak da aramızdaki iletişim pek genç. Çok hoş sohbetler ettik; ayışığının altında ve denizin kokusunda. Uzun süredir görüşemediğimiz pek çok insanla bir araya gelmek pek hoştu. Düğün bitimindeki büyük aile yemeği de kızkardeşte, yani benim alt katımdaydı.


Günün sabahı

Annem çok erken ölen babamın bir hayalinden söz ederdi. Büyük çocuk bendim. Bir torunu olduğunda,  o zamanlar şehrin en şık alışveriş noktası olan, trafiğe kapalı Mecidiye Caddesi'nde  omuzlarına oturtup dolaşırken o ne isterse alacağı bir alışveriş arzusuydu bu. Ne yazık ki değil torun, çocuklarının evlenişini bile göremedi. Ama bu isteği benim zihnime nakş oldu. Geniş ailenin tüm çocuklarını mutlu etmek için elimden geleni ardıma koymadım. Küslüklere hiç izin vermedim ki içimizden çok şükür ki arızalı insan hiç çıkmadı.

Şu an en küçüğümüz 5 yaşındaki Kuzey. Üstelik Fenerbahçeli. O halde yapılacak şey belli. Fenerium'a gidiyoruz.

Fikrim net. Fakat anne, baba ve babanne, yani biricik halam müdahil. Dedim karışmayın ama onlar sürekli müdahil. Dedim arkadaşlar lütfen. Dediler ortak ödeyelim. Ahh arkadaşlar demek, bir bilseniz diye konuyu açmak vardı da tabii ki o topu sahaya hiç sürmedim ama baskımı artırdım, sesimi yükselttim ve konu kapandı.. Annesi bayrağı geri bıraktırdığını görmediğimi sandı! 

Düğün akşamındaki aile yemeğine katılmadım. Gelinle damat yoktu ve haklı olarak gençler alemlere akıyordu. Olsalardı "her şeye rağmen" kesin katılırdım!

Halam aradı, çok ısrarcı oldu. Dedim Enn Sevdiğim Kadınla konuşuyorum.

Pazar sabahı erkek kardeşte kahvaltıdaydık. Asker Kuzey için başarı belgesi içeren bir sertifika hazırladık. Elbette çok da güldük, başarı dallarına. Halama bilirsin beni dedim ve gerekçelerimi anlattım. Sanırım hak verdi. Kahvaltı sonrasında deniz kenarında midye kabuğu toplamaya karar verildi. Eve montumu almak için çıktığımda ve kapıyı açtığımda telefon çalıyordu. Yetişemedim. Tırtıl'dı. Geri aradım. Korona pozitif çıktım, dedi. Şaşırtıcı derecede soğukkanlıydım ama içim gitti. Aşıları tamdı. Ama şu yazıyı keyifle yazma hayalim suya düştü. Ne blog okuyasım geldi ne de yazasım. Yataklara düşmesem de çalışma alanım yatağım oldu, aslında hoşuma da gitti. Kargo'dan gelen kitaplarımı bile orada inceledim. Telefonlar, okumakta olduğum kitap, iş defterlerim hepsi yatağı benle paylaşıyorlar. Her gün aynı saatlerde konuşuyoruz. Hatta pizza ısmarlim sana dedim, istemedi. Üç gecedir gece ateşi yok. Test bilgisi ilk anda  aile doktorumuz Oğuz'un telefonuna da düşmüş ve hemen aramış, ilaçları konusunda gerekeni söylemiş. Dün sadece sıkıldığını söyledi. Biliyorum dedim. Sosyal medya var da dedim ama kesmedi, yine de 14 günün yarısı gitti.


Durum iyi yani, karantinası Aralık 3'de sona erecek, siyasetle de bir partide aktif olarak ilgilenen ve kurucu il sekreterliğinden istifa edip, bunu çok da şık bir şekilde duyurduktan sonra üniversite şehrinde aynı partide devam etmekte olan bu ateş çocuğu evde ve pasif bir hayatta tutmak tabii ki zor. Ama katlanıyor. Ve karantina sonrası giremediği sınavları var.

Ancak... Ne olursa olsun kapalı ve kalabalık alanlarda maske şart!

Duyurulur.


*Bir Nikah Günü

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP