18 Kasım 2021 Perşembe

BirikiGünlük

Şehire inmeyi kafaya koyuyorum. Kaçta çıkacaksın diye soruyorum; 7:30'da, diyor kardeş. Aşağı biraz daha erken iniyorum. Havada yağmur kokusu var ve yağmurluğum sırt çantamda. Bir alaylı meteorolog olarak gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar dolu fakat belli ki bizim güzergâhımızda olmayacaklar. O ara dün yaşadığım âna gülümsüyorum; hayatım boyunca çok sıklıkla başıma gelen bir durum. Hatta yazılarımdan birinde söz etmiştim ve şu minvalde bir cümle kurmuştum hatırladığım: Mesleğim ile ben arasında kurulamayan bağ.

Bir genç öğretmendi, yıllar önceydi, güzel yazılar yazıyordu, hiç bir fiziksel veri olmamasına rağmen birazdan anlatacağım olaydaki kişi ile aynı şeyi aynı eminlikle söylemişti.

Öğleden sonra sahil üzerinden yürüyor, bulvarı izleyeceğim masalardan birine oturuyor ve oturmadan önce de bir Triliçe ve bir çay siparişi veriyorum. Kitap okumaya niyetim yok ve yürüyen insanlarla bulvardaki akışı, boş insan tadıyla, avare avare izlemek istiyorum. O ara genç kız servis için masama geliyor. Doğrudan siz üniversitede hoca olmalısınız, diyor, gülümsüyorum. Bir yanıt vermiyorum. Sonra soruyorum, nasıl o kanaate vardığını. Görüntünüz, diyor. Değilim, diyorum. O zaman doktorsunuz, diyor. Yine gülüyorum. Eczacı desen yaklaştın derdim ama biz doğrudan organ satıyoruz. Espri yaptığımı düşünüyor. Sonra açıklıyorum. "Oto yedek parçacılığı denen bir meslek var bilir misin, şimdilerde, daha servisleşme nedeniyle eskisi kadar bilinir mi emin değilim. Bize sorulduğunda kısaca parçacı derdik ki bunun parça kumaş satmakla ilişkilendirildiğine çok tanık oldum." Gülüyor. "İşte ben o mesleğin içine doğdum; okula bile gitmezken babam ustaydı. Sonra bu işe başladı. Mağazaya ilk kez 6 yaşımda gittim. Ondan sonra da her yaz." İlgisini çekiyor ve devam ediyorum. "Doktorluk ve eczacılıktan farkımız, bizim hastamız tedaviye yanıt vermezse doğrudan organ nakli yapabiliyor olmamız. Raflarımız organ dolu." Gülüyor.

Nerede okuduğunu soruyorum, Amasya'da elektrik elektronik okuduğunu söylüyor. "Güzel şehirdir, askerliğimi orada yaptım, ondan biriktirdiğim şahane anılar dışında da ben çok severim" diyorum. Fikrime sanırım pek katılmıyor.

Sonra diyorum ki şu sırt çantası, kitap ve gözlük bana sınıf atlatıyor, akademisyen ya da doktor algısını yaratan semerim. Gülüyor ve sanırım artık kankayız: bu çok tatlı,  daha önce fark etmediğim ama beni fark eden ve ilk kez bana servis yapan genç kız ile.


Kardeşle varıyoruz şehire.  Ayak arada yine yoklar diye ilaç yazdıracağım. Komik bir durum aslında; 200 metre ilerimizde sağlık ocağı var. Ama gittiğimiz ocakta da Oğuz var. Çocukluğunu bilirim. Ve doktorluğuna çok güveniriz. Fakat son gittiğimde yoktu ve ameliyat olduğunu öğrenmiştim. Numaramı giriyorum ve yanıp sönen adı görünce sevinçten ölüyorum. İşe başlamış. Tanrım büyüksün!

Odasının kapısındaki koltuklardan birine oturuyorum. O sabırla ve özenle hastalarının dertlerine çare oluyor. Kapısı her zaman açık. O ara yanıma biri oturuyor. Tanıyorum ama maske tereddütte bırakıyor. Sıram geliyor ve geçiyorum. İlacımı yazıyor, saçlarının uzadığını fark ediyorum ki önceki geldiğimde yönlendirildiğim doktor her şeyin yolunda olduğunu söylemişti. Sevinçle çıkıyorum ve hâlâ dışarıda oturmakta olan kişiye, "Sen Köy Hizmeleri'ndeki satın almacı Abi'sin değil mi?" diye soruyorum. Evet O. Pandemi tokalaşması yapıyoruz, sonra sohbet. İşi soruyor, ben emekli olduktan sonra bir süre devam ettiğimi, sonra farklı bir işle uğraştığımı, kardeşin de bir üst segmentte  işe devam ettiğini söylerken yanımdaki kişi sen kaç yaşındasın ki emekli oldun diye soruyor. Sence kaç, diyorum. En fazla 50 diyor. "Normalde 45'de olacakken iki yıl vurmuştu ve 47 yaşımda Bağ-Kur emeklisi olmuştum. İş sorulunca emekliyim demeyi seviyorum, hatta çoğu zaman dedemden miras kelime tekaütüm'ü kullanıyorum," diyor, yaşımı söylüyor ve maşallahına gülümsüyorum. Abiyle ve onunla vedalaşıyor, ve çıkıyorum.

Sırt çantamda sabahın erkeninde emektar Kılıçdede Fırını'ndan aldığım poğaçalar var. İlaçlarımı eczaneden alıp sırt çantama attıktan sonra istasyona doğru yürürken bulvarın kenarındaki banklardan birinde tam da eski, bahçeli, çok şirin ve müstakil gar lojmanlarının önünden bulvarı, rayları ve sabah telaşlarını seyrederek tatlarını çıkarıyorum.


Tren sakin. Kitabımı açıyorum. Mesaime ucundan da olsa yetişeceğimi düşünüyorum. Biraz rötarla da olsa tahminimden 10 dakika gecikerek iş başı yapıyorum. İşler bir kaç gündür ciddi bir yükselişte. Rabbim başımızdaki ekonomisti başımızdan eksik etmesin diyeceğim de, tabii ki demiyorum. Çünkü ekonominin gerçeklikleri açsından bakarsak yokuş aşağı tam gaz gidiyoruz.

Öğleden sonra biraz geç saatte yemek için çıkıyorum. Adem Usta'ya vardığımda görüyorum ki treni kaçırmışım. Oysa hayalimde sebze yemeği vardı ama sona kalan olarak tabağa doldurulmuş ve miktarı gözümü korkutmuş ama enfes gözüken haşlamaya razı oluyorum.


Gün içinde Zafer'le sıklıkla konuşuyoruz. Biraz piyasalar üzerine, biraz askerlik muhabbeti. Onun da içinde  olduğu yazımdan söz ediyorum. Okuduktan sonra arıyor. Önce hatırlayamadığını söylüyor, dedim zaten sen olayda figürandın, hemen hatırlamaman normal. Sonra ondan öğreniyorum ki biz terhis olduktan sonraki bir depremin ardından orduevi boşaltılmış ve komple yıkılmış. Onları da Tugay'a bando bölüğüne göndermişler. Epey komik olaylardan söz etti. Hurma zeytinin altında, masaya düşen hurma zeytinler eşliğinde, kadim Yunan  zeytin ağaçlarının olduğu bahçesinde sızma yağ olmak üzere toplanan zeytinler arasında rakısını yudumlarken...

Tabii ki buluşma planlarını tekrar ettik..

Sonra attım kendimi dışarı. Sahilden yürüdüm. Aklımda Triliçe ve çay vardı. Pastaneden içeri girince fikrim değişti. Amasya konuşmuştuk. Benim yakın tarihte gerçekleşecek bir Amasya planım vardı ve enn sevdiğim kadınla az önce Zafer'in hemen ardından tatlı tatlı konuşmuştum. Üstelik yeni kankamla da ortak yanımız Amasya idi. O halde şehzadeler şehri şu sıralar hayatıma bu kadar dokunmuşken...



"Hoş geldiniz."

"Nasılsın?"

"Teşekkür ederim, siz?"

"İyiyim, teşekkür ederim."

"Bir dilim Şehzade ve bir çay lütfen."

14 Kasım 2021 Pazar

CumartesiGünlük

Çarşamba günü başlayıp perşembe günü devam eden sağ ayak iç tarafındaki ve dolayısı ile aynı bölgenin tabanında oluşan ağrı pek yabancım olmasa, yere basmadıkça sorun çıkarmasa da hayat akışıma sekte vurdu. Gerçi 10 şiddetinde bir deprem eğer sağ bırakırsa beni, hayatla ilişkimi engellemeye muktedir olamaz, ama kendimi sokaklara atamayacak olmak da sanki bir yoksunluk tokaçı gibi fikrimi döver durur!

Oysa önümüzdeki hafta sonundan sonraki hafta sonu Amasya'dan Bildiriyorum başlığı altında yayınlayacağım günlerin hayali ile meşguldüm. Ya geçmez ve bu hayale engel olursa tedirginliğim vardı ama artık çocuk da değildim. Şu bilgisayarı icat eden dedim bir kez daha. En sosyalsiz hayatta bile insanı sosyal hayatın içinde tutabiliyor. Ona epey epey geç bulaşmış biri olarak esiri olmasam da varlığından mutluydum ve sokakla bağım kopmuş bir anda dünyanın her yanına ulaşabiliyordum. İşim sekteye uğramıyor, hatta ülke ekonomisi fikrime yeni yeni komiklikler katıyordu. İki gün önce TL değeri daha düşük olan bir yatırım dolar olarak daha yukarıdayken, aynı yatırım dünyanın tüm ekonomistlerini ve hatta mezarda olanlarını mezarlarında ters çevirecek bir biçimde iki gün sonra TL olarak yükselmişken dolar bazında iki gün öncenin gerisinde kalabiliyordu. Ve tüm bunlara rağmen memleketin en baba şirketlerinin hisseleri 2 yıl önceye göre yarı fiyatınaydı!

Cuma günü içimdeki cengaver ayaktaki ağrıya açıkça meydan okudu. Bir kez de Gürcistan seyahati öncesi başıma gelmişti ki o yazılarımın girişinde söz etmiştim kendisinden. Bu kez de alt edebilirdim onu: Bir tedavi yazdım kendime ki elimin altında her zaman varlar... Ve ikinci gün başladım. Cuma günü sabah çivi çiviyi söker eylemimi zorlansam da başarıyla yerine getirdim; yürüdüm ve alışverişlerimi yaptım. Cuma akşamüstü pes ettim sesleri gelmeye başlamıştı ayaktan ama kulak asmadım. Bildiğim yolda devam ettim ve cumartesi sabah ayak beyaz bayrak sallıyordu.

Öğleden sonra saat ikiyi geçmişken çıktım evden. Planlarım doğrultusunda önce Adem Usta'ya gittim ve hayalim sulu yemeklerinden olsa da mecburen bir tavuk döner yedim. Bir Tayyip hayranıdır ve o konuşacaksa ya da haberlerin saatiyse televizyon hepimiz duyalım diye açıktır. Çıkarsız inanmışlığın sevinciyle duyurmak ister hepimize...  Enn sevdiğim esnaflardan biridir kendisi; hem yemekleri lezzetli ve temiz hem de fiyatları uygun. Misal estetik açıdan da çok hoş, yanında garnitürü ve mini pilavı olan tavuk döner tabağı 17 TL.

Oradan çıkınca hemen sokağa kıvrıldım ve Bredblok'a uğradım. Nohut mayasından Kumru ekmeği yapıp yapmadıklarını sordum ve bu konuda bir bilgileri olmadığını anladım.

Artık hedef noktam olan küçük kahve dükkânında ve aynı masamdayım.

Bir genç hanım geldi ki geçen gelişteki olmayan kişi olduğunu düşündüm ve "Bir Amerikano, lütfen," dedim.

Kitabımı açtım ve masama vuran güneşin ve pazar gününe göre daha canlı bulvarın keyfi ve çalan müzikler eşliğinde içinde yok oldum.

Sevgili Momentos'un chanson'lardan bir demet çalınsa önerisi aklımdaydı, konuşacaktım ancak geçen gelişte olmayan ve bu mekânın her şeyi olduğu belli oğul yine yoktu ve bir karşılığı olmayacağı için konuşmanın manası da yoktu çünkü içtiğim Amerikano'nun fiyatını bile neredeyse arayıp soracaklardı ki son dakikada buldular.

Amerikano başarılı değildi, usta işi çift espresso hazırlanıp üzerine sıcak su ilave edecek bir düzenekleri yoktu ve şu Nestlé'nin yarı profesyonel cihazları gibi bir cihazla hazırlanıyordu ama olsundu.

Kendine has bir tadı vardı, mekân şirindi: tabii ki dert etmedim, ona dünyanın en güzel ve özel Amerikano'su muammelesi yaptım. Mini kurabiyemi zevkle yedim ve sonra yine parkın içinden geçtim.

Fikrimde parkta kitap okumak vardı; fakat güneş düşmediği için soğuktu ve ben de tren raylarına paralel giden kaldırımda yürümenin keyfini çıkardım.


Bu kedilerle çoğu sabah olduğu gibi bu kez akşam üstü karşılaştım. Komik dostlarım benim. Genelde sabahları ekmek ya da börek, poğaça falan almak için Salih Usta'ya sahilden gelip şu çöp kutusunun önünden devam eden sokaktan ulaşırım. Bu kediler her sabah aynı nizamda orada toplaşmış olur ve hepsinin başları dikilmiş, gözleri apartmanın üst katlarına bakar vaziyettedir ve ben bir gün fotoğraflarını çeksem derim. Bu kez akşam üzeri ve sokağa kıvrıldım. Az önce ekmek almış onu da sırt çantama koymuştum. Bir an dürtüldüm ve sırt çantamdan fotoğraf makinemi çıkarmaya karar verdim; sanırım ekmeğin kokusunu aldılar, ya da onlara bir şey vereceğimi sandılar ve peşime takıldılar.

Oturdum kaldırıma. Eski pozisyonlarını alsınlar diye bekledim ama nafile.

Kısmet olursa bir başka gün ve özellikle sabah, işlem tamam inşallah.


Kedilerden sıyrıldım, daha çok gençlerin ve sosyalist izler taşıyan entelektüel abilerin takıldığı Tabure'nin de yer aldığı kafelerin olduğu sokakta yürümeye devam ederken bir gün kitabımla Tabure'ye gelmeye karar verdim. Hiç gelmediğim ama hep köşesinden kıvrıldığım Mavi Bar'ın önünden karşıya geçtim ve sahildeyim. Sıralı gidersem son fotoğrafın olduğu noktadayım. Sanki deniz güneşin ışığı ile aydınlanmış bir sahne. Bir bankta oturuyorum ve o kısımda ışıklar sönmüş sanki. Usta bir fotoğrafçı için büyük bir fırsat. Sanki iki farklı zaman dilimi aynı anda yaşanıyor. Güneşli bir gün ki tümüyle denizin üzerinde. Öte yanda usul usul geceye karışan bir kumsal. Kaldırımlarsa bütünleştikleri kumsalla birlikte akşamı çoktan etmiş geceye doğru kolkola yol alıyorlar. Bir süre oturuyorum bankta. Ay şu anda bir ağacın üzerinde. Biraz ileride bir grup genç de kumların üzerinde ve tadı buralara uzanan bir sohbetin içinde. Yürümeye devam ediyor bir yandan da ağaçın üzerindeki Ay'ın fotoğraflarını çekiyorum.


Sanki her 15 dakikada bir biz karanlığa gömülürken deniz üzerindeki canlılar gündüzü yaşamaya devam ediyorlar. Ruhum müzik istiyor. Neden mp3'çalarımı yanıma almıyorum bilmiyorum. Hımmmmmmm bunu düşünmeliyim. Üstelik cuma günü sabah hayat önüme iki enfes sanatçıyı attı. İkisinden de zerre kadar haberim yoktu. Yoksa ben pandemide hayattan koptum mu?

Kopmadığımı biliyorum, dert ettiğim de yok ki bukalemun bünye yeni durumu çoktan kabullendi ve bir süreçten sonra onunla bütünleşti. Ancak elimizden alınanlar gerçeğini de görmek lazım. Evet henüz bir canlı konsere gitmedim. Eksik parça bu. O halde ilk hedef bir konser!


Bu sahneyi çok sevdim. Uzun süre izledim. Uzun bir Hint filminin final sahneleri gibi. İki karga ki birinin betonun ardında kaybolmuşken birden bazı savaş uçakları gibi dikine kalkıp kaldırıma konması çok afacan gelmiş ve bu hal içimi ısıtıp bol bol güldürmüştü beni.

Brenna Mac Crimmon. Dünya yansa haberim olmayacaktı. Vikipedi bilgilerine göre Kanadalı, Balkan müzikleri üzerine tez yazmış bir müzisyen. Uzun yıllardır varmış ve söylermiş de ben duymamışım. Üstelik Selim Sesler'le bir albüm yapmış, Baba Zula'nın bir albümünde yer almış, sular seller gibi Türkçe konuşabilen bir kadın.

Bana bir algoritma kıyağı. Caz dinliyor, oradan oraya sıçrıyordum. Önce buyur şuna bir bak diye önüme yine bilmediğim Nim Sofyan'ı* attı. Onu "Vay be!" diye diye dinlerken de Brenna'yı ki Fatih Akın iki şarkısını filmlerinde kullanmış. Bir bakayım diye tıkladım. Cumartesi gecesi saat kaçlarda yatana kadar tüm albümlerini ve içinde olduğu albümleri dinledim. Bayıldım ve iki sanatçıyı iki tadımlıkla kişisel tarihime kaydetmeye, bilmeyenlere bildirmeye karar verdim.









*Nim Sofyan: Balkan ve Asya müziklerini yer yer funk ve caz tınılarıyla yorumlayan müzik grubu. Gitarist ve solist Alp Bora'nın Viyana'da kurduğu Nim Sofyan şimdiye kadar Divane, Agora ve Düm Tek adlı üç albüm çıkarmıştır.[1] Grup adını Anadolu müziğindeki 2/4'lük zamanlama için kullanılan bir terim olan nim sofyandan almıştır. Kaynak Vikipedi.

10 Kasım 2021 Çarşamba

Atatürk'ün Veda Filmi



O şimdi üniversiteli...


Öğretmenimiz bir hafta önceden sınıfça Atatürk’ün Veda filmine gideceğimizi söylediğinde hepimiz çok heyecanlandık. Ben öğretmenime hangi sinema dediğimde Konak Sineması cevabını aldım.

Sinemaya gideceğimiz gün geldi. Öğretmenimiz bize montlarınızı alın dediğinde hemen montlarımızı aldık. Montlarımız üstümüzde öğretmenimizin bize okulun bahçesine inip sıra olun demesini bekliyoruz. Öğretmenimiz bize bahçeye çıkıp sıra olun dediğinde hemen bahçeye indik. 1-2 dakika sonra öğretmenimiz geldi. Çıktık yola ellerimizde sularımız gidiyoruz. Sinemaya geldik. Oradaki görevli bize filmin olduğu salonu gösterdi. Oturduk yerlerimize benim yanımda sıra arkadaşım ve aynı zamanda en iyi arkadaşım olan Miraç vardı. Sonra görevliler bize patlamış mısır dağıttı.

Film başladı. Atatürk ölüm döşeğindeydi. Atatürk’ün yatağının başında çocukluk arkadaşı Salih Bey vardı.

Salih bey bir mektubun başına oturmuş Atatürk’le geçirdiği zamanı bir mektuba yazıyordu. Salih bey mektupta oğluna Atatürk ölürse bende kendimi öldüreceğim diyordu. Mektupta Atatürk ile geçirdiği günleri, ayları hatta yılları anlatıyordu.

Çocukluktan, gençliğe, gençlikten, büyüklüğe kadar hepsini anlatıyordu. Film çok uzun sürmüştü. Film bittiğinde hepimiz öğlenciler gelmiştir. Sınıftalardır korkusuyla hızlı bir şekilde okula koştuk. Neyse ki öğlenciler gelmemişti sınıfımıza. Bazı arkadaşlarım servisim kaçtı diye korktular. Ama benim evim yakın olduğu için benim korkmama gerek yoktu. Hemen çantalarımızı alıp evlerimize gittik.


Yazan:Tırtıl

7 Kasım 2021 Pazar

Çay Bredblok ve Hasret Senfonisi

Öncesi


Yatak odamın penceresinden geçip üzerime uzanan muhteşem bir güneş. Tetiklenmemenin imkânı yok. Ve önemli bir gün. "Yapıyor musunuz?" dediğimde yapıyoruz denmişti. O yapılanı diğerlerinden farklı kılan ana unsurun adını verip bundan mı diye sorduğumda gelen yanıt çok sevindiriciydi ve vuslata ermek için iki gün gerekliydi.

İlk anda tereddüt edip dönsem de dayanamamış aynı günün öğleden sonrasında bir kez daha uğramış ve tamam demiştim.


Mutlu ve heyecanlıyım. Sabah rutinlerinin ardından fotoğraf makinesini ve kitabımı sırt çantama atıyor, yanıma da her ihtimale karşı bir mont alıyorum. İşin doğrusunu söylersem de ilk fikrim doğrultusunda fotoğraf makinesini gereksiz buluyor, bahçe kapısından çıktıktan bir süre sonra da geri dönüyorum.

Yol boyu iki yer arasında kalmış bünye sonunda bir karara varıyor ve bu sezon İskele Kafe'yi ihmal ettin diyor. Son ana kadar ikilemdeyim ve sonuç itibariyle balık tutan kadınlı erkekli keyiflerin arasından yürüyerek İskele Kafe'deyim.

Açık denize bakan kısımda boş masa yok, bir kaç dakika sonra da oturduğum masayı değiştiriyorum çünkü binalardan kurtulup denizle başbaşa kalıp sonsuzlukta yok olacağım yönde olmasa da yine de arzuladığıma daha uygun ve az önce boşalan masaya geçiyorum.

"Bir karışık tost lütfen."

"Bir bardak da çay lütfen."




Enfes bir tost; dış yüzeyde ince bir çıtırlık ve devamında bir ton aşağıda ve ekmeğin beyazlığını harcamamış ve çıtırlıkla bütünleşmiş şahane bir kıvam. Çay, kitap, tost şeklinde devam ediyor hayat. Dibimizde balıklar oynaşıyor. Açık denizde bi tekne pupa yelken yol alıyor. Her şey yolunda ve bu tadı uzatmak gerek çünkü andan çıkmaya hiç niyetli değil bünye. O zaman bu lezzetli çay ve kitapla yaşamaya devam.

"Bir fincan çay lütfen."

Uzun bir süreye yayıyorum keyfi çünkü vuslatın sonlanması için saat 14'ü bulmam gerekiyor. Kitap zaten muhteşem, her ne kadar öykü yazsa da ve öyle bir kurguyla yazılmış olsa da bence öyküler birbiri ile ilişkili olduğu için aynı zamanda bir roman ve bu kurgu son derece cezbedici.

Vakit yaklaşıyor. Toparlanıyor, ödememi yapıp ağır adımlarla iskeleyi yürüyor, önce bir kaç fotoğraf çekmeyi düşünüyor, bu yazıyı öz fikrinden uzaklaştırıp uzatmamak için de bundan vazgeçiyorum. Niyetim babamın ağaçlarının altında oturmak ve kitapla biraz daha vakit geçirmek ancak banklar dolu; bir kaç adım sonra ağaç altı olmasa da bir banka oturuyorum. O ara aklım dürtüyor çünkü bir hanımefendinin devraldığı ve çok hoş hale getirdiği şirin lokantada bugün keşkek günü. Bir iki gün önce enfes bir ıspanak yemiştim, öncesinde de tam anne usulü az mercimek çorbası içmiştim. Ödememi yaparken cumartesi günü keşkek yapacaklarından söz etmiş, ben de bizim ailenin usulünden ve kurut'tan söz etmiştim ve ona çok şaşırtıcı gelmişti. Şu an aklım dürtmekte beni. Tabii ki gazına gelmeyeceğim. Vakit yaklaştı, sallana sallana gidersem anca diye düşünüyorum ve toparlanıp merakla yürüyorum. Sokağa döndüm ve buluşmaya sadece bir kaç adım var.


Kapıdan süzülerek geçiyorum. Zarif hanımefendi ayağa kalkıyor, ve masanın üzerinde dinlenmekte olanla birlikte bankoya yanaşıyor. Ekmeğim henüz sıcak. 24 saat bekletilmesini önerdiklerini söylüyor hanımefendi ki siparişi verdikten iki gün sonra kavuşulabiliyor kendisine; çünkü mayalanma süresi iki gün. Kısaca 3 günlük bir sabıra ihtiyaç var.

O gün, yani sipariş için geldiğim gün sorduğum şu idi: "Ata Ekmeği yapıyor musunuz?"


Yirmi yıldan fazla, belki de daha uzun bir hasretti ve benim için önemliydi çünkü askerlik arkadaşımdı ve o süreçte askerlikle işi bir arada yürüttüğüm için gidip gelmeler esnasında Havza'da tanışmıştık kendisiyle. Üstelik yaklaşık sekiz yıl önce enn sevdiğim kadını o ekmekle tanıştıracağım sevinciyle girdiğimiz ve üstelik 20 yıldan epeyi yıl önce bu ekmekle tanıştığım fırında adının bile hatırlanmıyor olmasının hayal kırıklığını yaşamıştım. O nedenle evet dendiğinde tereddüt etmiş, "Karakılçık buğdayından mı?" diyerek altını çizmiştim. Ona da evet denmişti. Ve kısa bir tereddüt ki fiyat konusundaydı ama araştırınca butik ekmekler için makul olduğunu anlamıştım ve tekrar gelip siparişi vermiştim.


Elbette 24 saatin dolmasını bekleyemedim, makul süre sonra test ettim. Hımmmmmmmm, miss! Biraz sonra formu farklı ekmekten iki ince dilim kesip arasına kaşar koydum. O çok hafif ekşimsi tatla birlikte götürdüm. Enn sevdiğim gurmenin fikrini merak etmekteyim ki kendisi alemin en güzel fokaça ekmeğini yapar.


Bir tesadüfle tanıştığım bu iki zarif hanımefendi sorduğum üzere bu konuda eğitimliler; genelde sipariş üzerine çalışıyorlar ve geniş bir ürün yelpazeleri var. Son derece temiz, düzenli ve çok hoş mekân ki beni çeken başlangıçta dış güzelliği oldu. Kadın eli değdiği her aşamada belli oluyor. Elbette ekmeğin geleneksel formundan söz ettim ancak onlar eğitimlerde bu formun öğretildiğini söylediler. Elbette çağlar değişimleri de beraberinde getiriyor; yeter ki lezzetler modern dokunuşlar görse de tatlar yok olmasın. Mutluyum. Kimbilir bir başka siparişte, özellikle geleneksel formu isterim. Ama... sanki bu formu da  kullanışlı; hem tost belki de çakma tapaslar, kanepeler için daha uygun olabilir!

Hımmm Kumru ekmeği de sormalıyım!

Planlarım çok!

Kırmızı şarap fokaça işbirliği kesin.

Finalde yaş pastalarından biri, belki de yanlarında sıkı bir kahve, belki bir likör katılımıyla hülyalı saatlerin tadına tat katıyor da olabilirler.

Denemeli...



Bu iki zarif hanımefendinin ürünlerinin yer aldığı İnstagram hesabı içinse buradan lütfen.

 

 

 

6 Kasım 2021 Cumartesi

Sokağın Büyük Sürprizi

Tanışma


Pazar günü küçük kahve dükkânından çıktıktan sonra ilk arada bulvardan ayrılıp sokakların tadını çıkararak trenlerin ortasından geçtiği bulvara ulaşıyor, ışıklardan karşıya geçiyor, ana caddeyi kullanmayıp yine bulvara paralel ve ters yönde yürürken ilk aradan sola dönüp yeniden iyi bildiğim sokaklara dalıyorum.

Bir kafe açılmış, geçen gün ana caddeden geçerken gözüme çarpmış, orada olmasına da pek anlam verememiştim. Yanaşınca, oldukça büyük dış alanında oturan kalabalık ki genelde orta yaş üstü insanlardı, bazı çözümlemeler yapmama imkan sağladı. Muhtemel ki dedim kahvelerden birinden ayrılan garson ya da ortak burayı açmış ve seven müşterilerini buraya çekmiş.

Beni cezbetmemiş olsa da bir gün gelmeyi istiyorum.

Benzinlikten geçip caddeden devam etmeyi düşünmedim. Sokakların tadına devam diyerek yürüyordum ki köşedeki emlakçı ama daha çok da komşu dükkân beni çağırdı. Şaşırdım. "Neden 100 metre ilerideki işlek cadde üzerinde değil de burada?"  Çok hoş bir dekorasyon, minik totem, şık vitrin ve camlardaki yazılara bakarsam da önemsenmesi gereken özel bir nokta! Meraklandım. Gün pazardı ve kapalıydı.


Pazartesi günü gitmeyi düşünmedim. Salı sabahı alışveriş için dışarı çıktım. Fikrimde mekân yoktu. Sonra ne tetiklediyse beni sokağa kıvrıldım ve dükkândan içeri girdim. Zarif bir hanımefendi kalktı ve şaşırdığımı, sokakla bu hoşluğun ilişkisini ilginç bulduğumu, bu bileşkenin de ilgi ve merak duymama sebep olduğunu o nedenle girdiğimi açıkladıktan sonra, bazı bilgiler aldım. İnternette de var olduklarından söz edince de  işe döndüğümde bir sayfaya ulaştım ki daha sonra bunun yanlış bir site olduğunu anlayacaktım.


Perşembe günü öğle üzeri evden çıktım. İşlerimi halledip söz konusu mekâna gittim. Bu kez diğer hanımefendinin yanında bir başka hanımefendi daha vardı. İnstagram hesaplarına zor da olsa ulaştığımı ama öncesinde odur sandığım sitenin; adı aklımda tutamadığım için yanlış hedef olduğunu anladığımdan falan da söz ettim. Sonra laf lafı açınca, bende izi olan bir şeyden bahsettim ve direk sordum. Yanıt heyecan vericiydi ama ücret de düşündürücüydü. Teşekkür ettim ve çıktım. Sonra memleketin halini de düşününce ve emeği göz önüne alınca fiyat bana makul geldi.


Hava çok güzeldi; fotoğraflar çeke çeke eve doğru yürüdüm. Artık bizim olmayan ama babamın diktiği çamların altını ve en uçtaki, sokak lambasını okuma ışığı yaptığım bankımı da tarihe bir kez daha not düşmeliyim, dedim ve cilveli güneş hazırdayken üşenmeden fotoğrafladım.

Eskiden bizim bahçemiz bu ağaçların dibine kadar uzuyordu ve sonrası kumluktu; kadim eve uzak kalsa da oraya masa atmaya bayılırdım. Sonra, bence çok doğru bir iş olarak yol geçirilince sınırlarımızı geri çektik ve bu ağaçlar artık kamuya hizmet eder oldu. Bense bankımı hiç terk etmedim. Hatta bir ara burayla ilgili bir fikir ürettik ancak hayata geçirmedik; çünkü üst geçit altlarındaki örneklerinin ne hale getirildiğini görmüştük.

Bugün cumartesi. Sevdiğim günlerden biri. Öğleden sonra dananın kuyruğu kopacak ve belki de bir hasret sona erecek. Şimdilik sadece dilimi ısırıyorum ve bu sabahın tadı için kitabımla kendimi dışarı atıyorum. İnce belli bardakta çay kesin, yanında ne olur ve nereye çökerim henüz bilmiyorum.



*Babamın ağaçları ve fikir.


Devam yazısı Çay Bredblok ve Hasret Senfonisi için buradan lütfen!

5 Kasım 2021 Cuma

Ara Sıcak



Yıllardır peşinden koşulan, kokusu neredeyse unutulmuş olsa da her köşe bucakta aranan...

Özlemle beklenen ve inançla yolu hep gözlenen ile büyük buluşma...

Pandeminin zor koşulları altında alın teriyle yoğrulmuş bir emek...

Kimsesiz sokakların kimsesi muhabirimizin kaleminden...

Tüm detaylarıyla...






1 Kasım 2021 Pazartesi

Küçük Kahve Dükkânı

Bu ise piyangonun dibi Sevgili Momentos; şahane bir zaman yolculuğu. Müziği keyifle dinliyorum, o yıllara gidiyorum, ne çok şey alıp dönüyorum ve bugün ilerleyen saatlerde bu yazının gazıyla hiç gitmediğim ama çok beğendiğim küçücük bir kahve dükkânının bulvara bakan minicik bahçesinde kahve içiyor, sonra da bunu yarın yazıyorum.


Diyorum yorumumda ve şükürler ediyorum ki pırıl pırıl bir güneş pencereden içeri süzülüyor. Enfes bir pazar sabahı ve caddeler, sokaklar basbas çağırıyor.

O ara fikrim bu coşkuya katılıp bir de bugüne kadar hiç gitmediğim, hatta hiç ciddiye almadığım bir pideciyi de işaret ediyor.

Yıllardır görür, yanındaki kocaman ama çok hoş pidecinin dibine açılan bu küçük dükkânı kâle almazdım; çünkü büyük mekândan her anlamda memnundum. Ve özellikle Görele Pidesi muhteşemdi. Di'li geçmiş zaman çünkü, geçenlerde bir gün niyetlenmiş, gitmiş ama hayal kırıklığına uğrayıp üzülmüştüm. El değiştirmişti  ve bol çeşitli kurnaz bir lokantaya dönmüştü. Görüntüsü hiç iyi sinyaller vermiyordu ve kalbim pek soğuk duruyordu. Dolayısıyla girmedim.

Gün fazlasıyla tahrik ediciydi, yolda gelirken kahvemin yanına eklerim diye Nişantaşı Pastanesi'nden iki tane kesme almıştım. Heyecan ve keyif yerli yerinde.

Saat 10:30 civarı, canlı bir gün ve sakin, telaşsız bir işleyiş.

Pandemide küçük esnafı kollayalım konsepti çerçevesinde giriyorum; önünde küçük bir açık alanı olan bulvar manzaralı Pide Dünyası'na. Bir pazar klasiği olarak evde hazırladıkları içlerle pidelerini yaptıran insanların arasındayım. Ne güzel ve bitmeyen, nesilden nesile devam eden bir gelenek. Tadına doyulmaz fırın sohbetleri..

Menüye göz atıyorum. Gözlerim Görele Pidesi'ni arıyor. Kavurmalı pideyi görüyorum ama anlıyorum ki bu normal açık pidenin kavurmalısı. O halde "Bir kıymalı tek yumurtalı pide, lütfen."


Ben kitabımı okurken önce salata konuşlanıyor masaya, bir süre sonra da pide. Görüntü hoş. Yumurta tam kıvamında, ince bir pide dokunuşuyla patlatmalık ve sonra üzerine yaymalık.

Aynen öyle yapıyorum.

İncecik bir hamur!

Ve çıtır çıtır.

Ve damakta çok lezzetli bir yumuşaklık.

Bayıldım.

Ama salata! Kadın eli değdiği nasıl da belli; yağı, tuzu, havaya sıkılmış da avuçla alınmış ve üzerine dağıtılmış hissi veren hafif bir parfüm dokunuşuymuşçasına ekşi tatlı dengesini sağlayan sumak.

Daha ne olsun?

B.Nihan Eren, Hayal Otel ile Sevgili Leylak Dalı'nın blogunda gördüğüm, tanıdığım ve tabii ki bayıldığım bir yazar. Sonra bu kitabını da almış okunmayanlar bölümüne koymuştum. Zamanı gelmiş olmalı ki onu okumaya başlamıştım, tabii ki de bayılmıştım. Dolayısıyla geniş ama sakin bir bulvara bakan küçük kahve dükkânında onunla olmak çok havalı bir senaryoyu yaşamak manasına gelecekti ki o rolün hakkını vermek de benim işimdi.


Ağır adımlarla yürüyorum. Carrefoursa dışında pek uğradığım bir güzergâh değil ama hoşuma da gidiyor ve bayağı uzun bir bulvarın ortalarında bir noktadayım.


Karşı kaldırımdan gördüğüm kadarıyla küçük kahve dükkânı kapalı. Işıklardan karşıya geçip önüne varıyorum. İç kapıda açık yazıyor olmasına rağmen öyle olmadığını anlıyorum. Saat 12 civarı olmalı, acaba diyorum öğleden sonra mı açıyorlar pazar günleri. Güzel bir park var, içinden Alanos Deresi akan ve bizim coğrafyada denize ulaşan. Üzerinde de ahşap köprüler. Biraz dolaşıyor, sokak aralarında yolu uzatıyor, yeniden varıyorum kahve dükkânına. Aslında bir ara vazgeçer gibi oluyorum, sonra demir tavında dövülür diyerek bir şans daha veriyorum ve bingo.

Bir arabadan yaşça büyük iki insan iniyor. Ben yürümeyi kesmiyorum. Ve beyefendi dış brandaları açıyor. Biraz zaman vermek için kısa bir tur daha yapıyor ve tekrar geliyorum. Masalardan birinde ikisi kadın dört kişilik bir grup var. Oysa ilk gelen ben olurum diye düşünüyordum. Bulvara bakan masalardan en yakın durana oturuyorum. Sırt çantamı bırakıp içeri geçiyorum ki küçük bir kahve dükkânı sandığım yerin içeride de masalar var ve üstelik çok hoş düzenlenmiş bir alan. Şaşkınım. "Bir Amerikano lütfen," diyor, bu arada şaşırdığımı da beyan ediyorum; sonradan baba olduğunu anladığım beyefendiye. O grup kahveleri yapan elemanın henüz gelmediğini, oğlunun da biraz rahatsız olduğunu  söylüyor beyefendi. "O zaman bir Türk kahvesi, şekersiz lütfen," diyorum.


Kitabımı açıyorum. Minik şekerlemeler eşliğinde ve bulvar tadıyla kahvemi yudumluyorum ki çok beğendim. O ara dörtlü grup kalkıyor, onlar çıktıktan sonra da iki hanımefendi geliyor ve benim yalnız sandığım kahvecinin insanlar için bir nefes noktası olduğunu anlıyorum.


Ödeme için içeri geçtiğimde övgülerimi ve ilk düşüncelerimi zevkle açıklıyor, şaşkınlığımın altını bir kez daha çiziyorum. Öğretmen emeklisi olduğunu düşündüğüm ama sormadığım beyefendi çok mutlu oluyor ve neredeyse tüm hikâyeyi anlatıyor.  Epeyi bilgiyle ayrılıyorum mekândan ve onları paylaşmayı hayal ettiğim kahveyi, hayal ettiğim biçimde içeceğim güne saklıyorum.

30 Ekim 2021 Cumartesi

Bir Fıstığın Yan Koltuğundayım

27.10.2021


Telefon çalıyor.

Ekranda enn sevdiğim ad.

"N'aber?" diyor. Sesteki melodiye bayılıyorum.

"Kuşlar gelecek," diyor, "istihbarat sağlam."

Kanat çırpmaya başlıyorum. Gözümün önünden geçen yemekler dilime vuruyor.

Buluşma tarihi 28.10.2021. Buluşma saati 13:30. Buluşma noktası Rektörlük.

Mutabıkız.

İşi kapatıyorum. Üzerimi değişip hemen çıkıyorum. İstasyondayım. Şimdi trende. Bir genç adam yer veriyor. Diyorum "Sen öğrencisin ve yorgun, çok teşekkür ederim ama sen otur." Kalkıyor saçları uzun, umut vadeden yakışıklı çocuk.

Teşekkür ediyorum.

Samsunspor'da iniyorum. Store 55'den içeri süzülüyorum. Dünyanın en ağır forması çıktı. Kadına Şiddete Hayır!

XS lütfen, diyorum.

Geçen yılki Atatürk'lü Arma Atatürk'lü Forma'dan sonra bu da yakıştı şehre diye düşünüyorum.

Tren geldi.

Tadını çıkarıyorum.



28.10.2021


Son hazırlıklar. Hava kıyağını yaptı yine. Meteoroloji yağmur gösterse de alaylı meteorolog coğrafyada olmayacağından emin. Son teyitleşme için telefon. 13:30 Rektörlük okeylendi.

İstasyona yanaşıyor, Samkart'ımı okutuyor, trenin varış dakikasına bakınca çakılıyorum. 14 dakika, diyor. Yolda bir arıza mı var, yoksa kalan bir tren mi diye telaş ediyorum. O hâlâ 14 dakika var derken bir dakika geçmiyor ki tren gözüküyor. Mesafe yakın olsa da keyfini çıkarmak mutlak. Durağa yanaşırken kalkıyor, iniyor, iademi yüklüyor ve istasyonun karşısındaki otobüs durağının banklarına yürüyorum. 13:30'a 10 dakika var. Yine, ilk randevusundaki çocuk gibiyim.

Unuttuğum bir şey yok. Forma tamam, kahve burada. Limonçello yok, çünkü dolaptan çıkacağı için farklı bir torbada olmalıydı ancak sırt çantası, mont ve eldeki torba çerçevesinde sonraya bırakıldı kendisi.

İki emekli amca maaş çektikleri bankayı çekiştiriyorlar o ara. Keyifle dinliyorum. Bir yandan Kaz Tiridi hayali kursam da biliyorum ki biraz daha var.

Çekik gözlü mavi kuş göründü. Ben de ayaklandım.

Bir fıstığın yan koltuğundayım. Hava muhteşem.


İlk hedef yemek. İkimiz de kaz tiridi mevsimi olmadığını biliyoruz ama konuşmanın bir zararı yok. Varıyoruz ki mekân kapalı;  bu da hafta içi için normal. O halde, şimdilik geri dönüyoruz, istikamet dünyanın en lezzetli işlerini çıkaran baba-oğulun minik, sevimli ve salaş lokantası.

Selam sabah faslından sonra dış masaya konuşlanıyoruz.

"Bir kelle lütfen."

"Bana bir de az çorba lütfen."


Kelle servis tabağına ayıklanıp süslenirken içeride, benim az çorbam geliyor. Görüntüsü her zamanki gibi pırıl pırıl, efsane bir kelle-paça çorbası.

Alışkanlık işte, sirke sarımsak istiyorum. Bir kez daha içinde diyor servisi yapan oğul. Toparlanıp hazırlanıyorum. İlk kaşık ve kaç bininci tekrar: "Muhteşem!" Bir başka noktada bu lezzette ve bu kadar temiz kelle paça içilemeyeceğini, altını çizerek iddia ediyorum. Çünkü burası kadim bir köy, her ne kadar artık ilçe olsa da... Tıpkı başka yerde rastlanmayacak şu kekikler gibi doğal hayatta, muhteşem dağlarda yetişiyor hayvanlar. Biz bininci kere kekiği konuşurken, oğul bininci kere dağların altını çiziyor.

Götürürken kelleyi, burayı Vedat Milor'a söylesek mi diye konuşuyoruz ki lafı açan benim, en sevdiğim gurme buna itiraz edecek ve bu an bir kez daha benim çok hoşuma gidecek. İstimi aldık. Kolalarımızın son yudumları... Çaya gerek yok.


Yeniden deltadayız. Bu sefer diğer köşedeki farklı bakkaldan iki su ve elbette Bizbize markalı gofretlerden alıyorum. Ve deltada ilk kez sincap görüyoruz. Seyir halindeyken onun kadar hızlı olamayacağımız için de fotoğraf çekemiyoruz. Mavi kuş park yerine, biz de kimbilir kaç kilometre yürümek üzere, 3750 metre gidişi olan, gölün içindeki parkura.


Bir süre beklemeliyiz; anlayışlı ve kibar insan olmanın gereği olarak. Bir kare fotoğraf alsam iyi olur diye düşünüyorum. İçinde gelin olan bir fotoğraf olmalı blogda diyor içsesim. Sonuçta blog yazarı olarak işimiz tarihe not düşmek. Fakat bu ablanın gelin olduğu ki eli maşalılardan, kesin; ancak bunlar düğün mü yoksa nişan fotoğrafları mı onu pek anlayamadım. Bu arada karede olmayan bir yerde ama görüş alanımızda ve daha yakınımızda ya baldız ya görümce: siyah, diz üstü payetli elbisesi ile fotoğrafçının komutları eşliğinde ve tam bir star edasıyla; kâh yürüyerek kâh durarak efsane pozlar veriyor. İşte bunları kaçırmamalıydık. Görmeliydiniz!


Sonra yürümeye devam ediyoruz. Gölün üzerinden kuş sürüleri geçiyor. Bolca fotoğraf çekiyoruz ama kuşcular kadar sabırlı ve teknik donanım sahibi olmadığımız için özellikle blog ölçeğinde bir anlamı olmayacağından, fotoğrafları bu yazıda kullanmıyorum.

Mesela alt fotoğrafta havada bir balıkçıl var. Normal halde gayet net ve belirginken burada kendisini seçmek zor. Enn sevdiğim kadın dürbün arkasından çekmek için çok uğraştı ancak nafile.


1750 metre geride kaldı. Benim fikrim de bir kez daha geldi. Tepkiyi biliyorum ama çenemin de durası yok. Diyorum ki: "Şu Gençlik Parkı'ndaki gibi bir tren olsa ve bu patikanın sonundan asfalta çıkınca oradan devam etse, bir tane de karşıdan gelse, arada istasyonlar olsa istediğimiz yerde insek, yürüsek, sonra gelen birine istersek binsek." Tabii ki direk kırmızı kart. Bu arada ortalık mantar kaynıyor, bol miktarda da yılan deliği var. Bir tanesi hatta, boğa yılanı esprileri yaptırıyor. Nilüferler tek tük.
2750'yi de geçiyoruz. Asfalt hâlâ uzağımızda ve ona ulaştığımızda 2250 metre geri yürümemiz gerek. Hava kararıyor ve bu ritimle gidersek gün ışğı az sonra bizi terk edecek. O ara yol ortasından bir manda ki tam anlamıyla Meksika'da geçen kovboy filminde star olacak bir duruşla, bize bakıyor. İçim espri için, için için çağlıyor. Manda bile tırstı. Kurtulmak için suya atlıyor. Ve nasıl bir koşma. Dur yapmıyacağım, diyorum ama nafile. Enn sevdiğim kadın kaydediyor. O suları sıçrata sıçrata tam gaz gidiyor.


Dönüş yolundayız ve güneş bulut arkasında. Bir aralık var ve çok kısa süreliğine gösterecek kendisini ve sonra bulutun arkasında yok olacak. Yeni iki gelin ve fotoğrafçıları bizi bekliyorlar. Biz de güneşi. Sabırla ve aralıklarlarla çekiyoruz. Onlar şimdilik girişte oyalanıyor ve o noktada pozlar veriyorlar. İstediğimiz kareleri çok da beklemeden ve bekletmeden elde ediyoruz ki efsane fotoğrafı Enn Sevdiğim Kadın çekiyor.

Hava karardı.

Gecenin ruhları dürtükleyen saatleri varlığını iyiden iyiye hissetiriyor.

Tam ana yola çıkıştaki asırlık ağaçların olduğu, kenarından dere akan kadim kahvede, o ağaçların altında bir tahta masada ve gecenin sesleri eşliğinde Türk Kahvesi içme arzum depreşiyor ki kendime şaşıyorum.


Çok tereddüt ediyorum ama bunu Enn Sevdiğim Kadın'a söylemiyorum. Çünkü işi çok, biliyorum. Akşam treninin keyfindeyim. Fırına uğrayıp bir ekmek alıyorum. Tam bizim ön binanın oraya geliyorum ki geleneksel bir durum: Dört araba sol şeritte bir birine girmiş ve birisi tost olmuş.

İnsanlar sağlam.

Tek tuş ve O...

"Geldim."

"Evdeyim"






28 Ekim 2021 Perşembe

Soğuktan Gelen Casus

Annemle babaannem çok sık kavga etseler de hiç küsmezlerdi. Bilirdim ki babaannem onu çok severdi. Çünkü mektuplarını hep ona yazdırırdı. Ve gelenleri de ona okuturdu. Taa ki ben okuma yazmayı öğrenene kadar. Bütün torunlarını severdi ama daha çok erkek torunlarını. Gözdesi bendim ve o da benim Babıda'mdı.

Annem özel bir kadındı. İlkokulu, üstelik de çoklu bir sınıfta, yoklukta, ülkenin unutulmuş bir coğrafyasındaki unutulmuş bir  köyde 3. sınıfa kadar okumuştu. Öğretmeninden ki bir erkek öğretmendi, sevgiyle söz ederdi.

Bir fotoğraf yoktu ama annem bizim aklımıza bir öğretmen fotoğrafı çizmişti. Belki de bu birikimle önce beni, ben beş yıl sonra mezun olunca da küçük erkek kardeşimi -aynı- güzel, unutulmaz bir kadın öğretmene, yine kızkardeşimi de başka ama yine çok güzel bir kadın öğretmene teslim ettmişti.

Annem casus filmlerini ve kitaplarını çok severdi. Eğer okuma olanakları geniş bir coğrafyada doğsa muhtemelen okur ve kesinlikle casus olurdu.

Mutluyum ki herbiri özel ve eve giren paranın az ama önemli bir değer olmadığı insanların arasında, kalabalık bir ailede yetiştim.

Anlaşmazlıklar, tartışmalar olsa da sevginin, kollamanın buram buram tüttüğü, farklı renklerin şahane bir armoni oluşturduğu bir ailede büyümenin bana kattıklarınaysa paha biçemem.


Kitabı okumaya başladığımda henüz bir kaç sayfa ilerlemişken telefona sarılıyor, tek tuşa basıyor, onun sesiyle kendimden geçiyor ve coşkuyla, keyiften erimiş okur heyecanıyla kitaba bayıldığımın altını ballandıra ballandıra Enn Sevdiğim Kadın'a çiziyorum. Öyle coşmuşum ki tereciye tere satıyorum. O sakin ve çok olgun. Sessizce dinliyor beni. Adını ilk kez duyduğum yazarı aslında bildiğimi incitmeden anlatıyor bana. "Köstebek," diyor.

Ben, bir an, daha çocukken ve topluca aldığım E Yayınları'nın 20 civarı kitabı içinden okuduğum biri olduğunu düşünürken... O, izlediğim ve yazdığım bir film olduğunu çağrıştırıyor.

Şaşkınım!

Önce kitaplığa koşuyorum.

Orada başka bir kitapla karıştırdığım gerçeği ile yüzleşiyorum ve bu yazıyı yazarken şeytan bir kez daha dürtüyor ve diğer kitaplarına bakmak üzere nete giriyorum.

Şu an yüzümde muhteşem bir utanç kırmızısı var.

O geçen yılki ölümüyle bana, anca kendini fark ettiren bir dehaymış meğerse.

Bense onun kitaplarından yapılmış bir sürü filmi, üstelik ağzından sular akarcasına izleyip de adını o güne kadar duymamış, kazımamış, bilmeyen bir ODUN'muşum.

"Çok özür dilerim Anne."

Çok özür dilerim, John Le Carré.



Saat 03:25

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP