18 Haziran 2023 Pazar

Minnetle!

Babalı çocuk arkalı sandalyede oturmaya benzer, demişti; en can arkadaşlarımdan birinin babası...

Peki, hayatın ilk basamaklarında babalarını kaybeden çocuklar neye benzer?

16 Haziran 2023 Cuma

15. Yıl Özel Sayı-8



 Demir Küpte Günü Batırmak

Aralık 2016
 

Güzel gecenin günü yeni doğmuş bebek tadında, sıcacık ve pırıl pırıl. Çok kara olmayan karga güneşin tadını çıkarırken sanki de uzaklardan gelecek birini bekliyor. Ondan aşağı kalır bir yanımız yok. Dipdiri, suyu verilmiş çelik tadında, kış güneşli sabahı içimize çekiyoruz. Balkondan bakınca görebildiğimiz, bir kaç saat içinde varacağımız, pek de güzel anlar yaşayacağımız coğrafyada her şey yolunda. Sabah rutinlerinin ardından hazırlanıyor, çantalarımızı odada bırakıp, yine güzellikler geçerek kahvaltıya iniyoruz. 



Akşamın tüm izleri silinmiş mekân, pırıl pırıl; odalarından birine hazırlanmış kocaman açık büfe, hem ürün çeşitliliği hem de estetik açıdan kusursuz. Dışarıdaki aydınlığa oranla içerinin loş hali, henüz uyanamamış "hane halkından" dolayı salondaki sakinlik, kahvaltıyı kapatmışız hissi veriyor. Sükunet muhteşem. Abdülezelpaşa Caddesi'nden akan hayat şimdilik ıssız; tatil sabahı mahmurluğunda... Deniz pırıl pırıl.


Balat'ta, Haliç'e bakan bir masada, güneş bütün şefkatiyle yaşamı ısıtırken, lezzetli böreklerin tadını çıkarıyoruz. Özenle seçilmiş kahvaltılıklar ve aynı özenle düzenlenmiş bir alanda şahane bir pazar keyfi. Güzel gecenin, güzel olacağı hissedilen gününe bundan daha güzel bir başlangıç olamazdı. İkinci çayımı alıyorum. En sevdiğim kadın kahvesinin keyfinde. Dün geceki masamız gözümüzün nuru. Az ötemizde ve aydınlık penceresinin önünde... Seviyoruz onu. Yumurta tokuşturmayı yine ben kazanıyorum. Ardımızdaki eski Roma surunun hemen dibinde, yani mekânın içinde, kadim bir su akıyor; yılların ötesinden bir kaynak suyu. Kıymetli! Beyaz örtülü, çiçeği eksik bırakılmamış masalar bir başkadır... Beynim kısa süreli bir zaman yolculuğuna çıkıp, bir an canlandırmasının içine yerleştiriyor bizi. Sonradan doldurulmuş yolu ve gezinti alanını sıfırlayıp, denizi bulunduğumuz masanın dibine taşıyor. Öyle kalmalıydı diyor iç sesim.


Bitirince kahvaltımızı, tekrar odaya çıkıyor, çantalarımızı omuzluyor, son kez sevimli ve kadim oturma odalarına göz atıp vedalaşıyor, teşekkür ederek ayrılıyoruz; güzel anlar yaşadığımız, çok da memnun kaldığımız, hikâye tamamlayıcısı Troya Hotel Balat'tan. Sabahın güneşli soğuğu yanaklarımızda, gözlerimiz mutlu, tadını çıkararak sabahın, planladığımız noktalara doğru yürüyoruz.


Bir tereddüt yaşasak da, daha Unkapanı Köprüsü'ne gelmeden, Haliç'in sağını değil solunu seçiyoruz.  Kadir Has'ta öğrenci olmayı düşlüyoruz. Tur hazırlığında olan vapurlara imreniyoruz. Oltaları denizde, bakışları hayat gailesinde, günlük nafakasının peşinde ve sigarasını dudağında unutmuş balıkçılara bakarken, nedense Sait Faik düşüyor düşüme. Şişhane'nin dibinden, bizim istikametimize göre Haliç'in solundan Karaköy'e doğru, pek de neşeli cümleler kurarak yürüyoruz.


Orada ne işleri var diyecek pek çok insanın aksine benim için tadı hâlâ aynı, gün pazar olduğu için kapalı küçük büyük rulman dükkânları, hırdavatçılar, yedek parça dükkânları, aralara sıkışmış küçüklü büyüklü esnaf lokantaları, minik çay ocakları, çağa biraz daha uyan -taklitçi- kafe özentisi, önlerine bir kaç masa atılmış, suya yakın, zamanın ruhuna uymuş teneke büfeler... ve elbette tüm bu yolun geçmişini, eski ve canlı zamanlarını çok bilmiş tarihi şahsiyet edası ile, bugününe mezbelelik diyecek insanların aksine, sevgiyle anlatan ben.

Bir süre sonra, doğruca Galata Köprüsü'ne gidecekken, sağa kıvrılıp aynı noktaya daha geniş bir açı çizerek varma kararını veriyoruz. Epey de eğleniyoruz. Bir yanda da sahildeki değişikliklere, inşaatlara üzülüyoruz. Karaköy'ün kedileriyse kaçmaz. Hani bilmeyen biri görse, kendilerine kaidesinin üzerindeki ne güzel kediler heykeli muamelesi yapması kesin. Ne de canlılar, ne kadar gerçeğe yakın yapmışlar denileceği mutlak. Pek emin olunmadığında, acabalı sorular sıraya dizildiğinde, birazcık tereddüt edince de dokunup kontrol edilmesi muhtemel  kediler... Seviyoruz kendilerini.


Keçiler de kaçmaz. Asla kaçmaz! Gençlerbirlikli-söylenişi bile güzel*, en Alkara yol arkadaşım ve cümle Gençlerbirlikliler için, kutsal. Bir de laf aramızda, sayı olarak diğer takım taraftarları kadar çok olmasalar da, entelektüel kapasiteleri, deplasman kaçırmamaları, yardımseverlikleri, akademik kariyerleri, takımı sahiplenişleri, örgütlenme ve hoca yollatma becerileri açısından koca koca takım taraftarlarına etki anlamında nal toplatırlar. Bulaşmayın!



Ve varıyoruz İstanbul Modern'e...

Milyon kere gelsem bıkmam... bıkmayız. Dünyanın tüm islerinden, çirkinliklerinden, can sıkıntılarından, siyasetin kirleten yorgunluklarından, gamdan kederden, acıdan isyanlardan kurtulmanın en güzel noktası. Rehabilitasyon merkezlerinin âlâsı. Canımın içi. Hoş bulduk. Sırt çantaları dolaba.

Meğerse Yalı Salonu Orkestrası sabah konseri için bizi bekliyormuş. Öylece kalıyoruz. Enfes bir yerleştirme. Bir kenara çekildik ve izliyoruz. Müthiş bir gerçeklik duygusu. Şahane tebessümler içindeyiz. Olağanüstü bir sessizlik ama duyuyoruz. Zevkle, hayranlıkla, şaşkın bir rüyanın tadında -uzun süre- dinliyoruz. Göğe eriyoruz yahu... göğe.


Sonrasında... girdiğim odalardan birinde oynamakta olan kısa filme bakınca, kala kalıyorum, oturuyorum kanepelerden birine. Yıl 70'ler. Toplum polisleri devri. Umutlu ama zor yıllar. Amcamın kitapları yakılırken, mahallemizde İşçi Partisi'ne 3 oy çıkarken, hiç aklıma gelmezdi ki bir gün de annemin korkularından, mutfak çekmeceleri çıkarılıp onların altına saklanmış kendi kitaplarımı yakacağım. İzliyorum. İçim kararmıyor. En sevdiğim kadın güzel güzel fotoğraflar çekiyor. Karanlıktan, aydınlık pencerenin önüne çıkıyorum. Orada kalıyorum. İstanbul Modern'den, denize ve akıp giden hayata bakıyorum. Filmi ona anlatıyorum. O... Enn sevdiğim kadın.


Ferah, sade, insanı yormayan salonlarını dolaşırken, her bir resme, objeye göz atıyor, bazılarının önünde kalıyoruz elbette. Bunlardan biri Burhan Uygur'un ahşap ve tuval üzerine karışık teknikle yaptığı Kapı adlı çalışması. Frene bastıran renklerin göz alıcılığı mı yoksa figürler mi, yoksa hepsinin birlikte anlattıklarını çözme çabalarım mı bilmiyorum. Düşünmüyorum da... Sonra bakıyorum!.. Sırrımı çözmeye çalışıyorum. Kalıyorum. Yazının tam da şurasında, İstanbul Modern üzerine bir gün harcasam ve başrolünde onun olduğu bir günü yazıya dökebilsem diyorum. Eserlerden de bahsetsem, tek tek. Saf, zaten pek anlamadığım teknik kısımlarına girmeden, kenarlarına yazılmış yazılardan okuduklarımdan ve anladıklarımdan notlar alarak, sadece bana anlattıklarını, hissettiklerimi kendi kelimelerimden yazıya döksem istiyorum.  Aynı yerinde bekler mi beni acaba?


Ben yukarıdaki düşüncelerimin samimiyetiyle, ilgimi çekenlerin önünde kala kala, kendimce anlamlar çıkararak gördüklerime, yürürken; yine ilgimi çeken, gerçekten beğendiğim ve etkilendiğim bir grup, ışıklı enstalasyonun önünde kalıyorum. Aslında kalıyoruz da benim kalmam başka türlü. Cesaretim kırılıyor. Okuyorum. Mimar Bilgehan Şenel'in beğendiğim çalışmasının açıklama bölümündekileri.


"Enstalasyon şehri çevreleyen deniz üzerinde gün ışığının yansımalarından ilham almaktadır. İstanbul'un karmaşık yapısı, hala bitmemiş bir şehir oluşu, mimari bozulmaları, farklı sosyo kültürel yapısı, yıllar içinde aldığı göç, farklı sosyo ekonomik kesimleri içinde barındırması, kapsamlı bir şehir planının olmaması, sonuçta planlanmamış doğaçlama gelişen, tarihi dokusunu, yeşil dokusunu koruyamamış beton ve demirden bir kent oluşturur. Tasarımda kullanılan ham demir konstrüksiyon inşaat sahasına dönüşen bugünkü İstanbul'u temsil etmektedir."


Şimdi bu bilgiler ışığında aynı çalışmaya bakıyorum. Bu kez sanki görmeye başlıyorum; az önce ışıklı bir obje olarak hangi odama koysam acaba, diye düşündüğüm şey, yani Demir Küp, anlam kazanıyor... gün batımı, anlam kazanıyor. Şu yazma fikrim zenginleşiyor. Önce ben ne anladım, sonra açıklamaları okuduktan sonra ne anladım şeklinde bir yazı hayal etmeye başlıyorum bu kez.

Balkonda manzara hep güzel. Tarihi yarımadanın en güzel görüldüğü noktalardan birindeyiz. Güneşin karşıdan vurması teknik açıdan sorunlu fotoğraflara sebep olsa da başka türlü güzeller. Balkonda oturabiliriz. Güneş ısıtıyor.

"İki frambuazlı cheesecake lütfen."

"Frambuazlı cheesecake maalesef."

"Limonlu, frambuaz soslu cheesecake lütfen!"

"İki de limonata lütfen."



Bir yandan frambuazlı cheesecake'lerimizin tadını çıkarıp, lezzetli limonataları yudumlarken, bir yandan da devletimizin mütahhitler eliyle önümüze serdiği, canlı enstalasyonu izliyoruz. Pek topoğrafik bir yerleştirme. Bitince acaba, alışır mı gözlerimiz?


Güneş, açıktan geçen şehir hatları vapuru, miss gibi limonata ve bu kez yenilen frambuazlı cheesecake, nelere alışmadın ki deyip teselli ediyorlar beni... sahi nelere alışmadık! Biraz daha oturuyoruz balkonda. Sonrasında küçük adımlarla dolaşa dolaşa, baka baka, bazı eserlerin önünde kala kala, şimdiki zamanın İstanbul Modern'ini içimize ve anılarımıza kazıya kazıya kitapların olduğu alandaki -sanatsal-çalışmaya varıyoruz. Seviyorum alanı. Matrixvari bir filmin içindeymiş gibi hissediyor, bundan da çocukça bir tat alıyorum. Her ne kadar kız arkadaşına -çirkince- ayar veren bir adam ayarımı bozsa da, ve tepki verme damarlarım hareketlense de, bunun da filme dahil iki karakter olduğunu düşünüyorum.


Sırt çantalarımızı alıp çıkıyoruz. İnşaatların arasından geçmek, binaların sessiz hali, bir sürü yasak tabelası, baretli insanlar, beton mikserler, gelen giden dev kamyonlar ve bunca gürültünün arasından kafasını çıkaran garip sessizlik;  Matrix oyunumu sürdürmeme katkı veriyorlar. Varınca yeşil alanlara ve caddenin canlılığına, dünyaya dönüyorum. Aslında ve nedense İstanbul Modern'den çıktıktan sonra yürüdüğüm yollara bayılıyorum. Garip? Ve her seferinde, geçtiğim yollar sanki İstanbul'a ait değilmiş de ben bir rüyanın içinden geçiyormuşum gibi hissediyorum.


Şu binaya fazlası ile şefkatliyim, aramızda yıllardır süren -sessiz- bir iletişim var. Bana bir hikâye anlatıyor ama ne? Görmüş geçirmiş yalnızlığının çok şey söyleyecekmiş de susuyormuş gibi olduğunu hissediyorum. Bir gün orada olmazsa ve ben onunla sohbet edip onu dinlememiş olursam o güne kadar diye de, çok korkuyorum. Karaköy'ün alışveriş merkezi tadındaki alt geçidine neredeyse varıyoruz. Buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız, saatten cüzdana, tişörtten kupalara, magnetlerden kolyelere, küçük küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkâna giriyoruz. Sevdiği arkadaşlarını asla boş geçemeyen bir tanıdığım var.

Hemen Galata Köprüsü'nün çıkışındaki, üç beş yolun yol bulmaya çalıştığı, tünele gitmek için geçeceğimiz, bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı seviyorum; hani birde treni kollamamız gereken noktadaki! İşte tam oradayken ve tüneli hedeflemişken, Yüksekkaldırım yönünde, elinde Türk bayrakları olan kalabalığı fark ediyoruz. Irak Türkmenleri'nden kaynaklı bir Rusya protestosu. İzinsiz bir gösteri ama olsun. Bizim çocuklar!


Keyifle çıkıyoruz Taksim'e. İstiklal'de çok polis var. Sırt çantalarımız uğraştırır diye giremiyoruz Saint Antuan'a; Rus Konsolosluğu'nun önünde yine eylemciler. Yalnız iki noktadaki eylemcilerin görsel durumlarında bir sorun var! Sanki bir film platosundalar ve tam anlamı ile yönetmen yerleştirmesi ile hareket için işaret bekleyen figüran gibiler. Bizi Çiçek Pasajı paklar! Öğrenci yaşlardayken ama maalesef ben öğrenci değilken, iş için geldiğimde İstanbul'a, Lise'den -can- arkadaşlarımla buluşur, eğer başka bir planımız yoksa mutlak buraya gelirdik. Severdi de sanki Cavit Abi bizi. Entelektüel Cavit'in mekânındayız yani. Huzur'da. 

"Bir midye tava lütfen."

"Bir sigara böreği lütfen."

"Bir patates kızartması lütfen"

"İki de bira lütfen." 


Tam da herkesi kendi hardalını yapma merakının sardığı sene... Geliyor hardal, peşinden de doğal olarak uyarı. Fena yakar çünkü! Gerçi hardallık bir işimiz yok ama oğulu da kırasımız yok. Tecrübeliyiz de. Birazcık alıyoruz. Gözümüzden yaşı başarıyla getiriyoruz ve takdirlerimizi beyan ediyoruz. Ne yazık ki acımız bununla kalamıyor. Daha  Abi maharetlerini ve hardallarının nasıl özel olduğunun altını çize çize anlatacak.

Sonrası her zaman olduğu gibi iyilik güzellik. Sonuçta günün en güzel saatleri. Sigara börekleri hayal ettiğimiz gibi olmasa da, iki bukalemun olarak, onları da çok güzeller yahu kategorisine terfi ettiriyoruz. O zaman bayılıyor, bir süre sonra bir daha istiyor, buz gibi biralarla çiçek gibi yapıyoruz günün bu güzel saatlerini. Ne becerikliyiz ama!

Dönüş saati yaklaşıyor. Çiçek Pasajı'ndan ayrılmak her zaman zor. İstiklal'de yürümekse her zaman güzel. Sanki içime doğuyor. Eylemcilerden aldığım his bana mizansen tadı veriyor. Ruslarla sorun yaşıyoruz ve aldığımız tutum, verdiğimiz tepkiler, sözlerimiz hiç de akıllıca ve öngörülü değil. Mahalle kavgasında laf dalaşı yapıyoruz. Putin'i geçiyorum. Ama Lavrov, yani dışişleri bakanı Sergey Lavrov, zeki adam; serinkanlı, poker suratlı; uzun vadeli, stratejik ve sinsice planlar yapmayı biliyor. Bi tek onun aklından tırsıyorum.

Konuşa konuşa, İstiklal'in simge yapılarına baka baka Gezi Parkı'na varıyoruz. Sırtımızı ona verip banklardan birine oturuyor, Rusları, eylemcileri ve sıcak gündemi bir kenara bırakıp, önümüzden akıp giden kalabalığı seyre dalıyoruz. Rus büyükelçisinin bir suikasta kurban gideceğiniyse o an için düşünemiyoruz!

Sonrasında Havabüs ve Atatürk Havalimanı'ndayız.

Elimizde kahve kokuları, dilimizde hoş sohbet, Demir Küpte günü batırıyoruz.


*Söylenişi bile güzel, ifadesi taraftar Mahir Ünsal Eriş'in Sarı Yaz ve Kara Yarısı adlı kitaplarındaki biyografisinden.

11 Haziran 2023 Pazar

Oğlan Bizim Kız Da Bizim!

10 Haziran Cumartesi


Kahraman dedem ve Babıda'yı baz alırsak bizler 3.kuşağız.

Vakit saat gelince şık kıyafetlerimizle bir araya geliyoruz.

Elbette yine kız almıştık ve nişanlılık döneminin ardından işin resmi imzaya bağlanacağı nikah töreni için hazırdık.

Önce damat evine ulaşıyor, sonra da konvoy tamamlanınca, gelin evine doğru yola çıkıyoruz.

Kısa süre sonra da kapıdayız.


*

Davula güm güm vuruluyor, zurna da gerekli çağrıyı pek hoş yapıyor. Mahalleyi inlettik desem yeridir. Üstelik caddeden geçmekte olan, çocukları sırt ve kucaklarında, yabancı oldukları net ve çok hoş bir çift; bir düğüne ve ona bağlı olarak da bir geleneğe denk gelmenin keyfini çıkarmakla kalmıyor, bizimkilerden etkiyle ve aynı ritmle oyunlara uyum sağlıyorlar.

O sırada, şehrimiz düğünlerini nasıl haber aldığı üzerine bize kafa yorduran, yaşı konusunda şüpheler içinde olduğumuz, diğerlerinin üzerinden -gerektiğinde- arabayla geçerken ona kıyamadığımız için paraları bayıldığımız ve kendisi ile en çok rastlaştığımız yerin nikah salonunun önü olduğu, şehrin müstesna karakteri, gelin arabası önü kesicisi ile karşılaşmak; hâla yaşıyor mu sorularımızla birlikte hepimizde şaşkınlık yaratıyor. Buradan nasıl haberi olduğu konusunda çeşitli görüşler ortaya atıyor ama yine de işin içinden çıkamıyoruz.


Coşku zirveye doğru yükselirken, gelin ve damatla birlikte oynamakta olan ve erkek kuzenler sıralamasında 6. sırada bulunan kuzen, 2. sıradaki kardeşime yanaşıyor ve bayılıyor.

Ağanın eli tutulmaz elbette!

Alına yapıştırılan para da kuzen eliyle davulcunun davuluna sıkıştırılıyor ki bu akşam bir takım çocukların yüzlerinin güleceği kesin...

Kardeşim üç harflisi ile sağlam bir pozisyon almıştı zaten. Düğün salonuna gittiğimiz güzergâh boyunca öne geçmeye çalışanlara bir kez daha nal toplatıyor ve otoparka ulaşıp da hep birlikte düğün salonuna çıkınca da kız tarafı ve erkek tarafı için, imzaların atılacağı platformun iki kenarına ve dikine yerleştirilmiş uzun masaların bize ait olanına yerleşiyoruz.

Yaş ortalaması küçük, son nesil çocuklar arasındaki kız sayısının sıfır olduğu güzel bir aileyiz biz diye düşünmüyorum... istesem de düşünemiyorum! Ama bu ailenin bir ferdi olduğuma masadaki tüm paydaşlarım gibi; ben de bir kez daha çok seviniyorum.



Masamızdaki sohbet şen şakrak... Her yaştan çocuklarımız şık ve fıkır fıkır. Hepsi pırıl pırıl ve kaçınılmaz derecede gururlandırıyorlar insanı. Birbirleri ile iletişimleri ve ânı paylaşım tavırları tıpkı biz kuşağı gibi. Ve içlerinde hiç kız olmayan o kuşağın liderinin, biz kuşağının benden sonrakilerinin de sonrasında kim olacağını biliyorum sanki. Elbette bunu dile getirmiyor, kendimde saklı tutuyorum. Bu oy vererek olacak bir iş değil... Doğal akışın bir sonucu olarak tıpkı benden önce olduğu gibi şekillenecek bir hal... Lazım olan tek şey liderlik vasfı ve birikim. Şu an adını açıklamadığım ve açıklamayı asla düşünmediğim ama emin olduğum kişi belli, henüz 20'sine varmadı, önünde epeyi kişi var. Karizma muhteşem, özgüven doruk, kariyer yolu diğer çocuklar gibi 10 numara beş yıldız.


Nikah memuru göründü. Kıyım aşaması geliyor. İki taraf için de son çıkış. Ancak aşk gözlerden akıyor. Yüzükler el değiştiriyor, evet'ler yüksek sesle çıkıyor...

Ve gelin alnından öpülüyor.

Resmiyet kazanmış, karı-kocalık makamına ulaşmanın ardından ilk dans...

Eğlence gittikçe yükseliyor. Gelin çiçeği sırt dönülerek atılıyor, ancak kimse kapamıyor. İkincide bir şanslı havada kapıyor. Orkestra kıvamında. Bir zirve olmasa da sempatik ve tam manasıyla düğün orkestrası tadında.

Gençler hiç gaz kesmiyor ve o sırada... gelin sahneye fırlıyor, damat anında orada.

Show must go on...


Salondaki coşku genç. Ve dozu gittikçe yükselen bir keyif hakim; sanki keyif tozları periler tarafından sihirli değneklerle salondaki herkesin üzerine boca ediliyor. Bütün yüzlerde mutluluk parıltıları. Çok eğlenildiği o kadar belli ki... Üstelik tüm salona hakim olan son derece doğal bir zarafet. Genç kayınvalide, yani bizim gelinimiz, her ne kadar ünvan gelin olsa da kardeşimiz, doruğu nereyse o kategoride bir şıklık içinde. Hakeza kuzen, yani kayınpeder, yüreği güzel adam zarif ve şık takım elbisesi ile ışıldıyor.

Lakin ailenin büyüğü olarak da benim gözüme takılan iki -öğrenci- genç var. Eğer ben duygu okumayı, hâl ve hareketlerden yola çıkarak biraz hissedebiliyorsam; dikkatimi çektiği andan beri izlemekte olduğum iki genç bana güzel şeyler fısıldıyor. Bu ikiliden tek kulağındaki küpesine bayıldığım uzun boylu, naif ve çok yakışıklı -bizim- oğlanı boş anında yanımdan geçerken durdurup oturtuyorum. Bir süredir konuştuğu kıza dikkat kesilmiş durumdayım. Düşüncemi, hissettiklerimi ve beğenimi onunla paylaşıyorum. O bir yanıt veriyor... Sadece gülümsüyorum. Ama muhteşem sahne, bakışlar, tebessümler ve heyecan düğün bitene kadar çok kere tekrar ediyor ve gözümden kaçmıyor.

Sanırım ben geleceği görüyorum ve o nedenle öngörülerimi tarihe bir not olarak düşüyorum.


Tüm bunların yanı sıra salonu, konuklara sunulanları ölçülü ve hoş bulduğumu da söylemeliyim. Bütünüyle şık, abartısız, sıcak ve sevimli bir tören akşamıydı ve artık dağılma vakti gelmişti. Gelinimize bazı erken ölümler nedeniyle ailenin - hazırlıksız ve zorunlu- en büyüğü olarak ve halam törene katılmadığı için iki kelam etmek sanki bana düşerdi. Elini tuttum ve geniş ailemize katılımı manasında,

"İyi ki geldin...

Hoş geldin,"


dedim.


Otoparktayız,

arabalara doluştuk ve eve gidiyoruz.

Bizim eve...

Çocuk anılarımızla dolu, eski kıyafetlerini yenileriyle değiştirmiş, imar uygulamaları nedeniyle eskinin yerine yeni binalar diktiklerimiz içinden onda oturmayı tercih ettiğimiz, ilk evimizin olduğu yerdeki binamıza...

Kardeşin dairesindeyiz ve viskileri kola ile servis etmeyi tercih edenler nedeniyle hazırlanmış bardağıma, itiraz bile etmiyorum. Sohbet muhteşem, bütün büyüklerimizi içine kattığımız ne anılar paylaşıyoruz. Çocuklar maç izliyorlar ama kulaklar bir yanıyla da bizde. Ardı arkası kesilmiyor anıların. İki kuzen artık Marmaris de yaşıyor olsalar da iletişimde bir kayıp yok. Özellikle çocuklar arasındaki bağ çok hoş, gelinlerimiz, yani kardeşlerimiz o kadar candan ve sıcaklar ki ve bu hal dışarıdan bakanlar için o kadar imrendirici ve dikkat çekici ki; insan ister istemez, yani bu satırları yazan kişi olarak ben, her seferinde bu geniş ailemle gururlanmadan duramıyorum.

Ve şöyle düşünüyorum:

Babıda ve Dede, onca yoksulluğa rağmen öyle bir "imparatorluk" kurmuşlar ki kaç nesil sonra bile, ve artık bir kısım mesafeler söz konusu olsa da aynı soyadı taşıyanların imparatorluğunda bir çatlak bile oluşmuyor!


Ve sansürlediğim son fotoğraf!

Onu da akıp giden zamana bırakıyorum.

Bir yanıyla da acaba bu sefer...

ve ilk kez, -uzun vadede- yanılacak mıyım testi yapıyorum...


4 Haziran 2023 Pazar

Şımartan Bir Keşif


Güne dair geniş bir planım var,

hevesliyim de!

Şehire inmek ve biri bira, diğeri kahve için olmak üzere iki mekânda takılmak ve eğer sezon devam ediyorsa da bu eylemler öncesinde Düş Evi Oyuncuları'nda sahnelenmekte olan oyunu izlemek.


*

3 Haziran Cumartesi


Saçlarım için berberime doğru yürüyorum, aheste ve az önce aldığım kaşarlı milföylerin tadını çıkararak... Oradan dönüşte duş, akabinde hayal edilenlerin hayata geçirilmesi ve günün akşamında ise önceki yazıda bahsedilen şirin pastanede San Sebastian...


Saçlarda işlem tamam; teşekkür edip ellerine sağlık dedim berberime. Fikrim gökyüzü ile istişare halinde; hava yağdı yağacak. Tedbirliyim; alaylı meteorolog evden çıkarken koklamıştı havayı. Geldiğim caddenin paralelinden, yeşillikler içinden ve bulvara kestirmeden iniyorum.

Az önce, eğer doluysa berbere işinin bittiğinde haber vermesini söyleyerek yürüdüğüm ve  banklarında kitap okumaya bayıldığım minik parkın önünden geçtim.

Hedefimde enn sevdiğim kadının önerdiği ve geçen gün olmadığı için alıp yiyemediğim kaymaklı dondurma var.

Adımlarım aheste; coğrafyanın tadını çıkarıyorlar.

Yağmur ufak sinyaller gönderiyor.

Yağmurluksa sırt çantamda istirahat halinde.

Aptal ıslatan denir mi, gökten düşen küçük ve hoş damlalara?

O zaman ben aptalım; sevdim ufak dokunuşlarını, yağmurun.

Şehire inme fikrinden gittikçe uzaklaşıyorum. Şahane bir dinginlik bünyemi ele almakla kalmıyor, büyük de bir keyif bahşediyor bana. Mutluyum; şahane gün ben buna derim. Teşekkürler Cumartesi.

Süzülüyorum Tarım Kredi Kooperatifi'nin düzenine ve dekorasyonuna bayıldığım marketinden içeri. Şımartan tatlar rafında kalıyorum. Göz göze gelinen ilk an ve etkileşim içe düşen bir kor kadar yakıcı.

Aklım alınmış durumda.

O halde elde var bir!


Alışverişi kaymaklı dondurma, bir paket kesme şeker, bir litre yarım yağlı süt ve yeni tanıştığım, o ilk bakışma anında beni etkilemeyi başaran paketle tamamlıyorum.

Bulvardan tekrar ayrılıyorum, dondurmaya yumulmuş durumdayım; onu öneren enn sevdiğim kadına sevgiler yolluyorum.

Ve elbette blog dostlarıma özellikle kaymaklı dondurmayı şiddetle öneriyorum!

Bağ bahçeler arasında keyifle yürürken yeni tanıştığım paketi de açıyorum; çünkü dondurmayı az önce bitirdim, kutusunu da çöpe attım.

İlk defa gördüğüm bir marka Elle. Ayakkabı çantayı elbette biliyorum ama bu ne iş? Paketin içindeki her bir minik top da ambalajlı.

Yırtıyorum ilkini.

Bir ısırık...

Hımmmmmmmm!!!

Gittim ben!

Tamam minik topun dışı çikolata kaplı, alt gofret, ama gofreti aşınca da içeride akışkan bir çikolata; sup kıvamından bir tık daha şelale ve muhteşem bir kombinasyon.

Bitter tercih etmiştim çünkü o henüz raftayken, göz göze geldiğimiz o ilk anda, bir ışık yakmıştı zihnimde!

Denizin kıyısına iniyoruz; damaklarım fena şımarık; hep birlikte zevk içinde yüzüyoruz.

Sonra fikrim beni uyarıyor, heyecanlanıyorum. Damaklarım bir ortaklık teklif ediyor, tereddütsüz kabul ediyorum.

Ve yolumun üzerindeki ilk markete girip 4 gramlık minik paketlerdeki Nescafe Gold'lardan alıyorum.

O arada wafer ball'ları ufak ufak götürmekteyim...



Günün Ruhları Dürtükleyen Saatleri



Kanepedeyim, televizyon açık. Şaşkınım çünkü tekrar edeceğim üzere, uzun zaman sonra bir diziyi, dolayısı ile bölümlerini peş peşe izliyorum. Dördüncü sezona bu akşam geçeceğim; belki de beşinciye giriş yapacağım. Başta kadın karakter olmak üzere ikilinin ilişkilerine hastayım. Kadın karakter -benden ırak- hayal kurdurmalık. Lakin ufacık bile bir imrenmem yok, ah keşke diye bir kıyasım da. Sadece şansıma gülümsüyorum, bazı benzerliklere tebessüm ediyor, 10 yılı aşmış süreden bir çok enstantaneyi gözümün önünden geçiriyor, sürekli gülümsüyor, onca yıllık iyi ki'lerime yeni iyi ki'ler ekliyorum.

Sonra, bir sonraki sezon için ara veriyor ve Wafer Ball paketini elime alır almaz kurduğum hayali hayata geçirmek üzere kupaya süt doldurup üç minik şeker atarak onu mikrodalgaya yerleştirip, süreyi de iki dakika yirmi saniyeye ayarlıyorum. O krema tadında köpük oluştura dursun, ben bu kez dört gramlık Nescafe Gold'u, çok az sıcak suyla çözüyorum ve mikrodalganın ötmesinin ardından kahveyi süte usul usul eklerken bir yandan da karıştırıyorum.


Diziyi kaldığım yerden başlatıyorum. Biraz önce enn sevdiğim kadınla gezi planları yapmıştık ve tüm konuşma bir görsel olarak akmıştı zihnimden.

Wafer Ball'ı alıyor paketten ve çıkarıyorum minik ambalajından.

Yarısından ısırıyorum. Ortasındaki sıvı çikolata dilimin üzerinde yayılırken, bir yudum sütlü kahveyi gönderiyorum içeriye... Minik topun dışındaki katı, içindeki sıvı çikolata ve gofretin sütlü kahve ile buluşma hali muhteşem, ardından bu kez sadece bir yudum daha kahve ile damağı temizliyorum ve az önce zevkten ölmüş damağı yeni kombinasyon için hazır hale getiriyorum.

2 Haziran 2023 Cuma

Bulutlu Gökyüzünde Yaşamak



29 Mayıs Pazartesi


Adalet Ağaoğlu'nun çok sevdiğim kitabı Romantik-Bir Viyana Yazı' nın içinde geçen, çok yazımda kullandığım ve kullanmaya bayıldığım ifade ile söylersem, artık günün ruhları dürtükleyen saatlerindeyim. İki yazıya sığdırdığım ve üçüncüyü, Unforgettable adlı dizinin bir oturuşta ve benden beklenmeyecek sayıda sezonu ve bölümünü üç akşam boyunca izlemem ve her akşam bir kadeh beyaz şaraba eşlik etmek üzere armut ve elma dilimleri olan bir tabağı sehpanın üzerine yerleştirmem nedeniyle tez zamanda yazacağımı -kendime- vaat etmiş olsam da; türlü çeşitli avareliklerim nedeniyle dört gün sonra anca yazmaya devam ediyorum.



*



Önünden içeri girme teşebüsü ve niyeti olmadan sadece göz atarak geçişimin ardından, biraz da bayıldığım geçmişin izleri diri sokaklarını kullanarak, AVM inşaatının dev alanını bu kez yakın plan inceleyerek denize ulaşıyor, avare adımlarla, çam ağaçlarının altından, kırmızının en güzel tonundaki çiçek alanlarının kenarından yürüyerek, arada fotoğraf çekerek eve varıyor, biraz bloglara biraz da işe göz atmanın ardından ve ruhumun hadi artık dürtüklemesiyle birlikte, sırt çantamı kapıp, yine deniz kıyısını kullanarak ve saat 18'den sonra varıyorum; -ilk kez minik bahçesine adım atacağım- The Cakery adlı şirin pastanenin şirin çitli bahçe kapısına.


Bir iki masada gençler var. Oysa ben ıssız bir noktadaki bu küçük pastaneyi fark edilmez sanıyordum ve hatta hayıflanıyordum. İlk adımımla, bir masada oturmakta olan bir hanımefendi ve çok tatlı gülen bir genç kız sohbetlerini keserek ve genç kız hoş gülümemesi ile ayağa kalkarak, benimle birlikte kapalı bölüme geliyor.


Burası da küçük ama çok şirin; bir kapıyla daha geniş bir alana geçildiğini fark ediyorum ki orası imalathane diye düşünsem de ilk anda, mutfak tanımı daha çok yakışıyor bu butik hale.

Sıcaklıkla insanı kucaklayan, sade, şık ve samimiyet vaat eden bir iç alan. Genç kız güleryüzlü ve bu güleryüz onun ölçülü, abartısız, sözlerine ve önerilerine güvenilir bir karakter olduğunun altını çiziyor. Yıllardır bildiğimi, çok yakında ve yıllardır bu coğrafyanın aynı noktasında oturduğumu, mekânın hep dikkatimi çektiğini ama sanki ikimizin de o ânı beklediğimizi ve şimdi bazı kaygılarımın ötesine geçerek hamle yaptığımı ve an itibariyle umduğumdan fazlasını bulduğumu söylüyorum.

İletişim çok sıcak, fotoğraf çekebilir miyim diye soruyorum; enfes bir gülümseme, ardına eklediği bir iki cümle bir anda yıllardır buradaydım sanki hissi yaratıyor.

Pasta dolabı muhteşem, her biri sanat harikası. Kışkırtıcı, ukalalık yok, son derece sıcak bir iletişim oluşuyor pastalarla aramızda. Kullandığımız sessiz dil ortak, sıcak ve esprili.

Orman meyveli cheesecake'i gözüme kestiriyorum. San Sebastian göz kırpıyor. Selam çakıyor, sevdim seni diyor, ardına tez zamanda bir masada seninle sohbetin dibindeyiz, merak etme' yi ekliyorum. Onu şimdilik bir başka zaman için bırakıyor ve "Limonatanız var mı?" diye soruyorum genç kıza; olmadığını öğrenince, kahve aklımdan geçse de çay lütfen diyorum.

Kahve için bir hayal oluşturup, şimdilik onu bir kenarda tutuyorum!


Pastam ve bir fincan çayım masamda. Tabağa ve de cam fincanın tasarımına bayılmış durumdayım. Orman meyvelim, ahh, neler fısıldıyor bana bir bilseniz. Ortam zaten muhteşem ve seçtiğim masa bu küçük mekândan soyutlamadan da kendi ada'mı yaratma olanağını veriyor bana.

Hiç acelem yok, günün ve bu enfes akşamın ruhu ile çoktan ortaklaştık. Müzik, günün en hoş saatleri, elimdeki hayalperest roman, ve pastadan kesilmiş küçük bir lokma.

Gittim...

evet gittim ben;

sanki ormanda Pamuk Prenses'le orman meyveleri toplamışız da soluklanmak için bu pastanedeyiz.

Orman tabağımın içinde.

Koku...

Evet koku!

Ahh o böğürtlenler!

Pırıl pırıl,

sanki hiç fırın görmemişler gibi...

Ağırdan alıyorum.
Zamanı elimden geldiğince uzatıyorum.

Keyfim alkış kıyamet.

Enn sevdiğim kadın zihnimde dönüyor. En kısa zamanda, diyorum. Elinin hamuru ile onun fikrini de merak ediyorum. Elbette ilk lokmanın ardından anne kız olduklarını düşündüğüm hanımefendilere düşüncemi beyan ediyor ve muhteşem, diyorum.

Ödememi yapıyorum.

Ki fiyat kalite kıyaslaması için zihnim şunu diyor bana:

Emsallerinin hepsinden daha güzel,
fiyat bir tık daha yüksek olsa da...

Ve bir kıyassa söz konusu olan,

söz konusu keyifse,

cümlesine nal toplatır bu mekân!




30 Mayıs 2023 Salı

Türkiye Yüzyılı'nın İlk İki Günü

28 Mayıs Pazar

Pandeminin yarattığı televizyon ekranında film, dizi izleyememe sendromundan sıyrıldıktan beri, beni tutabilene aşk olsun. Üst üste filmler haftasından sonra şimdi de bir diziye musallat durumdayım. Kendisi abonesi olduğum portalın arşivler kısmında ve tüm bölümleri ile hazır. Canımın istediği gün ve saatte izlenebilirlik avantajıyla da çok uygun ve şahane.

Oyumuzu her zamanki okulda erkenden kullandık. Seçim sonuçları ile çok ilgili değilim, elbette kazananın kim olmasını istediğim net.

Ancak seçimle ilgili kurumların ve kişilerin ahlakından kuşku duyduğum için de her sonucu kabullenmiş durumdayım.

Ve akşamın ruhları dürtükleyen saatinde ekranın karşısındayım, seçimin kaybedildiği ise anlaşılmış durumda. İlk anda bir keyifsizlik tünemiş olsa da 20 yıldır Norveç'de miydin ki oğlum, diyerek, kendimi kendim teselli ediyorum;

ve muhtemelen bir kaç saat içinde de tüm semptomlarını atmış, normalime dönmüş olacağım,

ki aynen öyle oluyor.


*

Buzluğun hemen altındaki rafta 20 saat önce +8'de uykuya yatırdığım beyaz şarabı almak için dolaba geçmeden, aslında midye dolması planlamışken midyecinin bu akşam yerinde olmaması sebebiyle peynir ve şarküteri ürünlerinden oluşan bir tabak hazırlamak zorunda kalıyorum. Elbette durumdan şikayetçi değilim ve nugget'lar 250 derecede 8 dakika kalmak üzere fırındalar. Bir kaç dilim ekmek de, kızarıyorlar.

Kanepenin kafa tarafına bir yastık koyup uzatıyorum bacaklarımı, ekranı da kendime döndürmüş durumdayım.

Dizi ilginç bir polisiye; sevdim ekibi ki kadın kahramanımızın ekstra bir yeteneği var; olay yeri ile ilgili detayları sonradan zihninde canlandırabiliyor. Güzel kadın, Rabbim sahibine bağışlasın denilen cinsten. Bölümler 40 dakika civarı olmasıyla da iyi. Hoşuma gitmiş durumda, bölümleri peşpeşe ve keyifle izliyorum. Leyla ile doldurulmuş kadeh el altımda ve görüntüsü muhteşem; yiyeceklerle uyumu keyif veriyor.

Şule'ye sevgiler...

Kendime de alkış; ulaştığım ideal soğutma nedeniyle.


Unforgettable muhteşem; şahane bir ekip, kıvamında aksiyon, oyunculuklar güzel mevzular derin, heyecan dozunda, flörtöz haller pek hoş.

İki kişilik izlemeler için de pek ideal.

Ama kanepeden!



Gece yarısını geçiyorum.

Keyiften ölüyorum.

Arada seçim sonuçlarına baksam da fazla takılmak istemiyor, sıkıntılı ruh halini kendimi diziye atarak bertaraf ediyorum. Ancak uyku bir türlü gelmiyor, diziyi bıraktığım her anda da havada uçuşan kahırlar üzerimde baskı yaratıyor, zihni boşaltığım anda ise boşluk yeniden kahırla doluyor, uyuyamayacağımı bildiğim için de yeniden diziye tutunuyor ve şarapla ortaklaşarak da olan biteni duyumsamaz oluyorum.

Derken saat yoruluyor, göz kapaklarım hadi diyor, yatağım elinden geleni yapıyor ve sabaha kalktığımda hayat seçim öncesi kaldığı yerden devam ediyor;

ve bir kahvaltı tabağı hazırlayıp,

bir de filtre kahve ekleyerek yeni güne ve yüzyıla hiçbir şey olmamışçasına başlıyorum.

Diziye de kaldığım yerden devam ediyorum.


29 Mayıs Pazartesi

"Yıllardır dikkatimi çeken ve bana çok yakın, sevimli ve henüz adım atmadığım ama her an atacağım butik ve minik pastanenin önünden de biraz önce geçtik." diye yazmıştım Enn Sevdiğim Kadın'la yaşadığımız enfes yemek akşamından söz eden bir önceki yazımda. Üşenmiyorum ve öğlene doğru evden çıkıyorum; işi asabilirim çünkü seçim ardı sakinliğine takılıp birkaç gün içinde ekonominin gittiği yönü gözlemekte yarar var. Önce Tarım Kredi Kooperatifi'nin marketine yönleniyorum; enn sevdiğim kadın dondurmasını övdü; Atatürk Orman Çiftliği'ninki gibi dedi. Sallana sallana yürüyorum; hava enfes, pırıl pırıl bir güneş eşliğinde varıyorum markete ki dondurmanın malesef önerilen sadesinden yok...

Kakaoluya razı geliyor, bir de sıvı sabun alıyorum.

Ve bağ bahçelik ara sokaklara vurarak kendimi, sahile, bizim coğrafyaya doğru yürüyorum.


Rotamı bahsi geçen minik pastanenin önünden geçecek şekilde oluşturuyorum. Sonra bulvarı karşıya geçiyor, ana yoldan yan yola zıplıyor, pastanenin önünde hız kesiyor, çaktırmadan bir göz atıyor ve devamında sahile kıvrılarak kıyıdan eve doğru yürüyorum. Çünkü fotoğraftaki pastayı birkaç saat sonra, günün ruhları dürtükleyen saatinde, hayal ötesi pastanede yemek üzere, elimde kitabımla bahçedeki masalardan birinde oturacak, sonra da sadece o âna yönelik ve pastaneye özel bir yazı hayali kuracağım.

Ve bu aşamayı da hayata geçirip, çok keyifle eve dönüyor, olan biteni de dün akşamı sandık başında geçiren Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum.


Ve yeniden kanepedeyim, enfes pastadan sonra çok bölüm izleme potansiyelimi de gözeterek, bir kadeh şaraba eşlik etmek üzere armut ve elma dilimleri olan bir tabağı sehpanın üzerine yerleştirmenin ardından, pastaneyi - ona özel bir yazı için- sonraya bırakarak kendimi de kanepeye boylu boyumca uzatıyorum.

Devam yazısı, Bulutlu Gökyüzünde Yaşamak

25 Mayıs 2023 Perşembe

Gündüz Rakısı

20 Mayıs Cumartesi

İskele Kafe sezonu açmış. Oysa bir kaç hafta evvel ne kadar üzülmüştüm ve üzüntüm onun işlevini terk ettiği kanısıyla yokluk duygusunu yaşamam üzerineydi. Uzaktan bir yıkım halinde olduğunu fark etmiş, artık kafenin yerine balık tutkunlarının olta attıkları bir hizmet alanı oluşturulduğunu sanmış ve kızmış, durumu enn sevdiğim kadınla da paylaşmıştım. Bir kaç gün sonra yıkılan küçük ve mutfak özelliği taşıyan bölümünün yeniden inşa halinde olduğunu görmüş, ancak bunun da başka bir görevlendirme için olduğunu sanmıştım.

Taa ki bugün tüm ışıklarının yanıyor olduğunu görene kadar.

Evden başka bir amaçla çıkmış olsam da an itibariyle fikrim, hedefine İskele Kafe'yi yerleştiriyor. Göz temasımı kesmeden ona doğru yürüyorum. Meydandan sola dönüp yürüyüşüme devam ediyorum. Yaklaştıkça anlıyorum ki boşa kızmışım ve yiteceği için de boşa üzülmüşüm. Çünkü mutfak kısmında çalışanlar var; tuvaletler kısmı da tıpkı mutfak gibi yenilenmiş.

"Bir limonata lütfen!"

En uç masaya yürüyor ve konuşlanıyorum. Elimde enfes bir kitap var. Manzaram doyumsuz ancak paylaşılacak fotoğraf tercihimi farklı kullanmaya karar veriyorum. Limonata muhteşem, keyfim gıcır ve sonrasında akşama devamla kendimi iyice şımartma kararındayım.

Yaz kendini iyice hissettiriyor. Denizden gittikçe uzaklaşıyorum. Tavuklu nohutlu pilav arabası her zamanki saatinde aşçı kepli ve önlüklü sahibi ile mini parktaki standart yerine doğru gidiyor. Bir an gideceğim noktadan vazgeçip, pilava takılmayı düşünüyorum ama kısa sürede diğer tercihimin daha keyif verici olduğuna karar veriyorum;

ve şimdi sevdiğim pastane Afiyet'in verandasındayım.

Her birinden ikişer tane olmak kaydıyla dört çeşit kuru pasta seçiyorum ve bir de çay; fincanla diyorum ve daracık ve tek yönlü, elbette parke taşlı Lozan Caddesi'ni boydan boya göreceğim ve her zamanki, son masaya oturup kendi ada'mı yaratıyor ve kitabımı açıyorum.


21 Mayıs Pazar

Enn Sevdiğim Kadın'la neredeyse her akşam telefonla konuşsak da uzunca sayılacak bir süredir dipdibe olmamıştık. Dolayısı ile birlikte bir rakı masasında da buluşamamıştık. Dedi ki bir telefon konuşmasında "Öğle rakısı olsun bu."

Kabulümdür, dedim.

Bir an gözümde canlandı masa; özlemenin tadı had safhada. Heyecan fırından yeni çıkmış, dumanı üzerinde somun tadında.

Bir kez daha- ilk buluşmasına gidecek çocuk dünden razı ki bayılıyor bu telaşa.

Evden çıkıyor saat 13'e yaklaşırken. Tam bahçe kapısını açmak üzereyken güller arasındaki tomurcuk bir gül ile göz göze geliyor:

Muhteşem, pırıl pırıl ve kırmızının âlâsı.

Yeşil yaprakları enfes.

Usulca, incitmeden, üşendiği için mi yoksa heyecandan mı bahçe makasına gerek duymadan ve sapını çok uzun tutmadan narince, özenle ve düzgünce koparıyor onu ve sırt çantasına saklıyor. Hoplaya zıplaya, ilk buluşmasına giden çocuk tadını gram eksiltmeden, biraz da geç kaldım endişesiyle, en sevdikleri mekâna doğru coşkulu adımlarla yürüyor. Ve saat 13'ü geçirmeden mekândan içeri kıvrılıyor.

O'nun sırtı dönük. Sessizce yaklaşıyorum. O kadar güzel ki.. Sarıldık, öpüştük ve şimdi karşısındayım. Kelimeler içimden kopuyor, özlemenin tadı muhteşem. Bu kaçıncı kere ama yine de muhteşem bir ilk buluşma. Gülü uzatıyorum. Gözlerimi geri almaya hiç niyetim yok ki onların da ondan bana geri dönmek gibi bir niyetleri yok. Bu lezzetten çıkmaya ise niyetsiz mi niyetsizim.


O kadar yok olmuşum ki donatılmış masadan tek bir fotoğraf bile çekmek gelmiyor aklıma. Kelimeler cıvıl cıvıl. Gözlerim doya doya o güzelliğe bakıyor. Laf lafı açıyor. Tiflis burnumuzda tütüyor.

Söze Çanakkale de katılıyor.

İkimiz de iki şehirde de yaşayacağımızı hayal etmiyor, yaşayabiliyoruz diyoruz. Hani O oradaki Üniversite'ye nakil olabilse hemen yarın kamyonu yükleyebilecek gibiyiz. O kadar çok konuşuyoruz ki iki şehir üzerine. Ve bende de o kadar kazınmış ki yılların çok çok uzağında kalmış Savarona anılı Çanakkale;

her noktasını sanki dün oradaymış gibi, üstelik yıllar yıllar önce bir ilkokulluyken tanıdığım karakterlerinin resimlerini birebir çizecek kadar net akıtırken dilimden;

amcamların ev sahibinin gelini Pakize Suda'yı bile magazin basınını atlatırcasına döküyorum çocuk gözlerimden, masanın üzerine.

Orduevi tam karşımda, hafta sonu İstikâl Marşı için bandocular caddeye döndüler ve şu anda günün popüler şarkılarını çalarak geliyorlar sanki... Kordondan yürüyerek vardığım mini golf sahasının artık olmadığını öğreniyorum enn sevdiğim kadından. Mezelerin tadı damaklarımızda, saatler saatleri kovalamış ve bizim durasımız yok; kelimeler ardı ardına. O halde biten 35'liğin üzerine bir 20'lik daha... Bu akşam beyin yoktu ama diğerleri tam tekmil yerlerini almıştı masada. Arnavut ciğeri bu kez bir tık iri parçalar halinde ve ekstra baharat dokunuşlu haliyle bambaşka şarkılar söyledi damaklarımıza.

Onca saat su gibi akıp gitmişti yine,

bi cila da gerekliydi sanki!

"Bira lütfen."

13'de oturduğumuz masadan anca saat 22'ye yaklaşırken ve yeni bir rekor kırararak kalkabildik. Yakın istasyona gitmeyip yolu uzattık. Ara sokaklarından birine daldık ki evin ve park yerindekinin fotoğrafını çekmeden olmazdı;

ki sahibinin hikâyesini anlatmak da bana farzdı.

Anlattım.


Uzak istasyona doğru yürüyorduk, sular seller gibi konuşuyorduk. Engin'lerin evinin önünde durduk. Artık eskilerin yerini yenilerin aldığı mahallemizdeki, çocukluktan kalmış nadir -yazlık- evlerden biriydi kendisi.

Işıl ışıl ve kocaman mağazalardan birine girdik sonra, bakındık, eğlendik.

Yıllardır dikkatimi çeken ve bana çok yakın, sevimli ve henüz adım atmadığım ama her an atacağım butik ve minik pastanenin önünden de biraz önce geçtik.

Kelimeler bitmedi,

anılarımda yeri derin Meteoroloji Bölge Müdürlüğü'nün peşkeş çekilen muhteşem alanına yapılmakta olan AVM'yi eleştirdik.

Onunla temaslı yürümek, gecenin güzelliği, konser planları yapmanın ve hayatımın en güzel günü, akşamı, gecelerinden birinin muhteşem tadıyla ve hafiften leyla ama tenlerimizi hisseden adımlarla bizim istasyona vardık.

Tren gelene kadar dışarıda kaldık.

Güldük, konuştuk, sarıldık, vedalaştık ve o trene binerken ben trenin önümden geçişine kadar bekledim...

Ve hayatının en güzel masallarından birini yaşamış çocuk tadıyla

ve zıplayan adımlarla ve en afacan gülüşlerimle doğrudan sahile inerek,

denizin kıyısından eve doğru yöneldim.



Devamı, Türkiye Yüzyılı'nın İki Günü

22 Mayıs 2023 Pazartesi

15. Yıl Özel Sayı-7



 Aydın Ve Işıltılı Bir Gün*

Temmuz 2011
 

Rutin işleri halledip elime kitabı almış ve epey ilerlemiştim. Vakitse günün en kavurucu sıcağını iki saat kadar geçmişti. Bir anda soğuk çay ve Eti Finger ile akşam beşten sonra dışarı masada oturup kitap okumanın güzel olacağını düşündüm. Aslında düşünmedim, o ânı kısa süreliğine olsa da tüm kokularıyla yaşadım.

Sonra kendimi Kalkan benzeri bir yerde, beyaz badanalı kerpiçten bir evin bir odasında yatağa uzanmış, açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perdenin ayağıma değdiği bir esnada kitap okurken gördüm. Tatil alışkanlığı bir yere bağlanıp kalmak olmayan kendimi orada, ya da benzer bir yerde, başka hiç bir yere kıpırdamadan sadece kitap okuyan, akşam üstü bir iki adımlık bir mesafede gidip içki içen, ay ışığını seyreden, sonra dönüp yatan biri olarak hayal ettim. İşin garibi bu durumu sevdim.

Aslında altı ya da yedi yıl önce bir gün, karşıdan gelen "Seni şu an yan odada çalışma masasında yazarken ve ben elimde kahvemle seni izlerken," diye başlayan cümlelerin çizdiği resimle eşledim. Sonra yaşadığım anlara başka sahneler de kattım. Mesela o beyaz badanalı kerpiç evde açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perde ayağıma değdiği esnada, aynı evin bir nefes uzaktaki diğer odasında sere serpe uzanmış, kitabını okuyan kadını hayal ettim. Neden aynı anda aynı odada ve aynı yatakta kitap okunmasını değil de ayrı odalarda olunmasını tercih ettiğime kıkırdadım. İşin açığı ben açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perde tenime değdiği esnada, yan odadaki kadının sessizce geldiğini, iki elimle bir insan kafasının geçebileceği kadar yukarıda tuttuğum kitapla kollarımın arasından kafasını uzattığını, bütünüyle kitaba yoğunlaşmış dikkatimi dağıttığını hissetim. Aslında o anda, ne kadının ağırlığı bedenimde, ne de muzırca gülümseyen nefesi nefesimdeydi. Bu ânı sadece ve tümüyle elimdeki kitaptan bağımsız olarak hayal ettim. Tüm bu hayal anlarının beni heyecanlandırmadığını, zaten bir kaç düğmesi çözülmüş elbisesinin üst aralığından görünen bedenini fark etmediğimi tam da metnin burasına yazmam ise külliyetli bir yalan olur.

Kitabı göğsüme bırakıp ama hâlâ iki elimle tutmaya devam ederek bu hayal üzerine biraz daha düşündüm, derinliğinden bağımsız olarak... Bu ânı kimin eli kimin neresinde, kimin bacağı kimin bacağında belli olmayan bir sabaha kadar götürdüm. Buradan bir çıkarım yaptım: son durağın hangi oda olduğunu bilmeden, çok sayıdalık düzeyine varacak bir sıklık içermeden, uzun aralıklar bırakılarak ve zamansızca sürmeliydi bu turlar. Bu anlardan uyanmam uzun sürmedi, çalan telefon üzerine. Araya giren işler beni yıldırmadı ve kaldığım yerden devam ettim, tabii ki.

Tüm bu hayal anlarının çıkış noktasını bir eylemle hayata geçirdim. Önce BİM'e gittim; O da ne, Eti Finger yok! "Olsun," dedim, "onu başka yerden alırım." Hevesle soğuk çayların olduğu reyona geldim. Geldiğim yerde Lipton'lar bana göz kırpıyorlardı. Gözlerimi ovuşturdum, değişen bir şey olmadı. Etikette Teatone 0.55 TL yazıyordu ama rafta gördüklerim Lipton'du. Acaba Lipton kılığına girmiş Teatone olabilir mi bunlar diye görevliye fiyatlarını sordum. Aldığım cevap bunların gerçek birer Lipton olduğunu anlamama yetti. Hayallerim an itibariyle iki sıfır mağluptu. Yılmadım.

Dışarı çıktığımda Carrefour mu Atamark mı ikileminde tercihimi, ikinciden yana kullandım. Eti Finger'ların yanına bir de Egzotik Meyveli Biscolata ekledim ve bir karton kutu Lipton Limon Aramolı Soğuk Çay aldım. Şimdi saat 17'nin ardını bekliyorum. Bu arada elimdeki kitabı göğsüme bırakarak kısa süreli de olsa kestirmişim.

Kendimi tam anlamıyla Kalkan'da sandım sanırım. Gerçi Kalkan, yazıyı bir roman havasına büründürmek maksatlı olarak, bir yazar özentisinin, o an itibariyle havaya girip, yazıyı süslemek amacıyla özellikle seçtiği bir kelime olarak eklenmişti oraya. Bundan hiç şüphe yok. Çünkü zatın bulunduğu yerin de tasvir edilen yerden eksik kalır bir yanı yok. Eksik olan; camdan esen rüzgarla hareketlenen tül perdenin ayağına değdiği anda ayrıntıları verilmeyen, yuvarlak profil boruları mavi renge boyalı, somyası dört bir kenarına yerleştirilmiş yaylara takılı sepet örgü ince ve iki santim genişliğinde saclardan oluşmuş, düz beyaz çarşaflı, beyaz nevresimli ve yatağı yün doldurulmuş ama sertleştirilmiş bir karyolaydı.

Tüm bu anlardan uzaklaşmam ikinci kez çalan telefon kadar yakındı bana. Üzerimdekilerin, yaz rehavetinden sıyrılmış kıyafetlerle yer değiştirmesi biri iki dakikamı aldı. Kapıda bekleyen arabaya oturup da olay yerine varmamsa on dakika. O on dakika beni ısrarla "Seni şu an yan odada çalışma masasında yazarken ve ben elimde kahvemle seni izlerken," diyen kadına götürdü; "Tülden ince tüyden hafif duygularımın demek ki hayatta bir karşılığı varmış" diyen, o tanımlamayı miras bırakan kadına...

Olay yerine vardığımızda işaret edilen kat beşti. Bense aynı jenerasyondan kadınların Tezer Özlü artı Sylvia Plath hayranlığı üzerine düşünüyordum. Bu kuşak ile ilgili ne zaman bir konu açılsa en büyük argümanımdı  iki yazar. Garip bir büyüsü vardı zamanın... Derin hassasiyetleri olan, yürekten seven, bu sevgiyi karşılıksızca veren, sanan, kesinlikle derin kadınlar ve her seferinde bu kadınların verdikleri karşısında kendini bir bok sanıp  şımaran erkekler... Belki de üzerine derin  araştırmalar yapılabilecek bu konuyu şu kıytırık yazının içinde, üstelik de benim gibi hayatı barut kokusu ile cesetler arasında geçmiş birinin anlatabilmesi tabii ki mümkün değil. Ama an itibariyle gitmekte olduğumuz olayın ve biraz sonra karşılaşacağımın ne olduğunu bilmek, kaçınılmaz bir biçimde düşündürtüyordu  bunları.

Merdivenlerden, telaşlı ama meraklı yüzleri hızla eksilterek çıkıp beşinci katın açık kapısına vardım. Kapıdan geçtiğimde geride bıraktığım eşiklerdeki düz, sakin, ahlakçı hayatlardan; başı dik, yürekli, kimseye eyvallahı olmayan ama o eyvallahın sahibini arayan başka bir dünyaya adım attığımı biliyordum. Tavana asılmış bir ip, tekmeyle devrilmiş bir sandalye ve ipin ucunda sallanan gencecik bir hayattı tablo.

İntihar bir eşiktir demiştim bir gün. Kesinlikle bir eşiktir ve o eşiği geçebilmek tülden ince-tüyden hafif, gerçek ve kocaman bir yürek ister, bazen... İpin ucunda sallanan gülümsemeye baktığım ilk anda olayı çözmüştüm. Olay yeri inceleme  narin yüreği usulca indirip ceset torbasına koyarken ve henüz fermuar o gülücüğü kapatmamışken, gülümsedim. Kendi ipini kendi çeken bedenin tüm kelimelerini, çoklukla tanık olduğum, benzerini sıkça gördüğüm gülümsemesinden alıp cebime koydum. Daha bir kaç gün önce, yıllar sonra bir mahkemenin hakkaniyetle ve tam da benim baktığım noktadan kusmuş olmasının sevincini yaşamıştım. O olayı ve o olayın kahramanı genç kadını hatırladım. Neden kadınların tarafında olduğuma ise güldüm; üzerine çok şey yazabilecekken... Olay yerindeki konuşmalara hiç kulak asmayarak mekânı terk ederken az önceki gülümsemesinde parlayan kelimelerinden, haklı sebepler oluşturdum.

şimdi iyiyim...durduğum,soluklandığım yer güzel...eylül 2002 den evvel birtakım sıkıntılarla başlayan süreç dağılıyor.önümde yeni,pırıl pırıl bir dönem.kendimin kendine vaat ettiklerini gerçekleştirme anı bu.salt aşk diyemem,salt şu günlerde hissettiklerim diyemem ama yaşadıklarımın uzantısında sen buluştuğum noktadasın.belki yarın ya da öbür gün olmayacaksın.kendi yollarımıza gitme arzusunda bile bunu anlaşılır,şefkatli kılan bir anlayış var ortada.her şeyi baş göz etme,en güzeli olsun,daha güzeli yaşansın arzuları günü geldiğinde ayırır bizi kimbilebilir ki??? hiç olmadığım,olamadığım ancak olmayı arzuladığım kadar dürüstüm kendime ve bize.bunun bana yaşattığı iç huzuru tarif edemem,kelimelerim eksik kalıyor.sanki ruhum doğuruyor,orgazm oluyor,sanki nirvana...ama o değil ...bunu da biliyorum...........sen şimdi yatağında gömülü,çoktan uykunun en derin anında yol alırken,ben inadına(nöbet bahane)günün en duygusal atraksiyonlu saatlerini tek başıma yaşıyorum şimdi.yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden.ama sen uyurken,ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca.masumane ve erotizmden eser yok şimdi.cinsiyetlerimiz yok.beyninle sevişiyorum.kalbi temiz,hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hala aşkla donanan güzel erkek...seni bir lütuf olarak hissediyorum bana.ve hergün biraz daha...biraz daha...biraz daha...tam da burada seni seven kadın olarak(:)) aydın ve ışıltılı birgün diliyorum sana.............................



*Olay Yeri İnceleme etiketli yazılardan...

20 Mayıs 2023 Cumartesi

Sinema La Paragas İftiharla Sunar

Aradığım yumuşak, gülümseten, yormayan aksine sevindiren, bir tatlı huzura huzur ilave eden filmler.

Portalı dolaşıyorum çünkü şu film diye bir fikrim yok.

Yolculuk yüreğimin git dediği yöne doğru...

Festival filmleri, şu bu derken komedide kalıyorum. Afişlerden biri oncasının içinden vakarla, sempatik bir özgüvenle ve bende iş var edası ile göz kırpıyor. Kadın elinden çıkmış işlere kefil zihnim turnayı gözünden vurduk gazı da vererek çak yapıyor. Valérie Lemercier bilmediğim bir sanatçı, işin hoşu filmin yönetmeni de...

Keyiften ölüyorum.

Aşk derim ben buna kısmı ayrı güzel, yaşlar 17 tadında bir kemale ermişlikte ve Patrick Timst denen aktör çok tatlı ve sahici...

Şiir gibi ama neşeli, serotonin yayan, tüm karakterleri ile kendini bayım bayım izleten, gündemin toz dumanından ruhu çekip alarak dirilten, beş üzerinden beş yıldızı anasının ak sütü gibi hak eden enfes bir film Marie-Francine.

Bayıldım!


Gaza fena geldim ve gaz kesmeye hiç niyetim yok. Yine komedi segmentindeyim ve "Ben ben!" diyerek ısrarla önüme atlayan filmlerin pek çoğunu hızla geçiyor ve eliyorken bir anda "İşte bu," diyerek yerleri kazırcasına sert bir fren yapıyorum.

Coğrafya Tunus, mevzu iyi, abla Fransa'dan memleketine dönmüş; ilmini orada yapmış ama sanırım taçlandıramamış genç bir kadın. İdealist, atak. Coğrafyaya bittim zaten. Filmin akışına da...

Karakterler tatlı, komik, katlımcı, sahici ve iyi.

İnsanlara derinlikli dokunan, arızaları sevimli bir gülümseme katarak izleten, Ortadoğu'nun arazlarını da mizahın incelikli dili ile pek güzel göz önüne seren... Meraklısının keyiften öleceği ama meraksızına bu ne şimdi dedirtecek... Yine kadın elinden çıkmış, Manele Labidi'nin yazıp yönettiği, Golshifteh Farahani'nin ana karakter olduğu, yan rollerin filmin altından çok güzel kalktığı... Yönetmen dokunuşları ile incelikli ve eleştirel, mizaha bürünmüş oyunculuklarının samimiyetinin mahallemizden birileri tadı verdiği... Ve şahsıma yaşattığı kocaman keyiften kaynaklı olarak yine de mutlaka izleyin diyemeyeceğim ve filme dair son noktayı coğrafyaya, müziklerine, gerçekliklerine, arazlarına ve kendi halindeki güzelliklerine ilginiz ya da merakınız varsaya ek olarak, mizah üzerinden ve kırıp dökmeden de eleştiri yapılabileceğini ortaya koyan bu pek tatlı film: Tunus'ta Bir Divan.

Ben bayıldım ama yine de siz bilirsiniz diyerek son noktayı koyacağım ve ikinci yarı için kendimi şımartıp üç minik kesme şekerli, sütü dörtte üç ve köpürtülmüş, dört gram granül kahvesi iki parmak sıcak suyla inceltilip eklenmiş sütlü kahve hazırlayıp, yanına da bir kesme ekleyerek, bu sinema gününe kaldığım yerden devam edeceğim!

İkinci yarı için başka fikirlerim de var!


Antrak



Ara verince çıkıyorum evden. Aklımda binbir fikir... O mekân şu mekân dönüp dolaşıyor.  Sonuçta dondurma yesem, beni ayartıyor, bu kez de nerede yesem kararsızlığı ipleri ele alıyor. İskele Meydanı kalabalık. Bandolar sıra sıra. Halkımız coşkulu ben Palmiye Kafe'nin dondurma tezgâhının başında.

Tatlı bir genç adam. Şam fıstıklı, balbadem, sade ve karamel olmak üzere beş toptan dördünü seçiyorum, porsiyonda beş top hakkım olduğu uyarısı yapılıyor, biliyorum ancak beşincinin seçiminde kararsızım ve genç adama sen seç onu da diyorum. Karadut?! diyor; başımla beraber. Denizin dibi ama İskele'yi de gören bir masaya oturuyorum. Usulca ama dibini kazıyarak bitiriyorum dondurmayı; dondurma bitiyor fakat fikrim bitmiyor. Bir çevre turu ardından sahilden eve dönerken keman noktasında iki genç son hazırlıkta. Kız keman, oğlan gitar çalıyor ve yeni başlayacaklar; bir an kalıp dinlesem sonra da söyleşsem diyor, sonra da bu fikrimden vazgeçiyorum ama kesinlikle bir akşamüstü geleceğim ve söyleşeceğim kendileri ile; çünkü etkili çalıyorlar. Adımlarım sallana sallana, fikrim ikinci yarıya yönelik. Kardeş İstanbul'da, açıyorum kapısını viskisinden bir bardağa koyuyor, eve çıkıyor, onu buzdolabına koyuyor sütü köpüklenmiş şekerli kahveyi hazırlıyorum ve...



Film Başlıyor



Seçim bu kez İskandinavya; Norveç'teyiz. Kendi halimizde seyir halinde. Film komedi olarak sınıflandırılmış. Öyle de...

Açılış sahnesindeki abi öyle değil ama!

Ormanda. Az önce koca bir hayvan arabanın ön camından içeri girdi.

Elbette film boyunca manzaralar bizi bizden alıyor, absürtlükler de. Bir kara komedi bu ve aynı zamanda komedi sınıfından bir suç filmi. Ben sevdim. Ama tavsiye noktasında sözü orta sahada geveleyeceğim. Genel izleyicide kabul görmeyeceğini söyleyebilirim ancak kuzey sinemasının ve ikliminin tadını kavramış, seven izleyiciye -en azından- orta şekerli tatlar vereceğinin de altını çizebilirim.

Diğer filmlerde coşkuyu yaşamadan tek bu filmi izlemiş olsam ne derdim bilmiyorum -muhtemelen överdim-  ancak yine de meraklı, özellikle kara mizahı seven izleyicilere bir göz atmalarını söyleyebilir, ama mutlaka izleyin diyerek de -geniş kitleye- muhtemel bir pişmanlık yaşatmaktan uzak tutarım kendimi!


Viskim iki buz ile sehpanın üzerinde. Işıkların tümü kapalı. Öykü gerçek hayattan. Bir cezaevi; mahkumlar, Marina Hands'in oynadığı bir kadın yönetici, eski bir tiyatro oyuncusu; bir oyun projesi için bir araya geliyorlar. Sahnelecek eser Samuel Beckett'in Godot'yu Beklerken'i. Film ağırlıkla cezaevinin içinde geçiyor. Bunun yanı sıra ilk sahneden itibaren izleyicisini oyuna dahil ediyor ve sonuna kadar bırakmıyor. Farklı karakterlerin bir araya geldiği bir ortaklaşma. Zor bir süreç. Cezaevi koşulları ve onun dayatmaları bir yanda, özgürlük rüzgârları ötede ve denetime tabi doğal olarak...

Yönetmen için zorlu bir süreç. Cezaevinin bu sosyal proje ile ilgili taraftaki yöneticisi bir kadın, eski bir avukat. Akışı kıvamında bir film, heyecanı diri tutmayı başaran bir yönetmen. Konuyu tüm yanları ile izleyiciye ulaştıran sağlam bir senaryo, duygusal tonlar ve onların sergilenmesi tutarlı ve gönül teline dokunan cinsten... Ve yönetmen Emmanuel Courcol'ün heyecandan -kitleyi- öldüren akışkan bir yönetimle filmi sonlandırdığı final oyunu! Perdedeki oyunun yönetmeni aktör Kad Merad'dan muhteşem, zorunlu, kahramanca ve tek kişilik bir performans.

Birinciyi bitirenlerin ikinci kadehe gideceğiyse kesin!

Mutluluktan mı yoksa üzüntüden mi, kısmı ise sır!




İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP