5 Ekim 2022 Çarşamba

Çok Gezen Çok Okuyan Mevzusuna Çocuk Bakışı

Bir kaç hafta önce Sevgili KuyruksuzKedi, Çok Gezen mi Çok Okuyan mı? başlıklı, eski yıllardan beri okullarda münazara konusu da olan mesele üzerinden hoş bir yazı yazmıştı. O yazıya da ben, "Ben de Sadece C.'nin nasıl gezdiğinle ve neyi nasıl okuduğunla ilgili cümlesine katılıyorum. Bir örnek: Çok uzun yıllar önce 16 yaş, İngiltere ve Almanya ile ilgili iki kitap almıştım ve okumuştum. Sonra bir gün arkadaşlarım falan çocuk Almanya'ya gittim diye hava atıyor bize dediler. Okuduğum kitap enfesti, tüm popüler noktaları, barları falan o kadar detaylı anlatıyordu ki... Çocuğa nal toplattım diyebilirim. Aynı yerlere gidip aynı şeyleri göremeyen çok insanla da karşılaştım, o nedenle iş dönüp dolaşıp kişinin hayattan biriktirdiklerine dayanır ki bunun temeli de merak, edinilmiş birikim ve -doğru- okumakla başlar." şeklinde bir yorum yazmıştım.

Sonra o iki kıymetli kitabımı gidip eski kitaplarım rafından aldım. 20 Mart 1976'da kitaplığa eklemişim. O yıllara uçtum. Finlandiyalı bir penfriendim var, adı Anne.** Tam bir Kuzey güzeli. Enfes bir şarışın ki kendisinden ve penfriendlikten söz eden bir yazı yazmışlığım da var ki beni o konu üzerine yazmaya teşvik eden, takip etmekten zevk aldığım, mektuplaşma tavrını çok takdir ettiğim genç bir blogger, Birpembesever.

Kitapları alıyordum çünkü iki hayalim vardı. Onları o yaşta bir kez gerçekleştirecek ve asla bir kere daha tekrar etmeyecektim.

Birincisi Türkiye coğrafyasıydı ki hayat bana o şansı verdi. İkincisi ise elbette Avrupa'ydı... Daha çok da Kuzey'i.

Anne'in bir arkadaşını en yakın arkadaşlarımdan biriyle penfriend yapmıştık.

Atlas önümüzde, cetvelle ölçüp verilen ölçeklerle çarparak mesafeler tayin edip konaklama sürelelerimizi de belirleyerek planlarımızı tamamlamıştık.

İşte kitapları o yıllarda almıştım ve henüz lisenin başında bir tıfıldım. Hayalin ilk kısmını bu planları yaptığım ilkokul arkadaşımla değil ama lisede tanıştığım ve enn iyi iki arkadaşımdan biriyle 1980'de gerçekleştirmiştik.

İkincisi de benim askerliği aradan çıkarma planımın ardınaydı.

Çünkü pek çok yazıda belirttiğim üzere babamın erken öleceği hissi bünyemde yer etmişti. Dolayısı ile pek çok yazıda bahsettiğim üzere hissim doğru çıktı ve hikâyenin Avrupa ayağı eksik kaldı.

Kaderin bir oyunu mu bu bana bilmiyorum. Televizyonda dünyanın en güzel 5 demiryolu hattı üzerine bir belgesel izlemiştim: Enfesti ve henüz pandemi ortalarda yoktu. Kuzey Avrupa'daki hatların üzerine atlamıştım ve enn sevdiğim kadınla mutabıktık. Finansmanı, planları her şeyi hazırdı. İnterrail biletleri alınmak üzereydi, İrlanda'sız olamazdı, onun hatırına İngiltere de dahildi ki tak diye pandemi ve yasakları başladı ve müthiş bir belirsizlik.

Çok okuyan kısmına dönersem tezin, okunmuş üflenmiş olmalıyım ki sadece okuduklarımla karşıyı gerçekten gitmiş olduğuma inandırabilirdim. İçimde bir gezgin vardı kesin. Çocukluktan beri okuyor ve okurken de adeta yaşıyordum. Ve Sevgili KuyruksuzKedi'nin yazısı ve ona yorumum olmasa bu yazı da olmayacaktı. Blogların bu tetikleyici etkisini ve blogları da bu nedenle çok seviyorum.

Kitaplar yatağımda ve birlikte uyuyorduk bir süredir. Üzerlerine bir yazı yazmak istemiş ama iş güç biraz da başka konular yazmaktan onlara sıra bir türlü gelememişti.

Bu sabah hadi bebeler bugün sizinleyiz dedim ve klavyede ilk harfi bastım.

İşte bütün mesele o ilk harf.

Sonrası doğaçlama ve çorap söküğü gibi gelir.

İki kitapla sınırlı kitapların yazarı hâlâ yaşıyor mu diye merak edip bu sabah baktım. 1. Mart. 2003'de kaybetmişiz. Ruhu şad olsun. Kimbilir bu çocuk gibi kaç gencin içindeki gezme ateşini tetikledi. Şimdilerde artık uzun turlar peşinde değilim. Nokta operasyonları daha çok seviyorum. Ama şu kuzey turu sürekli kazalara uğrayan bir hedefti ve  daha tıfılken atlasla üzerine yapılan planlama lafa döküldüğünde özellikle Almanya ve İngiltere  üzerine konuşulduğunda çıkan cümlelerim gerçekten gidilmiş kadar etkileyiciydi. Aslında bu okumalar çok gezen mi çok bilir yoksa meraklı bir okur mu meselesine de bir yanıttı, çünkü kitapların anlatım dili ve detayları müthişti.


Kitaplar o kadar çok detay veriyordu ki; mesela günlük kullanılabilecek cümleler; yemek, balık, sebze, salata yumurta, sandviç çeşitleri, meyveler, tatlılar, içkiler gibi pek çok şeyi kendi dilleri ile kitaba eklemişti yazar. Fotoğraflar, barlar, mutlak görülmesi gereken yerler falan bunlara dahildi. Anlatım muhteşem ve bu da içerikle birlikte tıfıl bir çocuğa, evet bu çocuk gitmiş dedirtecek kadar kesinlik yansıtan bir ifade olanağı tanıyordu. Barlar restoranlar, tarihi yerler sokak sokak ve özellikleri ile tanıtılıyordu.


Günlerden bir gün, biz hâlâ 16 civarı yaşlardayken, şimdilerde bir otomobil markasının bayiliğinin yanı sıra benzin istasyonları da olan arkadaşım diğer arkadaşlara Almanya'ya gittiğinden söz ediyor. Onlar da inanmamışlar. Çok okuyan bilir kısmından hareketle de doğruluğu sapatayacak kişi olarak beni seçmişler. Bir şekilde biraraya geldik ve lafa girdik. Tümüyle kitaptan edindiğim ve kitaptaki detay grafiklerden çok iyi bildiğim çevreler ve mekânlar üzerinden konuşmaya başladım lakin gittim diyen arkadaşta tık yok. Ben falan sokaktaki falan bar kızlara bedava diye başlıyor, masalarına dahili bir sistem sayesinde telefonla ulaşılabilen, aynı zamanda da numaralı ve mini direklerinde bayrak olan masalardan çıkıyorum. Hiç denedin mi diyorum, sanki ben telefon kaldırmış, bir numarayı tuşlamış, o masadaki kızla işi bağlamışım gibi sistemi anlatıyorum. Velhasıl tarihi yerler dahil üç farklı şehri sanki adım adım gezmiş gibi tümüyle kitaptan edindiklerimle konuşuyorum ve Almanya'ya gittiğini söyleyen arkadaşta tık yok. Elbette bir başka gün bunun İngiltere versiyonu var ki onda duvarlardaki reklam panolarından bile söz edilerek verilmiş yön tarifleri var. Tabii ki iki ülkeye de gitmemiş biri olarak bu iki kitabın ekmeğini çok yemekle kalmayıp çok da maske düşürdüm. Bu yazıyı hayal ettiğimde kitapları elime alıp altını çizdiğim yerleri gözden geçirdim ve Haluk Durukal keşke bu kitapların devamını da getirseydi dedim. Belki de onun gezileri de bu iki ülkeyele sınırlıydı. Ama hayal dünyama kattıkları için kendisine hep şükran duydum ve iki kitap bir kaç yıl başucumu terk etmedi.

Ve şunu anladım gezdikçe; hem okuyan hem gezen daha çok bilir!


*Sevgili KuyruksuzKedi'nin Çok Gezen mi Çok Okuyan mı? başlıklı yazısı için buradan lütfen...

**Penfriend'lik Müessesesi

2 Ekim 2022 Pazar

Masal Bu Ya...

Bir varmış bir yokmuş...

Adı Türkiye olan bir ülkede bundan yıllar önce, o ülkenin başkentinde çok güzel, çookkk tatlı bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. O sırada ülkenin bir başka önemli, Kurtuluş Savaşı'nın tohumlarının atıldığı, Bandırma adlı vapurun limanına yanaştığı şehrinde dünyaya gelmiş bir erkek çocuğu da yeniyetme arkadaşları ile basketbol oynamaktaymış. Ve bu genç mini miniyken 6'yı giyse de sonraki hayatında serpilip geliştikçe bile hep 14 numaralı formayı giymiş. Lakin kız çocuğunun dünyaya geldiği tarih çok önemliymiş ve o gün artık ülke parlamentosunun ara tatil sonrası yeni yasama döneminin başlangıç günü olarak oy birliği ile kabul edilmiş.

Aradan yıllar geçmiş. Develer tellal iken pireler berber olmuş. Ve yıl bundan 10-11 yıl önceye varmış.

Yüreği hep taze ve çocuk kalmış kahramanımız artık güzel kadınlar tanıyıp güzel aşklar yaşamış deli-kanlı ama tecrübeli bir adammış. Yazılar yazmaya başlamış blog denen mecrada ve topraklarının nadasta olduğu bir dönemdeymiş tam da o sırada.

Tiyatro oyunları, opera, bale ve konserlerin hiçbirini kaçırmazmış. Fakat aşk tarlası ekilip biçilmez dolayısı ile ürün vermez kıraç bir toprak haline dönmüş. Kader bu ya, adı Devlet Opera ve Balesi olan bir kurum onun yazılarını fark etmiş, kendi sosyal medya hesaplarında paylaşmaya başlamış ve teşekkür içeren çok hoş mektuplar yollamış kahramanımıza.

O sırada ülkenin başkentinde doğan ve işi dolayısı ile artık Bandırma Vapuru'nun limana yanaştığı ve bu ülkenin bağımsızlığı yolundaki ilk adımın atıldığı şehirde yaşamakta olan prenses ise kurumun paylaştığı yazıları okuduktan itibaren La Paragas adlı blogu takibe almış ki o sürecin masalını merak eden kıymetli okurlar isterlerse dört bölümlük yazıyı aşağıda linkten okuyabilirler.*

Ve şimdi bu kısa girişi daha fazla uzatmayarak hemen bu Cuma'ya dönüyoruz. Cuma bu uzun, 10 yılı aşmış masalın en kıymetli ve önemli günüdür ve o seriyi daha önce okumuş olanlar önemini hatırlayacaklardır muhtemelen.


*

Enn Sevdiğim Kadın tatilden döndü. Cuma akşamı enn sevdiğimiz mekânda buluşacağız ve gecenin saati 00:00 geçtiğinde onun doğum günü başlayacak lakin o yol yorgunu ve bu daha önceden planlanmış bir akşam değil. Durumu değerlendirdiğimde gün ve saat açısından erken kutlama lakin masalın perilerinin ne planladıklarını da bilemeyiz!

Saat 18:00 18:30 arası için anlaştık lakin iş çıkışını falan da düşününce ben bunu 18:30 19:00 olarak değiştirip her zamanki masamız için rezervasyonu yaptırıyorum.

Neredeyse her gün konuşsak, mesafeler tatili boyunca  hep sıfır olsa da bu akşam önemli. Tarih Eylül'ün 30'u. Saat yaklaşınca evden çıkıyorum. Sırt çantamda okurken çok sevdiğim, araya tatilin de girmesiyle O'na da aldığım ama bir türlü teslim edemediğim iki kitap var ve an itibariyle çiçekçimdeyim.

Minik bir demet istiyorum hanımefendiden. O arada da laflıyoruz, o bu kez çok zarif ilaveler yapıyor bukete, müdahale etmiyorum.

Hoplaya zıplaya, liseli çocuk adımlarımla varıyorum enn sevdiğimiz mekâna. Saat 18:45 ve ben masamızdayken ve onun yoluna bakarken tam da restoranın önünde biriyle rastlaşıyor ve sohbette. Ahh benim ince kalpli zarafetim.

Şu an içeri giriyor ve mekân tayfasının yüzlerinde güller açıyor. Ben ayağa kalkıyorum. Siyah, mini ve streç elbiseli; üzerinde kolları kıvrılmış bir kot gömlek; bileğinde her birinin anlamı ve hikâyesi olan aksesuarları; uzun siyah saçları ile kesin asılmam gereken enfes bir kadın bana doğru yürüyor.

İki dakikada, tek cümle kurmadan, ama dayanılmaz gülümsememle işi bağlıyorum. N'aber diyor, sarılıyor, öpüşüyor ve ben saçlarının kokusunda yok olurken bu enfes güzellik şimdi masada ve tam karşımda. Bir süre tutulmuş dilimin açılmasını bekliyorum. Sonrası sular seller gibi. Rakının klasiklerden oluşan siparişimizi veriyoruz.

Yeni Rakı yok.

Dışındaki her marka rakı var.

Olsun.

O halde Ustaların Karışımı...



Ahh o gülüşü ama!

İyi, diyorum, soruyorum; "Senden n'aber?" Masa donandı, rakı tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lakin yeni garson su ve buz kısmını dengeleyemedi ama olsun. İlk çınla sohbet başlıyor. Saat 18.45 ya da 18:50. Sular seller gibiyiz. Konuşan benin kurduğu cümlelere şaşkınım. O kadar kendinden emin ve rahat ki. Kurduğu cümleleri hayranlıkla sanki ben dışardan beni izliyormuş gibi dinliyorum. Alkış bana. Enfes bir sohbetin kapısını fena güzel açtım. Cümlelerim başka ama duygularım ve anlatılarım kendinden çok emin ve ona, ona olan sevgime yönelik. O'na özgürlük alanları açıyorum. Benimle olan birlikteliğinin olası yüklerini ve zorunluluklarını öyle hoş cümlelerle üzerinden alıyorum ki... Tekil ve olası hayatımı nasıl çizeceğimi de içeren çok emin, çok hoş, çok anlamlı, içten ve açık yürekli sözcüklerle dolu cümleler kuruyorum. Kendimi dinliyorum şaşkın ve bu ben miyim, diye. Akşamı feth etmiş bir komutan kadar gurur duyuyorum kendimle. O'nun tüm kışkırtmalarına rağmen bir milim anafikirden vazgeçmeden sanırım kalelerini bir kez daha feth ediyorum. Vallahi şahaneyim.

Şu ânımı es geçmiyorum. Diyorum ki dün, bu akşamı düşünürken: "En çok istediğim şey keşke şarkı söyleme becerim konuşmalarım kadar güzel olsaydı. Sana Erol Evgin'in Bir Tanem Söyle Canım'ını bu akşam söylemeyi o kadar kalpten istedim ki."

Sonra yıllar yıllar önce, ben ve en iyi iki arkadaşımdan biri ile biz tıfılken şarkıyı İzmir Fuarı'nda Hisseli Harikalar Kumpanyası'nda dinlediğimizi, çok etkilendiğimizi... O efsane gezinin dönüşünde tam da evlerimize döneceğimiz kavşağa yaklaşırken şarkının çaldığını ve enn arkadaşımla ikimizin de ağladığımızı anlatıyorum.

Öyle güzel bir akşam ve sohbetteyiz ki sanki daha dün tanışmış bir çift gibiyiz.

Bazen ânın dışına çıkıp tepeden bir yerden bizim masaya bakıyorum. Bu nasıl bir şey diye düşünüyorum. O ara uzun süredir mekânda görmediğimiz, daha önceki bir zamanda kendisinden "En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rastgeldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı." cümleleriyle söz ettiğim mekânın da sahibi aileden hanımefendinin bizzat kendisi iki ara çayı ile yanaşıyor ve açık olan buraya, diyerek onu enn sevdiğim kadının önüne diğerini de benim önüme bırakıyor ki gülmemek elde değil. Onca müşteri içinde ve aradan uzun bir zaman geçmişken açık çayı hatırlamaktaki incelik hepimize şahane geliyor.

Finale yaklaşıyoruz gibi. Günü diğer aya geçirmeyeceğimizi sanıyorum ben. O kadar şeyden söz ettiğimiz bir akşam ki. Benim dilim fena çözüldü, çok eski defterlerimden çok eski karakterler ve niyeler masamızı ziyaret etti. Güzel yaşadığımı bir kez daha hissettim, hiç yalansız ve samimiyetle söz ettim ta eskilerden, tıfıllıktan, ilk gençlikten. O çocuk gelişerek bu adam olmasaydı şu an ne bu mekândaydım ne de bu şahane kadın karşımdaydı diye düşündüm ve bunların altını açık yüreklilikle çizmekten de hiç çekinmedim.


Nehir gibi akıyordu cümlelerimiz ki tam o sırada Enn Sevdiğim Kadın'ın telefonuna mesaj geldi. Gün artık yeni ayın ilk gününün tam da ilk saniyeleri; saat 00.00'ı belki de 1 saniye aşmıştı. Enn can arkadaşlarından biri tarafından yeni yaşın kutlanmasaydı. Ekmeğime yağ sürülmüştü ve bu fırsat kaçmazdı. Kaçırmadım!

Yine zamanın durduğu bir akşamdı ve biralar gelsindi.

Geldiler.

Cümleler bitmedi.

O halde ikinci biralar da gelsindiler.

Mekân boşalmıştı. Bir kaç masa ki onlar da biz gibi kadim müşterilerdi. Bir ara bu akşam ayıklanmış karpuz dilimleri yoktu demiştim ki onlar da masada yerlerini almışlardı.

Yeni gün epey yol almış bizse yine neredeyse altı saati bulmuştuk. Bir taksi istedik. Enn sevdiğim kadın itiraz etse, taksiciler tanıdık olsa, bana kıyamasa da yok dedim. Evine vardık. Taksici ince adam, ben de manevra yapim diyerek bizi yalnız bıraktı. Sarıldık, öpüştük, vedalaştık. Taksideyim ve dünyanın ennn mutlu adamı olarak ayaklarım yerden kesik. Zaten yakın olan mesafe çabuk bitiyor. Eve yürürken telefon açıyorum ve geldiğimi söylüyorum. Seni seviyorumlar, istemsizce ve kalpten dile geliyor. İyi geceler bu şenliğe katılıyor ve enfes bir uyku gereğini gerektiği gibi yerine getiriyor ve beni uyutuyor. Uyurken bile kalbimin her şeyi ele aldığını, bünyemin tüm duyargalarının açıldığını ve mutlulukla çalıp oynadıklarını hissediyorum. Elbette, evet elbette tüm bu cümbüşün elebaşılığını yapanın kim olduğunu biliyorum.

Bu arada masa numarasına dikkat! Ki bunu yıllar sonra hep o masada oturmamıza rağmen yeni fark ettim, muhtemelen sohbette eskiye yer veren cümleler olmasa yine de fark etmeyecektim !


*Tefrika 1.Bölüm


22 Eylül 2022 Perşembe

Üç Bin Yıllık Bekleyiş, Büyükler İçin Bir Masal

Sevgili Momentos'a teşekkürlerimle...



O bahsetmese, altını çizerek önermese, hayatımın enn keyifli akşamlarından birini, ondan alacağım hazzı bilemeyecek ve hep bir eksik kalacaktım. Kesin.

Olağanüstü keyifli bir seyirdi.

Onunla yetinilmeyip ayrıca taçlandırılarak çoğaltılmayı da hak ediyordu.

Sinemanın sayfasına girdiğim andan itibaren nedense 16 seansı ilgimi çekmişti. Büyülenmiştim sanki. İradem dışı bir gücün çekim alanındaydım ve henüz bunun farkında değildim. Seçeceğim koltuk belliydi. 6. salon, D sırası ve 3 numaralı koltuk. Bir konuda daha dikkatim çekilmişti ki o da filmin müzikleriydi. Elbette bilgileri veren kişi müzik anlamında seçiciydi ve güvenilirdi lakin yine de gerçek olan yaşanan an ve o andaki ruh haliydi. O nedenle müzik kısmını çok önemsemedim. Tilda Swinton vardı ama film Başka Sinema'nın değildi ve normal koşullarda kesinlikle gitmezdim çünkü yakın durduğum bir tarz değildi fantastik filmler. Önce afişine baktım fakat hakkında hiç bir yazı okumadım ve bu kez karar vermemdeki etken içgdülerim değildi.

Geçen akşam eksik bıraktığım üzere, gerçi daha sonra başka bir mekanda olsa da keyifle yemiştim ama sinema keyfi üzeri olmadığı için sayılmayacağından- Mado'da dondurma yemekti.

Üzerimi değişip, işi erken kapatıp çıkıyorum evden. İstasyondayım ve bir iki dakika içinde geliyor tren. Hava kapalı, serin, yağmur geldi gelecek. Tedbirliyim. AVM'ye varınca ve epey süre olunca sanayiye geçsem eski bir arkadaşımla iki lafın belini kırsak diye düşünüyorum. Yoksa Migros'un şirin lokantasında bir şeyler mi atıştırsam? Sonuçta Migros'tan geçen filmde aldığım mini torbada ve minik ölçüdeki tam buğdaylı bisküvilerden alıyor, yanına mini mini, çıtır çıtır, tuzlu ve susamlı simitçiklerden mini bir paket ekliyor, bir de çikolata ve Pepsi Max ile alışverişi sonlandırıyorum. Şimdi en üst katta ve gişenin önündeyim.

"D-3 lütfen"

Bilet fiyatı ufakça bir sıçratıyor. Filmin Başka Sinema'nın olmadığını anlıyorum. Ve sonra da 6 numaralı salonda değil de salon 1'de olduğunu ki bu bir ilk... Ülke bu günleri de gördü diyerek de bilet fiyatını şuraya not düşüyorum: 44 TL.


Şimdi terastayım. 1 numaralı salon an itibariyle bana en yakın olan. Açıkta bir sürü tanker var fakat benim yanımda fotoğraf makinesi yok. Trende çantaya atmadığımı fark etmiştim. Elime zorla tıkıştırılmış cep telefonu ben varım ya diye dürtüyor. Ona hep soğuk davranmış olmama toz kondurmayarak yine de istekli davranmıyorum, lakin o benim farkımda ve daha olgun bir tutum içinde; üstelik fotoğrafları istediğimi fark etti. İlk adımı hiç gurur yapmadan o atıyor. Bu yakınlaşma çabası da sanki buzları çözecek. Çekiyorum bir kaç poz. Teras keyfim şahane, trenler, limandaki gemiler, önümdeki sıra sıra gemiler, kapalı hava, kısmen soğuk ve Pepsi Max'im ve atıştırmalıklarımla şahane bir an.


Ve salondayım. Büyük sürpriz çünkü 6 numaralı salondan daha büyük bir alan, koltuklarda hoş bir kırmızı, arkaya doğru diklik daha az ve daha geniş ve ruh ısıtıcı bir salon. Ve benim için kapatılmış. Havalanıyorum elbette, sonuçta blogger aleminin bir ferdiyim, özel bir muameleyi -içinde olduğum topluluk adına- hak ediyorum. Reklamlar, fragmanlar falan derken film başlıyor. Açılış sahnesindeki uçağın iniş anı çok görkemli, kamera yerleştirmeleri ve açılarından etkileniyorum. Salonun akustiği ise olağanüstü. Asıl Adı Tom Holkenborg olan Junkie XL ya da JXL takma adını kullanan Hollandalı elektronik müzik sanatçısı ile de film sayesinde tanışmış oluyorum ki bir kazancım da O. Müziklerse ölüp bitmelik ki sonda söyleyeceğimi baştan söylersem; perdede filmin son yazısı kaybolana kadar koltuğumda çakılı vaziyette ve müziğin büyüsünde yok olarak kalıyorum. Temizlik için salona giren abla bile bu ne iş diye şaşkın şaşkın koltuğuna çakılmış vaziyetteki bana bakıyor.

Film büyüleyici ve kulak kesilesi çünkü çok hoş, entelektüel besin düzeyinde felsefi sohbetler içeriyor. Görsel efektleri şaşırtıcı ve enfes. İçinde İstanbul var. Elbette tanıdık mekânlar. Zerrin Tekindor bence olmuş. Kösem Sultan. Film fantastik bir yetişkin masalı lakin besleyici. Harem var ki bayağı bayağı ters köşe bir zevk. Cenk yapıyoruz. Saraylarımızın muhteşem entrikaları var ve tüm bunlara ince bir kara mizahla dokunuşlar da... Lakin masalımsı, rüya tadında, bazen meraklandıran, bazen çocukluk masallarından izlerin içine yollayan, aşkı kutsayan, vesaire vesaire güzelliklerle insanı şaşırtan, içine alıp hiç bir saniyede dışına kaçma fırsatı vermeyen, rengarenk, duygulu, şahane ve ötesi bir filmle enfes bir sinema keyfini ve nadir bir eğlenceyi (bana) yaşatan, seyirlik bir filmdi der ve noktayı koyarım.


Üç Bin Yıllık Bekleyiş, çeşm-i bülbül içine hapsedilen bir Cin (Idris Elba) ile pozitif bilimle uğraşan bir akademisyenin (Tilda) rastlaşması. Kesişen yollar ve zaman sıçramalı anlatılarla ortaya çıkan bir şenlik. Özgürlüğüne kavuşmak isteyen Cin ve ikna çabaları. Aşk. Üç dileğin yerine getirilmesi noktasında -bence pek tatlı bir neden ve rüşvet teklifi. Zamana yayılmış gerçekleşmeler. Ve bu süreçlerin tamamında bir masalı yaşarmışçasına kendini dev perdedeki öykünün içinde hisseden bir seyirci.

Vee salonun enfes ses düzeninde, insanı içine çekip bırakmayan, filmin akışı ile senkronize enfes müzikler!

Avustralyalı yönetmen George Miller'dan oyunbaz, bazen kafa karıştırıcı, çarpıcı, gerçekliği sorgulatmayan, bizim tarihimizden masallar, belki biraz ürkütücü sahneler ve karakterler... Ece Yüksel ve Burcu Gölgedar'dan iz bırakan, Türkçe konuşmalı akılda kalıcı hoş performanslar... Muhteşem kostümler ve isimler perdede akarken kendini enfes müziğe kaptırmış, salonu terk edemeyen, bu tavrıyla ışıklar yanmışken salona temizlik için girmiş ablayı da şaşırtan bir izleyici. Üstelik ve tekrar edersem kader salonu onun için kapatmış, tek.


Kapıdan çıkıyorum ama filmden henüz çıkabilmiş değilim, son kare müthiş. Dijital efektlerin sahicilik hissi veren ve bildiği halde insanı gerçeklikten soyutlamayan başarısını düşünüyorum. Ve çok keyifli bu film akşamını taçlandırmak istiyorum lakin isteksiz bir yanım da var. Ah filmi konuşacak biri olsaydı diyorum. Buz gibi bir beyaz açtırıp ya da bira ve eşlikçileri ile şişenin ve kelimelerin dibini bulmak vardı ve kesindi. Kendime döner ısmarlıyor, keyfini çıkarıyor ve eve geliyorum. Enn Sevdiğim Kadın telefonda, filmi ona ballandırıyorum.



Ve sonuç itibariyle bu tür filmlere uzak duran bu kul der ki: Eğer masalları seviyorsanız, fantastik filmler sizin için sorun değilse; bu şahıs sevdi ki filmi... siz kesin seversiniz.

20 Eylül 2022 Salı

Vira Bismillah Vira Palamut

Hava muhteşem. Çünkü güneşli ve pırıl pırıl. Üstelik enn sevdiğim gün. Cumartesi. Ben dışındaki tüm koşullar tadında. Ben de tadımdayım. O halde başlayabilirim. Giyinip çıkıyorum. Spor bir şıklık. Vira Bismillah dendi ve balık sezonu başladı. Hakkını vermek boynumun borcu. Elbette bir ritüel bu, o halde istikamet balığın merkezi. Keyifli bir tren yolculuğu, iniş istasyonum mükemmel bir nokta; Liman. İnince rayları geçip enfes bir parka gireceğim. Sonrasında da balığın en taze olduğu noktaya, balık haline. Hoş ve dairesel bir bina. Orta bölümünde yine dairesel bir lokanta var; benim en sevdiğim belediye başkanlarının eseri. Lokantayla yine dairesel dizilmiş balıkçılar arasında da parke taşlı bir yol ile yakışır bir kapalı alan. Önce balığımı seçmeliyim. Miss gibi tazelik. Çeşitlilik güzel, denizden bu sabah, bir kaç saat önce çıktılar. Kafa karıştırıcı bir durum söz konusu olsa da ben sezonu palamutla açmalıyım. Alanda alkol yok ama her çeşit balık en taze halleri ile ve birinci elden var. Balığımı seçtiğime ve ödemesini balıkçıya yaptığıma göre lokantaya geçip masama karar verebilirim.


Cam kenarında, tezgahlardaki alışverişi de gören masayı seçtim. Garsonumu da sevdim. Efendi, ölçülü, az konuşur nitelikli bir genç adam. Elbette sezonun açılış günlerine yakışır bir masa donatacağız.

"Bir mısır ekmeği lütfen."

"Bir turşu kavurması lütfen."

"Bir de salata lütfen."


Hımmm... sıcacık mısır ekmeği, sıcacık turşu kavurması ve görüntüsü enfes, balığa ve masaya yakışır bir salata. Mısır ekmeği ve turşu kavurmasını fazla soğutmadan sezon açılışını yapsak nasıl olur?

Bünyedeki tüm paydaşlardan güzel olur yanıtı geliyor. Elbette kırmıyorum onları ve abartmadan, kıvamında bir incelikle ve aralıklarla götürmeye başlıyorum. Hakikaten müthiş bir keyif. Mekânda bir kaç kalabalık masa daha var ve görüntü o ki balığımı biraz daha beklemem gerekecek. O halde usulca olmak koşuluyla mevcutların tadını çıkarmaya devam. Hem yavaş hayat güzeldir.


Ve günün ve hatta sezonun ilk balığı görünüyor. Solist altları saygı içinde şöylece bir toparlanıp sahneyi ona açıyorlar. O vakar içinde, kendine güveni tam. Zarafete bakınca çatal bıçağı alıyorum elime. İlk lokma ve gittim ben. Muhteşem desem değil, yetmez. Lokum gibi yakışık almaz. Olağanüstü güzel pişirilmiş enfes bir lezzet. Kılçıkları ayırırken bir gram, bir milim, bir mikro ölçek kadar bile balık yapışmıyor üzerlerine. Atıyorum çatal bıçağı. Ellerimle, parmaklarımın keyfiyle, ağır ağır, bitecek korkusuyla her bir parçasını tüm hücrelerimde hissederek gerçek bir balık keyfini, eşlikçileri ile birlikte, buselik makamında yaşıyorum.


Suları soğuk bir deniz kentinde yaşamak muhteşem. Dolayısı ile denizden en çok birkaç saat önce çıkmış ve hakkı verilerek pişirilmiş, üstelik onlarca tezgahın içinden gönlünüzce seçtiğiniz balığınız sevimli bir imeceyle ve esnafı da gözeten bir tutumla masanıza gelince, herkese kazandıran bu tavır sanırım keyfi daha da çoğaltıyor.

Ödememi yaparken tip box'ı boş geçmiyorum çünkü masama bakan genç adamın tavrını çok beğendim. O sırada rastlaşıyoruz. Omuzuna dokunarak kendisine çok teşekkür ediyorum. Ve balık halinin mevlevi heykelleri ve su fıskıyelerine doğru olan kapısından çıkıyorum. Ağır adımlarla yeşilin ve su sesinin sessizlik içindeki keyfini çıkararak istasyona geçiyorum. Çünkü günü bitirmeye niyetim yok.


Bu kez Gar durağında iniyorum. Önce yeniden başladığını haber aldığım Amasya treninin saatlerini öğrenmem gerek çünkü enn sevdiğim kadınla bir planımız var. Bir kaç gün önce garda büfe işleten bir abi bizim milletvekillerinin uyuduğunu, seferleri Amasya vekillerinin başlattığını söyleyince pek ayılamamıştım ben, şimdi gişeden saatleri öğrenince taşlar yerine oturdu çünkü saatler uygun değil. Akşamı enfes bir rakı masasında geçirmiş hangi kul sabahın altısındaki trene koşturur ki... Şimdi karşıya geçip günü parlatmaya devam edebilirim. Keyifle okuduğum bir kitabım var. Ve Şehir Müzesi'nin kafeteryasındaki cappuccino'ya bayılıyorum.

"Bir cappuccino lütfen."

Filtre kahveyi, Amerikano'yu şekersiz içerim ama cappuccino ile kendimi şımartırım; idealin üç minik poşet toz şeker olduğunu da kesinleştirmiş durumdayım. Kitabımı açıyorum. Yazarın kağıt oyunları ile ilgili bilgiler verdiği yeri biraz göz attıktan sonra atlıyorum ve hayatla ve keyifle romanı okumaya devam ediyorum. Kahvemi usulca ve zamana yayarak içmekteyim ancak kaç zaman geçtiyse ve kitap nasıl aktıysa fincanın dibi görünüyor.

"Bir Cappuccino daha lütfen."



13 Eylül 2022 Salı

Dolunaylı Gece Ve Ters Köşe Bir Film

Pencereden bakıyorum.

Aman Allahım!

Denizin dibindeymiş de, kafasını şöyle bir uzatmış da, bir yandan gözlerini ovuştururken ve bir yandan esneyip gerinirken kendini bir an önce gökyüzüne atma afacanlığı ile gülümseyen bir turuncu; burnumun dibinde, yusyuvarlak, taptaze ve bebek kokulu.

Şahane bir akşamın müjdecisi.

Sırt çantamı alıyor ve yola koyuluyorum.

Bir fikrim var ama zamanım yok. Biraz da hızlı haraket etmeliyim. İstasyondayım ve trenin varmasına 1 dakika var. Enfes bir son yaz akşamı. Ay aklımda. Şu an bulunduğum noktadan görme şansım yok ki çıkardım da aklımdan; ta ki yol bana sürprizlerini sunana kadar.

Onunla saklambaç oynamak çok keyifli ancak an itibariyle bu, trenle onun arasındaki bir mesele; bana, ikisi arasındaki son derece afacan ama iyi kalpli saklambaçın keyfini çıkarmak düşüyor.

Tren denizden uzaklaşıyor, o sırada ay saklanıyor, benim nereye saklandığı konusunda bir fikrim var, tren söylemem için binbir şirinlikle asılıyor ama bende gülümseme dışında tık yok. Tren denize yaklaşıyor ve keyifle sobeliyor. Böyle böyle devam ederken ve yeniden saklanmışken ve Kürtün Irmağı üzerindeki köprüyü geçerken tren; en şahane haliyle yeniden arz-ı endam ediyor ay. Yelken Kulüp coğrafyası boyunca ve denizin bir karış üzerindeyken de havasını atıyor. Atletizm sahasına henüz varmadan, barınağı hemen geçtikten sonra Sheraton'ın ardına saklanıyor ve uzunca süre tren onu aramak zorunda kalıyor. Tren köprüye tırmanmaya başlayıp da da zirvesine vardığında ve tatlı virajı alıp da inişe geçmeden hemen önce limandaki gemilerin arasındaki görünüşü ile bir kez daha sobelense de ay, sen var ya sen, dedirtiyor.

Filmin başlamasına 15 dakika kala istasyondayım.

İniyorum ve hızlı hareket etmem lazım.

Güvenlikten geçiş ve yine hızla sinema katına... Gişenin önünde bir hanımefendi bilet iptalinde çünkü küçük oğlunun yaşı seçtikleri film için uygun değil. Bense terastan ayı seyretmek ve onunla iki lafın belini kırmak istiyorum. Ama henüz sorun çözülmedi ve ben için gergin bir bekleyiş. Nihayet biletimi alıyorum ama film başlamak üzere, onunla antrakta görüşebileceğiz. Koltuğumdayım. Ve film başlıyor.


Perdede mesajlar akıyor. Bir twitter kullanıcısı değilim, telefondan mesaj atmam. Sadece arada bir kardeş atar ben onu yanıtlarım ki bu da ayda yılda bir. Garipsiyorum, takipte zorluk yaşıyorum. Makine hızında çalışan parmaklar, sürekli tuşlanan telefonlar ve perdeye yansıyan mesajlar. Önce bir anlam veremiyorum. Hatta sıkıntı basıyor. Çünkü filmin ana temasının sosyal medya, telefon kullanımı olduğunu düşünüyorum. Başrol oyuncusu Rabah Nait Oufella'ın oynadığı Karim D.'yi de sevmedim.

Mutsuzum, erken çıkmayı emeğe saygısızlık olarak almasam kaçabilirim. Film biraz da geçmişte yediğin hurmalar durumu. O hurmalar atılan tweet'ler oluyor. Tam da popüler olmuşken, ayıkla pirincin taşını şimdi.

Kahramanımız -taze- bir yazar. Bende ise onu yazarlığa yakıştıramama halleri. Bir kitabı basılmış ve bir tanıtım partisindeyiz. Karim D. bir sosyal medya fenomeni; 200.000 takipçisi var. Ve ben için sıkıntılı haller devam ediyor. Küçümsemeye de devam. Ölçümse yaş, davranışlar, sosyal medya popülizmi, mesajlar ve fiziki durum. Nedense bir yazar kalıbına sokamıyorum. Kitap için verilen partide ve sonrasında ırmak hızla tersine akmaya başlıyor, çünkü yeni sözleri nedeniyle takipçilerce eleştiriliyor ve hızlı bir terk ediş. Yayınevindeki toplantıda durum gergin, oysa kitaba ciddi bir yatırım yapmışlar ve sıkı da bir reklam kampanyası hazır ama sosyal medyada durum feci.

Yönetmen Laurent Cantet ise ilmek ilmek örmeye devam ederken mevzuyu, bana ayar vermeyi de ihmal etmiyor. Çünkü filmin başlangıcındaki sahneler nedeniyle önyargılı davranan ve filmin biletini kesen ben utançtan koltuğuna saklanmış ama filme kapılmış, bazı nüansları da kapmış durumdayım. Yine bir göçmen sorunu, yaşadığı ülkede yabancı olma hali ama hakikaten iyi işlenmiş, mantıklı, bir ajitasyon ihtiyacı duymuyor, sade bir gerçeklik ve gönül teline dokunuyor.

Ve hiç abartmadan, tüm nüanslarıyla, hiçbir şeyi göze sokmadan, hayatın doğal akışına uygun biçimde, ince ince işleyerek, fark ettirerek ve düşündürerek izleyicinin kalbine filmin fikrini işliyor. Keyif almasını sağlıyor.

Müzikleri, yan rolleri ile de ve son jenerik dahil izleyicileri koltuklarına çakıyor.

Bu arada Arthur Rambo'nun kardeşinin ve annesinin oyunculuklarına ve sözlerine dikkat. Bir de yazar abla var (Anne Alvaro), kısa bir sahne olsa da Karim'e tavrı ve sözleri beni çok etkiliyor.

Yabancı bir ülkede oralı olmak ama bir türlü de oralı kabul edilmemek, dolayısı ile oralı hissedememek üzerine, büyük laflar etmeyen ama meseleyi anlatabilen sıcak bir film. İzleyiciyi filme dahil eden nitelikli bir görüntü yönetimi olduğunun da altını çizmeliyim.


İyi bir film izlemenin keyfiyle çıkıyorum salondan. Bu keyfi çoğaltmam gerek. Mado'nun terasında meyveli ağırlıklı, deniz ve dolunay manzaralı bir dondurma nasıl olur?

Fikrin üzerine atlıyor ve Mado'dan içeri süzülüyorum. Denize karşı güzel de bir masa buluyorum ve kalabalığa da karışmıyorum lakin AVM'nin, dolayısı ile Mado'nun kapanmasına 10 dakika kalmış. Oysa ben deniz ve üzerindeki dolunay ile filmden aldığım tadı, bazı sahneleri öne çıkararak ve hatta geceyi yavaşlatarak gözden geçirecektim.

Sonuçta yürüyen merdivenleri tek tek iniyorum. Ay zaten denizle oynaşı bitirmiş, çoktan kara tarafına geçmiş. Renk turuncudan beyaza dönmüş. O uzakta ve dağların ardına çekilmek üzere. Asansörle üst geçide çıkıyorum. Biraz bakışıyoruz, sonra el sallaşıp vedalaşıyoruz. İstasyona geçmemle de tren gözüküyor. AVM'nin son insanları ile biniyoruz. Keyifli bir yolculuk ve artık mahallemdeyim. Bir an Mavi'de takılsam, bir bira söylesem ve denize bakarken filmi gözden geçirsem diye düşünüyorum ama bundan vazgeçiyorum. Denizin dibinden eve doğru yürüyorum. Enfes bir son yaz gecesi.

Keyfim gıcır.

10 Eylül 2022 Cumartesi

Sıradan Bir Günün İzleri

"Bu filmi izlemeliyim gibi hissettim bir an. Fakat bizde tek seans ve saat 20:00 olarak oynayacak, cumartesi pazardan birinde olabilir bu kez belki... Hayat ne derse o elbette, bir de bakmışım ki yarın sinemadayım. Bekleyip görelim. Fragmanı özellikle izlemedim, sürpriz olsun," diye yazıyorum; Filmgündemi'nde gördüğüm ve cuma akşamından itibaren saat 20'de gösterime girecek film için.

Gün şimdi perşembe, sabah yağmur var. Berberim ekonominin geldiği nokta ve o noktanın getirdiği yüksek kira artışları nedeniyle epey yukarıya, dik bir yokuşun belli bir noktasından sonra girilen bir sokağa ve daha küçük, tek katlı bir dükkâna taşındı. Kardeşi arıyorum ve sabah işe giderken beni bırakmasını söylüyorum, sabah olunca da tekrar arıyor ve bu kez de beni beklememesini söylüyorum çünkü yağmur var ve beni traş eden genç adam da şehrin bir ucundan, 15 kilometre mesafeden iki araç değiştirerek geliyor; dolayısı ile güneşin açacağı bir saatte gitmek işime geliyor. Bu sebeple de bir öğle keyfi yapabilirim. Çıkıyorum evden saat 12'yi geçe, istikamet berber, o sırada aklımdan yemek noktaları geçiyor.

Saçlarımı kestiriyorum. Daha önceki gelmelerde aynı sokağın cadde geçişinden sonraki devamında dikkatimi adıyla ve sevimli verandası ile çeken lokanta ile kendi mıntıkamdaki bir iki yer arasında tereddüt yaşatırken zihnim bana, direnç koyuyor ve adı da ilgimi çeken Özgür Şef'e giriyorum. Tabildot 40 TL, coğrafyadaki genel fiyatlara göre uygun ki bizim mıntıkada içinde et ya da kıyma olan yemekler 50-60, tavuk döner 45, iyi bir mantı ise 45'den başlayıp cinsine göre 60 TL'ye kadar uzuyor.

Fiyatlar uygun da acaba yemekler nasıl?

Çalışanların Özgür Şef dışındakileri kadın. Bu iyiye işaret. Ben sanırım saati biraz kaçırmışım, söylenene göre 25 dakika sonra fırındaki yemekler çıkacak ve beklemeyi göze almazsam tezgahta olanlara razı olmam gerek. Soteye benzer bir şey görüyorum ki tavuk taşlıkmış. Enteresan. İstiyorum. Çorba seçeneklerinden mercimek uyar bana, pirinç pilavı lütfen, bir de cacık.

Mahalleyi sevdim. Mekânı da. Girişiyorum yemeklere ekmeğimi bana bana ki tavuk şaşlık şaşırtıyor beni çünkü enfes. Elbette diğerleri de...

Gün cuma oluyor. Yani dün, evde temizlik var ve ben çalışmalarıma kardeşin dairesinde devam ediyorum. Sinema kafamda net. İş yoğun, piyasalar güçlü şirketler bazında uçuyor, doların geldiği nokta ile eşitlendiler; sabreden ve serinkanlı dervişler için sayısal olarak da çoğaltılmasına olanak verdiler ki bu da süper bir durum. Lakin ülkenin durumu o kadar güzel değil. Bugün işten biraz kaytarabilirim. Üşenmiyorum ve yemek için bir kez daha Özgür Şef'e gitme kararımın peşine takılıyor ve yokuşu tırmanıyorum. Bu kez Nohut, Ezo Gelin çorbası, pirinç pilavı ve cacık kombinasyonu yapıyorum ve bayıldığım verandada aynı masama oturarak ve mahalle içi sokağın tadını çıkararak götürüyorum. Sinema için 18:30 gibi evden çıkarım düşüncesindeyim. Ödememi yapıyor, ellerinize sağlık diyor ardından mahallenin derinliklerine dalıyorum. Elbette her yer apartman, alıştık artık. Sakinlik hoş ve ne kadar apartmanlar olsa da yine de bir mahalle tadı var. Sinekli Bakkal'a kadar uzayıp geniş bir tur atarak bulvara varıyorum ve uzun zamandır gelmediğim ve bulvar kafesi tadını sevdiğim Bebek Pastanesi'nin dış masalarından birine çöküyorum.

Juan José Saer ki kendisi Arjantinli bir yazar. Yara İzleri adlı romanını çıkarıyorum, trileçe sipariş veriyorum ve o arada bir yaşıma daha giriyorum çünkü artık karamel soslusunun yanı sıra frambuaz soslusu da varmış. Karamel soslu lütfen, diyorum, o ara üzerine bir top dondurma koydurmayı düşünüyorum ama gerçeğe dönüştürmüyorum ve sakin akan bulvarın kenarında, enfes bir havada kitabıma eşlikçi trileçenin keyfini yaşıyorum.


Ödeme yaparken de hanımefendi ile biraz laflıyoruz, çünkü meze dolaplarını boş görüyorum ve soruyorum. Sebep belli. Çıkınca yolu uzatıyorum yine... Elbette sokak araları; çünkü alt kesimde iki geniş bulvarın arasında kalan bölgede eskinin köy halinin izlerine rastlamak mümkün. En azından eskinin ağaçlarının çoğu korunmuş durumda. O sırada sokağın köşesinden, sırt çantası ile ve pateniyle ve pateninin parke taşlar üzerinde çıkardığı sesle ve köşeyi dönmesiyle birlikte gittikçe hızlanan çok tatlı, 12-13 yaşlarında bir çocuk hayran bakışlarım arasında yanımdan geçiyor. Dönüşü tren hattının da olduğu bulvardan yapıyorum. Toplumun açılıp saçılmış haline, genç kızların şort ve etek boylarına, göbeği açıkta bırakan "çaput parçalarına" falan bakınca da artık başımıza yağacak taş da kalmadı çok şükür diye düşünüyorum. Copacabana, Cannes ve benzeri bilumum popüler hatlar bizimkilerin yanında muhafazakar kalmazsa adam değilim; gururlanıyorum ve bu sessiz başkaldırıya helâl olsun, yürüyün kızlar diyesim bile geliyor. Eve varınca uzanıyor, bilgisayarı dizlerime alıp açıyor, ne var ne yok diye memlekete ve piyasalara göz atıyor, saat 18.05'de son verileri alınca da sinemaya gitme hazırlıklarını planlıyorum. O ara ev telefonumdaki aramalardan, telefonun uzun uzun çaldığından söz ediliyor. Alıp bakıyorum, çok az kişide numarası olan telefona. Yanılmıyorum tabii ki... Evet, Enn Sevdiğim Kadın. Arıyorum. İzmir Fuarı'nın Basmane kapısındaki bir mekânda, birasını yudumluyor. Uzun uzun konuşuyoruz.

Geçen gün incelediğim üzere anılarımda çok özel yeri olan küçük şehire uçuş aktarmalı ve iki uçuş arası 15-16 saatten fazla. Otobüsle Ankara, sonrasında uçaksa mantıklı. Bundan da söz ediyorum. O sırada geçen yıl gerçekleştiremediğim ama gerçekleşse kalmayı düşündüğüm taş otelin gecelik fiyatı da konuya dahil oluyor. Enn Sevdiğim Kadın da pandemi öncesi İzmir'e son gidişimizde kaldığımız otelin fiyatını söylüyor. Hem de geçen yılla kıyaslayarak ki geçen yıl bu mevsime göre artış dört kat. Tabii ki akıl almıyor.

Enn sevdiğim kadın akşam Tarkan konserini izleyecek. Ben de birazdan sinemaya gideceğim, öylesine uzanmış ve yazılar okuyarak vakit geçiriyorum, kitabı elime alınca da rehavet bastırıyor. Ben direniyorum çünkü gelmekte olanın farkındayım. Az kestirmekten zarar gelmez derken ve belki de temizlik kokusunun etkisiyle derin ve tatlıca sızmışım. Uyandığımda saatin gece yarısına vardığını düşünüyorum. Baktığımdaysa 20:33 olduğunu görüyorum.

Film kaçtı.

Bugünse hava enfes, bu öğlen de bir Özgür Şef yapabilirim, yolu yokuş olsa da sevdim valla, bu kez bir yerlerde dondurma da yerim belki. Belki de başka fikirler aklımı çeler, kimbilir. Bizim mahallenin esnafıysa bir süre kusura bakmasın... Hımmmm hem de soracağım adı Özgür mü diye. Elbette adı aşırma noktasında bir sözüm olamayacak, çünkü yakıştırdım mekâna. Gün ne getirir bilinmez ama sinemaya, Arthur Rambo'ya bu akşam giderim diye umuyorum.

3 Eylül 2022 Cumartesi

Bıçağın İki Yüzü

Bıçağın İki Yüzü bittiğinde koltukta bir süre kalıp, derin bir nefes alıp, üzerine arada kalmışlıkla düşünülesi... ve bir anlamda da -izleyici olarak- muhafazakarlık sınırınız nerede başlar ve nereye kadardır testi yaptırası bir film. Öyle bir nefeste yazılası değil yani!


16+ Bir Filmdir! Dolayısı İle Yazı!



Yukarıdaki cümleyi bu sabah henüz yazıya başlamamışken, bloguna uğradığımda gördüğüm filme gitmeme vesile olan Sevgili Filmgündemi'nin bir yazıma yaptığı yorumunu yanıtlarken kullandım. Sonra bunu ben mi yazdım şimdi hoşluğu ile gaza geldim, çünkü filme ve izleyecilerine dair bir gerçeği çok basit gözüken kısa bir cümle ile ifade etmiştim. Bu giriş her yazı başlangıcında yaşadığım sıkıntıyı aştığım ilmek oldu ayrıca. O halde teşekkürler Filmgündemi.

17:20 seansı uygundu. Gerçi mesaimin bitmesine 40 dakika kalacaktı, dolayısıyla filme yetişmek için işi son verileri alamadan ve iki saat önce bırakacaktım ama olsundu. Filmin içinde Juliette Binoche varsa kaçmazdı, kaçmamlıydı.

En sevdiğim tişörtlerimden birini ve kotumu giydim. Elbette duştan çıkınca traşımı oldum. Sonuçta boru değil bu, sinemada bir keyife gidiyoruz.

Önce bir şeyler atıştırmak için sevdiğim bir mekâna uğradım, sonra istasyona... Kartımı okuttum, kırmızı yandı. "Allah Allah," dedim, "doluydu ama!" Yükleme için kiosk'a yürüyordum ki bir hanımefendi tren bedava dedi. Şaşırdım. Tıka basa dolunca da anladım, çünkü şehrimizde Teknofest vardı.

AVM'ye varınca hızla asansöre yürüdüm; üst geçit, sırt çantası x ray'e, güvenlikten geçme ve sinema katındayım.

Biletimi alınca benimle aynı sırada iki yan yana yerin daha satılmış olduğunu gördüm. AVM'de bir tur attım tekrar sinema katına çıktım ve terastayım. Manzaram enfes fakat şu an sizin sadede gel be adam dediğinizin ve diyeceğinizin de farkındayım.

Ama blogun bir anlamda günlük olduğunu da hatırlayın lütfen!


Tamam kızmayın, bisküvilerimden ve onların tadını nasıl çıkardığımdan söz etmeyeceğim.

Fakat ben salona girmeden önce, lobideki koltuklarda otururken gencecik bir çift çıktı salondan. Kız lavobalara gitti, oğlan onu dışarıda bekledi. Bense o ikisinin salondaki komşularım olduğunu anladım.

Şimdi koltuğumdayım. Reklamlar ve fragmanlar başladı. O iki genç salona dönmedi. Üzüldüm çünkü varlığımla yalnızlıklarına engel olmuştum sanırım. Çıkıp salonu onlara bırakmaya, bir sonraki seansa girmeye razıydım o an. Ahhh gençlik, dedim, bir kaç saatlik başbaşalığın kıymetini bilen bir yetişkin olmama rağmen çocukların hızla geçip gidecek gençliklerindeki bir fırsata engel olduğum için kızdım kendime.

Film başladı, mutlu bir kadın ve mutlu bir adam kısa bir tatilde ve denizde. Yönetmenin bu anları aktarımını beğendim; iki mutlu ve birbirini seven insan, ne güzel. Onların mutluluklarından payıma düşeni aldım... Fakat filmin müzikleri! Muhteşem. Çok az filmde müzik dikkatimi bu kadar çekip sahnelerin önüne geçmiştir. Bunun da altını çizmek isterim.

Ve görüntü yönetimine ve de kamera kullanımına bayıldım.

Film bazılarına sıkıcı gelecek, hatta salonu terk ettirecek bir ritmde ilerliyor; ama bana hiç de öyle gelmiyor, rutin bir yaşamın perdede aktığının elbette farkındayım. Oturduğum koltuk dolayısıyla da filmin tam içindeyim ve önümdeki koridor bana yayılma fırsatı veriyor. İlk yarı boyunca mutlu bir ilişki, gündelik hayatın sıkıntıları, adamın sorunlu çoluk çocuk durumları şeklinde ilerlerken... ve bir çok seyirciye ne işim vardı şimdi sinemada ve bu filmde, daha çok eğlenebilirdim dışarıda, dedirtecek film, bana bunların hiçbirini söyletmiyor. Yönetmen Claire Denis'in tavrından memnunum, bu film böyle akmalıydı konusunda hemfikiriz, aldığı Altın Ayı anasının ak sütü gibi helâl; müzikler zaten! O halde her şey yolunda.

Antrakta çıkmıyorum, suyum sırt çantamda, bisküvim enfes, pek çok izleyici için sıkıcı olsa da keyifli bir ilk yarı izlemişim.

İkinci yarı ritmi bir tık hızlandırıyor yönetmen, duygusal aksiyonlar sahne alıyor. Konu bir üçgene evriliyor. Ve bir yanda gerçek bir sevgiye dayalı bir ilişki ve adanmışlık, öte yanda daha cinsellik temelli, aşk desem aşka yazık ederim diyeceğim ama Sarah tarafından bakınca da aşk diyebilirim; tutku ve bağımlılıksa zirvede! Bunu da (bir kısım) kadının dünyasından bakınca anlayabilirim. Ve son kertede şunu derim: Kadın olmak zor be!

Elbette filmin ana konusu bir üçgen ve bu üçgen içindeki aşk, meşk, tutku, iş ortaklığı, cinsel bağımlılık, belki erkekler arası bir rekabet falan olsa da yan hikâyelerle filmi beslemiş yönetmen, gerçek yaşamı da bu düzlemine taşımış. Tüm olan bitenler üzerinden bakınca da olur bu hayatta böyle şeyler dedirtiyor ve benzer filmlere çok rastlamış olsak da yine nüansları olan, yeni bir kanal açarak üzerine konuşmaya değer bir yolun taşlarını da döşüyor Claire.

Ama müzikler işte!

Juliette'den ziyade oynadığı karakterin engel olamadığı tutkularının yaratığı duyguyu her ne kadar anlasam da sanırım bir yanım o karaktere bürünmeyi Binoche'una yakıştıramıyor. İşte tam da o sırada film izleyen yanım olaya müdahil oluyor ve sende bu duyguyu yarattığına göre rolünün hakkını vermiş olmalı, diyor. Elbette kabul ediyorum ama... ben 15 yaşında bir ergenim de hâlâ; filmdeki, sevdiği kahramanının başına kötü bir şey gelecek diye bakamayan ya da yüzünü eliyle kapatıp parmak arasından ne olup bittiğine göz atan bir ergen.

Filmde bu kadarına da ne gerek vardı dedirtecek, pornografinin kapısını tıklatacak sahneler de var; bir isyana neden olur mu izlerken bu? Eğer Juliette'nin yeri kalbinizde ben gibi değilse olmayabilir ki filmin gerçekliğinden bakınca ben de hakkı verilmiş derim.

Ama ahh o filmin müzikleri işte!

Gelirsek sadede, iyi bir yönetmen kadına, erkeğe, hazma, aşka, sevmenin farklı renklerine dair sıra dışı bir film çekmiş. Tüm hissiyatların hakkını veriyor olması açısından da izlediğim güzel bir filmdi.

Üstelik sinemadan çıkınca, bir mekânda şarap açtırası ve üzerine konuşulası... Sevdiğiniz biri varsa da ona sarılınası... Güzel vakit geçirdim, geçirdik denilesi bir filmdi Bıçağın İki Yüzü.

Eğer tutkulu bir çiftseniz ve hâlâ birbirinize aşıksanız... Film dönüşü için birlikte yattığınız karyolanın yatağına, yorganına ve yastıklarına en sevdiğiniz nevresimlerinizi ve kılıflarını geçirmenizi; dolabınızda soğutulmaya bırakılmış ve dönüşünüzü bekleyen iyi bir beyaz şarabı hazır olarak bekletmenizi tavsiye ederim; hatta Doluca Moskado'yu iyi bir beyaz olarak öneririm.

Kadehlerinizi içkilerinizle birlikte dolaba koymayı unutmayın ama!


Bağlılığınızın güçleneceğini, iyi ki en sevdiğim adam-kadın bu duygunuzun bir kez daha tavan yapacağını garanti edebilirim.

Tersi bir durum söz konusu olursa da tekmeyi basın gitsin, derim. (şaka, şaka)

Benimse yoldayken telefonum çalıyor, şarzım bitti bitecek, telefon kapanıyor, sonra açmayı başarıyor ve geri arıyorum. Enfes bir sonyaz akşamı. Enn Sevdiğim Kadın tatil evinde ve aramızdan serin ve enfes bir şarap tadında kelimeler akıyor, ben eve doğru yürüyorum. Başım öylesine dönmüş, aklım öylesine uçmuş ki anahtarı kaybettim sanıyorum.

Filmgündemi ise burada


1 Eylül 2022 Perşembe

Özlemin Eski Tadı Var

Geçen gün bir tetiklenmeyle başladığım Hayata Ve Sevmeye Dair Bir Kaç Dakika başlıklı yazıya son noktasını koyup onu bir okur gözüyle, ben yazmamış gibi okurken bir anda uzun yıllar öncesindeki bir kitabın başlığına uçtum.

Çok kere ve çok bilmişlikle çok havalı bulduğum adı ve ondan edindiklerimi arkadaş sohbetlerinde "entelektüel" edalarla ve keyifle kullanmıştım, kullanırdım. Şimdilerde, gençler tarafından bilinir mi kendisi pek emin değilim. Oscar'lı bir film yıldızı, bir entelektüel, Yves Montand'ın eşi; Simone Signoret! 1921 doğumlu.

Kitabın adı dilime yapışmıştı. Yıllarca dilimden çıkarıp pek çok ideolojik ve bilimsel cümleye ek olarak, elbette yeni yetmeliğin çok bilmişlik tadıyla ve havalı bir referans olarak hem siyasal hem de hayata dair sohbetlerin orta yerine, elinde full as olan bir kumarbaz keyfiyle saçtım.

Yani kocaman bir zenginlikle dilime oturmuş bir kitaptı, Özlemin Eski Tadı Yok. Çok keyifli bir okumaydı. Bir nehir söyleşiydi ve nehir gibi de akmıştı.

Bir söyleşi ürküntüsüne rağmen bir roman tadındaydı. Soruları soran aynı zamanda yanıtları da verendi. İçinde kimlerden söz edilmiyordu ki. Adlarını duyduğumuz, bildiğimiz dev gibi entelektüeller; sinema oyuncuları, yazarlar, dünya siyasetine damgasını vurmuş, soğuk savaş yıllarının pek çok popüler karakteri.

Kruşçev, Tito, André Malraux, Nazım Hikmet, Picasso, Vanesse Redgrave...

Çehov yüzünden kaçırılan gala gecesi, vesaire.

Katherine Hepburn, Doris Day, Elizabeth Taylor, Audrey Hepburn... ve Simone Signoret.

Oscar adayları olarak gazetelerde.

Dünyanın dört bir yanına seyahatler.

O yılların dünyasından kareler ve elbette anılar.

Bir yeni yetme için bu kitabı okumuş olmaktan, ondan alıntıları sohbetlere katmaktan daha havalı ne olabilirdi ki?

Hem bunun üzerinden konuşmak mekaniklik içeren ideolojik kitaplardan cümleleri tartışmaktan daha sıcak, daha insani sohbetlerin kapısını açıp zihinlere daha lezzetli cümleler bıraktırıyor, bunun yanı sıra da romantizmi getirip konduruyordu o yeni yetme masaların orta yerine.

Hafiften alkolün etkisi, çok taze ve yeni yetme bir romantizm, işte benim sevdiğim çocuk kıvancıyla ve bedeninin enfes yumuşaklığı ile sarılan sevgilinin eli avuçlardayken akan kelimeleriniz ve dolayısıyla sevgilinin sizinle gurur duymasının tadı... Ve cümlelerinizin bitimiyle ve alkolün genç bedenleri kolaylıkla ele geçirmesinin rahatlığı ile ama coşkuyla o bedenin kedicik bir tavırla bu kez yanağınıza kondurduğu öpücük... Dünyaya bedeldi.


Bir anı kitabı Özlemin Eski Tadı Yok, bence enfes bir nehir söyleşi. Çok keyifli çünkü sorular tek satırlık. Bu da bir roman okuyormuş hissi veriyor. Özellikle ben kuşağı için çok keyifli bir okuma olacağı kanaatindeyim çünkü içindeki pek çok ismi yeni yetmelik çağlarından hatırlayacaklardır. Mesela devamını yazmayacağım şu ilginç paragraf,

" 31 aralık 1959 günü saat geceyarısını çaldığında, büyük salonun lambaları söndü, kocamı öptüm, omuzuma bir el kondu ışıklar yandığında, Montand'ınkinden başka bir el. Gary Cooper'dı bu, o gece yeni yılımızı ilk kutlayan kişi oldu."

Kitabı 1.1.1980 tarihinde almışım, tarihle birlikte imzamı da atmışım; kendime yeni yıl armağanı. Coşkuluyum çünkü üniversite için tüm evraklarım Amerika'da. Onlara ekonomi desem de aileye çalım atacağım ve televizyon program yapımcısı ve yönetmeni olacağım. O yaz hayatımın en efsane gezisini yapacağım. 12 Eylül darbesiyle son kısmı kesilecek olsa da, 12 Eylül günü hayatımın en şahane karakterleri ile en şahane akşamlarından birini yaşayacağım*... Amerika'dan henüz bir ses çıkmayınca ve içimdeki bir hisle seyahat dönüşü aradan çıkarmak için askere gideceğim ve henüz bir aylık askerken, o his gerçek olacak ve ölüm Aralık sonunda gerçekleşecek.

Kardeşim çocuk yaşta okulu bırakıp mağazaya geçecek ve ikimiz de erken büyüyeceğiz. Bunu epey zorlu süreçlerin ardından elbette avantaja çevireceğiz. Ve bir yıl içindeki bu yaşanmışlıklar bana şu cümleyi kurduracak: Ama bir gerçek de şu ki biz kuşağı için özlemin eski tadı var.

En azından benim için!

Yoksa şöyle cümleleri yazmazdım, yazamazdım yetişkinliğimde:

"Özlemek, tek tek de çok anlamlı olan, ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de aslında dibinde olmaktır."

"Uzaklık, sanki başka başka anlamlar yüklenebilecek, farklı yüreklerde, farklı kelimeler hatta başka başka duygularla yakınlıkla eş anlamlı hale getirilebilecek kocaman bir sözcüktür benim için."

O halde çağının büyük seslerinden birinden gelsin ve bu yazı fazlasıyla uzama ihtimaline karşı tam da kıvamındayken, Nazım'ın Piraye için yazılmış sözlerinden bestelenmiş enfes bir şarkı ile bitsin.

Yves Montand söylüyor.




*11-12 Eylül-1980 Marmaris; Çok Anlatılmış Ama Yazılamamış Bir Eylül Hikâyesi

30 Ağustos 2022 Salı

Hayata Ve Sevmeye Dair Bir Kaç Dakika

Eylül'ü severim. Benim için özel bir aydır. Kısa sürelileri ayrı tutarsak tatil kapsamına girecek seyahatlerimin hepsi Eylül'dedir. Babamın öleceği Aralık ayından önceki -ki en efsane seyahatlerimden biri- 12 Eylül darbesi nedeniyle tamamlanamamış olsa da, %2'lik kısmı eksik kalsa da Eylül ayınının biri sabahında marşa basmamla başlamıştı.

Enn Sevdiğim Kadın'ı tatil anlamında uğurlamaların hepsi de Eylül ayına dairdir.

Ve o uğurlamalardan biri daha yaşandı dün gece.

Öyle güzeldi ki!

Bu sabah ilk noktasına, baba evine vardı. Bunu belirten mesajı telefonumdaydı.

Bu yazı yazılmasa ne olurdu?

Üstelik aklımda hiç yoktu.


Sabah birden, yatağa uzanmış dünyada ne var yok bakarken fark ettim ki içimden kelimeler akıyor. Zaten iş de bayram tatilinde. Tembel akan kelimelerin kafa bulduran şırıltısına kulaklarım kesildi ve yaz oğlum dedi.

Oysa olağan bir akşamdı. Maç izledim, sonra bir başka maç izledim ve saat O'nu alma vaktine vardı ve ben kardeşin dairesindeydim.

O'nu alma vaktine varış pek hoşuma gitti.

Arabayla giderken ve onun mıntıkasına yaklaşmışken ve kardeş uzunca bir tırı sollamışken ve ben andan başka bir tat alırken O'nu aradım, bulunduğumuz noktayı bildirdim, bir kaç dakika sonra da kapısının önündeydik.

Bir yanıyla ne kadar olağan ve sıradan bir süreç.

O henüz binadan çıkmamıştı. O ara motosikletli bir kurye aradığı bloğu sordu. Onun ardından ben de binaya girdim ve enn sevdiğim kadının dairesinin önüne vardığımda O evden çıkmıştı ve sırt çantası sırtında, ondan daha büyük bir çanta da omuzundaydı. Elbette vermemekte ısrarcı oldu ama çantayı aldım. Çünkü O enn kıyamacağım insanlar listemin başında.

Bagajlarını yerleştirdik ve lojmanlar bölgesinden ayrıldık.

Arka koltuktan bir anahtar uzattı bana. Evinin. Sonra sohbet ede ede, otobüs saatine vakit olduğu için ağır bir hızda garajlara vardık.

Şaşırtıcıydı ortam.

Nerede eski canlılık, ışıl ışıl haller diye düşündüm.

Garipsedim.

Ama O çok güzeldi.

O, ben ve kardeş şen şakrak sohbet ettik. Artık yok olan efsane otobüs şirketinden konuştuk ve o seyahatlerin tadından...

O sırada otobüs perona yanaştı. Ben bagajlarını verdim.

Sohbeti koyulttuk.

Tüm bu süreçte O'nun bu anlarını bir masal gibi zihnime kaydettim. Ne kadar güzel, sıcakkanlı, iyi yürekli ve hımmmm... bir kadın olduğunu bir kez daha teyit ettim. 10 yıl sonra bile aynı kadını ilk gün heyecanı ile seviyor olmam üzerine düşünmedim. Her karşılaşmamızda daha yeni tanışmışız ve ben onu ilk kez uğurluyormuşum duygum; hiç bir zaman yerini bir başka, taaa eskiden gibi ve bu kaçıncı kere hissini yaşatacak bir duyguya yollamadı beni.

O ara kardeş elemanlarından birinin başına gelen, oldukça dramatik, arabada ağlamakta olan bir müşterinin, bir genç kızın epey pahallı bir telefonunu kaybetme olayını anlatıyor. Sonra onun bulunmasını ve hafta sonu taksi şoförlüğünü ek iş olarak yapan elemanının bahşişe boğulmasını...

Bu hikâyenin en hoş tarafı bu tür olaylar için taksicilerin kendi aralarında özel bir hat oluşturmalarıydı.

Elbette eski otobüs yolculuklarının tadından söz ettik. Çok derin yolculuk anıları bırakan Ulusoy'un yok oluşu üzerine arşivdeki, naftalinlenmiş pek çok anıyı ortaya döktük. Varan'dan girip Boss'dan çıktık. Ulusoy'un domates çorbasının ve üzerine kaymak ekletilmiş ekmek kadayıfının ve tabii ki Bolu Dağı tesislerinin altını çizdik.

Sonra da sarıldık, öpüştük ve enn sevdiğim kadın otobüse bindi.

Biz alanı terk etmedik.

Otobüs yolculuklarını ve garlarını özlemiş miydik?

Sanırım özlemiştik.

Uçak hiçbir zaman yolun tadını, yolda olmanın tadını vermiyordu. Oysa akıldan geçenlerle akıp giden yolun tadını senkronize etmek, o sırada bir şeyler atıştırmak, bir fincan çay ya da kahve içmek, sorunları kilometrelerce arkada bıraktıran bambaşka bir keyifti.

Saat 00:30'a iyice yaklaşmıştı. En sevdiğim kadın otobüsten indi, alanı terk etmeyen bana ve kardeşime bir kez daha sarıldı, öpüştük.

Çok şanslıydık çünkü bu kadar içten sarılan ve sarıldığı insana çok ama çok iyi gelen, yanağından makas almalık, kalbi bu kadar samimi, çok güzel bir insan bulmak zordu.

Otobüs kalktı.

Biz arabaya geçtik.

Ben O'nun evinin anahtarını cebimde mi diye kontrol ettim.

Hız limitlerini aşmamaya gayret ederek ve gecenin ışıklarını birbir geçerek eve doğru yol alıyorduk ki kardeş soda içmek istedi ve bana da sordu. Portakallı ya da limonlu bir şey al dedim; Schweppes diye de marka telaffuz etti içimden bir ses; ona aktardım.

Gecenin sessizliğinde yağ gibi akarken üç harfli, Schweppes'imi ağır bir keyifle içtim.

Kardeş üç harflisini park ederken ben binaya giriş şifresini tuşladım. Birbirimize iyi geceler diledik ve o evine girerken ben asansörün tuşuna bastım.

Derin ama salak ve asla körü körüne aşık olmayan, aynı kadını 10 yıldır aynı heyecanla seven ve mutlu bir adam tadında uyudum.

Uyandığımda O'nun mesajını gördüm. Gülümsedim ve hemen yanıtladım.

Sonra da içimden aktığı gibi, sanki ilk ve tek sevgilisini yazan bir çocukluk heyecanıyla bu yazıyı yazdım.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP