akıp giden zamana notlar... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akıp giden zamana notlar... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Şubat 2023 Cumartesi

Uçsuz Bucaksız Bir Akşam

Günlerdir bir enkazın altında geçmişi yaşıyor olmanın ardından, tüm eğlencelerini terk etmiş ben, hayat da devam ediyor ama moduna bir türlü geçemezken, kıyısından köşesinden de olsa piyasaların açılmasıyla birlikte iş hayatına, odağa yerleştirmeden, ilk adımları atıyorum. Öğlenleri yemek için dışarı çıkmanın dışındaki zaman yatak odamda yatağa uzanmış, sırtımı yastıklara yaslamış bir vaziyette bilgisayar ekranında geçiyor. Kitap okumuyor, eğlenceli hiçbir şey izlemiyor, Hatay anılı yazıların içinden pasajlar seçip onları blogda yayınlıyor, arada haberlere göz atıyorum.

Coğrafyaya her dönüşümde ise hayatımıza kattıklarına şükranla birlikte bazı anlarda gözümden süzülen yaşlara da engel olamıyorum.

Etinden et kesilse gözünden tek damla düşmeyecek ben, fena halde şaşkınım.

Ve nasıl bir aşkın içinde olduğumu da -öyle olmasa bile- sanki onu kaybedince anlamış olduğumu fark ediyor ama kendime yine de engel olamıyorum. İşte o sırada içimdeki cevval olaya el koyuyor ve "Hadi sinema!" diyor. Ayaklarım ve ruhum çekimser, kalbim göçük altlarında atıyor, iradem yıkık ancak gerçekçi yanım da hayat devam ediyorda ısrarcı.

Tam bu haller içindeyken Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısının altına tamı tamına şu silkiniş cümlelerini yazıyorum:

"Ben bugün karar verdim, hafta sonu -belki de yarın- sinemaya gideceğim ve hayata sıfırdan başlayacağım. Depremin ilk gününden beri bir odanın içinde bilgisayar kucağımda, piyasalar kapalı olduğu için iş güç de yok, hayat ve ruh gri, öğle üzeri bir şeyler atıştırmak için dışarı çıkıyorum; orada burada biraz laflama, sonra bari hatırlatma aşımı olayım bahanesi ile sağlık ocağı gibi aktiviteler, başka şehirlerdeki arkadaşlarla telefonlaşma falan... Blog dünyası olmasa ve yazmasaydık ne yapardık diyorum bir de... Şaşkınım, bana bir şehir için çok üzüleceksin deseler, hadi ordan derdim Sevgili Okul Arkadaşım, içimize nasıl girmişse insanları ve kendisiyle... Kalbime gözyaşı döktürüyor... Garip!"


*
Günler sonra diyeceğim ama o günler bana yıllar gibi geliyor; istasyona doğru yürüyorum, öğlen yemeğini kasıtlı olarak geciktirdim ve Adem Usta'ya dalıp içinde yeşillik olmayacak sade bir sandviç döner söylüyor ve yiyorum. O ara, ödeme yaparken bankaların hırsızlıklar nedeniyle kredi kartlarını temassız ödemeye kapattıklarını,  kapatmadan sonraki  ilk kullanımda şifre girmeyi zorunlu kıldıklarını, sonrasında da temassız ödemeye açtıklarını öğreniyor ve alkışlıyorum kendilerini.

İstasyon cansız, en yoğun olması gereken saatte tren boş, öğrenci kalabalıkları yok olmuş.

Tren yol aldıkça hayata biraz daha yaklaşıyorum. Sanki kocaman bir göçüğün altından çıkmışım ve hayata biraz da bencilce, yıkılmadım ayaktayım havası atıyorum. Ayaklarım yine bir köpüğün üzerinde uçar adım gidiyorlar. Etraftaki insanlara göz atıyorum; vicdanları kader birliği etmişler ve ruh halleri depremin altından az önce çıkmışlar gibi. Klasik sinema alışverişi için Migros'tayım. Bu saatlerin geleneksel kalabalığından eser yok. Önümdeki anne ve oğul alışverişleri için ödeme yapacaklar; önce oğul teşebbüs ediyor. Yetersiz bakiye! İkinci kartı deniyor; değişen birşey olmuyor ama benim içim cızz. Çünkü aldıklarının toplam ederi iki haneli. Anne çıkarıyor bu kez kartını ama benim de ödüm kopuyor. Ödeme tamamlanıyor ve feraha eriyorum; elbette Saray'a da insanları düşürdükleri bu hal nedeniyle "sevgilerimi" yolluyorum.

Sinema ve yeme içme katındayım, sanki depremde göçük altında yok olmuşuz gibi o da ıssız, yemek alanındaki masalarda tek tük insan. Gişelerin önü de şaşırtıcı, çünkü boş. Bir tek gişe açık! Benim tatlı gişecim beni gördü ve el sallıyor. D-3'ü seçti ve birikmiş bilet puanımı kullanmayı teklif etti, düş diyorum. Sonra biraz sohbet ediyor, biraz da Hatay konuşuyoruz; ülkeyi yönetenlere çakmadan da duramıyoruz elbette. Ben de doğuluyum, diyor, soruyorum neresindensin doğunun diye ve bir an dede baba toprağımızdandır diye düşünüyorum. Batman, diyor ve biraz da doğu konuşuyoruz. Ben salonlara çıkaracak yürüyen merdivenlere doğru ayrılırken o iyi seyirler diliyor.

Biraz terasta oturuyorum. Gece ve şehrin ışıkları acıların üzerini kısmen karartıyor. Fuayede ben dışında Allahın kulu yok. Bir iki salondan film sesleri geliyor, çoğunluğun kapıları açık ve boşlar. Süre yaklaşınca her zamanki salona yürüyorum ve giriyorum; ben dışında ve hemen arka sıramda iki genç adam var ve film sonrası, izlenimim olarak arada çıkarlar diye düşünme ukalalığımı yerle bir ettikleri için şükran duyuyorum kendilerine...




Beklermiş Her Kitap Da Belli Bir Ânı



Depremin ilk gününden itibaren zihnimi gömülü olduğu yerden alıp başka yere taşıma bencilliği ile okunmayı bekleyen kitaplar rafına gidiyorum ve bir kitap çekiyorum, kısalardan... Başlıyorum, biraz devam ediyorum, kitap güzel ama bir türlü beni ruh halimden kopartıp da pışpışlayamıyor; zihnim kanatlanıp her çabalamamda, yine Hatay'a gidip konuyor. Bırakıyorum, bu sefer yeniden yıkık ruh halim baş köşeye kuruluyor. Ve bu anlardan birinde bir ışık yanıyor.

Koşuyorum çalışma odasına, gözüm radar detaycılığında tarıyor okunmayanlar bölümünü. Fakat hayal kırıklığı; aldığımdan eminim oysa! O ara benzer renkli bir kitabı fark ediyorum, o an onu öbür kitap olarak düşündüğümü sanıyorum ve üzülüyorum ki içim dürtüyor beni; onu aldığım konusunda ısrarcı. Yeniden göz atıyorum raflara, sonra en üst sıradaki kitapları yeniden tararken arkada da kitaplar olduğunu fark ediyorum ve bingo! Burası Radyo Şarampol. Üzerindeki tarih 18 Ocak 2021. Hemen alıp yatağıma dönüyorum; gün ışımamış ve sabahın en erkeni. Başlıyorum ve başlamamla birlikte kitap hüüp diye çekip alıyor beni. Artık başka bir dünyadayım; ruhum kitabın içinde bedenim yatakta olsa da... Zihnim fırsat bulsa güne dönecek ama nerede o fırsat.

O nasıl bir üslup, o nasıl güzel betimlemeler, o nasıl güzel cümleler; kelimeler, harfler sadece bir araç, benim gözümde film kareleri gibi akıyor kitap. Bütün karakterlerini sanki hepsini bizzat tanımışım, tüm mekânları gezip görmüşüm gibi anlatmazsam namerdim. Müthiş bir yazarla tanışıyorum: Şükran Yiğit. Bu kadar mı yetenekli olur bir insan diyor başka bir şey diyemiyorum. Ve tüm bu cümleleri çok kolaylıkla yazdığından da adım gibi eminim. Doyamıyorum, elimden bırakamıyorum, bırakıp da karabasan dünya hallerine dönmek istemeyecek kadar da bencilim.


**

Film Başlamak Üzere




Uzun cümleler kuramayacağım film hakkında çünkü aldığım tadı ve yaşadığım uçsuz bucaksız öyküyü anlatmaya yetemeyeceğimi biliyor ve bunu peşinen kabul ediyorum. Penélope Cruz'un performansına bayıldığım gibi canlandırdığı anne ve kadın karakterine de bayılıyorum. Kesinlikle ödüllük bir performans ve "oğlu" rolündeki Andrea'nın oyunculuğuna ve canlandırdığı karaktere hayran olmakla birlikte adın neden işaretli olduğunu anlayacaksınız sevgili okurlar, diyor ve kısa kesiyorum. Altını çizerek ve de iddia ile diyorum ki olağanüstü keyifli bir film yapmış -kendisi de çok özel bir karakter olan- yönetmen Emanuele Crialese ki senaryo yazarlarından biri de aynı zamanda. Meseleyi o kadar incelikli bir mizah da kullanarak o kadar güzel işlemiş ki ve bunu yaparken ve de sevginin yanı sıra kadın nahifliğinin altını çizerken; odun erkek kitlesini de bir erkekle temsil ettirmeyi ihmal etmemiş. Filmin Andrea (Luana Giuliani) dışında iki küçük yaşta çocuk karakteri daha var. İki oyuncu da son derece sahici; ve özellikle küçük kızın performansına dikkat.

Ve 70'li yıllarda geçen 2022 yapımı filmin büyük sürprizi:

Televizyonun Raffaella Carrà ve Patty Pravo şovlu yıllarını hatırlayanlar kesinlikle bayılacaklardır siyah beyaz sahnelere; Türkçelerini de bildikleri şarkılara ve danslara kapılıp bu dünyaya bir Raffaella daha gelmeyeceğinden emin olacaklardır diye düşünüyorken ve Pepsi Max'imin son yudumlarındayken tam da ben... Film bitiyor!



Ama Bu Güzel Gün Güzel Bir Finali Hak Ediyor



Sinemadan alınmış keyif tavanda çıkıyorum salondan. Yürüyen merdiven tabana vardığında sola kıvrılıyor, bir kaç adım atıp el sallayarak iyi akşamlaşıyoruz, gişedeki tatlı kızla. Ancak AVM'nin alt katına inecek yürüyen merdiven arızalı ve asansöre yönlendiriyor güvenlik görevlisi. Bu akşamı AVM'de bir mekânda değil, bizim mahallede çoğaltmak fikrim var.

Trende tam yan koltuğumda bir çift var, genç kızın sırtı bana dönük. Genç adamla bir meseleyi tartışıyorlar. Oğlanın sakız çiğneyen sakin ama baskın tavrı beni ayar ediyor. Benden iki istasyon önce ineceklerini bilmiyorum ve o nedenle dilim frende. Sorun kızın ayakkabı ve çanta seçerkenki kararsızlığı ve oğlanın uzun süre beklemiş olması. Konu durağa kadar bitmeyecek gibi. Mesele özür diledin dilemedin odaklı anlaşıldığı üzere. Bazen gülümsetiyorlar beni. Sonra oğlan gevşiyor, kıza sarılma teşebbüsleri, barış çubuğu hazır, çocuğu sevmeye başladım çünkü hiç gerginlik yaratmadan sabırla dinledi ve kısa cevaplar verdi. Sonunda konuyu kapatacak hamleyi de yaptı. Ama -bazı- kadın kısmı işte! Süngü düşünce, meselesi yani.

İniyorlar,aslında pek tatlılar, oğlana gülümsüyorum.


Üçüncü kez el değiştiren ve yenilenen mahallemizin yeni pastanesinde karar kılmıştım ve süzülüyorum kapıdan içeri. Dipteki masayı gözüme kestirmiş durumdayım; az önce boşalmış ve tatlı bir kız temizliyor. Beni başka bir masaya yönlendirme arzusu var. Sakıncası yok beklerim, diyorum. Girince siparişimi vermiştim. Kitabımı açıyorum. Onun beni esir almasına gönülden razıyım. Yok ediyor içinde yine beni, kaldığım yerden devam ediyorum. Pastam, Ayaspaşa Rus Lokantası'ndaki kadar lezzetli değil; katlarında sorun yok da arasındaki krema ben krem şantiyim diye bağırıyor. Biraz pasta biraz çay derken ve ön masadaki mütahit cenahından deprem bölgesindeki inşaat potansiyeli üzerine elde kağıt kalem ve hesap kitapla fiyatlandırma çabalarını dinlerken; bu güzel akşam için beni yönlendiren iyilik meleklerime selâm çakıp teşekkür etmeyi de ihmal etmiyorum ve eve varır varmaz da bu yazının fotoğraflarını yerleştirip yazımını sabaha bırakıyor, yayımını da saat 17:55'e ayarlıyorum.

26 Ocak 2023 Perşembe

Büyük Laf Etme Sonra Büyük Sürpriz Çarpar Seni

Çok haklısın, çok da keyif aldığını anlıyorum ancak ben şarkıları, söyleyenlerden ayrı düşünüp daha çok seviyorum belki... mesela koşa koşa gidip şunu görim, imza alim gibi heyecanlarım da yoktu. Plaklarını, kasetlerini alır, dinler, kendilerini sever, konserlerine giderdim o kadar... Düşündüm de posterini astığım kimler vardı diye, pek hatırlayamadım.


Yukarıdaki italik lafları bundan bir hafta önce çok keyifli diyalogları olan ve bir 45'lik plağın fotoğraflarını ekleyerek ve çok hevesle yayına verdiğim postun yorumlar kısmında ediyorum. Ve aradan daha bir kaç gün geçmeden, plağı yerine götürdüğümde bir başka plağı ararken Melike Demirağ geliyor aklıma: Plakları olduğunu biliyorum ve Arkadaş'ın elimde olmasını dileyerek ve heyecanlanarak kurcalamaya devam ederken geri getirilmeyenlerden olduğunu anlıyor, üzülüyorum; ama hayat bana kıyamıyor sanırım ve bir sürpriz yapıyor.  Arkadaş yağmadan dönememiş üzüntümü bile silecek bir sürpriz bu; aklımın ucunda bile olmayan bambaşka bir şey! Üstelik çok kıymetli. Çünkü:


Elimdeki iki plaktan biri imzalı! Önce inanamıyorum. O konser gününü, sonrasını ve geceyi çok iyi hatırlıyorum ama imza ne iş? Şaşkınım. 1978 nere 2023 nere? Onca yılda elimden kaç kez geçmiştir hesap edemem. Sonra acaba bu imza baskı mıydı plak kapaklarında diye düşünmeye başlıyorum ve aynı plak kapağını internette arayıp buluyorum. Yok... imza yok ve elimdeki imza orjinal. Ben bunu nasıl becerdim diye düşünmüyorum çünkü denemem bile, onca kalabalığın içine girip bir imza için yırtınmam, huyum bu! Beynimdeki arşiv çalışıyor. O geceyi bütün detayları ile hatırlıyorum çünkü, imza hariç!



O Gece

Olağanüstü coşkulu kapalı spor salonu, solun çok güçlendiği ve iyi organize olduğu yıllar, devrim şarkıları söyleniyor salonda, nefis bir bahar akşamı, her birimizin içinden Che Guevara'lar fışkırıyor ve ben iki aşkın arasında göz yaşları döktüğüm sırada; yıllar yıllar sonra yazılarımda şu cümleyi kuracağımı henüz bilmiyorum: "Aradaydım. Yaşamımın sonraki hiç bir döneminde bir kez bile tekrarı olmayacak şekilde hem de..."

Sloganların ardı arkası kesilmiyor akşam boyunca, konser aralarında marşlar söyleniyor ve o gece Arkadaş kaç kez isteniyor sayamıyorum.

Konser bitiyor, kızları evlerine bırakıyor ve soluğu Birtat'da alıyoruz. Beş arkadaş enfes pastaları enfes limonatalarla götürüyoruz. Bir süre sonra Bora da katılıyor bize, o konseri organize eden, aynı zamanda fuar içi kapalı devre radyo ve siyah beyaz televizyon yayınları yapan Tulga Gerçek Reklam Ajansı'nda çalışıyor. Anlatmaya Melike ve diğer alt şarkıcıların konser sonrası diskoya geçtikleri ile başlıyor, esrar partisinden çıkıyor... O anda fark ediyorum ki biz çöküyoruz; çünkü olayı hemen bir seks partisine bağlıyoruz. Melike'mizi öyle hayal edemiyoruz, o kutsal bakiremiz bizim; öyle kalmalı. Az önceki şen şakrak sohbetin zerresi bile masada değil artık. O halde kafa çekmeye gitmeliyiz. Gelsin biralar. "Oğlum yarın okul var," lafları havayı dövse de iş arabeske bağlanacak ve biralar içilecek, Melike bize bunu nasıl yapar! İki bardak bile çokken üçüncü yeni yetme bünyeleri yıkacak kesin, sonrasını lavoba paklar. Masa pek efkârlı, zihinler kurmacanın esiri ki kısa sürede sıyrılacak gibi değiller. Eve geldiğimde ilk işim Suzi'nin yanındaki posteri sökmek oluyor. Oysa biz onu Joan Baez katlarına çıkarmıştık. Olmamıştır diye diye teselliler yaratıyor, yarattığıma inanıp uyuyorum.

Ertesi gün okul, Bora gecenin yorgunu ve sınıfta değil, hepimiz mevzudan uzak. Okul çıkışı eve geliyor, kotumu giyiyor, bir şeyler atıştırıp bir şeyler okuyor ve günün ruhları dürtükleyen saatinde derneğe gidiyorum; ortalık ıssız ve loş, O'nu bekliyorum. Biraz sonra O, yani Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindensin Ömrümün Neyleyim Ben konservatuardan geliyor. Gitarı ve vokali bir kez daha aklıma karışıyor...Teselliyi O'nun dizlerinde, sesinde ve gitarının tellerinde buluyorum.

Sonra gitarını kenara bırakıyor ve gülüyor, çünkü ilacımın kendisi olduğunu biliyor, gülümseyerek bu çocukça tavrıma; böyle anlarda en bayıldığım şeyi yapıyor; parmakları saçlarımda dolaşıyor. Sonra dudaklarımda enfes bir ıslaklık ve sonra ruhumu sarıp sarmalayan şefkatli bir yumuşaklık. Ve iki dal filtresiz sigaradan biri bana...


İki gün ve gece boyunca plak yanımdayken dün gece bir anda aydınlanma yaşıyor ve konser ertesinin en önemli ânını, dolayısı ile eksik parçasını hatırlıyorum ve anormal bir rahatlama ile şu cümleleri ekleyerek beklemekte olan yazıya, huzura eriyorum: Ben 45'liği Bora'ya verdim, çünkü O tüm gün ve gece boyunca Melike Demirağ ve ekibiyle ve alt kadrosu ile birlikte olacaktı. Kolay işti onun için ve o akşam Birtat'a konuklar için tatlı bir şeyler almaya gelmişti ve bizle rastlaşınca da iki lafın belini kırmıştı. Her ne kadar anlattığı esrar kısmı normal bir durum olsa da Türk filmlerinin etkisindeki ve şartlandırdığı biz, belki de dönemin -yerli- seks filmleri furyasının etkisiyle olmayacak bir yakıştırma yaparak, evleneceği Şanar Abi'ye de gıyabında ayıp etmiştik.

Bir ertesi sabah, kabı imzalı plak okulda ve elimdeydi. O ise hâlâ bizim Melike'mizdi!




20 Eylül 2022 Salı

Vira Bismillah Vira Palamut

Hava muhteşem. Çünkü güneşli ve pırıl pırıl. Üstelik enn sevdiğim gün. Cumartesi. Ben dışındaki tüm koşullar tadında. Ben de tadımdayım. O halde başlayabilirim. Giyinip çıkıyorum. Spor bir şıklık. Vira Bismillah dendi ve balık sezonu başladı. Hakkını vermek boynumun borcu. Elbette bir ritüel bu, o halde istikamet balığın merkezi. Keyifli bir tren yolculuğu, iniş istasyonum mükemmel bir nokta; Liman. İnince rayları geçip enfes bir parka gireceğim. Sonrasında da balığın en taze olduğu noktaya, balık haline. Hoş ve dairesel bir bina. Orta bölümünde yine dairesel bir lokanta var; benim en sevdiğim belediye başkanlarının eseri. Lokantayla yine dairesel dizilmiş balıkçılar arasında da parke taşlı bir yol ile yakışır bir kapalı alan. Önce balığımı seçmeliyim. Miss gibi tazelik. Çeşitlilik güzel, denizden bu sabah, bir kaç saat önce çıktılar. Kafa karıştırıcı bir durum söz konusu olsa da ben sezonu palamutla açmalıyım. Alanda alkol yok ama her çeşit balık en taze halleri ile ve birinci elden var. Balığımı seçtiğime ve ödemesini balıkçıya yaptığıma göre lokantaya geçip masama karar verebilirim.


Cam kenarında, tezgahlardaki alışverişi de gören masayı seçtim. Garsonumu da sevdim. Efendi, ölçülü, az konuşur nitelikli bir genç adam. Elbette sezonun açılış günlerine yakışır bir masa donatacağız.

"Bir mısır ekmeği lütfen."

"Bir turşu kavurması lütfen."

"Bir de salata lütfen."


Hımmm... sıcacık mısır ekmeği, sıcacık turşu kavurması ve görüntüsü enfes, balığa ve masaya yakışır bir salata. Mısır ekmeği ve turşu kavurmasını fazla soğutmadan sezon açılışını yapsak nasıl olur?

Bünyedeki tüm paydaşlardan güzel olur yanıtı geliyor. Elbette kırmıyorum onları ve abartmadan, kıvamında bir incelikle ve aralıklarla götürmeye başlıyorum. Hakikaten müthiş bir keyif. Mekânda bir kaç kalabalık masa daha var ve görüntü o ki balığımı biraz daha beklemem gerekecek. O halde usulca olmak koşuluyla mevcutların tadını çıkarmaya devam. Hem yavaş hayat güzeldir.


Ve günün ve hatta sezonun ilk balığı görünüyor. Solist altları saygı içinde şöylece bir toparlanıp sahneyi ona açıyorlar. O vakar içinde, kendine güveni tam. Zarafete bakınca çatal bıçağı alıyorum elime. İlk lokma ve gittim ben. Muhteşem desem değil, yetmez. Lokum gibi yakışık almaz. Olağanüstü güzel pişirilmiş enfes bir lezzet. Kılçıkları ayırırken bir gram, bir milim, bir mikro ölçek kadar bile balık yapışmıyor üzerlerine. Atıyorum çatal bıçağı. Ellerimle, parmaklarımın keyfiyle, ağır ağır, bitecek korkusuyla her bir parçasını tüm hücrelerimde hissederek gerçek bir balık keyfini, eşlikçileri ile birlikte, buselik makamında yaşıyorum.


Suları soğuk bir deniz kentinde yaşamak muhteşem. Dolayısı ile denizden en çok birkaç saat önce çıkmış ve hakkı verilerek pişirilmiş, üstelik onlarca tezgahın içinden gönlünüzce seçtiğiniz balığınız sevimli bir imeceyle ve esnafı da gözeten bir tutumla masanıza gelince, herkese kazandıran bu tavır sanırım keyfi daha da çoğaltıyor.

Ödememi yaparken tip box'ı boş geçmiyorum çünkü masama bakan genç adamın tavrını çok beğendim. O sırada rastlaşıyoruz. Omuzuna dokunarak kendisine çok teşekkür ediyorum. Ve balık halinin mevlevi heykelleri ve su fıskıyelerine doğru olan kapısından çıkıyorum. Ağır adımlarla yeşilin ve su sesinin sessizlik içindeki keyfini çıkararak istasyona geçiyorum. Çünkü günü bitirmeye niyetim yok.


Bu kez Gar durağında iniyorum. Önce yeniden başladığını haber aldığım Amasya treninin saatlerini öğrenmem gerek çünkü enn sevdiğim kadınla bir planımız var. Bir kaç gün önce garda büfe işleten bir abi bizim milletvekillerinin uyuduğunu, seferleri Amasya vekillerinin başlattığını söyleyince pek ayılamamıştım ben, şimdi gişeden saatleri öğrenince taşlar yerine oturdu çünkü saatler uygun değil. Akşamı enfes bir rakı masasında geçirmiş hangi kul sabahın altısındaki trene koşturur ki... Şimdi karşıya geçip günü parlatmaya devam edebilirim. Keyifle okuduğum bir kitabım var. Ve Şehir Müzesi'nin kafeteryasındaki cappuccino'ya bayılıyorum.

"Bir cappuccino lütfen."

Filtre kahveyi, Amerikano'yu şekersiz içerim ama cappuccino ile kendimi şımartırım; idealin üç minik poşet toz şeker olduğunu da kesinleştirmiş durumdayım. Kitabımı açıyorum. Yazarın kağıt oyunları ile ilgili bilgiler verdiği yeri biraz göz attıktan sonra atlıyorum ve hayatla ve keyifle romanı okumaya devam ediyorum. Kahvemi usulca ve zamana yayarak içmekteyim ancak kaç zaman geçtiyse ve kitap nasıl aktıysa fincanın dibi görünüyor.

"Bir Cappuccino daha lütfen."



22 Mayıs 2022 Pazar

Vortex Kitap Falan Filan Üzeri Kahve

Günlerimin hepsini cumaya çeviren kadınla tanışana kadar en sevdiğim gün cumartesiydi.

Bu cumartesi O sınav teri dökerken ben kendimi sokağa atıyorum.

İlk durağım; Trileçe, çay, kitap.

Sembol'deyim, güneş masamın kenarında, tavanlar açık ve üzerim gök kubbe. İstikamet sinema, filmse bir Gaspar Noé başyapıtı:

Vortex.


Kitabımı son yudumun ardından sırt çantama atıyor, ödeme için kasaya yanaşıyorum.

İşyeri sahibi emekli misiniz, diye soruyor. Ne kadar zamandır merak içinde olduğunu ama bir türlü soramadığını anlıyorum. Açıkçası ben de olsam merak ederdim: Zaman sınırı olmaksızın, mesai saatleri içinde de gelen, çoğu zaman sırt çantasından kitap çıkaran, şekersiz çay yanına bir şeyler ekleyen, çalışanlarla ilişkisi seviyeli, teşekkürü asla ihmal etmeyen bir adam.

Emekli olduğumu ama emekli olmadığımı tebessümle söylüyorum. Espri yaptığımı düşünüyor. Soruları dilinin ucunda sıralı, hissediyorum. Sonra sırasıyla erken başlamak zorunda kalan erken emekli olur diyerek ve Bağ-Kur'un altını çizerek meraklarını yanıtlıyorum.

Ve trende, yeni başladığım kitabımla birlikteyim.


Son siparişimde bir karar verdim ve bir günde, bilemedim iki, üç günde bitirilecek kitaplar seçtim. Miguel De Unamuno, adını duymadığım bir yazar, Yıldız Ersoy Canpolat'ın İspanyolca'dan çevirdiği Üç Örnek Öykü Ve Bir Önsöz adlı kitabı kafamız uyar demese ona uzanmazdı fikrim. Dün akşam Palmiye Kafe'de, İskele Meydanın'dan gelen şenliğe dahil konser coşkusu eşliğinde, şekersiz bir fincan çayımın yanına eklediğim ve tavsiye edeceğim ve az sonra fotoğrafta görülecek, BİM'den aldığım iki bar sayesinde vallahi keyifli zamanlar geçirdim.

2021'de çıkan Sonun Bacakları adlı öykü kitabı ile bana umut vadeden yazar duygusu yaşatan, aslında Farsça'dan çeviriler yapan, iyi bir yazar demek için biraz daha zamana ihtiyacı olan ve 2019'da yılın çeviri ödülünü Furuğ'un Rüzgâr Bizi Götürecek - Toplu Şiirler kitabı ile kazanan Makbule Aras Eyvazi'nin Furuğ Ferruhzad'ı hayatına dokunmuş; biri babası olmak üzere dört erkeğin gözünden anlattığı ilk romanı ama ikinci kitabı 119 sayfalık Başa Dönemeyiz'i bitirmiştim, öncesinde.

Piazza'nın bir durak öncesinde iniyorum; ara ara söz ettiğim, ürünlerine bayıldığım Tarihi Kılıçdede Fırını'ndan acıbademler almak için. Aslında dün gece uzun uzun telefonda konuştuğumuz enn sevdiğim kadına fırından bahsettiğimde, o da henüz tatmadığı acıbademleri sormuştu. Aklımda olduğunu ama sonra geçireceğim vakti göz önüne alarak, sertleşip kuruyacaklarını düşünüp vazgeçtiğimi söylüyorum ve hem filmi, hem de AVM'de yeni açılan Penguen Kitapevi'ni övüyorum.



Bugün gişe önleri şaşılacak derecede boş. Genç kadın ekranı açtığında koltuğumun kapılmış olduğunu görüyorum. Salonda bir ikinci kişi daha var ve o biraz daha önlerde. Standart yerimin bir önünündeki sıradaki aynı numaralı koltuğu alıyorum. Biraz daha vakit var. En alt kata iniyor, Migros'daki şarap reyonuna göz atıyor, bir ufak su alıyor, ama kafeteryasının önünden geçerken de yemekler benim gözümü alıyor.

Şimdi salona doğru yürüyorum. Kitap satılan açık alanın hemen önündeki resim sergisinde Frida'nın önünde kalıyorum. Bir kız öğrencinin elinden çıkma. İlköğretim okulu şehrin varoşlarından... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!

Nasıl zıplıyor, nasıl seviniyor, nasıl sarıp sarmalıyor fikrim beni, görmek lazım.*


Sinema katına çıkıyorum. Kitabımı açıyorum. Yeni tanıdığım yazar, ya da tanımakta olduğum Miguel De Unamano kafa dengi geliyor bana. 1864-1936 yılları arasında yaşamış. Kitabın 7.baskısı elimdeki ve bilindiğini ve kendisiyle ilgilenildiğini gösteriyor. Ben bilememişim, buna üzülmüyorum tabii ki, bazen geç tanımak iyidir diye düşünüyorum çünkü okuduğum öykülerde başka bir tat buluyorum. Bu tadı tarfileme çabası içindeyim. Benlerden biri diyor ki bunlar büyüklere masal. Ona katılıyorum, evet diyorum, aynı şeyi aklımdan geçirmiş ama çok emin olamamış, pek de cesaret edememiştim, yetişkin masalı demeye... İtiraf ediyorum ki aldığım tat tam da öyle. Elbette kendisi ile ilişkimiz devam edebilir ki enn sevdiğim kadın bir kaç kitabını okumuş, tanışıyor kendisi ile.


Bugün onunla -belki- bira içeceğiz, dün akşam saatlerce konuştuk, çok tatlıydı ve çok hoş sohbet ettik ve geçen gün yıldönümü akşamı için yazdıklarımı çok beğenmiş. Yani insan tatlı bir gurur içindeyken düşünmeden de edemiyor: Onca yıla rağmen, onca yıl sonra yaşanmış bir akşamdan ilkmiş, tazecik bir tanışmanın ilk birkaç gününden biriymiş gibi... sanki benzeri hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi bir keyfi, sarılarak yürüdüğü bedenden geçen tazeliği, sarhoşluğun sınırından gelip geçen cümleleri, ayın ışığına yükselen adımların ve sözcüklerin cazibesiyle saçlarının kokusunda yok olmayı aynı kadınla bir ömrün kaç keresinde bu kadar unutulumaz ve ilk bulabilir, diye sorasım geliyor.


Son yürüyen merdivendeyim, Penguen'in Kafe'si aklımı çelmiş durumda. Filmim standarta uygun olarak 6 numaralı salonda. Fakat o da ne?! Afiş farklı. Oysa fotoğrafını çekmeyi hayal etmiştim. Önceki filmin afişi olduğunu anladım ama âdet yerini bulsun diye yine de sordum. İlk kez bu saatte sinema katını bu kadar boş görüyorum. Koltuğuma oturuyorum. Hep oturduğum koltuğuma bir genç kadın geliyor. Reklâmlar artık bayağı uzun sürüyor. Üç sıra önümdeki genç kadın kalkıp salonun kapısını kapatıyor ve perdenin sol alt köşesine yansıyan ışık yok oluyor. Ve film tek açıdan yüzü çeken kameraya bakarak enfes bir şarkıyı seslendiren Françoise Hardy ile başlıyor.



O bittiği andan itibaren de film iki ekrana bölünüyor ve sonuna kadar öyle devam ediyor; ta ki filmin sonlarında bölümlerden birindeki görüntü yok olana kadar. Oyuncular muhteşem. Aslında zor görünen film nasıl başarıyorsa izleyiciyi çekip alıyor. Sadece ikinci yarının bir kısmında, "Bu kadar uzatmasaydın iyiydi be abi!" dedirtiyor ama sonra -salondaki- izleyicilere gerekliliğini kabul ettiriyor.

Film bitiyor.

Öncelikle şunu söymemem gerek ki ilk kez başka sinema, festival filmlerinden birinde üç seyirciden hiçbiri dışarı çıkmıyor aksine son isim kaybolup ışıklar yanana kadar yerlerinden bile kımıldamıyor. Bu bir saygı, tümüyle içgüdüsel, filmi sevdiler sevmediler kısmı söz konusu değil ama saygı duydukları kesin.

Soruyorum düşüncelerini. İkisi de daha önce Gaspar Noé filmi izlemişler. Bunu onun tarzından farklı bulsalar da daha çok sevmişler ancak başkalarına tavsiye konusunda, şiddetle öneririm noktasında fazlasıyla çekimseriz. "Açılıştaki şarkı?" diyorum. Onlar diğer şarkı diyorlar, yemek sahnesindeki olduğunu anlıyorum ve "Gracias A La Vida, Mercedes Sosa," diyorum. Dario Argente ve Françoise Lebrun'un üstün oyunculuk performansları konusunda hemfikiriz.


Bir an iki genç kadını kahve içmeye davet etmeyi, onlarla filmi konuşmayı düşünüyorum. Fakat bir şeyler atıştırmak da istiyorum. O halde Migros'un kafeteryasına. "Bir taze fasulye, lütfen."

Ev yemeği lezzetinde, anne eli değmiş gibi, ekmeğimi bana bana yerken, marketin içindeki devinimi izliyorum. Hoşuma gidiyor. Çıkarken bir şişe -paçoz- Cumartesi Sangria almayı, akşam belki yazarken usul usul içmeyi düşünüyor sonra evin oralardan al'a erteliyorum.


Penguen'deyim, manzaram enfes, teras şahane, masalar ve koltuklar hoş, kitabımı açıyorum. Kaliteli bir Americano.  Tütsü gibi. Nefis bir aroma... Hissediyorum. Usul yudumlarla filmin üzerinden geçiyorum. Sonra kitabın sayfalarında, manzaramın tadında kahvemin yudumlarında, hayatın dibine vuruyorum.


Trene yürüyorum, az önce kimlik kartı boynunda asılı zihinsel engelli bir gençle asansöre birlikte bindik, çok hoş sohbetle üst geçide çıktık, geçidin üstünde kemana eşlik eden ritm box'la oluşturduğu mini orkestrasıyla müthiş müzikler çalan genç adamı dinledik, alkışladık, emeğinin karşılığını verdik ve yine sohbet ederek, espriler yaparak yıllardır sanki arkadaşmışız gibi asansörden çıktık ve onun istasyon girişinde bekleyen ve bize doğru gülümseyerek el sallayan arkadaşına biz de  el salladık, buluştuk, aynı trene bindik, onlar inene kadar da sohbet ettik. Vedalaştık, tren kalkana kadar istasyonda beklediler...

El sallaştık...



Cumartesi Sangria kafamda, trafik ışıklarını ev yönünde geçiyorum. Artık daha çok istiyorum! Migros'tayım,

reyona ulaştım;

bakındım...

bakındım...

bakındım...

Ama Sangria yok!




*Frida tablosunun etkisiyle devam eden süreç merak edilirse buradan lütfen...

11 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir İlkbahar Sabahına Güneşle Uyandın Mı Hiç?*

7.30'da çıkalım dedi kardeş. Mutabıkız. Günü yaşamak olunca niyet, üç harfliye dokunmuyoruz. Şirket aracı sokağa dönüyor. Sürücü arka koltuğa. Direksiyon kardeşte. Günün ilk fotoğrafı bahçeden.

İlkbahar!


Personel yanlış parktan muhtemel ki ceza yemiş. Çünkü not aldım demiş marketten çıkan Trafik Polisi. Belki de yazmamıştır, dedik. Güzel yollar geçtik, sohbetler ettik. Güldük, güldürdüm. Şimdi şehrin öte yakasında, sanki şehire bağlı ama hibrit bölge tadında, yakın tarihte yapılanmış coğrafyasındayız. İniyorum. Randevuma biraz vakit var. Başka bir şehirdeymişim, üstelik hayal şehir hissi veren sokaklarda usul, sessiz bir gezinti. Şimdi hoş mekânlarından birine süzülüyorum. Gün pırıl pırıl.

"Bir su böreği lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Çıkınca bir su alıyor. Hastaneden içeri giriyor, ödememi yapıyor, sekreter genç kadına günaydın deyip hâl hatır soruyorum. Bekleme koltuğunda kitabımın sayfalarındayken, doktorum selam verip geçiyor. Masaya uzanıyorum. Rutin kontrol, bir sıkıntı yok. Tahliller için bir not elimde. Bir ödeme evresi daha... Fakat bugün çok sakin. Nedenler ekonomik mi acaba?


Bir kaç dakika önce tatlı bir genç kadın kanımı aldı. Teşekkür edip, elinize sağlık dedim. Elimde bir küçük plastik kap ve bir de tüp var. Giriyor kapıyı kapatıyorum. Tüpe eviyede aktarma yapacakken çoğu gün hiç çalmayan cep telefonum çalıyor. Bilmediğim bir numara. Bir an açmamayı düşünüyorum. İyi ki de açıyorum. Sesi -uzak bir şehirden geliyor olsa da- çok iyi tanıyorum. Tonundaki keyfi, daha çok da tazecik heyecanını seviyorum. Tüpü bırakırken genç kadına bir kez daha teşekkür ediyor, iyi günler dileyip çıkıyorum. Yürümeye karar veriyorum, çünkü bu coğrafyanın, ırmak boyunda yürümeyi seviyorum.

Fakat yine bir şeyi eksik bırakıyor, yol kenarındaki şirin mekânın ırmağa inen yamaçtaki ağaç altı masalarından birine oturup sade kahve eşliğinde sabahı solumayı düşündüğüm halde es geçiyor ve banklardan birine oturup, kulağımdaki kuş sesleri eşliğinde kitabımı açıyorum.


Güneşin sıcağından yorganlara sarılmış köpeklerin koşu yolu üzerindeki keyiflerine gülümsüyor, ağaç altından az önce uyanan bir başkası için ırmağın yamacını iniyor, gelme diyen hırıltısına selam çakıyor, istemem yan cebime koy edasına ben yemem bu numaraları diyor, sonra da yayılıp uzanmasının başını okşarken, sohbeti koyultuyoruz.

Artık yıllarımı geçirdiğim sanayi sitesindeyim. Keresteciler kısmından giriyorum. Uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma uğramayı düşünüyorum. O sıra bir başka arkadaşın mağazasının önünde bulunca kendimi, uzunca laflıyoruz. Diğer arkadaşımın koronaya yakalandığını, o nedenle bütün dişlerinin döküldüğünü, yoğun bakımda kaldığını, öteki dünyaya bir göz atıp geri döndüğünü öğreniyorum. Bolca da eski zamanları konuşuyoruz. Şimdi bizim caddedeyim: Ne şahane bir ekiptik, birbirimizin rakibi olmamıza rağmen birlikte yiyip içer, şehir dışından gelen meslektaşlarımızı bu birlikteliğimizle şaşırtırdık. Akşam saatlerinde caddeye minyatür kaleleri kurar, bol seyircili kıran kırana maçlar yapar, ardı gün maça dönük gazeteler çıkarırdık. O dönemin mağazalarının çoğu şimdi yok. Kalan bir kaçı da bırakma hazırlıkları içinde...

Sen haklıymışsın sözlerini duymak eskisi kadar mutlu etmiyor beni, evet öngörmüştüm, çokça da dile getirmiştim ama dinletememiştim.

Yine de çok keyifli sohbetler yapıyoruz, eskiyi anıyor yeniyle kıyaslıyoruz.

Bırakma hazırlıkları içinde olmalarına zararın neresinden dönülse kâr noktasından bakıyorum ve tam zamanında alınmış radikal kararlarımın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha görmüş olsam da, bundan ne yazık ki bir övünç çıkaramıyorum. Çünkü bizden kat be kat güçlü ailelerin geldikleri noktalara ve yitirmiş olduklarına, ödenen bedellere baktıkça üzülüyorum.


Aklımda nerede ne yesem fikirleri dönerken kendimi cağ kebapçıya giderken buluyorum ama köprünün son çıkışına varmadan fikrim beni çeliyor ve geri dönüyorum. Şimdi trendeyim. Okuma gözlüğümü haşat ettim ve bir süredir de yenisini almadım; çıplak gözle okuyorum da sanki bir 0,75 alsam iyi olacak. O halde adı Yabancılar Çarşısı olsa da, dillerdeki haliyle Rus Pazarı'na. "Okuma gözlüğü, 0,75 lütfen," desem de 0.75 olmazmış, öyle diyorlar. Ben eski gözlüğümü öyle hatırlıyorum. Sonuçta uzatmıyayım bulamıyorum ve söz verdiğim üzere ilk baktığım dükkândaki 25 lira deyip de 20'ye bıraktığı 1 numara gözlüğü alıyorum.


Sonra Bandırma Vapuru'nun imitasyonunun önünden eski Yelken Kulübe ve liman yönüne kıvrılyor, deniz geçişli gölün üzerindeki köprüde takılıyor, bangır bangır Bergen çalan faytoncu kardeşle laflıyor, yıllar önce bir telefon konuşmamızda "Benim için o güzel şehrin havasından bir nefes alır mısın?" diyen Sayın Ekmel Denizer için ruhuna ulaşacak ve uzun kalacak kadar nefesi alıyor, bol bol fotoğraf çekiyorum. Elbette bölgenin fuar olduğu zamanlardan bir çok anıyı da hatırlayarak içinden geçen tren raylarının üzerinden çocukluğuma bakıyorum.


Keyifli bir yemek arzusu fikrimi sürekli tırmalıyor, bir an şehirde takılsam, buralarda bir şey yesemler arasında çelişkili fikirler içinde dolaşırken, çocukluğunda kalsan ve Birtat'a gitsen kendini öne atıyor. Ancak gün itibariyle hata yapıyor çünkü başka keyifler arıyorum ve istasyona yanaşırken de sonuca ulaşıyorum.


Irkçı biri değilim, insan ayırımı yapmam, iyi olsun, iyi niyetli olsun; o zaman isterse, gerekçesi ne olursa olsun, beni kıtır kıtır doğrasın. Lakin dilimizden çok başka bir dili çokça duymaya, üstelik özünde insani bir tavırdan ziyade başka hesaplar olan göz yummacılığa ve kabule, oradan çıkar evirmeye itirazım var. Ülke insanı açlık içinde kıvranırken, başka topraklardan gelip, üç otuza iş gücü yaratıp, bu ülke insanını her sektörde işsiz bırakan, sermayenin ve o sermayenin destekçisi iktidarın oy hesaplı çıkarlarına hizmet anlamında çağdaş köleler olarak çalıştırılan, her türlü güvenceden yoksunluklarıyla patronun maliyetlerini azaltan, yerli iş gücünün belini kıran bu gözü dönmüş köle ticaretine de isyanım var. İşte tüm bu nedenlerle, leylek heykellerinin fotoğraflarını çekmek için girdiğim yerdeki dillerini bilmediğim çoğu bebe, çoğu bebek anne kadınlar ve çocuklara bakınca, nasıl bir -rekabetçi- kölelik düzeninin ve vahşi kapitalizmin ve despotluğun bizi beklediğini görmek elbette ayarlarımı bozuyor.

Tek kare çekip kendimi nefes alanıma atıyorum. Bu düşüncelerden hızla uzaklaşıp istasyonda ayaklarımı yere basıyorum.


Rabbimin hikmeti işte... İspanyolum virajı dönünce düğün dernek oluyor yeniden hayat. Oturuyor, bir an kitaba niyetlensem de yolculuk tadı daha bir hoş geliyor. O arada coğrafyamda bir iki yer arasında dolaşırken zihnim, bünyem masaya elini vuruyor ve yemek noktası netleşiyor.


Elbetteki Mantucu! Mekân benim için kapatılmış. Bir tek şefimiz var ki bundan iyisi de Şam'da kayısı...

"Bir yoğurtlu mantı lütfen."

"Yoğurt sarımsaklı olsun lütfen."

Masaya önce altılı kuruluyor. Altılı masada altı tadımlık. Hepsi birbirinden leziz; renk farklılıklarından yarattıkları senfoni şimdilik çok uyumlu, bozuk ses yok. Usuldan çatal uzatıyor lokmayı hazır ediyorum ama sonra toplu fotoğraf için assolisti beklemeye karar veriyoruz.

Hoş geliyor, safalar getiriyor.

O sırada dışarıdan mekânı inceleyen hoş iki hanımefendi küçük çocukları ile içeri giriyorlar. Bir tanesi şefe yanaşıyor ve mantı fiyatını soruyor. Dışarıda ufak bir toplantı; çocuklarla birlikte hesap kitap ve çok haklı olarak yürümeye devam ediyorlar. Üzülüyorum. Çünkü bundan bir süre önce o hanımefendiler ve çocuklar bu masalarda güle oynaya, tasasızca oturuyorlardı. Kime küfretsem bilemiyorum. Çünkü Mantucu fiyatları ve verdikleri itibariyle civardaki esnaf lokantalarına göre dahi fiyatları açısından ucuz. Bir genç girişimci kaliteden taviz vermeden bu piyasa içinde var olma savaşında. Son derece iyi niyetli bir genç ama ne yazık ki ülkeyi yönettiklerini sananlar, bu gençlerin bilgilerinin, niyetlerinin ve yeteneklerinin çok ama çok gerisinde. Potansiyelleri ve niyetleri parlak ama umudu kırık bir sürü genç var, bunun yanı sıra da başka topraklardan kaçıp gelen "köleler" var!


Tüm bu karmaşıklıktan kolaylıkla çıkıyorum. Şamlı, güleryüzlü Şefim önüme çiçek bahçesini kuruyor. Özkan kardeşim yok, sanırım, ekmeğini kovalıyor. Önümdeki tablo, istasyona giren tren, kavşaktaki devinim beni yükseltiyor. Rengarenk tadımlıkların her bir rengi damağımdan ruhuma akıyorlarken dert ettiklerimi şöylece bir kenara iteliyorlar. Artık ayakları yerden kesik başka bir dünyanını renkleri içinde, hayallerim ve umutlarımla birlikte nefes alıyor, fikirler üretiyoruz. "Üzerine de Moena'da bir Americano ha! Nasıl ama?" sesleri gittikçe yükselse, bir an gaza getirip mutlu etse de, onca saattir ekran kapalı, "Dünya ne halde fikrin var mı?" sorusu, en azından durumu gözlemek, son verileri alana kadar çalışmak adına açmalısın dükkânı diyor bana. Moena'nın önünden geçiyorum yine de...

Açıyorum ekranı.


İşin son saatlerinde kısmen kaytararak, biraz daha nefes almak adına blogları geziyor, yorumlar yazıyorum. Bünyem, inceldiği yerden kopsun modunda "Hadi vurr kendini şaraba, şaraba ve aşka vurr," diye bir şarkı tutturmuş; fena halde koyvermiş ve elde var bir hayat çılgınlığında dışarı atacak kendisini. "Belasını nasılsa o çekecek," diyor, kitabımı, yeni okuma gözlüğümü, bir de mont alarak düşüyoruz, sırt çantamla yola. Babamın ağaçlarına varıyoruz. Kızlı erkekli karma takımlar halinde basketbol oynayan gençler içimizi ısıtıyorlar. İskeleyse zıplatıyor; çünkü kafe, yaz sezonunun ışıklarını yakmış.

Bir kaç gün sonra görüşürüz manasında el sallayıp, Lozan'daki mekâna kıvrılıyoruz.

Akşamları iş başı yapan, Sanat Tarihî bölümünden mezun olduğunu söyleyerek beni şaşırtmış genç adamla biraz lafladıktan sonra, içinde kestane olan kuru pastalarından istiyorum ama kalmamış. O halde...

"Bir Trileçe ve bir çay lütfen."


Soğuğa aldırmadan dışarıda oturuyorum, ilk kez okuduğum yazarla aramız iyi, kolay anlaştık. Suç dünyasında, inceden uyanık bir mizah eşliğinde, biraz fırlama, cin gibi zeki bir üslupla ilerliyoruz. Sıkmayan, zorlamayan, ciddiyetli kitapların ara sıcaklığına yakışır bir biçimde, şekersiz çay, enfes triliçe, ufak lokmalar acelesizliğinde günün finalini yapıyoruz.

Ödeme ve teşekkür. Biraz daha dışarıda kalmayı istiyorum. Küçük bir sokaktan, Kahve Dünyası'nın arasından inip eve değil de şehir yönüne dönüyorum. Mekânlar dolu. Sayılar çoğalıp çeşitlenince sanki Starbucks'ın popülaritesi düştü de butik mekânlar biraz daha öne çıktı gibi hissediyorum. Aynı durumu butik burgercilerde de görmek hoşuma gidiyor ki son Burger King felaketimden sonra hiç bir marka mekâna artık adım atmayacağım kesin.


Evdeyim, keyfim yerinde ve bloglardayım; Sevgili KuyruksuzKedi hummalı bir çalışma içinde, bir iki söz ediyorum, sayfada başka dostlar da var. Komşuluk eskiyi hatırlatacak kadar sıcak. Sonucu anlatacak yazısının heyecanı -şimdiden- paçalarımdan çekiştiriyor.

Uykuya gülümseyerek gidiyorum.


*Başlık, Dr.Bekir Mutlu'nun Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç, ifadesinin de olduğu sözlerinden, Erdoğan Berker'in bestelediği şarkıya atıfla oluşturulmuştur.

5 Mayıs 2022 Perşembe

Bayram Seyran

Sırt çantama iki kitap, yağmurluk, minik fotoğraf makinesi atıyor, montumu sırt çantamın askısından geçiriyor, netleşmemiş "Nerede karnımı doyursam?" fikriyle birlikte kendimi dışarı atıyorum. O sırada Bay ve Bayan Kumru'ları biri arkada olmak şekliyle bizim eve doğru yürürken görüyorum. Önden yürüyenin Bey olduğunu düşünüyorum. Bahçe kapısının altından geçip aynı nizamla ilerlerken, giriş yolu kenarlarındaki çiçeklere yönelip teftiş ederek basamakları adımlamaya başlıyorlar... Sonra da gezinti adımlarından vazgeçmeksizin binanın giriş kapısına yöneliyorlar. Gençler belli ki bayramlaşıp el öpmeye gelmişler. Aynı çift geçen gün yatak odamın balkon korkulukları üzerinden, güneşin doğuşunu izliyorlardı. Bir an eve dönsem ve onları kabul edip bayramlaşsam, sonra devam etsem güne diye düşünmüyor değilim... Sonra diyorum kardeşten başlasınlar, diğer daireleri dolaşsınlar... O arada ben de yetişirim nasılsa diye geçiriyorum aklımdan.


Hamdolsun dondurma sezonunu açtım. Bayramdan önce, turlarken bir gün, kahve fikriyle girip Kahve Dünyası'na, dondurma keyfiyle çıktım. Üç top dondurmaya ödediğim para el yaksa da içimi yine de serin tuttum. Hakkaten yakıcı gelmiş olmalı ki, sonraki günlerde ayaklarım pek gitmiyor. Şu an bile sıcak değilim ama yaz bastırınca ne olur, bu protest tavır evrilir mi, bekleyip görelim?! Tabii ki dondurma keyifliydi... ama memleket hali sanki âna yine limonu sıktı.


Bayram enterasan bir buluşmaya vesile oldu. Yemek için mekân fikirleri aklımda dönerken evden çıktım. Et Lokantası'na yöneldim ama durumu hemen çaktım, ara duvarı yıkmış salonu büyütmeye başlamışlardı; demek bayram sonrasında menü de genişleyecekti.

Gördüğüm üzere, işler henüz bitmemişti ve dönerden başka bir şey yoktu.

Girmeden devam ediyorum ve fikirler içinden "Mantucu'ya gitsem?!" seçeneğinin baskısını yoğun biçimde hissediyorken, inisiyatifi de adımlarım ele geçirmişken bir anda kendimi Nişantaşı'nda börek çay keyfi yaparken buluyorum. Çok hızlı başlayarak kaptırıp gittiğim, sonra biraz gaz kestiğim, keşke iki kitaba bölerek yayınlasalardı dediğim kitabımı yeniden açıyor, manzaram eşliğinde, akan trafiği izlemeye bayılan çocuk tadında, bayramın hakkını vererek çayımı yudumluyorum.


Şimdi üst bulvar boyunda yürüyorum. Kumrular, güvercinler, martılar, kargalar hemen tren yolunun yanındaki ağaçların altında çevreden getirilmiş yiyeceklerin keyfini yaşıyorlar; görüntü enfes, renk renk çiçek açmış sıra sıra ağaçlar bahar tadında... Bir de ileriki virajı tren dönmesin mi o sırada?! Ah benim ahmak kafam diyor ama suçu kafaya değil kendime yüklüyorum, çünkü evden çıkarken gaza geleceğimi ve günü sürdüreceğimi hesap etmemiş, dolayısıyla yanıma fotoğraf makinesi almamıştım.

Bu etkiden çabuk sıyrılıyorum, kendime ayarı kesip normal moduma dönüyor, ana yoldan ayrılıp bayıldığım sokaklara sarıyorum. Elbette bir kaç noktada daha pişmanlık yaşıyorum.


"Bir Trileçe lütfen,"

"Bir de çay lütfen."

Lozan Caddesi'ndeki kitap okuma noktamdayım, tabii ki çalışanlarla bayramlaştım. Hımmmm Trileçe yine enfes, ama bu kez bir hoşluk yapmışlar; üzerinde Afiyet Unlu Gıda yazan, kendi yapımları bir minik kare çikolatayı köşesinden saplayarak yerleştirmişler ki görüntü pek hoş. Tabii ki onu son lokmalara saklıyorum. Ödememi yapıp, zaten sevdiğim çalışanlar için bayramın gereğini de zevkle yerine getiriyorum.

Daha az Türkçe konuşma duyarak, gittikçe artan Arap harfleri görerek sahile iniyor, İskeleden kıvrılıp eve doğru yürürken ve artık takılma zamanları gelen mekânımız Hut'u da geçmişken karşıdan gelen kişi dikkatimi çekiyor. Önünü kesiyorum ve gülerek sarılmaca: Ortaokul arkadaşım, en son, belki 20 yıldan aşkın bir süre önce karşılaşmış, İstanbul'da yaşadığını ve polis olduğunu öğrenmiştim..

Aslında bir kaç haftadır, markete falan gidip döndüğümde, onu Mavi Pub'ın karşısındaki kaldırımın banklarında, sırtı denize yüzü bana dönük şekilde otururken görüyordum. İki kez niyetlenmiş, sonra "Benzetiyor muyum?" diye düşünmüştüm. Sonraki günlerde gidip yanına oturmaya, tanımazsa da "Sen Oktay mısın?" diye sormaya karar vermiş ama rastlayamamıştım.

Laf lafı açıyor elbette, sohbet şeker gibi. Onun eşinden boşandıktan sonra Litvanyalı bir kadınla İstanbul'da tanışıp evlendiğini, 11 yıl Litvanya'da yaşadığını, eşi ölünce de oturma izni olmasına rağmen döndüğünü öğreniyorum. Sonra birlikte yürüyoruz ki bana çok yakın bir yerde oturuyor, uzun uzun konuşuyor, bizim evi gösteriyorum, telefonlarımızı kaydediyor ve vedalaşıyoruz.


Bayramın son günü. Hava ıslak. Soğuk. Öğlene doğru çıkıyorum evden, bugün dışarıda bir kahve içeceğim. Mekân kafamda son derece net!

O zaman diyorum ki coşkusu tavanda ben: "Hadi canlarım, bütün hücrelerim, heyecanlarım, sevinçlerim: kahveleeerr bendeeeennn!"

Hep birlikte, şen şakrak şarkılarla, dalıyoruz sokağa. Varıyoruz yeni açılan, gençlerin daha çok takıldığı kitap kafeye, ancak görüyoruz ki iğne atsak yere düşmez. Verandası ise soğuk.

Sesleniyorum yeniden:

"Peki millet üzülecek miyiz duruma?"

"Tabiii ki hayırrrr!!!

Martı Gölü Bale Suiti/22 Mart


Diyerek haftalar önce yazımda söz ettiğim, gözüme hoş gelmenin yanı sıra aklımı da başarıyla çelmiş kitap kafeye gideceğim; bugün sokağa çıkma nedenim O. Önce bir şeyler atıştırmalıyım. Ramazan boyunca kapalı olan Mavi açılmış. Heyecanlandırıyor. En sık kullandığım sokaktan kıvrılıyorum; öncesinde bir şeyler atıştırmak için... Üçüncü paragrafta söz ettiğim üzere bu işlem tamamlanınca ağır adımlarla yürüyorum, önce önünden geçerken içeri bir göz atıyorum. Tam hayal ettiğim sakinlikte! Hava da İrlandalı ki bu da güzel. Eksik olan kahve öncesi bir şat İrlanda viskisi... ve elbette kahve sonrası bir şat daha...


Sahile çıkınca sola kıvrılıyorum, sıra sıra ve tıka basa dolu kahve mekânlarının önünden geçiyor, yeni açılan, şık ama bana hitap etmeyen, geleceğim şimdilik şüpheli Happy Moon's'a da göz atıyor, oradan karşıya, deniz tarafına geçip geri dönüyor, fotoğraf çekiyor, az sonra geçip oturacağım kahvecinin sokak başında durup onun da paparazzi fotoğrafını uzaktan çekiyorum.


Biraz daha vakit geçsin ve havanın gri hali ve bahar gününde kış tadı kahvenin tadını körüklesin diye uzak gemiler ve iskele göz alanımdayken, ağır adımlarla ev yönüne doğru yürüyor, bir süre sonra geri dönüp sokağa kıvrılıyor, şirin mekân Moena'nın bir kaç basamaklı merdivenini keyif adımları ile çıkıyorum. Baristanın önündeyim. Hemen soldaki menüye göz atıyorum. Öncesinde gözüme kestirdiğim masama gittim, sırt çantamı karşı sandalyeme koydum.

"Bir Americano lütfen."

O nedense self servis olmadıklarını söyleme gereği duyuyor, oysa ben kitapların olduğu bölüme geçmeyi, onlara göz atmayı düşünüyorum kahvem hazır olana kadar.


Çok tatlı, kibar ve çalışkan bir genç kız, çok hoş bir fincan ve altlıkla getiriyor kahvemi. Teşekkür ediyorum. Görüntü, üzerinin köpüğü bana başarılı bir kahve olduğunu fısıldıyorlar. Bu kez çantamdan yeni başladığım 2019 yılında yayınlanmış İrlandalı yazar Kevin Baryy'nin polisiye tadındaki kitabını çıkarıyor, güzel müzik eşliğinde okumaya başlıyorum. Bir kaç dakika sonra tadının oturduğunu düşündüğüm anda kokusu cennetlik kahvemden ilk yudumu alıyorum. Gidip baristayı öpebilirim. David People'ın Americano'su kategorisine ekleyebilirim onu da.


Uzun zamanlara yayıyorum keyfimi. Hani bir kahve daha içsem yeri, çünkü andan çok mesudum, mekânı sevdim. Son yudumu da götürünce, toparlanıyorum. Ödememi yaparken "Ellerine sağlık, çok beğendim kahveyi, çok başarılıydı," diyorum, tip box bakınıyor, göremeyince soruyorum. O da bana Lösev'in kumbarasını işaret ediyor. Zaten bağışçıları olduğumu söylüyorum, ayrıca bahşiş kutuları olmamasını da takdir ediyorum. Onun da çocukluktan beri bu mahallede yaşadığını öğreniyorum, eski hallerini anlatıyorum, şaşırıyor biraz. Çıkarken Enn Sevdiğim Kadın'la adaş ve biriyle konuşmakta olan genç kızın sırtına dokunuyor ve teşekkür ediyorum. Mekânla ilişkimiz şimdilik sürecek gibi gözüküyor. Tabii ki akşam arayan Enn Gurme Kadın'a bahsediyorum. Onun tadımından sonra Moena Books & Coffee'nin kaderi çizilecek ve o zaman belki de ben ona dair özel bir yazı daha yazacağım.

24 Nisan 2022 Pazar

Ev Sahibinin Kurdu Da Var Kuzusu Da

Yazılarını ilgiyle takip ettiğim, kendine özel üslubuna bayıldığım Sevgili Neslihan'ın Boş* başlıklı yazısına keyifle başlamış biraz yol almıştım ki ulaştığım konu bünyemin taşlarını ufak ufak yerinden oynatmaya başladı, çok hak verdim, bir yorum yazdım şu minvalde: "Yazıyı aslında sıcağı sıcağına okumuştum, kızdım, sonra bir yazı yazmayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Vurgum insan olmaya ve insanı bilmeye yönelik olacaktı ama sonra dedim ki ben kötü bir örneğim! Şimdi, yazsam acaba, bazı zihniyetlere bir etkisi olur mu, insan olmayı hatırlatır mı? diye düşünmekteyim. Kötü bir örnek olsam da..."

Ama Google ile WordPress'in arasına kara kedi girmiş olmalı ki yollayamadım yorumu. O zaman oturup bir yazı yazmaya karar verdim. Bu kez de içimdeki tembele tosladım. Bir süre yazmakla yazmamak arasında bocaladım. Gereksiz bir yazı olacağını düşündüm. Sonra, en azından bizim çocuklara yararı olur bizden sonraki yıllar için düşüncesiyle kararımı netleştirdim ve yazmaya karar verdim.

Ben tuğla aralıklarından içeri rüzgâr sızan kiracı olduğumuz bir evde doğdum. Kalabalık bir aile. O evden hatırladığım bir sahne var, etkisi otomobille uğraştığım her an içimden çıkmayan bir korku. Ben camdan, muhtemelen annemin kucağından dışarıya bakıyorum, Babam arabanın altına yatmış tamir yapıyor, o araba çalışıyor ve direksiyonda bir kişi var. Arada motor sesi yükseliyor ve babama bir şey olacak diye korkuyorum. 3-4 yaşında var mıyım? emin değilim. Bir süre sonra o evden aynı mahallede ama bu kez Kışla Sokak'ta bir eve taşınıyoruz. Yan komşumuz evin oğlu Harun Karadeniz adlı devle tanışacağımı henüz bilmiyorum. Arkadaki yatak odası ve mutfak camı bahçe toprağı ile hiza, bahçenin tarabalarına göre ise alçakta. Orası anne baba yatak odası, henüz bebek olan kardeşin beşiği orada, bazı akşamlar o odada oturuyoruz ve halam kitaplar okuyor; tüm aile radyo tiyatrosu formunda dinliyoruz. Aziz Nesin hikâyeleri gözde. Bize alınmış masal plakları ile birlikte başkaları da var ve hepsi 45'lik. Hâlâ durmakta olan Garrant marka pikap* ve onun entegre edildiği radyo ve kitaplar sokağa, aynı zamanda avluya bakan misafir odasındaki çok hoş bir ceviz büfede. Bir divan, üç koltuk zor sığdırılmış bir misafir odası. Geceleri ise halamla ikimizin yatak odası. Duvarla değil de iki kanatlı bir ara kapıyla ayrışan komşu oda ise dedemle babaannemin. Velhasıl nohut oda bakla sofa bir evde kiracıyız ve nüfusumuz 8.


Şu an kendi oturduğumuz binamızdaki daireleri baz alırsak ki benim mutfağım salona açık; benim salon mutfak birlikteliği kadar bir ev. Ama şahane bir aileyiz. Halam kız enstitüsünde öğrenci, gitar, mandolin, melodika, akerdeon ne bulursa çalabiliyor. Kekler, pastalar, vanilyalı aylar, çılbır gibi daha "sosyetik" yiyecekler ondan. Kuzinede babanne anne elinden enfes yemekler pişiyor. İçli Köfte, İşkene, Şille, Öfeleme, Gömme gibi yöre yemekleri baş tacımız. Enn amcam teftiş için şehire geldiğinde hayat biraz daha şenleniyor ve Aqua Velva kokuyor ev. Çok mutluyuz...


Enn amcam, bir tost makinesi ve portakal sıkacağı ile geliyor bir gün. Ne havalı bir durum. Kira ve minnacık evde zenginlik. Okuldaki beslenme saatine evde hazırlanmış tostlar ve koca şişe portakal suyuyla gidiyor, küme arkadaşlarımın getirdikleri ile kurulmuş masada artık pek geride kalmıyorum. İlkokul aşkım, küme arkadaşım, ancak çizgi hikâyelerde alıp kaçan köpeklerin ağzından sarktığını gördüğüm sosisler getiriyor. Çıkarıp masaya koyuyor ama biz el uzatmayınca geri eve götürüyor. Neden yemediğimizi ise bilmiyorum. Oysa evde sucuk pastırma oluyor ve o yıllar için satın alınması o kadar da zor değil.

Ev sahiplerimiz üst katlarda oturuyorlar. Yıllar sonra o evin dedesi, resmi nikâh öncesindeki -geleneksel- imam nikâhımı kıyıyor. En alt bodrumda da odunluklar var, orası bizim sinemamız aynı zamanda. Çevirme kollu küçük, tahtadan bir makaramız var ve ona sokaklarda bulduğumuz film parçacıklarını sarıyoruz, bir el feneri ile o siyah beyaz kareleri bodrum duvarına yansıtıyoruz, tabii ki bilet kesiyoruz. Sonra ilk evimiz -aile içi desteklerle- alınıyor. Hiç unutmuyorum. 90 bin  lirası peşin diğeri taksitli olmak üzere o yılların değerli parasıyla 150.000 TL'sına. Babam artık oto yedek parça satıcısı. Hatta çalışan iki minübüs aldılar enn amcamla ortak. Sonra onlar satılıyor ve minik parça dükkânı büyüyerek ara sokaktan ana caddeye çıkıyor. Artık Dedem dışında tam kadro "Anne o mahallede de bu kıyafetlerimi giyeceğiz?" dediğimiz, kendi evimizdeyiz. Sonra halam evlenip gidiyor. Nasıl ağlıyorum. O sadece hala değildi benim için, küçük çocuğun bir özleminin karşılığı, imrenmenin yansıması, dışa vurumu, tesellisi bir ablaydı.

Şehrin o yıllara göre epeyi dışında bir arsa var, deniz kenarı, şu ekilip biçilmez, bir işe yaramaz, köyün kenar mahallesi muammelesi yapılarak kızlara verilen, çoğu kumluk alanlardan. Ucuz. Evin taksitleri bitince yine taksitle orası alınıyor. Kocaman ve yoldan denize işe yaramaz bir arsa... Bir avantajı Meteoroloji Md'lüğü ile Y.S.E kampının arasında olması. Alt yapı yok. Su yok.

Önce bir çadır kuruyoruz ama kalmıyoruz ve yazları hafta sonları geliyoruz. Suyu epeyi ilerideki caminin çeşmesinden dolduruyoruz. Sonra kamyonlarca toprak seriyor, kumluk halini verimli bir hale dönüştürüyoruz. Sonra ağaçlar dikiliyor, sebzeler ekiyoruz. İki göz odası olan derme çatma bir minik ev, o eve de bir aile yerleştiriyoruz; ekip biçecekler, biz ihtiyacımızı alacağız, kalanı onların, satabilirler. O süreçte sanayi siteleri inşaatı başlıyor. Kooperatif'den ve temelden dükkan alıyoruz, krediyle. Onlar tamamlanıyor ve taşınılınca dükkân kirası derdi de bitiyor. Sonra da yeşermiş bahçede tek katlı bir ev inşaatı başlıyor, ben artık ortaokuldayım, inşaat para oldukça devam ediyor ve bir yıldan fazla sürüyor...  Ben liseye başladıktan sonra da bitiyor. Okullara oradan gelip gitmeye başlıyoruz. Dağdaki bir kaynaktan  karşımızdaki Jandarma'ya gelen, bizim bahçenin önünden de geçerek komşu kampa giden bir içme suyu hattı var. Oradan izin alarak eve bir içme suyu hattı çekiliyor ve artık o evdeyiz. Şimdi her şey daha şahane. Ben 1 aylık askerken, kız kardeşim Maarif Koleji sonda ya da bir alt sınıftayken, erkek kardeşim de lise 1. sınıfın ilk yarı yılındayken baba ölüyor. Taze 20'lik Buraneros artık aile reisi ki sürecin detaylarını ve öngörülerini Yavaş Hayat* başlıklı yazıda anlatmıştı.


Yıllar yıllar sonra imar geliyor buralara, parsellere ayrılıyor falan. Buraneros böyle olacağını biliyor: Çünkü bir gün enn iki arkadaşından biriyle şehirdeki D.S.İ'nin önünden geçerken, bir sempozyum olduğunu duyuran afişleri görüyorlar. Buraneros konunun imar meseleleri ilgili olduğunu okudu. Giriyorlar, dinliyorlar, sonra Buraneros duvarda asılı haritayı fark ediyor, gidip incelediğinde kendi evlerinin olduğu yerin geleceğini de görüyor. Yıllar yıllar geçiyor. Bütün tapular, parsel tapularına dönüşüyor, burada bir piyango vuruyor aileye ki bunu da bir gün yazar belki Buraneros. Sonra şehrin en iyi mimarlarından birine projeler çizdiriliyor ve  inşaatlar başlıyor, yaz kış kalınmakta olan kadim ev en son yıkılıyor, yerine ve diğer iki parsele apartmanlar dikiliyor ve bunlardan eski, kadim evin olduğu yere yapılan üç katlı ve altı daireli olan ve eski evin yeni giysili hali diye adlandırılanına  üç kardeş yerleşiyor, diğerlerine de kiracılar geliyor. Kardeşlerinki de dahil olmak üzere hepsinin kira sözleşmelerini Buraneros yapıyor.

İlk kontratlar üçer yıllık. Artış, rakamlar nereye gelirse gelsin, dolar mark nereye uçarsa uçsun üç yılın sonuna, yani kontrat bitimine kadar %10. Kontrat bitimlerinde o anki duruma, ekonomik koşullara ve fiyat artış oranlarına göre güncelenecekler.

Sonra bu üç yıllar doluyor fakat pandemi başlıyor. Kiracıların hepsi genç çiftler ve Buraneros artık bir insan sarrafı. Kiracılar kira güncellemele zamanları geldiğinde arıyorlar. Buraneros diyor ki "Pandemi koşulları nedeniyle %10 ile devam ediyoruz, önümüzdeki yıl güncelleme hakkımız baki." Önümüzdeki yıl da geliyor. Çocuklar yine arıyorlar. Buaneros diyor ki "Hâlâ pandemi, %10'a devam." Bu yıl geliyor, artık pandemiden daha bela bir ekonomik felaket var. Buraneroslarla aynı binada oturan ve yeni bebeleri olan ki apartmanın ilk bebesi, adı Pera, benim kiracılarım olmalarına rağmen kız ve erkek kardeşlerim de, ben de geleneğe uygun davranıp, birer altın aldık, çünkü onları kiracı gibi görmüyor, ailemizin birer ferdi gibi seviyoruz. Bahçelerde birlikte oturuyoruz ki yazlık sinema geceleri fikrim sabit, bir sinema perdesi ve projeksiyon makinesi alma fikrimiz diri!

Taze baba bu ayın başında yılın son kirasını yatırdıktan sonra telefonla arıyor, anne genç bir avukat; soruyor, yeni dönem için kira artışını. Diyorum ki "Devletin açıkladığı kira artışını uygulamıyoruz, enflasyon da umurumuz da değil, %20 artırıyorsun, çıkan rakam net olmazsa onu ilk yüz TL'ye yuvarlıyorsun." Telefondan kanat sesleri geliyor. Sonra ana caddedeki binanın altındaki, üçümüzün ortak dükkânının kiracısının muhassebecisi arıyor Aralık ayının sonunda. Gelinleri için bir güzellik merkezi açmışlardı. Bir deniz taşımacılık şirketinin sahibiler, para gani, ne desem verirler tartışmasız, ama bir de söz var. Onlarla yaptığımız kontrat da 3 yıllık, ve 2022 sonunda dolacak. Üçüncü yıl başlamadan aranıyorum, piyasa bilen insanlar. Cevabım: "Sonuçta üç yıllık bir kontrat var, ne olursa olsun baki bizim için, yani kontrattaki %10 geçerli, önümüzdeki yıl kontrat bitince duruma göre konuşuruz."

Bizim bir şiarımız var, önce insan, iyi insan. Gerisi kolay. Kiracılarımızı seviyoruz, alın teri nedir çok iyi biliriz.

Önümüzdeki Haziran'da artış yapılması gereken bir doktor çift var, onların ikinci bebeleri de orada dünyaya geldi. Benim kiracılarım, ön binada. Pandemi süreci başlangıcında onların kontrat süreleri de dolmuştu, emlakçıma arattım ve eski kontratın %10 ile devam ettiğini söyle, endişe etmesinler dedim. O iki yılın sonu önümüzdeki Haziran... 15 gün önce ev satın alan ve ilk kiracılardan bir çift taşındı ön binadan. Boşalan daire kız kardeşimindi ve 2+1'lerdendi, emlakçı çıkanın kira fiyatını bugünkü duruma göre güncelleyerek koymuştu sitesine ki kuyruk oldu desem yeridir. İndirim istendi, inilmese değişen bir şey olmayacaktı ama kıramadık ve tutuldu. Benim o binadaki kontratları iki yıl önce sonlanmış olan doktor kiracılarım için artışı normalde bu yeni ve güncel fiyatı baz alarak yapmam lazım, mantık ve günlerin gereği olarak! Hayır öyle olmayacak, üstelik 3+1 daire için -şu an onların haberi yok ama- en fazla şu an yeni kiralanan 2+1'e göre %15 daha az ödeyecekler, yine de indirim isterlerse de kırmayacağım.


*Boş başlıklı yazı için buradan lütfen...

*Yavaş Hayat


*Garrant marka pikabın fotoğrafı ve alakalı bir yazı da işte tam şurada.


28 Mart 2022 Pazartesi

Ciconia Nigra'lı Pastoral Bir Gün

Telefon çalıyor. Ekranda enn sevdiğim ad. Açıyorum. Bir derenin kenarına, pırıl gırıl günün gölgesindeki bir ağacın sessizliğine uzanmışım da sanki çakıl taşlarında şakırdayan serin suyun sesine kapılıyorum ve bir anda mucizevi bir şekilde çoğalıp kalabalıklaşıyor, yüzüme enfes bir gülümseme konuyor, yükseldikçe yükseliyor ve o sevinçle, ertesi sabah için bayramlıklarımı yastığımın altına özenle yerleştiriyorum.

O sınav haftasında. Ülkenin en kariyerli iki üniversitesinden birinin diplomasının yanına birini daha ekleyecek. Dostlarımız gelmişler ve haberi uçurmuşlar, deltadayız diye. Fikrimde nerede atıştırsak seçenekleri sıra sıra. Yükselmiş ruhum onu dinliyor; çocuk sevinçlerim çoktan koşup ayakkabılarımı hazır etmişler.

Sırt çantam "Bende işlem tamam," diyor. Çıkmadan arıyorum. İstasyona yanaşınca tekrar arıyor ve 100 metre yakınında olduğumu bildiriyorum. Tren 10 dakika sonra geliyor. Şimdi onun yan koltuğundayım. Bütün bu paragraflardaki sıcacık ve tazecik anlar bana bir şey fısılıdıyor. "10 yıl sonra bile ilk gün telaşlarında bir sevinçle koşup şu yan koltuğa, şu fıstığın yanına oturuyorsan sen çok şanslısın."

Koltuğumun üzerinde açılmamış bir Marteniçka var. Benim. Sırt çantamı ve ona yaptığım limonçello şişesini arka koltuğa, sokaktaki kediler için orada duran mama torbasının yanına bırakıyorum. Kampüsün üst bölgesindeki yeni doğmuş köpek yavrularını beslemekle ise bugün için bir başka arkadaşı görevli. Fikrimizdeyse Osmanlı Çadırı'nda kaz tiridi yemek var. Bu sezon yiyemedik çünkü deltadaki mekânlar açılmadılar. Ve yine kapalı. Olsun biz de balık yeriz. Ama şimdi dönmeyelim.


İşte bu bir mucize. Evet tam bir mucize çünkü ilk kez görüyoruz. Ya daha önce gelmediler, ya da insan içine çıkmıyor, kendi ırak mıntıkalarında takılıyorlardı. Keskin gözler seçmese onca uzaktan, ben laylay lomdum hâlâ. Duruyor kaptan ve iniyoruz koşa koşa. Evet bunlar Kara Leylek. Hımmmmm demek bu sezon, yeni bebeler burada, bizim deltada doğacaklar. Özenle kaçınıyoruz, sabah gezintisindeki bu çifti rahatsız etmekten desem de inanmayın lütfen. Önümüzde aşılmaz tel örgüler var. Ve üst fotoğraftaki sulak bölgeyi geçmemiz gerek. Makinenin zoom'u da yetmez ama onun da bir çaresi var elbet. İşte Sevgili Okuyucularımız. Kırmızı gagaları ve bacaklarıyla, huzurlarınızda.... "Bay ve Bayan Ciconia Nigra'lar!" Henüz kişisel adları ile ilgili bir bilgi edinemedik ancak sular çekilir çekilmez konuk olup kendileriyle daha yakından ve ismen de tanışmayı düşünüyoruz. Elbette doğacak bebeleri için hediyelerimizle birlikte.


Yol boyu bisiklet gruplarıyla karşılaşıyoruz. Hatta dönüşte yorgun savaşçılara, 40 kilometre hızı aşmayarak arabanın yarattığı hava akımından faydalanıp, alçak basınçlı bir hava koridorunun içerisinde sürüş yapma ve daha az enerji harcama olanağı sağlıyor Enn bayıldığım şoför. Hava bahar, vakit ilerledikçe daha da ısınıyor. Delta önceki haftalara göre biraz daha kalabalık. Her sezon ilk gelip son giden leyleklerden birini direğinde göremeyince endişe ediyoruz. "Uyuyor mu ya da yol yorgunluğunu mu atıyor acaba?" diye düşünüp parmak ucu yürüyoruz. Biraz sonra diğer bir direkteki çifti görünce iniyoruz arabadan ve "Hoş geldiniz, nasılsınız görüşmeyeli?" diye seslenerek hal hatır soruyor, "yol yorgunusunuz, siz dinlenin lütfen, sadece bir selam vermek istedik," diyerek devam ediyoruz.


Hissimiz o ki bu yıl şenlikli. Geçen iki yılın acısı çıkacak. Dağlardaki vedaya hazırlanan karlarla birlikte canlanan doğa ve ısı heyecan verici. Ama delta yine sahipsiz. Ah, Yusuf Başkanımız, diyor başka bir şey demiyoruz. Onun sayesinde hayat bulan deltanın, yine onun sayesinde kavuştuğu doğayla entegre ve enfes şu konaklama alanında kaç gece geçirir, kaç akşamın sofrasında yaşamın keyfini çıkarırdık oysa, diye hayıflanıyoruz. Ve umut ediyoruz, inşallah diyor ve bunlar gider, O'nu da bir başka parti aday yapar ve çocuğu ile kavuşturur ve biz de şu an atıl tüm bu alanın tadını yeniden doya doya çıkarırız.


Biri sesleniyor o ara bize. Umudun tonu var sesinde. Bir şarkının da bir nakaratı. Gün geliiirr... gün geliir, diye devam ediyorken ses, buluyoruz. Bir çiğdem bu. Ankara'nın varsa bizim de var. Gülümsetiyor ve şenlendiriyor yeniden içimizdeki güneşi.


Üzerlerindeki minik biriket hissi veren kum yığınlarından oluşan bölge yılanlar mahallesinde olduğumuzu düşündürtüyor. Bazı yuvalardan firarlar olmuş belli, çünkü üstteki biriketler atılmış ve gençler özgürlüğe salınmış. "Şurada oturmak ister misin?" diye soruyorum. jandarmaların çardağı. Kulübede artık yoklar. Birileri yağmalasın mı deltayı diye acaba? diye düşünmeden edemiyor insan, sahipsiz geçmişini düşününce coğrafyanın!


Fikrimizde ırmak kenarında balık, gözlerimiz karşı dağlardaki karda, kulağımızda Ali Barokas, dilimizde Fransız Kültür'deki gülümseten bir anla* devam ederken biz... enn sevdiğim kadın ben pazar alışverişimi köyden yapim diyerek Yörüklere sapıyor. Hımmmmmm.... Yörüklere sapınca planın değişme ihtimali mutlak.


Tezgâhlara baka baka ilerlerken burnumuza sızan gözleme tadı enn sevdiğim kadını tavlıyor ki öyle kolayca tavlanan biri de değildir. Kendimle şu noktada gurur duyabilirim. O iki diyor ama benim gözüm aç,

"Üç, ıspanak peynir karışık gözleme lütfen."

O sırada boynunda fotoğraf makinesi asılı bir hanımefendi selam veriyor, enn sevdiğim kadın önce hatırlayamıyor, sonra bir imza gününden söz ediyor hanımefendi ve kısa bir ayaküstü sohbet başlıyor. Akabinde salep ve yerel bir iki ürün satılan mini markete giriyoruz. Kulağımıza enfes bir türkü sızıyor. Sesin geldiği yöne bakıyoruz. Orada şeker gibi bir abi var ve bir saz bir adama, bir türkü de bir dile bu kadar mı yakışır. Kapının ağzından dinliyoruz. O içeri davet ediyor ve hoş geldiniz diyor. Biz eşikte kalmayı, oradan, hayran hayran onu dinlemeyi seviyor, teşekkür ediyoruz.


Gönlümden kopuyor. Ancak masanın üzerindeki kağıt bardakta salep var, diyor Enn Sevdiğim Kadın. Selam edip dış masalara geçiyoruz.


Elinde gözleme tabakları ile köy tatlısı genç kız bize doğru yanaşıyor. Görüntü muhteşem. Biraz beklesinler ama. Üçüncüsünün şu an sacın üzerinde olduğunu söylüyor ve afiyet dileyerek çekiliyor. Çay olmalı tabii ki... Ama salep köyündeyiz ve bunun bilincinde.


Ispanağı çiğden koymuşlar, süper diyorum. Yörükler böyle yapar diyor bilgi küpüm. Çok keyifli bir peynir ıspanak buluşması ve tabii ki harika bir yufka ortaklığı. Dörtlemeye razıyım ancak, itiraz var. Bana bir yeter diyor. Frende fikrim, ama onu takip edeceğim. Üçüncünün ucundan bir parça alıyor, e kalanı da bana yeter.

O halde,

"İki salep lütfen"


Enfes dememe gerek var mı bilemedim. Bence gerek yok! Çünkü buradaki üretim akademik düzeyde. Bu konuda üniversitenin eli hep üzerlerinde köylülerin. Belediyenin örgütlemesi sonucunda tarımla ilgili kamu kurumları da katılmışlardı imeceye ve sonuç görüldüğü üzere şahane.

Tabii ki ikinciyi istiyorum. Enn Sevdiğim Kadın çayla, duman keyfinde. "Daha önce fincanla servis etmiyorlar mıydı?" diye soruyorum. "Fincanlar kullanılmıyor ki toz içindeydiler," diyor Enn Sevdiğim Kadın. Tabaktaki ve sunumdaki özeni görünce de diyorum sebep belki de pandemi. Sohbet güzel. Bu sohbetle doğrudan ilişkileri olmasa da konu bir geçmişe, şehrin tarihine dönük bir mevzuya ulaşınca genelev de dahil oluyor konuya.

Salebin keyfi aynıgillerden bir başka tadı getiriyor akla da... genelev ne iş?

Enn sevdiğim kadın soruyor: "Samsun'da ekşi boza yapan bir yer var mı?"

Bir de Yüksekkaldırım'da, oranın yıkıldığından haberi olmayan, orada dolaşırken rastlanan ve geçmişte kalmış bir abiyi anlatan, bir gazetede çıkmış hoş bir yazıdan söz ediyor.


Eğer Çiftlik'de bir araya taşınan dükkân  yaşıyorsa Ekşi Boza var diyorum. Bir turşucuydu kendisi. İlk dükkânı şimdiki Site Camii'sinin olduğu alanın karşısındaydı. Biz çocuktuk ve boza nedir bilmezdik; tat olarak ama... yoksa okuduğumuz hikâyelerde bahsi çok geçerdi. Mahallenin yakışıklı abileri, kendi aralarındaki sohbette bahsederlerdi. Aynı mıntıkadaki işkembe çorbasından bir de: Yakup Usta. Onlar abi sonuçta;  fısfıs yapsalar da kadınlardan, bir de evlerden bahsederlerdi ki başında genel takısı vardı. Sezerdik bir şeyler tabii ki. O cami inşaatından önce kaç tas sularla yıkanmıştı alan bir bilsen. Aklanıp paklanmıştı şehir!

Ödeme için içeri geçiyoruz. Enn Sevdiğim Kadın cam kavanozda salep alıyor. Beyefendi bir tarif kitapçığı veriyor, bir yandan da anlatıyor. En sevdiğim kadın yöntem konusunda aynı fikirde. Ama son golü ben atıyorum.

İçerken bu tarçının üzerinde bir şey var demiştim, çok eser miktarda ve kirli beyaz. Anlıyoruz ki zencefil. İyi salebe nüans kattığı ise kesin.

Denenmeli!

"Şu saz çalan, çok güzel söyleyen, pek sevimli Abi'nin emeğine destek vermek istiyorum, kabul eder mi?" diye soruyorum.

"Almaz ama siz bana bırakın ben hallederim," diyor, Beyefendi.

Yola çıkıyoruz. Bir tabela aklımızı çeliyor. Ralli pilotum toprak yola giriyor.

Salep tarlasının ortasında bir minik kulübe!


*Barokas ve bizi anı defterine yazdıkları ile gülümseten çocuklar yazıdaki 15.fotoğrafın sonrasında.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP