13 Ekim 2022 Perşembe

Ara Sıcak Tadında

Geçen hafta cumartesi dışarı çıktım, değişen tansiyon ilaçlarımın takibi gereği günlük ölçüm için doktoruma gideceğim. Bizzat kendisi ölçmek istiyor.

Düştüm yola.

Ayak sinyal veriyor ama ben çivi çiviyi söker modundayım.

Dönüş yolunda o yalvarıyor, ben umursamıyorum. Mesafenin çok uzak olmaması ölçüm de her gün kaç kilometre yürüdüğümü hesaba dahil etmiyorum.

Sonuç itibariyle o gün öğlenden beri sol bacak grevde.

Allahtan bilgisayar icat edilmiş. İşi oradan hallediyor, aynı anda da sosyal yaşama katılabiliyorum, dolayısı ile günler kolay geçiyor.

Doktordan randevu aldım elbette ama o da bu cuma gününe.

Bu arada Amsterdam vizyona girdi. İzleyip yazacaktım oysa; sözünü de vermiştim.

Halime acıdıklarından mı yoksa bana kıymet verdiklerinden mi bilmiyorum; bugün bir baktım seans sayısını düşürseler de ikinci haftaya uzatmışlar.

Seviyorlar beni demek; mahcup olmamı istememişler.

Bu sabah youtube'a niye bakma gereği duydum hatırlamıyorum ama o benim durumumun farkındaymış ki önüme bir gezgin gencin Tiflis çekimlerini koydu.

Bu tip pek popüler olmayan, kendi halinde şehirleri seviyorum.

O gencin gittiği taşrada bir minik yerleşimdeki kuleler onun kadar benim de ilgimi çekti. O sonra benim en bayıldığım bir şeyi daha yapıp trenle bir başka şehire geçti.

Bu arada Tiflis Gar'ına bayıldım.

Bir kaç videosunu daha izledim gencin. O arada bir ışık yandı bende; Tiflis Bakü hattı için. Erivan zaten plan dahilindeydi ki pandemiye mağlup olmuştu.

Öğlene doğru telefonum çaldı.

Salonda şarzda unutmuşum, tek ayak üstünde de yetişemezdim.

O beni hep sabit telefonumdan arar.

Oğlana seslendim, getirdi. Tahmin ettiğim üzere enn sevdiğim kadındı. Hızla yürüyordu. Eski bir apartmanı bir kez daha incelemişti ve anlatıyordu. Laf lafı açtı tabii ki ve bir başka toplantısı için başka bir noktaya gitme yolundaydı. O arada başka binaları da konuştuk.

Sabah izlediğim videoları ona atmıştım ve haberdar ettim.

Hani bizim kaldığımız ve bayıldığımız evden Spar'a doğru yürürken minik ve eski bir manav vardı ya, dedim. Onun içinden de çekim yapmıştı genç. Sonra Tiflis-Bakü treninden söz ettim.

Bu sabah en kararsız kaldığım şey söz konusu reklamı yayınlamaktı ki sürekli baskı yapan vicdanıma da hak verdim. Kripto para benimsediğim ve ilgilendiğim bir uğraş değil. Yayınlanma süresinin son 15 dakikasına kadar bekledim, tartıp biçtim.

Sonra şöyle bir ses çınladı içimde; Lösev ve Darüşşafaka bağışçısı olarak zaten reklamdan elde ettiğin gelirleri de onlara aktarmıyor musun?

Çok zor bir dengeydi; reklam yazısı yüzünden sebep olup da bir tek kişinin hayatını kaydırırsam düşüncesi.

Biraz da o nedenle bu yazıyı öylesine yazdım; o blogrollardan kalksın ve ikinci sıradan itibaren görünmez olsun, diye.

Haaa... bir de dün bir şarkıcıya ilk kez rastladım Spotify'da ve bayıldım ve saatlerce dinledim.

Dün akşam enn sevdiğim kadınla gitmeyi düşündüğümüz, Michelin yıldızı almış fine dining restoranlar üzerine konuşurken ve fiyatları görünce ne o kuş mu konduruyorsunuz manasında da eleştirirken, ona da söz ettim Güler Özince'den. O zaten biliyormuş. Şarkı şöyleyiş tarzını çok sevdim ve en çok tekrarı da şu şarkısına yaptırdım... ve az önce yüklediğim videosuna da bayıldım.



Yazının devamı için buradan lütfen...

8 Ekim 2022 Cumartesi

Babannemin Sandığından Bir Wong Kar Wai Başyapıtı

Naftalinlenme tarihi Eylül 2008

2046, görselliğine ve müziğine hayır diyemeyeceğiniz bir film... İçeriğine ne isterseniz söyleyebilirsiniz.




Paramparça Aşklar Köpekler'deki birbiriyle ilişkilenmiş insan hikayelerinde, her bireyin kendi farklı öyküsündeki aşkın farklı hallerinin de sorgulandığını görürsünüz...

Film şunları ortaya koyar: Aşk ihanettir, aşk ızdıraptır, aşk günahtır, aşk bencilliktir, aşk umuttur, aşk acıdır, aşk ölümdür...

Ve tüm bu hallerin ışığında sorar size: Aşk nedir?

Kendinizce bir cevabınız varsa! (ki vardır) 2046 boyunca tüm bu hallerin ekseninde, hatta odağında: Aşkın iniş çıkışlarının, kumarının, coşkularının, sıkıntılı hallerinin, can yakmalarının; mahrem anların titrek ve sessiz tonunda bir erotizmle, olağanüstü müzikler eşliğinde, uzun ve sessiz bir şiir tadında, görkemli alegoriler halinde ve Wong Kar Wai diliyle gözünüzün ve ruhunuzun içinden akıp gidişini hissedeceğiniz, görkemli bir şölen izleyeceksiniz demektir.

Ve belki hissedip de anlamlandıramadıklarınızın cevaplarını bulacaksınız!

Bir aşk tanımlaması olan bu muhteşem filmi izleyin...

Aşkın tüm hallerinin nasıl bir film ve ritm ortaya koyabileceğini bilerek ama!

Sıkıntılı yani...



5 Ekim 2022 Çarşamba

Çok Gezen Çok Okuyan Mevzusuna Çocuk Bakışı

Bir kaç hafta önce Sevgili KuyruksuzKedi, Çok Gezen mi Çok Okuyan mı? başlıklı, eski yıllardan beri okullarda münazara konusu da olan mesele üzerinden hoş bir yazı yazmıştı. O yazıya da ben, "Ben de Sadece C.'nin nasıl gezdiğinle ve neyi nasıl okuduğunla ilgili cümlesine katılıyorum. Bir örnek: Çok uzun yıllar önce 16 yaş, İngiltere ve Almanya ile ilgili iki kitap almıştım ve okumuştum. Sonra bir gün arkadaşlarım falan çocuk Almanya'ya gittim diye hava atıyor bize dediler. Okuduğum kitap enfesti, tüm popüler noktaları, barları falan o kadar detaylı anlatıyordu ki... Çocuğa nal toplattım diyebilirim. Aynı yerlere gidip aynı şeyleri göremeyen çok insanla da karşılaştım, o nedenle iş dönüp dolaşıp kişinin hayattan biriktirdiklerine dayanır ki bunun temeli de merak, edinilmiş birikim ve -doğru- okumakla başlar." şeklinde bir yorum yazmıştım.

Sonra o iki kıymetli kitabımı gidip eski kitaplarım rafından aldım. 20 Mart 1976'da kitaplığa eklemişim. O yıllara uçtum. Finlandiyalı bir penfriendim var, adı Anne.** Tam bir Kuzey güzeli. Enfes bir şarışın ki kendisinden ve penfriendlikten söz eden bir yazı yazmışlığım da var ki beni o konu üzerine yazmaya teşvik eden, takip etmekten zevk aldığım, mektuplaşma tavrını çok takdir ettiğim genç bir blogger, Birpembesever.

Kitapları alıyordum çünkü iki hayalim vardı. Onları o yaşta bir kez gerçekleştirecek ve asla bir kere daha tekrar etmeyecektim.

Birincisi Türkiye coğrafyasıydı ki hayat bana o şansı verdi. İkincisi ise elbette Avrupa'ydı... Daha çok da Kuzey'i.

Anne'in bir arkadaşını en yakın arkadaşlarımdan biriyle penfriend yapmıştık.

Atlas önümüzde, cetvelle ölçüp verilen ölçeklerle çarparak mesafeler tayin edip konaklama sürelelerimizi de belirleyerek planlarımızı tamamlamıştık.

İşte kitapları o yıllarda almıştım ve henüz lisenin başında bir tıfıldım. Hayalin ilk kısmını bu planları yaptığım ilkokul arkadaşımla değil ama lisede tanıştığım ve enn iyi iki arkadaşımdan biriyle 1980'de gerçekleştirmiştik.

İkincisi de benim askerliği aradan çıkarma planımın ardınaydı.

Çünkü pek çok yazıda belirttiğim üzere babamın erken öleceği hissi bünyemde yer etmişti. Dolayısı ile pek çok yazıda bahsettiğim üzere hissim doğru çıktı ve hikâyenin Avrupa ayağı eksik kaldı.

Kaderin bir oyunu mu bu bana bilmiyorum. Televizyonda dünyanın en güzel 5 demiryolu hattı üzerine bir belgesel izlemiştim: Enfesti ve henüz pandemi ortalarda yoktu. Kuzey Avrupa'daki hatların üzerine atlamıştım ve enn sevdiğim kadınla mutabıktık. Finansmanı, planları her şeyi hazırdı. İnterrail biletleri alınmak üzereydi, İrlanda'sız olamazdı, onun hatırına İngiltere de dahildi ki tak diye pandemi ve yasakları başladı ve müthiş bir belirsizlik.

Çok okuyan kısmına dönersem tezin, okunmuş üflenmiş olmalıyım ki sadece okuduklarımla karşıyı gerçekten gitmiş olduğuma inandırabilirdim. İçimde bir gezgin vardı kesin. Çocukluktan beri okuyor ve okurken de adeta yaşıyordum. Ve Sevgili KuyruksuzKedi'nin yazısı ve ona yorumum olmasa bu yazı da olmayacaktı. Blogların bu tetikleyici etkisini ve blogları da bu nedenle çok seviyorum.

Kitaplar yatağımda ve birlikte uyuyorduk bir süredir. Üzerlerine bir yazı yazmak istemiş ama iş güç biraz da başka konular yazmaktan onlara sıra bir türlü gelememişti.

Bu sabah hadi bebeler bugün sizinleyiz dedim ve klavyede ilk harfi bastım.

İşte bütün mesele o ilk harf.

Sonrası doğaçlama ve çorap söküğü gibi gelir.

İki kitapla sınırlı kitapların yazarı hâlâ yaşıyor mu diye merak edip bu sabah baktım. 1. Mart. 2003'de kaybetmişiz. Ruhu şad olsun. Kimbilir bu çocuk gibi kaç gencin içindeki gezme ateşini tetikledi. Şimdilerde artık uzun turlar peşinde değilim. Nokta operasyonları daha çok seviyorum. Ama şu kuzey turu sürekli kazalara uğrayan bir hedefti ve  daha tıfılken atlasla üzerine yapılan planlama lafa döküldüğünde özellikle Almanya ve İngiltere  üzerine konuşulduğunda çıkan cümlelerim gerçekten gidilmiş kadar etkileyiciydi. Aslında bu okumalar çok gezen mi çok bilir yoksa meraklı bir okur mu meselesine de bir yanıttı, çünkü kitapların anlatım dili ve detayları müthişti.


Kitaplar o kadar çok detay veriyordu ki; mesela günlük kullanılabilecek cümleler; yemek, balık, sebze, salata yumurta, sandviç çeşitleri, meyveler, tatlılar, içkiler gibi pek çok şeyi kendi dilleri ile kitaba eklemişti yazar. Fotoğraflar, barlar, mutlak görülmesi gereken yerler falan bunlara dahildi. Anlatım muhteşem ve bu da içerikle birlikte tıfıl bir çocuğa, evet bu çocuk gitmiş dedirtecek kadar kesinlik yansıtan bir ifade olanağı tanıyordu. Barlar restoranlar, tarihi yerler sokak sokak ve özellikleri ile tanıtılıyordu.


Günlerden bir gün, biz hâlâ 16 civarı yaşlardayken, şimdilerde bir otomobil markasının bayiliğinin yanı sıra benzin istasyonları da olan arkadaşım diğer arkadaşlara Almanya'ya gittiğinden söz ediyor. Onlar da inanmamışlar. Çok okuyan bilir kısmından hareketle de doğruluğu sapatayacak kişi olarak beni seçmişler. Bir şekilde biraraya geldik ve lafa girdik. Tümüyle kitaptan edindiğim ve kitaptaki detay grafiklerden çok iyi bildiğim çevreler ve mekânlar üzerinden konuşmaya başladım lakin gittim diyen arkadaşta tık yok. Ben falan sokaktaki falan bar kızlara bedava diye başlıyor, masalarına dahili bir sistem sayesinde telefonla ulaşılabilen, aynı zamanda da numaralı ve mini direklerinde bayrak olan masalardan çıkıyorum. Hiç denedin mi diyorum, sanki ben telefon kaldırmış, bir numarayı tuşlamış, o masadaki kızla işi bağlamışım gibi sistemi anlatıyorum. Velhasıl tarihi yerler dahil üç farklı şehri sanki adım adım gezmiş gibi tümüyle kitaptan edindiklerimle konuşuyorum ve Almanya'ya gittiğini söyleyen arkadaşta tık yok. Elbette bir başka gün bunun İngiltere versiyonu var ki onda duvarlardaki reklam panolarından bile söz edilerek verilmiş yön tarifleri var. Tabii ki iki ülkeye de gitmemiş biri olarak bu iki kitabın ekmeğini çok yemekle kalmayıp çok da maske düşürdüm. Bu yazıyı hayal ettiğimde kitapları elime alıp altını çizdiğim yerleri gözden geçirdim ve Haluk Durukal keşke bu kitapların devamını da getirseydi dedim. Belki de onun gezileri de bu iki ülkeyele sınırlıydı. Ama hayal dünyama kattıkları için kendisine hep şükran duydum ve iki kitap bir kaç yıl başucumu terk etmedi.

Ve şunu anladım gezdikçe; hem okuyan hem gezen daha çok bilir!


*Sevgili KuyruksuzKedi'nin Çok Gezen mi Çok Okuyan mı? başlıklı yazısı için buradan lütfen...

**Penfriend'lik Müessesesi

2 Ekim 2022 Pazar

Masal Bu Ya...

Bir varmış bir yokmuş...

Adı Türkiye olan bir ülkede bundan yıllar önce, o ülkenin başkentinde çok güzel, çookkk tatlı bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. O sırada ülkenin bir başka önemli, Kurtuluş Savaşı'nın tohumlarının atıldığı, Bandırma adlı vapurun limanına yanaştığı şehrinde dünyaya gelmiş bir erkek çocuğu da yeniyetme arkadaşları ile basketbol oynamaktaymış. Ve bu genç mini miniyken 6'yı giyse de sonraki hayatında serpilip geliştikçe bile hep 14 numaralı formayı giymiş. Lakin kız çocuğunun dünyaya geldiği tarih çok önemliymiş ve o gün artık ülke parlamentosunun ara tatil sonrası yeni yasama döneminin başlangıç günü olarak oy birliği ile kabul edilmiş.

Aradan yıllar geçmiş. Develer tellal iken pireler berber olmuş. Ve yıl bundan 10-11 yıl önceye varmış.

Yüreği hep taze ve çocuk kalmış kahramanımız artık güzel kadınlar tanıyıp güzel aşklar yaşamış deli-kanlı ama tecrübeli bir adammış. Yazılar yazmaya başlamış blog denen mecrada ve topraklarının nadasta olduğu bir dönemdeymiş tam da o sırada.

Tiyatro oyunları, opera, bale ve konserlerin hiçbirini kaçırmazmış. Fakat aşk tarlası ekilip biçilmez dolayısı ile ürün vermez kıraç bir toprak haline dönmüş. Kader bu ya, adı Devlet Opera ve Balesi olan bir kurum onun yazılarını fark etmiş, kendi sosyal medya hesaplarında paylaşmaya başlamış ve teşekkür içeren çok hoş mektuplar yollamış kahramanımıza.

O sırada ülkenin başkentinde doğan ve işi dolayısı ile artık Bandırma Vapuru'nun limana yanaştığı ve bu ülkenin bağımsızlığı yolundaki ilk adımın atıldığı şehirde yaşamakta olan prenses ise kurumun paylaştığı yazıları okuduktan itibaren La Paragas adlı blogu takibe almış ki o sürecin masalını merak eden kıymetli okurlar isterlerse dört bölümlük yazıyı aşağıda linkten okuyabilirler.*

Ve şimdi bu kısa girişi daha fazla uzatmayarak hemen bu Cuma'ya dönüyoruz. Cuma bu uzun, 10 yılı aşmış masalın en kıymetli ve önemli günüdür ve o seriyi daha önce okumuş olanlar önemini hatırlayacaklardır muhtemelen.


*

Enn Sevdiğim Kadın tatilden döndü. Cuma akşamı enn sevdiğimiz mekânda buluşacağız ve gecenin saati 00:00 geçtiğinde onun doğum günü başlayacak lakin o yol yorgunu ve bu daha önceden planlanmış bir akşam değil. Durumu değerlendirdiğimde gün ve saat açısından erken kutlama lakin masalın perilerinin ne planladıklarını da bilemeyiz!

Saat 18:00 18:30 arası için anlaştık lakin iş çıkışını falan da düşününce ben bunu 18:30 19:00 olarak değiştirip her zamanki masamız için rezervasyonu yaptırıyorum.

Neredeyse her gün konuşsak, mesafeler tatili boyunca  hep sıfır olsa da bu akşam önemli. Tarih Eylül'ün 30'u. Saat yaklaşınca evden çıkıyorum. Sırt çantamda okurken çok sevdiğim, araya tatilin de girmesiyle O'na da aldığım ama bir türlü teslim edemediğim iki kitap var ve an itibariyle çiçekçimdeyim.

Minik bir demet istiyorum hanımefendiden. O arada da laflıyoruz, o bu kez çok zarif ilaveler yapıyor bukete, müdahale etmiyorum.

Hoplaya zıplaya, liseli çocuk adımlarımla varıyorum enn sevdiğimiz mekâna. Saat 18:45 ve ben masamızdayken ve onun yoluna bakarken tam da restoranın önünde biriyle rastlaşıyor ve sohbette. Ahh benim ince kalpli zarafetim.

Şu an içeri giriyor ve mekân tayfasının yüzlerinde güller açıyor. Ben ayağa kalkıyorum. Siyah, mini ve streç elbiseli; üzerinde kolları kıvrılmış bir kot gömlek; bileğinde her birinin anlamı ve hikâyesi olan aksesuarları; uzun siyah saçları ile kesin asılmam gereken enfes bir kadın bana doğru yürüyor.

İki dakikada, tek cümle kurmadan, ama dayanılmaz gülümsememle işi bağlıyorum. N'aber diyor, sarılıyor, öpüşüyor ve ben saçlarının kokusunda yok olurken bu enfes güzellik şimdi masada ve tam karşımda. Bir süre tutulmuş dilimin açılmasını bekliyorum. Sonrası sular seller gibi. Rakının klasiklerden oluşan siparişimizi veriyoruz.

Yeni Rakı yok.

Dışındaki her marka rakı var.

Olsun.

O halde Ustaların Karışımı...



Ahh o gülüşü ama!

İyi, diyorum, soruyorum; "Senden n'aber?" Masa donandı, rakı tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz lakin yeni garson su ve buz kısmını dengeleyemedi ama olsun. İlk çınla sohbet başlıyor. Saat 18.45 ya da 18:50. Sular seller gibiyiz. Konuşan benin kurduğu cümlelere şaşkınım. O kadar kendinden emin ve rahat ki. Kurduğu cümleleri hayranlıkla sanki ben dışardan beni izliyormuş gibi dinliyorum. Alkış bana. Enfes bir sohbetin kapısını fena güzel açtım. Cümlelerim başka ama duygularım ve anlatılarım kendinden çok emin ve ona, ona olan sevgime yönelik. O'na özgürlük alanları açıyorum. Benimle olan birlikteliğinin olası yüklerini ve zorunluluklarını öyle hoş cümlelerle üzerinden alıyorum ki... Tekil ve olası hayatımı nasıl çizeceğimi de içeren çok emin, çok hoş, çok anlamlı, içten ve açık yürekli sözcüklerle dolu cümleler kuruyorum. Kendimi dinliyorum şaşkın ve bu ben miyim, diye. Akşamı feth etmiş bir komutan kadar gurur duyuyorum kendimle. O'nun tüm kışkırtmalarına rağmen bir milim anafikirden vazgeçmeden sanırım kalelerini bir kez daha feth ediyorum. Vallahi şahaneyim.

Şu ânımı es geçmiyorum. Diyorum ki dün, bu akşamı düşünürken: "En çok istediğim şey keşke şarkı söyleme becerim konuşmalarım kadar güzel olsaydı. Sana Erol Evgin'in Bir Tanem Söyle Canım'ını bu akşam söylemeyi o kadar kalpten istedim ki."

Sonra yıllar yıllar önce, ben ve en iyi iki arkadaşımdan biri ile biz tıfılken şarkıyı İzmir Fuarı'nda Hisseli Harikalar Kumpanyası'nda dinlediğimizi, çok etkilendiğimizi... O efsane gezinin dönüşünde tam da evlerimize döneceğimiz kavşağa yaklaşırken şarkının çaldığını ve enn arkadaşımla ikimizin de ağladığımızı anlatıyorum.

Öyle güzel bir akşam ve sohbetteyiz ki sanki daha dün tanışmış bir çift gibiyiz.

Bazen ânın dışına çıkıp tepeden bir yerden bizim masaya bakıyorum. Bu nasıl bir şey diye düşünüyorum. O ara uzun süredir mekânda görmediğimiz, daha önceki bir zamanda kendisinden "En son gittiğimizde çalan çocukları bizzat masadan kalkıp giderek kutlamıştık. Hanımefendi ne kadar sevinmişti, sonra masamıza gelip sevinçli bir heyecanla açıklamalar yapmış, sokakta çaldıklarının, rastgeldiğinin, burada çalmaya cesaret edemediklerinin, bunun bir deneme olduğunun, bizim onları cesaretlendirdiğimizin altını çizmiş; tekrar tekrar teşekkür ederek ve başarısının onaylanmasının tadını, gülen bir yüzle, çok tatlı bir coşkunlukla çıkarmıştı." cümleleriyle söz ettiğim mekânın da sahibi aileden hanımefendinin bizzat kendisi iki ara çayı ile yanaşıyor ve açık olan buraya, diyerek onu enn sevdiğim kadının önüne diğerini de benim önüme bırakıyor ki gülmemek elde değil. Onca müşteri içinde ve aradan uzun bir zaman geçmişken açık çayı hatırlamaktaki incelik hepimize şahane geliyor.

Finale yaklaşıyoruz gibi. Günü diğer aya geçirmeyeceğimizi sanıyorum ben. O kadar şeyden söz ettiğimiz bir akşam ki. Benim dilim fena çözüldü, çok eski defterlerimden çok eski karakterler ve niyeler masamızı ziyaret etti. Güzel yaşadığımı bir kez daha hissettim, hiç yalansız ve samimiyetle söz ettim ta eskilerden, tıfıllıktan, ilk gençlikten. O çocuk gelişerek bu adam olmasaydı şu an ne bu mekândaydım ne de bu şahane kadın karşımdaydı diye düşündüm ve bunların altını açık yüreklilikle çizmekten de hiç çekinmedim.


Nehir gibi akıyordu cümlelerimiz ki tam o sırada Enn Sevdiğim Kadın'ın telefonuna mesaj geldi. Gün artık yeni ayın ilk gününün tam da ilk saniyeleri; saat 00.00'ı belki de 1 saniye aşmıştı. Enn can arkadaşlarından biri tarafından yeni yaşın kutlanmasaydı. Ekmeğime yağ sürülmüştü ve bu fırsat kaçmazdı. Kaçırmadım!

Yine zamanın durduğu bir akşamdı ve biralar gelsindi.

Geldiler.

Cümleler bitmedi.

O halde ikinci biralar da gelsindiler.

Mekân boşalmıştı. Bir kaç masa ki onlar da biz gibi kadim müşterilerdi. Bir ara bu akşam ayıklanmış karpuz dilimleri yoktu demiştim ki onlar da masada yerlerini almışlardı.

Yeni gün epey yol almış bizse yine neredeyse altı saati bulmuştuk. Bir taksi istedik. Enn sevdiğim kadın itiraz etse, taksiciler tanıdık olsa, bana kıyamasa da yok dedim. Evine vardık. Taksici ince adam, ben de manevra yapim diyerek bizi yalnız bıraktı. Sarıldık, öpüştük, vedalaştık. Taksideyim ve dünyanın ennn mutlu adamı olarak ayaklarım yerden kesik. Zaten yakın olan mesafe çabuk bitiyor. Eve yürürken telefon açıyorum ve geldiğimi söylüyorum. Seni seviyorumlar, istemsizce ve kalpten dile geliyor. İyi geceler bu şenliğe katılıyor ve enfes bir uyku gereğini gerektiği gibi yerine getiriyor ve beni uyutuyor. Uyurken bile kalbimin her şeyi ele aldığını, bünyemin tüm duyargalarının açıldığını ve mutlulukla çalıp oynadıklarını hissediyorum. Elbette, evet elbette tüm bu cümbüşün elebaşılığını yapanın kim olduğunu biliyorum.

Bu arada masa numarasına dikkat! Ki bunu yıllar sonra hep o masada oturmamıza rağmen yeni fark ettim, muhtemelen sohbette eskiye yer veren cümleler olmasa yine de fark etmeyecektim !


*Tefrika 1.Bölüm


22 Eylül 2022 Perşembe

Üç Bin Yıllık Bekleyiş, Büyükler İçin Bir Masal

Sevgili Momentos'a teşekkürlerimle...



O bahsetmese, altını çizerek önermese, hayatımın enn keyifli akşamlarından birini, ondan alacağım hazzı bilemeyecek ve hep bir eksik kalacaktım. Kesin.

Olağanüstü keyifli bir seyirdi.

Onunla yetinilmeyip ayrıca taçlandırılarak çoğaltılmayı da hak ediyordu.

Sinemanın sayfasına girdiğim andan itibaren nedense 16 seansı ilgimi çekmişti. Büyülenmiştim sanki. İradem dışı bir gücün çekim alanındaydım ve henüz bunun farkında değildim. Seçeceğim koltuk belliydi. 6. salon, D sırası ve 3 numaralı koltuk. Bir konuda daha dikkatim çekilmişti ki o da filmin müzikleriydi. Elbette bilgileri veren kişi müzik anlamında seçiciydi ve güvenilirdi lakin yine de gerçek olan yaşanan an ve o andaki ruh haliydi. O nedenle müzik kısmını çok önemsemedim. Tilda Swinton vardı ama film Başka Sinema'nın değildi ve normal koşullarda kesinlikle gitmezdim çünkü yakın durduğum bir tarz değildi fantastik filmler. Önce afişine baktım fakat hakkında hiç bir yazı okumadım ve bu kez karar vermemdeki etken içgdülerim değildi.

Geçen akşam eksik bıraktığım üzere, gerçi daha sonra başka bir mekanda olsa da keyifle yemiştim ama sinema keyfi üzeri olmadığı için sayılmayacağından- Mado'da dondurma yemekti.

Üzerimi değişip, işi erken kapatıp çıkıyorum evden. İstasyondayım ve bir iki dakika içinde geliyor tren. Hava kapalı, serin, yağmur geldi gelecek. Tedbirliyim. AVM'ye varınca ve epey süre olunca sanayiye geçsem eski bir arkadaşımla iki lafın belini kırsak diye düşünüyorum. Yoksa Migros'un şirin lokantasında bir şeyler mi atıştırsam? Sonuçta Migros'tan geçen filmde aldığım mini torbada ve minik ölçüdeki tam buğdaylı bisküvilerden alıyor, yanına mini mini, çıtır çıtır, tuzlu ve susamlı simitçiklerden mini bir paket ekliyor, bir de çikolata ve Pepsi Max ile alışverişi sonlandırıyorum. Şimdi en üst katta ve gişenin önündeyim.

"D-3 lütfen"

Bilet fiyatı ufakça bir sıçratıyor. Filmin Başka Sinema'nın olmadığını anlıyorum. Ve sonra da 6 numaralı salonda değil de salon 1'de olduğunu ki bu bir ilk... Ülke bu günleri de gördü diyerek de bilet fiyatını şuraya not düşüyorum: 44 TL.


Şimdi terastayım. 1 numaralı salon an itibariyle bana en yakın olan. Açıkta bir sürü tanker var fakat benim yanımda fotoğraf makinesi yok. Trende çantaya atmadığımı fark etmiştim. Elime zorla tıkıştırılmış cep telefonu ben varım ya diye dürtüyor. Ona hep soğuk davranmış olmama toz kondurmayarak yine de istekli davranmıyorum, lakin o benim farkımda ve daha olgun bir tutum içinde; üstelik fotoğrafları istediğimi fark etti. İlk adımı hiç gurur yapmadan o atıyor. Bu yakınlaşma çabası da sanki buzları çözecek. Çekiyorum bir kaç poz. Teras keyfim şahane, trenler, limandaki gemiler, önümdeki sıra sıra gemiler, kapalı hava, kısmen soğuk ve Pepsi Max'im ve atıştırmalıklarımla şahane bir an.


Ve salondayım. Büyük sürpriz çünkü 6 numaralı salondan daha büyük bir alan, koltuklarda hoş bir kırmızı, arkaya doğru diklik daha az ve daha geniş ve ruh ısıtıcı bir salon. Ve benim için kapatılmış. Havalanıyorum elbette, sonuçta blogger aleminin bir ferdiyim, özel bir muameleyi -içinde olduğum topluluk adına- hak ediyorum. Reklamlar, fragmanlar falan derken film başlıyor. Açılış sahnesindeki uçağın iniş anı çok görkemli, kamera yerleştirmeleri ve açılarından etkileniyorum. Salonun akustiği ise olağanüstü. Asıl Adı Tom Holkenborg olan Junkie XL ya da JXL takma adını kullanan Hollandalı elektronik müzik sanatçısı ile de film sayesinde tanışmış oluyorum ki bir kazancım da O. Müziklerse ölüp bitmelik ki sonda söyleyeceğimi baştan söylersem; perdede filmin son yazısı kaybolana kadar koltuğumda çakılı vaziyette ve müziğin büyüsünde yok olarak kalıyorum. Temizlik için salona giren abla bile bu ne iş diye şaşkın şaşkın koltuğuna çakılmış vaziyetteki bana bakıyor.

Film büyüleyici ve kulak kesilesi çünkü çok hoş, entelektüel besin düzeyinde felsefi sohbetler içeriyor. Görsel efektleri şaşırtıcı ve enfes. İçinde İstanbul var. Elbette tanıdık mekânlar. Zerrin Tekindor bence olmuş. Kösem Sultan. Film fantastik bir yetişkin masalı lakin besleyici. Harem var ki bayağı bayağı ters köşe bir zevk. Cenk yapıyoruz. Saraylarımızın muhteşem entrikaları var ve tüm bunlara ince bir kara mizahla dokunuşlar da... Lakin masalımsı, rüya tadında, bazen meraklandıran, bazen çocukluk masallarından izlerin içine yollayan, aşkı kutsayan, vesaire vesaire güzelliklerle insanı şaşırtan, içine alıp hiç bir saniyede dışına kaçma fırsatı vermeyen, rengarenk, duygulu, şahane ve ötesi bir filmle enfes bir sinema keyfini ve nadir bir eğlenceyi (bana) yaşatan, seyirlik bir filmdi der ve noktayı koyarım.


Üç Bin Yıllık Bekleyiş, çeşm-i bülbül içine hapsedilen bir Cin (Idris Elba) ile pozitif bilimle uğraşan bir akademisyenin (Tilda) rastlaşması. Kesişen yollar ve zaman sıçramalı anlatılarla ortaya çıkan bir şenlik. Özgürlüğüne kavuşmak isteyen Cin ve ikna çabaları. Aşk. Üç dileğin yerine getirilmesi noktasında -bence pek tatlı bir neden ve rüşvet teklifi. Zamana yayılmış gerçekleşmeler. Ve bu süreçlerin tamamında bir masalı yaşarmışçasına kendini dev perdedeki öykünün içinde hisseden bir seyirci.

Vee salonun enfes ses düzeninde, insanı içine çekip bırakmayan, filmin akışı ile senkronize enfes müzikler!

Avustralyalı yönetmen George Miller'dan oyunbaz, bazen kafa karıştırıcı, çarpıcı, gerçekliği sorgulatmayan, bizim tarihimizden masallar, belki biraz ürkütücü sahneler ve karakterler... Ece Yüksel ve Burcu Gölgedar'dan iz bırakan, Türkçe konuşmalı akılda kalıcı hoş performanslar... Muhteşem kostümler ve isimler perdede akarken kendini enfes müziğe kaptırmış, salonu terk edemeyen, bu tavrıyla ışıklar yanmışken salona temizlik için girmiş ablayı da şaşırtan bir izleyici. Üstelik ve tekrar edersem kader salonu onun için kapatmış, tek.


Kapıdan çıkıyorum ama filmden henüz çıkabilmiş değilim, son kare müthiş. Dijital efektlerin sahicilik hissi veren ve bildiği halde insanı gerçeklikten soyutlamayan başarısını düşünüyorum. Ve çok keyifli bu film akşamını taçlandırmak istiyorum lakin isteksiz bir yanım da var. Ah filmi konuşacak biri olsaydı diyorum. Buz gibi bir beyaz açtırıp ya da bira ve eşlikçileri ile şişenin ve kelimelerin dibini bulmak vardı ve kesindi. Kendime döner ısmarlıyor, keyfini çıkarıyor ve eve geliyorum. Enn Sevdiğim Kadın telefonda, filmi ona ballandırıyorum.



Ve sonuç itibariyle bu tür filmlere uzak duran bu kul der ki: Eğer masalları seviyorsanız, fantastik filmler sizin için sorun değilse; bu şahıs sevdi ki filmi... siz kesin seversiniz.

20 Eylül 2022 Salı

Vira Bismillah Vira Palamut

Hava muhteşem. Çünkü güneşli ve pırıl pırıl. Üstelik enn sevdiğim gün. Cumartesi. Ben dışındaki tüm koşullar tadında. Ben de tadımdayım. O halde başlayabilirim. Giyinip çıkıyorum. Spor bir şıklık. Vira Bismillah dendi ve balık sezonu başladı. Hakkını vermek boynumun borcu. Elbette bir ritüel bu, o halde istikamet balığın merkezi. Keyifli bir tren yolculuğu, iniş istasyonum mükemmel bir nokta; Liman. İnince rayları geçip enfes bir parka gireceğim. Sonrasında da balığın en taze olduğu noktaya, balık haline. Hoş ve dairesel bir bina. Orta bölümünde yine dairesel bir lokanta var; benim en sevdiğim belediye başkanlarının eseri. Lokantayla yine dairesel dizilmiş balıkçılar arasında da parke taşlı bir yol ile yakışır bir kapalı alan. Önce balığımı seçmeliyim. Miss gibi tazelik. Çeşitlilik güzel, denizden bu sabah, bir kaç saat önce çıktılar. Kafa karıştırıcı bir durum söz konusu olsa da ben sezonu palamutla açmalıyım. Alanda alkol yok ama her çeşit balık en taze halleri ile ve birinci elden var. Balığımı seçtiğime ve ödemesini balıkçıya yaptığıma göre lokantaya geçip masama karar verebilirim.


Cam kenarında, tezgahlardaki alışverişi de gören masayı seçtim. Garsonumu da sevdim. Efendi, ölçülü, az konuşur nitelikli bir genç adam. Elbette sezonun açılış günlerine yakışır bir masa donatacağız.

"Bir mısır ekmeği lütfen."

"Bir turşu kavurması lütfen."

"Bir de salata lütfen."


Hımmm... sıcacık mısır ekmeği, sıcacık turşu kavurması ve görüntüsü enfes, balığa ve masaya yakışır bir salata. Mısır ekmeği ve turşu kavurmasını fazla soğutmadan sezon açılışını yapsak nasıl olur?

Bünyedeki tüm paydaşlardan güzel olur yanıtı geliyor. Elbette kırmıyorum onları ve abartmadan, kıvamında bir incelikle ve aralıklarla götürmeye başlıyorum. Hakikaten müthiş bir keyif. Mekânda bir kaç kalabalık masa daha var ve görüntü o ki balığımı biraz daha beklemem gerekecek. O halde usulca olmak koşuluyla mevcutların tadını çıkarmaya devam. Hem yavaş hayat güzeldir.


Ve günün ve hatta sezonun ilk balığı görünüyor. Solist altları saygı içinde şöylece bir toparlanıp sahneyi ona açıyorlar. O vakar içinde, kendine güveni tam. Zarafete bakınca çatal bıçağı alıyorum elime. İlk lokma ve gittim ben. Muhteşem desem değil, yetmez. Lokum gibi yakışık almaz. Olağanüstü güzel pişirilmiş enfes bir lezzet. Kılçıkları ayırırken bir gram, bir milim, bir mikro ölçek kadar bile balık yapışmıyor üzerlerine. Atıyorum çatal bıçağı. Ellerimle, parmaklarımın keyfiyle, ağır ağır, bitecek korkusuyla her bir parçasını tüm hücrelerimde hissederek gerçek bir balık keyfini, eşlikçileri ile birlikte, buselik makamında yaşıyorum.


Suları soğuk bir deniz kentinde yaşamak muhteşem. Dolayısı ile denizden en çok birkaç saat önce çıkmış ve hakkı verilerek pişirilmiş, üstelik onlarca tezgahın içinden gönlünüzce seçtiğiniz balığınız sevimli bir imeceyle ve esnafı da gözeten bir tutumla masanıza gelince, herkese kazandıran bu tavır sanırım keyfi daha da çoğaltıyor.

Ödememi yaparken tip box'ı boş geçmiyorum çünkü masama bakan genç adamın tavrını çok beğendim. O sırada rastlaşıyoruz. Omuzuna dokunarak kendisine çok teşekkür ediyorum. Ve balık halinin mevlevi heykelleri ve su fıskıyelerine doğru olan kapısından çıkıyorum. Ağır adımlarla yeşilin ve su sesinin sessizlik içindeki keyfini çıkararak istasyona geçiyorum. Çünkü günü bitirmeye niyetim yok.


Bu kez Gar durağında iniyorum. Önce yeniden başladığını haber aldığım Amasya treninin saatlerini öğrenmem gerek çünkü enn sevdiğim kadınla bir planımız var. Bir kaç gün önce garda büfe işleten bir abi bizim milletvekillerinin uyuduğunu, seferleri Amasya vekillerinin başlattığını söyleyince pek ayılamamıştım ben, şimdi gişeden saatleri öğrenince taşlar yerine oturdu çünkü saatler uygun değil. Akşamı enfes bir rakı masasında geçirmiş hangi kul sabahın altısındaki trene koşturur ki... Şimdi karşıya geçip günü parlatmaya devam edebilirim. Keyifle okuduğum bir kitabım var. Ve Şehir Müzesi'nin kafeteryasındaki cappuccino'ya bayılıyorum.

"Bir cappuccino lütfen."

Filtre kahveyi, Amerikano'yu şekersiz içerim ama cappuccino ile kendimi şımartırım; idealin üç minik poşet toz şeker olduğunu da kesinleştirmiş durumdayım. Kitabımı açıyorum. Yazarın kağıt oyunları ile ilgili bilgiler verdiği yeri biraz göz attıktan sonra atlıyorum ve hayatla ve keyifle romanı okumaya devam ediyorum. Kahvemi usulca ve zamana yayarak içmekteyim ancak kaç zaman geçtiyse ve kitap nasıl aktıysa fincanın dibi görünüyor.

"Bir Cappuccino daha lütfen."



13 Eylül 2022 Salı

Dolunaylı Gece Ve Ters Köşe Bir Film

Pencereden bakıyorum.

Aman Allahım!

Denizin dibindeymiş de, kafasını şöyle bir uzatmış da, bir yandan gözlerini ovuştururken ve bir yandan esneyip gerinirken kendini bir an önce gökyüzüne atma afacanlığı ile gülümseyen bir turuncu; burnumun dibinde, yusyuvarlak, taptaze ve bebek kokulu.

Şahane bir akşamın müjdecisi.

Sırt çantamı alıyor ve yola koyuluyorum.

Bir fikrim var ama zamanım yok. Biraz da hızlı haraket etmeliyim. İstasyondayım ve trenin varmasına 1 dakika var. Enfes bir son yaz akşamı. Ay aklımda. Şu an bulunduğum noktadan görme şansım yok ki çıkardım da aklımdan; ta ki yol bana sürprizlerini sunana kadar.

Onunla saklambaç oynamak çok keyifli ancak an itibariyle bu, trenle onun arasındaki bir mesele; bana, ikisi arasındaki son derece afacan ama iyi kalpli saklambaçın keyfini çıkarmak düşüyor.

Tren denizden uzaklaşıyor, o sırada ay saklanıyor, benim nereye saklandığı konusunda bir fikrim var, tren söylemem için binbir şirinlikle asılıyor ama bende gülümseme dışında tık yok. Tren denize yaklaşıyor ve keyifle sobeliyor. Böyle böyle devam ederken ve yeniden saklanmışken ve Kürtün Irmağı üzerindeki köprüyü geçerken tren; en şahane haliyle yeniden arz-ı endam ediyor ay. Yelken Kulüp coğrafyası boyunca ve denizin bir karış üzerindeyken de havasını atıyor. Atletizm sahasına henüz varmadan, barınağı hemen geçtikten sonra Sheraton'ın ardına saklanıyor ve uzunca süre tren onu aramak zorunda kalıyor. Tren köprüye tırmanmaya başlayıp da da zirvesine vardığında ve tatlı virajı alıp da inişe geçmeden hemen önce limandaki gemilerin arasındaki görünüşü ile bir kez daha sobelense de ay, sen var ya sen, dedirtiyor.

Filmin başlamasına 15 dakika kala istasyondayım.

İniyorum ve hızlı hareket etmem lazım.

Güvenlikten geçiş ve yine hızla sinema katına... Gişenin önünde bir hanımefendi bilet iptalinde çünkü küçük oğlunun yaşı seçtikleri film için uygun değil. Bense terastan ayı seyretmek ve onunla iki lafın belini kırmak istiyorum. Ama henüz sorun çözülmedi ve ben için gergin bir bekleyiş. Nihayet biletimi alıyorum ama film başlamak üzere, onunla antrakta görüşebileceğiz. Koltuğumdayım. Ve film başlıyor.


Perdede mesajlar akıyor. Bir twitter kullanıcısı değilim, telefondan mesaj atmam. Sadece arada bir kardeş atar ben onu yanıtlarım ki bu da ayda yılda bir. Garipsiyorum, takipte zorluk yaşıyorum. Makine hızında çalışan parmaklar, sürekli tuşlanan telefonlar ve perdeye yansıyan mesajlar. Önce bir anlam veremiyorum. Hatta sıkıntı basıyor. Çünkü filmin ana temasının sosyal medya, telefon kullanımı olduğunu düşünüyorum. Başrol oyuncusu Rabah Nait Oufella'ın oynadığı Karim D.'yi de sevmedim.

Mutsuzum, erken çıkmayı emeğe saygısızlık olarak almasam kaçabilirim. Film biraz da geçmişte yediğin hurmalar durumu. O hurmalar atılan tweet'ler oluyor. Tam da popüler olmuşken, ayıkla pirincin taşını şimdi.

Kahramanımız -taze- bir yazar. Bende ise onu yazarlığa yakıştıramama halleri. Bir kitabı basılmış ve bir tanıtım partisindeyiz. Karim D. bir sosyal medya fenomeni; 200.000 takipçisi var. Ve ben için sıkıntılı haller devam ediyor. Küçümsemeye de devam. Ölçümse yaş, davranışlar, sosyal medya popülizmi, mesajlar ve fiziki durum. Nedense bir yazar kalıbına sokamıyorum. Kitap için verilen partide ve sonrasında ırmak hızla tersine akmaya başlıyor, çünkü yeni sözleri nedeniyle takipçilerce eleştiriliyor ve hızlı bir terk ediş. Yayınevindeki toplantıda durum gergin, oysa kitaba ciddi bir yatırım yapmışlar ve sıkı da bir reklam kampanyası hazır ama sosyal medyada durum feci.

Yönetmen Laurent Cantet ise ilmek ilmek örmeye devam ederken mevzuyu, bana ayar vermeyi de ihmal etmiyor. Çünkü filmin başlangıcındaki sahneler nedeniyle önyargılı davranan ve filmin biletini kesen ben utançtan koltuğuna saklanmış ama filme kapılmış, bazı nüansları da kapmış durumdayım. Yine bir göçmen sorunu, yaşadığı ülkede yabancı olma hali ama hakikaten iyi işlenmiş, mantıklı, bir ajitasyon ihtiyacı duymuyor, sade bir gerçeklik ve gönül teline dokunuyor.

Ve hiç abartmadan, tüm nüanslarıyla, hiçbir şeyi göze sokmadan, hayatın doğal akışına uygun biçimde, ince ince işleyerek, fark ettirerek ve düşündürerek izleyicinin kalbine filmin fikrini işliyor. Keyif almasını sağlıyor.

Müzikleri, yan rolleri ile de ve son jenerik dahil izleyicileri koltuklarına çakıyor.

Bu arada Arthur Rambo'nun kardeşinin ve annesinin oyunculuklarına ve sözlerine dikkat. Bir de yazar abla var (Anne Alvaro), kısa bir sahne olsa da Karim'e tavrı ve sözleri beni çok etkiliyor.

Yabancı bir ülkede oralı olmak ama bir türlü de oralı kabul edilmemek, dolayısı ile oralı hissedememek üzerine, büyük laflar etmeyen ama meseleyi anlatabilen sıcak bir film. İzleyiciyi filme dahil eden nitelikli bir görüntü yönetimi olduğunun da altını çizmeliyim.


İyi bir film izlemenin keyfiyle çıkıyorum salondan. Bu keyfi çoğaltmam gerek. Mado'nun terasında meyveli ağırlıklı, deniz ve dolunay manzaralı bir dondurma nasıl olur?

Fikrin üzerine atlıyor ve Mado'dan içeri süzülüyorum. Denize karşı güzel de bir masa buluyorum ve kalabalığa da karışmıyorum lakin AVM'nin, dolayısı ile Mado'nun kapanmasına 10 dakika kalmış. Oysa ben deniz ve üzerindeki dolunay ile filmden aldığım tadı, bazı sahneleri öne çıkararak ve hatta geceyi yavaşlatarak gözden geçirecektim.

Sonuçta yürüyen merdivenleri tek tek iniyorum. Ay zaten denizle oynaşı bitirmiş, çoktan kara tarafına geçmiş. Renk turuncudan beyaza dönmüş. O uzakta ve dağların ardına çekilmek üzere. Asansörle üst geçide çıkıyorum. Biraz bakışıyoruz, sonra el sallaşıp vedalaşıyoruz. İstasyona geçmemle de tren gözüküyor. AVM'nin son insanları ile biniyoruz. Keyifli bir yolculuk ve artık mahallemdeyim. Bir an Mavi'de takılsam, bir bira söylesem ve denize bakarken filmi gözden geçirsem diye düşünüyorum ama bundan vazgeçiyorum. Denizin dibinden eve doğru yürüyorum. Enfes bir son yaz gecesi.

Keyfim gıcır.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP