30 Ağustos 2022 Salı

Hayata Ve Sevmeye Dair Bir Kaç Dakika

Eylül'ü severim. Benim için özel bir aydır. Kısa sürelileri ayrı tutarsak tatil kapsamına girecek seyahatlerimin hepsi Eylül'dedir. Babamın öleceği Aralık ayından önceki -ki en efsane seyahatlerimden biri- 12 Eylül darbesi nedeniyle tamamlanamamış olsa da, %2'lik kısmı eksik kalsa da Eylül ayınının biri sabahında marşa basmamla başlamıştı.

Enn Sevdiğim Kadın'ı tatil anlamında uğurlamaların hepsi de Eylül ayına dairdir.

Ve o uğurlamalardan biri daha yaşandı dün gece.

Öyle güzeldi ki!

Bu sabah ilk noktasına, baba evine vardı. Bunu belirten mesajı telefonumdaydı.

Bu yazı yazılmasa ne olurdu?

Üstelik aklımda hiç yoktu.


Sabah birden, yatağa uzanmış dünyada ne var yok bakarken fark ettim ki içimden kelimeler akıyor. Zaten iş de bayram tatilinde. Tembel akan kelimelerin kafa bulduran şırıltısına kulaklarım kesildi ve yaz oğlum dedi.

Oysa olağan bir akşamdı. Maç izledim, sonra bir başka maç izledim ve saat O'nu alma vaktine vardı ve ben kardeşin dairesindeydim.

O'nu alma vaktine varış pek hoşuma gitti.

Arabayla giderken ve onun mıntıkasına yaklaşmışken ve kardeş uzunca bir tırı sollamışken ve ben andan başka bir tat alırken O'nu aradım, bulunduğumuz noktayı bildirdim, bir kaç dakika sonra da kapısının önündeydik.

Bir yanıyla ne kadar olağan ve sıradan bir süreç.

O henüz binadan çıkmamıştı. O ara motosikletli bir kurye aradığı bloğu sordu. Onun ardından ben de binaya girdim ve enn sevdiğim kadının dairesinin önüne vardığımda O evden çıkmıştı ve sırt çantası sırtında, ondan daha büyük bir çanta da omuzundaydı. Elbette vermemekte ısrarcı oldu ama çantayı aldım. Çünkü O enn kıyamacağım insanlar listemin başında.

Bagajlarını yerleştirdik ve lojmanlar bölgesinden ayrıldık.

Arka koltuktan bir anahtar uzattı bana. Evinin. Sonra sohbet ede ede, otobüs saatine vakit olduğu için ağır bir hızda garajlara vardık.

Şaşırtıcıydı ortam.

Nerede eski canlılık, ışıl ışıl haller diye düşündüm.

Garipsedim.

Ama O çok güzeldi.

O, ben ve kardeş şen şakrak sohbet ettik. Artık yok olan efsane otobüs şirketinden konuştuk ve o seyahatlerin tadından...

O sırada otobüs perona yanaştı. Ben bagajlarını verdim.

Sohbeti koyulttuk.

Tüm bu süreçte O'nun bu anlarını bir masal gibi zihnime kaydettim. Ne kadar güzel, sıcakkanlı, iyi yürekli ve hımmmm... bir kadın olduğunu bir kez daha teyit ettim. 10 yıl sonra bile aynı kadını ilk gün heyecanı ile seviyor olmam üzerine düşünmedim. Her karşılaşmamızda daha yeni tanışmışız ve ben onu ilk kez uğurluyormuşum duygum; hiç bir zaman yerini bir başka, taaa eskiden gibi ve bu kaçıncı kere hissini yaşatacak bir duyguya yollamadı beni.

O ara kardeş elemanlarından birinin başına gelen, oldukça dramatik, arabada ağlamakta olan bir müşterinin, bir genç kızın epey pahallı bir telefonunu kaybetme olayını anlatıyor. Sonra onun bulunmasını ve hafta sonu taksi şoförlüğünü ek iş olarak yapan elemanının bahşişe boğulmasını...

Bu hikâyenin en hoş tarafı bu tür olaylar için taksicilerin kendi aralarında özel bir hat oluşturmalarıydı.

Elbette eski otobüs yolculuklarının tadından söz ettik. Çok derin yolculuk anıları bırakan Ulusoy'un yok oluşu üzerine arşivdeki, naftalinlenmiş pek çok anıyı ortaya döktük. Varan'dan girip Boss'dan çıktık. Ulusoy'un domates çorbasının ve üzerine kaymak ekletilmiş ekmek kadayıfının ve tabii ki Bolu Dağı tesislerinin altını çizdik.

Sonra da sarıldık, öpüştük ve enn sevdiğim kadın otobüse bindi.

Biz alanı terk etmedik.

Otobüs yolculuklarını ve garlarını özlemiş miydik?

Sanırım özlemiştik.

Uçak hiçbir zaman yolun tadını, yolda olmanın tadını vermiyordu. Oysa akıldan geçenlerle akıp giden yolun tadını senkronize etmek, o sırada bir şeyler atıştırmak, bir fincan çay ya da kahve içmek, sorunları kilometrelerce arkada bıraktıran bambaşka bir keyifti.

Saat 00:30'a iyice yaklaşmıştı. En sevdiğim kadın otobüsten indi, alanı terk etmeyen bana ve kardeşime bir kez daha sarıldı, öpüştük.

Çok şanslıydık çünkü bu kadar içten sarılan ve sarıldığı insana çok ama çok iyi gelen, yanağından makas almalık, kalbi bu kadar samimi, çok güzel bir insan bulmak zordu.

Otobüs kalktı.

Biz arabaya geçtik.

Ben O'nun evinin anahtarını cebimde mi diye kontrol ettim.

Hız limitlerini aşmamaya gayret ederek ve gecenin ışıklarını birbir geçerek eve doğru yol alıyorduk ki kardeş soda içmek istedi ve bana da sordu. Portakallı ya da limonlu bir şey al dedim; Schweppes diye de marka telaffuz etti içimden bir ses; ona aktardım.

Gecenin sessizliğinde yağ gibi akarken üç harfli, Schweppes'imi ağır bir keyifle içtim.

Kardeş üç harflisini park ederken ben binaya giriş şifresini tuşladım. Birbirimize iyi geceler diledik ve o evine girerken ben asansörün tuşuna bastım.

Derin ama salak ve asla körü körüne aşık olmayan, aynı kadını 10 yıldır aynı heyecanla seven ve mutlu bir adam tadında uyudum.

Uyandığımda O'nun mesajını gördüm. Gülümsedim ve hemen yanıtladım.

Sonra da içimden aktığı gibi, sanki ilk ve tek sevgilisini yazan bir çocukluk heyecanıyla bu yazıyı yazdım.

27 Ağustos 2022 Cumartesi

Cip Spor Oldu

Kademeden sorumlu Gürcan'la Ahmet şehire iniyorlar.

Gün cuma.

12 Eylül darbesinden sonraki ilk 23 Nisan Bayramı'ysa pazar günü.

Kademede hummalı bir çalışma var.

Son bir aydır öncelikle törene gidecek araçlar elden geçirildi ve boyandı. Diğer araçlar da sırayla boyanıyorlar. Çocuk bayramından ziyade bir gövde gösterisi sanki bu. Öncesinde asker kıyafeti giydirilmiş çocuklar ve öğretmenleri komutanı ziyarete geldiler ve çiçek verdiler.

Yer gök militarizm kokuyor.



Dönersek bize ve Gürcan'dan kısaca bahsedersek: Tam anlamıyla bir İstanbul uyanığı, yeme içmeyi bilen, şahane akordiyon çalan, ağzı iyi laf yapan, özellikle gayrimüslim olarak nitelenen vatandaşları çok iyi tanıyan, herkesle kolay ilişki kurabilen bir keyif adamı.

Ve bizi ilk keşfeden şahıs, çünkü bir söğüşleme uzmanı aynı zamanda ve tanıdığım en ilginç karakterlerden biri.

Biz: Yani Cemal, Buraneros, Apo ve erkenden yatmaya giden, masaya katılmayan, içimizdeki tek evli ve de çocuklu Cengiz.

Komutanın yeni adamları, usta birliğinin taze askerleri..


Gürcan bir kaç kez bizi yokluyor, biz safı oynamaktayız. Sonra anlıyor ki bizden ekmek yok kendisine... Bana uyar, sonuçta kafa dengi çocuklar, diye düşünüyor olmalı ki aramızdaki samimiyet, sınırları çizilmiş ve aşılmayacak şekilde hızla gelişiyor.

İçelim o halde bu akşam!

Ahmet'le ki o da yaşça bizden büyük, çarşıdan iki koca torba nevale ile geliyorlar, çünkü gayrimüslim diye nitelenen vatandaşlarımız askerlerini teslim etmek üzere şehrimize gelmişler. Gürcan'ı biliyorlar ve büyük rakı, bir büyük şişe sıkılmış taze limon suyu, kalın dilimlenmiş harika pastırmalar, diğer şarküteri ürünleri, lakerda ve peynir çeşitleri olmak üzere 5 yıldızlı bir masa için yok yok hediyelerini de Gürcan'a vermişler.

Gürcan daha sonra öğreneceğimiz üzere aslında bir efsane. Kısaca anlatırsam bizden epey evvel zaman önce, o zamanki Tugay komutanının postası. Ona hafta sonları havuz başında sofralar kuruyor, rakısını hazır ediyor, o demlenirken de akordiyonla şarkılar çalıyor. Ve elbette aldığı güçle de kimseyi takmıyor. Rütbesi onbaşı. Derken günlerden bir gün komutan izindeyken, kendisi bir kadın arkadaşını tugaya getiriyor, onunla komutanın makam koltuğunda -biraz uygunsuz- bir fotoğraf çektiriyor ve bu fotoğraf da komutanın izinde olduğu bir dönemde ve bir denetim esnasında bölük komutanının eline geçiyor. Sonuçta askeri mahkemeye çıkarılıyor ardından ceza, askerlik uzuyor, üzerine rütbeleri de sökülüyor ve artık kademede görev alıyor.

Vaktinin çoğunu acemi birliklerinde geçiriyor, oradaki gayrimüslim askerlere yardımcı oluyor! Bize de epey zarf atıyor elbette, benim şehirde park ettiğim arabanın yerinin uygunsuz olduğu, başına bir şey gelebileceği gibi şeyler söylüyor, fakat anahtarları benden bir türlü alamıyor. Ve karar veriyor ki biz de en az onun kadar uyanığız, o zaman orta yolu buluyor.

Şimdi yeni gelen ganimetlerle akşam sofra kurulacak. Öncesinde Gürcan yemekhanenin fırınına etleri sıyrılmış göğüs kafeslerini attıracak ve onlar uzun süre orada kalacaklar.

Sohbet şahane, nöbetçi subayı olan, emekliliği yakın, bizim 7 kazık olarak tabir ettiğimiz baş çavuşlukta en üst rütbeye sahip ve o gece nöbeti olan ordonatçı ve gerçekten güzel bir adam da masada. O sorumluluğun gereği olarak erken terk ediyor sofrayı. Bir başka misafir de yine bir İstanbul uyanığı, acemi birliklerinin komutanı olan, tugayın en korkulan, en sert yüzbaşısının postası, kafa dengi, Gürcan vasıtasıyla yeni tanıştığımız bir asker.

Bir büyük bitti.

Muhabbet kıvamında.

O halde devam...

Devam da artık gecenin bir vakti ve rakı almak için tugay dışına çıkılması gerek. Plakasının sonu 10 olan ve o nedenle 10 numara diye andığımız, bölüğün en en hızlı cipi ne güne duruyor. Gürcan'la misafir asker atlıyorlar cipe. Bir kaç nöbet noktası geçecekler ve nizamiye dışına çıkacaklar ki o nöbet noktalarının olduğu birliğin sorumlusu bizim yeni tanıştığımız askerin biraz önce tariflediğim komutanı, dolayısı ile nöbetçiler onu tanıyorlar. Yine de gelsin kırmızı nöbetçi subayı kollukları. Hızlı bir çıkış, gecenin geç vakti ve tugay dışına çıkmakla kalmayacak, oradan dağın tepesindeki köye gidecek ve boğma rakı alacaklar.

Normalde tugay dışına çıkacak her aracın görev kağıdı olmalı!


Aradan makul bir zaman geçiyor. 10'numaranın performansını hepimiz test etmiş durumdayız; eğitim ve askeri ehliyet için sınav parkurunun tozunu dumana katmışlığımız çok ki her seferinde rally manzaraları sunuyoruz. Zaman akıyor ve normalde gelmeleri gerekir diye düşünürken kademenin telefonu çalıyor. Gürcan. Çok rahat, bir cip istiyor alt nizamiyeye. Hayırdır diyoruz, cip spor oldu da, diyor. Kaç takla diye soruyoruz, perende atmış olabiliriz diyor. Anlıyoruz ki demiryolu raylarını bir an hesap dışı bırakarak ve spinle dalarken viraja cip rayların da etkisiyle havalanmış, sonuçlara bakarsak taklayı tamamlayamamış ve askerlerin yardımıyla düzeltilmiş ya da perendeyi başarıyla sonuçlandırırken bazı noktalar önemli hasarlar almış.

Biz yeni cip hazırlarken, 10 numarayı çekmek için; Gürcan kademeye tam gaz giriş yapıyor. Acemi askerler ve nöbetçilerden yardım alarak düzeltmişler cipi, o da iyiyim bir şey yok giderim demiş olmalı ki şimdi garajdalar.

Üst branda parçalanmış. Artık daha havalı, üstü açık, safari tadında spor bir cip 10 numara. Ön cam kırılmış, iki çamurlukta ezik var, bir de motor kaputu bayağı gitmiş.

Kademedeki çocuklar uyandırılıyor. 10 numara boya aşamasındaki Reo'ların önüne çekilip saklanıyor. Ustalar kaputu, ön cam çerçevesini, iki çamurluğu söküyorlar, şimdi yatabilirler. Rakı sağlam ama! İçelim o halde.

Cuma günü büyük avantaj. Sökülen parçalar farklı birliklerin kademelerine gece dağıtılıyor ve cumartesi sabah için hazır olmaları isteniyor.

Cengiz komutanın halkı selamlayacağı tören aracını kullanacak, o halde ön cam çerçevesi komutanın üzerine çıkacağı platformun altına saklanabilir. Tören ve selamlama bitince komutanı normal makam aracına alacağız ve Cengiz doğrudan camcıya gidecek.

Tugaydaki işlerin koordinasyonu Gürcan'da. Diğer parçalar hazır biçimde kademeye geliyor. Çocuklar montajlarını yapıyorlar ve Ahmet jipi komple boyuyor. Pazartesi 10 numara garajda ve her zamanki yerinde. Bütün emeği geçenler tıp. Ufacık bir sızma yok. Test edildi.

Bu olayı terhis olduktan epeyi sonra ziyaretime gelen bölük başçavuşumuzu yemeğe götürdüğümde anlatıyorum. Biliyordum, diyor. Komutanım sen bilsen yakardın bizi diyorum ama biz terhis olduktan sonra sana anlatıldıysa buna bir şey diyemem. Gülüyor. Peki diyorum, ama samimi cevabını istiyorum: Bizim kadar kızdığın ama bir yandan işbitiriciliğimiz dolayısıyla sevdiğin askerlerin oldu mu daha önce diyorum. Yine gülüyor, kadehini kaldırıyor, tokuşan kadehlerin sesi hoş kelimelerle birlikte eşlik ediyorlar, deniz esintisinde yankılanan şarkılara...

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Hikâyesi Olan Objeler-3

Hikâyesi olan objeler serisini başlatan Leylak Dalı öğretmenimiz albüm yazınca ben de hemen hazırlıklara başlıyorum ve geçmişe ışınlanıp objelerin davetiye olanını biraz panikle olsa da buluyor rahata eriyor ve klavyenin başına oturuyorum.

*
İlkokuldayım, kardeşimin okula biraz daha vakti var. Elinde satırla sünnet çocuğunu yakalamaya çalışan adamlı, bitişikteki Aydınlar Kırtasiye'den seçilen ve ebatları ile çok hoşuma giden, belki de o nedenle bir tanesi  bugünlere kadar saklanan davetiyeler dağıtılıyor. Sünnet günü yaklaştıkça daha önce sünnet olmuş abilerden kol çimdikleterek acının boyutu saptanıyor. Çaktırmasam da telaşlıyım ama bir iyi yanım varsa da öleceksek ölelim demeyi öğrenme aşamasındayım. Çünkü Harun Karadeniz adlı devi tanıyorum. Denizlerin, Mahirlerin kankası O... Şimdilik sadece bir masal kahramanı gibi ama sonuçta ben için de büyümek denen bir şey var.


Kemal Amcanın fayton zili çalan bir kornası da olan enfes bir Pontiac'ı var. Geleneksel şehir turunda biz onda ve konvoyun en önündeyiz. "Şoför abi yavaş Samsun'u dolaş," şarkılarını söyleyerek turu tamamladık ve kesimhanedeyiz. Kemal Amca şahane, şakacı ve yaratıcı bir adam. Yaşamayı bilen, şık bir rol model. Kardeşim doktoru epey zorlasa da, ben zırlasam da sonuçta etimizden et kesildi ve Kemal Amca'nın adı da Kirve Kemal olaral tescil edildi. Ve sonrasında hep öyle anıldı. Babamın meslek arkadaşı, son derece sosyal,  antika biriktirir, sayılır, sevilir ve avcı.

Arkadaşlarım içinse farklı bir yanıyla özeldir. Benim yeni yetmeliğim, yaş 18'in eteklerinde dolaşıyor. Ehliyet cepte oldu olacak ama sonuçta arabayı kullanan ehliyet değil. Elbette güvendiğim dağlar var. Yer Büyük Samsun Oteli, biz arkadaşlarla barındayız, kirvem de bara bir uğradı. Sonra gitti. Hesap istiyoruz. Yanıt hesap ödendi oluyor. Rastlaştığımız her mekânda garsonlara ne kadar tembihlesem de bu değişmiyor. Kirvem kirveliğin hakkını veriyor hep.


Benim henüz ilkokul çocuğu olduğum yıllar ve yazları mağazada çalışıyorum; ama daha çok yan mağazaya kaçıyor ve onlara yardım ediyorum çünkü bir kırtasiye dükkânı. Oradayken bir gün kolilerin içinden renkli deri albümler çıkıyor. Bir de ince kağıtların üzerinde alfabe harfleri. İstenen her yere baskılanabilen... Dükkân ilgimi çekiyor çünkü aynı zamanda Matchbox'ın minik ama asıllarının birebir kopyası oyuncak otomobillerini satıyorlar ve Müfit Abi idolüm benim. Yakışıklı, 60 model enfes, direksiz bir Chevrolet arabaları var ve Müfit Abim kız tavlama üstadı. Benim şirinliğimi kullandığının farkındayım elbette ama sonuçta ben de büyüyeceğim, dolayısıyla onun yanında alacağım eğitim geleceğe müthiş bir yatırım. Nihat Abi aynı zamanda Milliyet Gazetesi'ne Samsun'dan spor haberleri yazıyor.

Akşam 17'de başlıyor sünnet düğünü, havanın kararmasına yakın Nihat Abi ve eşi ile birlikte Müfit Abi de geliyor. Hediyemi açıyorum ki üzerine adımın baskılandığı deri fotoğraf  albümü. O yıllar için o kadar özel ve kıymetli ki... Çoookkkk seviniyorum elbette. Bütün acılarım diniyor sanki...


İkram edilecek dondurmalarımızı sade ve limonlu olarak mahallemizde yaşayan, dondurmalarını üç tekerlekli önü tezgâhlı bisikleti ile satan, bir Samsun efsanesi olan Ahmet Bıçakçı yapıyor. Limonatalar da onun eseri. Elbette artanlar eve geliyor ve onların varlığı ile tüm acılar unutuluyor. Babamın hayali sanıyorum Beyaz Kelebekler'i getirmekti düğüne, ama o yıllarda yerel orkestralar da güzeldi ve sonrasında yoğun programları nedeniyle Beyaz Kelebekler'den vazgeçildi.

Gecenin bir yıldızı olmalıydı.

Küçük amcam sahne alıyor. Ve Kanaryam Güzel Kuşum'la başlıyor ve mekânı baştan sona şöyle bir sallıyor.

Yengem bizim yatağın kenarından gülümseyerek ve gururla ona bakıyor. Henüz minik kuzenlerim bizim karyolanın kenarlarında uyuyor.

O kadar güzel bir akşam ki.

Ben doğmadan ölen ve adını ikinci adım olarak taşıdığım ve hiç görmediğim amcam dışında eksiksiziz. Halam kendi diktiği kıyafetleri içinde tam anlamı ile bir lady. Kızkardeşim prenses.

Biz doğranırken adını kuzenlerden birinin taşıdığı Kahraman dedem tepemizde, babıda bize çöp batsın da canımızı yaksın istemediği için sota bir yerde ve hayatımızın en güzel akşamlarından birindeyiz.

22 Ağustos 2022 Pazartesi

Günahım Var Boyumdan Büyük

Üç yıl önceden beri yapmayı çok istediğim bir şey var: Konuşmak.

Kadıköy'e ilk indiğim anda tost yediğim kafedeyim. Telefon çalıyor. Fark ediyorum ama telefonu açmıyorum. O'nu gördüm ve dışarıdayım.

                                                                                                           2012

                                                                                        Felekten Bir İstanbul Çaldım
                                                                                                                                                                                                               


Soğuk bir ilk an. Sanki onca kelimeyi tüketen biz değiliz. Bir yerden lafa girmeli de nereden? Üzen ve çok keyifli bir süreci yerle bir eden benim. Biraz kem kümle birlikte yürümeye devam. O halde hava ısınana kadar bizi bu âna getiren süreci gözden geçirebiliriz.

*

Yıl 2008'in ikinci yarısı, blog dünyasını nasıl keşfettim pek hatırlamıyorum. Bir sinema sitesinde film yorumları yazarken bir süre sonra bu blogu oluşturuyor ve yazmaya başlıyorum. O sırada Blograzzi adlı, blogların üye olduğu bir platformu fark ediyorum. Üye oluyorum ve bir kaç kez de La Paragas günün blogu seçiliyor. Bu benim ve blogun diğer bloggerlar tarafından daha çok fark edilmesini sağlıyor. Elbette platform sayesinde ben de başka blogları keşfediyor ve ilgimi çekenleri ya blogroluma ekliyor ya da takibe alıyorum. Dolayısıyla çok kalabalık olmayan, aynı çemberde, birbirleri ile daha önce tanışmış, içinden kitabı basılan yazarlar çıkaracak bir gruba bir taşralı olarak dahil oluyorum.

Yazmak ve bu platformdaki iletişim mutlu ediyor beni, duygusal anlamda zorlu bir süreçteyim ve daha çok çocukları düşünmekteyim. Onlar anneleri ile yaşarken, ben ayrı evde, şehrin karmaşasından uzak, erkek kardeşimle birlikte baba ocağımdayım.

Hayat böyle bir şey sanırım: eğer bu süreç yaşanmasa bugün Buraneros kimliği ile yazan bir blogger kesinlikle olmayacaktı.

Derken... günlerden bir gün Blograzzi'deki posta kutumda yazılarıma vurgunun yanı sıra "Sana kelimelerinden aşık olabilirim," yazan bir mesajı okuyorum.

Yazılarından çok etkilendiğim biri ve zaten çoookkkk keyifli ama bütünüyle yazılara dönük olsa da bir gaz birikmesi var aramızda ki bu çok cesur mesajla da ilk kibrit çakılıyor. Sonra bu keyif msn'e taşınıyor, mesajlar da e-posta yoluyla gelip gitmeye başlıyor. Ayaklarımsa gittikçe yerden kesiliyor. Medeni durumum, henüz boşanmamış ve ayrı yaşıyor olmam, mesafeler bütün açıklığıma rağmen sorun teşkil etmiyor.

Mutluyum. Bu bir düş. Ve bu ilişki Düş'e Alt Yazılar başlıklı, karşılıklı mesajlarımızdan oluşan bir seriyi başlatıyor ve bu iletişim bana çok iyi gelmekle kalmıyor dönemdeki bir çok yazıma da yansıyor.

İstanbul'da buluşma hayalleri kuruyoruz. Ve İstanbul'da buluşma hayallerim gittikçe yeşeriyor. İlk buluşma için mekânlar gözümden akıyor, O'na üzerine epey konuştuğumuz, Görünmez Kentler adlı kitabından çokça cümleyi yorumlarımıza taşıdığımız bir yazarın, Italo Calvino'nun çok özel, onu da şaşırtacak, belki de çok az insanın elinde olan, o günüm üzerine yazdığım yazıda* "Arabadan inildi yağmuru hissetmeksizin! O'nun için aramanın keyfi, telaşı, heyecanından öte ne yağmur görüldü, ne çamur, ne belirsizlikler, ne başka bir şey, ne sorular... Aslında kitabı ona gitme fikri kafasında oluştuğunda, haftalar öncesinden görmüştü... ''Daha özel bir şey bulur muyum?'' diye aranmıştı uzun bir süre daha... Hiç bir kitapçıdaki hiç bir kitap, o kitabı aşamadı. Tekti!" cümlelerini yazdığım kitabı ona götürmek üzere büyük bir heyecanla satın alıyorum ve her şey yolundayken de sanırım hayatımın en büyük hıyarlığını yapıyorum. Bir mailini yanlış yorumluyorum; hep yüz yüze görüşmeye alışmış ve yüz yüze görüşmeyi savunan biri olarak...

Aslında o süreçte bir serseri mayınım. Tecrübem olmayan bir havada flörtöz çiçek tohumları uçuşurken ben neymişim delisi oluyorum sanırım. Normalde gülüp geçeceğim cümlelerine kastını aşan anlamlar yüklüyorum belki ve bana hiç yakışmayan bir şey yapıp başka bir limana dümeni kırıyorum. Dedim ya gerçek hayatın kurdu, insanları görünmez bir alemde acemi bir çocuğa, serseri bir mayına dönüşmüş durumda. O limana gidiyorum, hoş zamanlar, unutulmaz anlar ama sorun olan mesafeler... derken liman bana kapanıyor ve o zaman benim ayaklarım, iyi bildiği ve döndüğü gerçek dünyasında yere basıyor.

Ve aradan yıllar geçiyor. O o günlerden sonra yazmıyor. Bir an sebebinin ben olduğumu düşünüyorum ki bu da üzüntümü katmerliyor. Ve 2012 geliyor. Normal hayatımdaki sorunlar tek tek çözülüyor, radikal kararlar birbir uygulanıyor, hayatım normale dönüyor, bir düzen oluşmuş durumda ve yükselme dönemi her alanda sürüyor. Enn sevdiğim kadınla henüz normal konularda ve yazışma düzeyinde bir iletişim olsa da aramızda tez zamanda karşılıklı kadeh kaldıracağımız kesin gibi. Hissediyorum. Ama öncesinde geçmişten bir kalbi tamir etmem, defterleri kapatıp zihnimde son noktaları koyup onları hayatımın güzel kadınları rafına yerleştirmem gerek, çünkü O'na tavrım dışındaki geçmişim pırıl pırıl.

Belki de hayatımın tek günah çıkartma eylemi için hazırım. Elbette İnciraltı Meyhanesi bir ukde olarak kalıyor.

Kafeden çıktığımda telefonum hâlâ çalıyor ama açmıyorum ve yanındayım. Gerçek alemde yüz yüze ilk an ve an itibariyle ne diyeceğini bilemeyen, fazlasıyla mahçup bir toyum ben. Bir husumet gütmediği belli ki teklifimi kabul etti... diye düşünüyorum.

Kem kümle başlayan birlikte yürüme aşaması... Gerçeği de kelimeleri kadar temiz, narin ve çok hoş.

Onun arkadaşları ile rastlaşıyoruz yolda, ayak üstü bir sohbet. Geç saatte buluşabildiğimiz ve günün tamamını kullanamadığımız için bir Kadıköy mekânına çöküyor, bira, patates ve midye tava siparişi veriyoruz. Doğrudan özür dilemesem de dolaylı yoldan bir takım gerekçeler sunuyorum. Kırgınlığının ve aslında çok haklı olarak kızgınlığının emarelerinin konuştukça yok olduğunu seziyorum. Uzun zamandır beklemekte olan ve çok severek aldığım, hayatımın enn güzel hisleri ile enn güzel süreçlerinden birini yaşatan kitabı O'na uzatıyorum. Yazarın ikimiz tarafından da bilinmeyen kitabına şaşırıyor, bunu ifade ediyor. Ve kitap hakkındaki yazımdan bir ânı hatırlayarak kalkıp bana doğru uzanıyor ve yanağıma hayatımın en güzel, en anlamlı öpücüklerinden birini konduruyor.

Elini tutuyorum ve özür diliyorum.

Mekân ve yiyecekler sarmadı bizi, sohbet koyu. Aramız da yumuşadığına göre başka bir yere.

Bu kez şarap söylüyoruz. Ve adam gibi yemek.

Aşkın önsözünü kağıt üzerinde de olsa çookkkk keyifle yaşamış iki insandan aslında yaş olgunluğunu da gözeterek daha serinkanlı davranması gereken ben, onunla yüz yüze olmasalar da yaşanmış güzel ânların anıları eşliğinde, daha çok bir günah çıkarma ve vicdan temizleme merasiminde onun gözlerinin derinlerine dalmışken, kaybettiğimin ne olduğunu da aslında anlıyorum. Ve bir anlık kararımla aramızdaki onca kelimeye yazık etmişliğimi düşünüyorum. Düş'e Alt Yazılar'dan O'nun öfkesi ve isteği üzerine cümleleri kopya almadan silmiş olmanın pişmanlığını yaşarken, fark etmeden bıraktıklarıma da sevinemiyorum. .

Şimdi Kadıköy Ulusoy'un önündeyiz, tebessümle birbirimize bakıyoruz. Sanki onca kelimeyi birbirlerine yazan biz değiliz. Ve şu an gerçeğiz. Oysa yazdıklarımız da gerçekti. O halde biz neyiz ve yaşadığımız neydi?

Bu bir son. Bir el sıkışma. Ve yanağıma bir enfes öpücük daha...

Otobüsün kalkma saatine var. Yanağımda da bir öpücük var. Yürüyorum tüm süreci zihnimde akıtarak ve denize bakan bir banka oturuyorum.

Uzunca karşı kıyıya bakıyorum.

Ruhum huzura eriyor.




*Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Durum Üzerine...

Günün Finali...

20 Ağustos 2022 Cumartesi

Hikâyesi Olan Objeler-2

Ben bayramdan tetiklenerek Nerede O Eski Bayramlar diye bir yazı yazınca, altına anılar içeren pek hoş yorumlar geldi. Bu da beni bir başka yazı için tetikledi ve ortaya Likörlü Fısıltılar çıktı.

Sonra Sevgili Öğretmenimiz Leylak Dalı çok şahane bir fikirle Hikâyesi Olan Objeler diye bir seri başlatalım önerisinde bulundu ve ikinci yazısını yazdı. Diğer blog arkadaşlarımız Sevgili Okul Arkadaşım, Sevgili Şule, Sevgili Sadece C. de katılınca; bir nostalji dalgası esmeye başladı ki bu pek hoş oldu.



***

Arayışta olduğum bir kaç objenin peşine düşüyorum hemen. Leylak Dalı öğretmenimizin yazısına "Ölüme sebebiyet vermesi kesin cam kül tablaları vardı, cam yerinde ağırdır denilesi ve fotoğraftakilerin rengine haiz, onların peşindeyim," cümlesini içeren bir yorum yazıyorum. Ve onları gökte ararken televizyonun arkasında buluyorum. Çünkü ben sigara içmiyorum.

Tavsiye ederim!



Önce bir ikileme düşüyorum; üçüncü evlerindeler mi, diye. Kızkardeşle kısa bir değerlendirme yapıyor ve ikinci evlerinde oldukları kararına varıyoruz ama ben henüz ikna olmuş değilim. Şimdi aklıma aynı camdan mavi renkli olanları geldi: İşte onların üç ev ve belki de benim doğduğumu da dahil edersek dört ev gördükleri kesin. Yazının ardından peşlerinde olacağım. Bu arada bir stok oluşturduğumun da altını çizebilirim. Bir kaç yazılık malzeme an itibariyle elimde.


*

Ben tıfılın tıfılıyım. Babam terzisine benim için, o yıllarda isyan ettirse de bugünden bakınca mavisi çok hoş, kumaşı baharlık bir takım elbise diktiriyor. İlkokulun en başlarındayım. Bir pazar günü sabahında, enn amcam içine bir de tişört dokusunda boğazlı beyaz kazağa benzer bir şey giydirerek, saçlarımı tarayıp neler söyleyeceğimi de tekrar ederek takım elbiseli beni nişanlısının evine gönderiyor. Çekingenim. Kapıyı açtıklarında neler söyleyeceğimi hem aklımda tutmaya hem de kendi üslubumca kibar bir sıraya koymaya çalışıyorum yol boyu. Enn amcam coğrafyanın en tanınan, çiftlikleri olan bir ailesinin kızıyla nişanlı ve onlar şehrin en sosyetik semtinde oturuyorlar. Sadece salon salamenjeleri bizim 8 kişi yaşadığımız sobalı evi en az ikiye katlar. Üstelik hem kaloriferli hem de  şömineleri var. Hatta dünya tatlısı yengem bizim fakirhaneye geldiğinde sadece bizim ev değil bütün  mahalle ışıldıyor. Ardından da ne kadar mütevazı, ne kadar cana yakın gibi kelimelerin geçtiği cümleler kuruyor komşular. Çok tatlı, çok esprili ve çok seviyoruz.

Şimdi, daha önce bir kaç kez anne babamla, halamla ve amcamla  gittiğim evin kapısındayım ve bu kez destek yok yanımda. Tek başıma ben. Bir an kaçsam, evde yoklardı gibi bir yalan uydursam, diye düşünüyorum. Ter bütün bedenimi çoktan basmış durumda. Son karar ve kaçarı olmayan bir çaresizlikle zile basıyorum. Kapıyı hiç ummadığım, plan dışı tuttuğum üzere abisi açıyor. Onunla hiç provamız yok.  Kibarca konuşma çabaları içinde kem küm ediyor, terle karışık kelimeleri bir şekilde sıralıyorum. O benim farkımda ve içeri sesleniyor ve kapıya Suat Teyze ya da yengem geliyor. Ben heyecandan ve kibarlık çabalarımla ne dediğimi pek bilmiyorum ama sanırım onlar konuyu anlıyorlar. Sırtından tonlarca yük kalkmış bir rahatlıkla asansöre biniyorum. İndiğimde ve kapı açıldığındaysa karşımda enn amcam. Tekrar yukarı. Şimdi işim daha zor. Fırsat verse asansör kabininin minicik aralığından boşluğuna sızacağım. Çünkü biraz önce düzgün ve güzel konuşma telaşlarıyla fena saçmaladığımın farkındayım. Belki de saçmalamadım bilmiyorum. Bunun amcam tarafından bana verilen -kasıntı değil- klas adam olma eğitiminin bir parçası olduğunuysa yıllar sonra çakıyorum. Bir özgüven yüklemesi bu.

Gün çookkk keyifli geçiyor. Evin yengemden hariç bir kızı daha var. Oğul genç bir mühendis ve evli. Günün 6-7 belki 8-9 yıl sonrasına sıçrar ve  küçük de bir not düşersem: Sevgili Okul Arkadaşımla aynı lisede okuduğumuz yıllarda -kendisiyle netleştiremesek de- mühendis abi ve eşiyle aynı apartmandalar ve tanışmamış olsalar da komşular! Kız ise Kolej'de okuyor ve şimdi benzerleri olmayan, ciltli, içinde bir çok çizgi roman olan Tina adlı bir dergi alıyor. Ve o dergiler benim de çok hoşuma gidiyor. Bazen eski sayılarını topluca alıp eve getiriyorum. Okuyunca da yenileri ile değiştiriyorum.



Biz bir ya da iki yıl sonra Suat Teyze'lerin caddesi üzerinde bir daire satın alıyoruz ve mahalleden ayrılıyoruz. O eve -en azından salonuna-yeni eşyalar alınmalı. Sormuştuk anneme: O mahallede de bunları mı giyeceğiz diye! Yine bu kez şehrin diğer yakasındaki ova coğrafyasından bir çiftlik sahibinin kızı, dünya iyisi, konaklarda büyümüş çok tatlı kadın, enn amcamın kayınvalidesi Suat Teyze'nin zevki ve fikirleri önemli. Salon mobilyaları için birlikte çıkıyorlar alışverişe.

Burada bir zaman sıçraması daha yapıyorum; madem genişlettim yazıyı, o halde hızla ileri sarıyoruz zamanı ve devam.

Ben Lise'nin en başındayım. Bir gün ev telefonu çalıyor. Annem açıyor. Karşı konuşurken annem şöyle bir toparlanıyor ve sesini heyecan kaplıyor. Sürekli sağolun, teşekkür ederiz ifadelerini kullanıyor ve konuşma bitiyor.

Annem bir su istiyor.

Bir süre kendi haline gülümseyen heyecanını yatıştırması gerek!  Hâlâ inanabilmiş değil.

Çünkü telefonda ilk konuşan sekreter, ikinci konuşan kişi ise dönemin başbakanı, o yıllarda adı dağlara taşlara yazılan Bülent Ecevit.

Baş sağlığı diliyor.

Fevzi Amca öldü. Enn amcamın kayınpederi. CHP Samsun Senatörü.

İşte ben bu küllüklerin Suat Teyze'nin yeni eve taşındığımızda onun seçimi olduğunu düşünüyordum. Kız kardeşimse benden evlerinin anahtarlarını hiçbir zaman esirgemeyen, ev halkını da alıp bize götüren, sırlarımı saklayan küçük amcamla yengemin caddedeki  ev için aldıkları hediyeleri olduğunu söylüyor. Ayrıca sigaranın köz ucunu söndürmek için tokmağa benzer parçalarının da olduğunu...

Ve hatta gazete kağıtlarından sigara ölçeğinde rulolar yaptığımızı. Bir iki nefes alıp o zarif tokmaklarla söndürdüğümüzü...

Çok genç ve diri duruyor olmaları şaşırtmıyor beni; tahminimce 50 yılı aşmış bir zamanı ikisi aynı noktada olmak üzere 3 evde huzurlu ve kıymetlerini bilen nesillerin güzel insanları arasında geçirdiler ve geçirmekteler...

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Ekmeği Fırından Kitabı Kitapçıdan...

Almayı Ne Kadar Çok Seviyordum Oysa!



Ama bu garip ülke epeyi zamandır bu keyiften yoksun bırakıyor beni çünkü tersini yaptığımda bir enayi olduğumu düşünüyorum. Oysa ne kadar ve bir o kadar yürekten kollamak istiyordum hepsini.

Düşünüyorum da ülkemizin karar vericisi: eğitimli, müteahhitsever değil de kitapsever, muhalif olsak da oturup iki laf etmeye değer, kalender, kendi evinde oturan, ya da sembolik bir önemi olduğu için Çankaya da takılan biri olsaydı, nasıl olurdu?

Kesinlikle kültür bakanının kim olduğunu bilirdik...

Büyük sermayeli, her yere yayılmış kitapçılar değil kastım. Küçük, mütevazı dükkânlarda bu işi yürekten yapan, ilk dakikada size ahbaplık kapılarını açan, kitabı tanıtabilen, saatlerce konuşabildiğiniz, en iz bırakan öğretmeniniz, en yakın arkadaşınız kadar sevdiğiniz, elinde aradığınız kitap yoksa beklemekten zevk aldığınız, o enfes sohbet esnasında karşılıklı çay-kahve içtiğiniz abiler, amcalar, ablalar...

Şimdi yoklar!

O bakımdan çocukluğuma ve gençliğime şükrederim. Ve aslında hepsini isim isim bir gün anmak isterim. Elbette mesleği aynı tarzda sürdürmek isteyenler de var ki sayıları bir elin parmaklarının yarısı kadar.

Ve can çekişiyorlar.

Çünkü yeterli çeşit bulunduramıyorlar, taşrada oldukları için de müşterinin talebini yerine getirmek istediklerinde ödeyecekleri kargo parasını üzerine ilave etmek zorunda kalıyorlar!

Gelin görün ki bir de kitapseverin cüzdan meselesi var.

Mesela şu iki kitap arasındaki tek farkı bulun desem...


Tahmin ettiniz elbette.

Soldaki gönülden olmasa da cüzdandan kaynaklı olarak sıfır kargo ücreti ile D&R internet mağazasından alınan ki şu an bile fiyatı 43,20 TL.

Sıfır kargo içinse en az 100 TL'lik bir alışveriş yapmak gerek!

Ayrıca kredi kartına taksitle ve ayrıca bankanıza göre, onun bir kıyağı olarak al benden de şu kadar daha taksit promosyonuyla...

Diğeri de ülkenin pek çok yerinde şubeleri olan bir büyük kitap-kafeden ve ilk siparişte kitaptan emin olamadığım, sonra okuyup da bayılınca, ve ayaklarımın yerden kesik olduğu çok keyifli, dünya yansa umurumda değil bi ruh halindeyken, Penguen'den -bir hafta önce- alınan.

Gördüğünüze inanın, 72 TL. Üstelik barkoda rağmen etiketli!


Oysa bir yazıda okumuştum. Bütün gelişmiş batı ülkelerinde devlet tarafından kollanıyor hayallerimizdeki kitapçılar. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, internet kitapçıları dahil aradaki fark Almanya'da %5 ve 18 ay kitap fiyatı değiştirilemiyor. Hadi yanlış hatırladığımı varsayalım ve olsun da %10, ya da İtalya gibi %15. Kapılarından içeri adım atarsam  yayılmacı ve internet kitapçılarının...

Namerdim.

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Karadut Şerbeti Ve Bir Parmak Bal

Uzun zamandır almayı düşündüğüm, tam sipariş listesine eklemişken her seferinde çıkardığım kitabı sonunda alıyorum.

Sıkı, benim çok hoşlanarak ve keyifle okuduğum ama çoğu okuyanları tarafından pek sevilmemiş Sütçü gibi kitapların ardından lay lay lom bir okuma hafifletir beni diye düşünüyorum.

E biraz da erotizm -sosu- fena olmaz!

Okunmayanlar rafında yerini aldıktan 2 ay sonra okumaya başlıyorum.

Başlangıçta akıyor fakat bir kadının dilinden olmasını yadırgıyorum, sonra alışıyorum ama...

Ama işte!

Çünkü üslupta kadınsı bir lezzet yok. Belki de Ian Mc Ewan erkek dünyasındaki kadının profilini yaratmak istedi!

Ya da bende bir arıza vardı.


Kolay bir okuma, akıcı, casusluk meseleleri, edebiyatın casusluk işlerinde kullanılması, gizli servisin insanları, kısmen arızalı karakterler, yazarlar, restoranlar, alkol, aşklar, onlar bunlar derken yürüyoruz kitapla birlikte.

Yazar şırıl şırıl akan bir film tadı veriyor ki kendisini eleştirmek haddime değil ama onunla tanışma kitabımın tadı ve bendeki etkisi kalıcı.

Kendisiyle ahbaplığımız eskiye dayanır yani.

O kitabının gazıyla önce Solar'ı alıp okumuştum ardından da Cumartesi'yi.

Hakkını yiyemem, özellikle Cumartesi'de heyecanı hep diri tuttu ve okurken kelimeler yoktu!

Gelin görün ki okuma keyfi açısından güzel olsalar da  zaman geçirme tadı veriyorlardı.

Bir tortu kalıyor muydu peki?

O halde benim kazanımım ne?

Var mı?

Yok...

Yani hiçbiri bende *Masumiyet ya da Özel ilişki'nin tortusunu bırakmadığı gibi enn kitaplarım kategorisine de çıkamadılar.

Yermek değil gayem, olumsuzlamak da istemem, sonuçta akıp gidiyorlar, geriye bir şey bırakmasalar da eğlenmiş oluyorum, diye düşünüyorum.

Bir Parmak Bal da olsa damakta kalan, fena bir sonuç değil yine de.

Fakat 15-20 yaşlar aralığında okusaydım, günlerce anlatır dururdum. Kitaptaki erkek kahramanlardan birini atar, yerinde ben olurdum. Ve arkadaş sohbetlerinde ballandırmaktan bir hal olurdum

Hızlı başladım, sonra gazdan ayağımı bir tık çektim, 300'e kadar idare ettim ama sonrası ağızda büyüyen lokma gibi geldi.

Ve henüz kitabı bitirmiş değilim.

Bana karşı olan görevini tamamladığını düşünüyorum ve açıkçası burdan ötesi için de bir merakım yok.

Hedef kitlesini iyi tanıyor, diye düşünüyorum. Biraz da piyasa etkisi, arz talep meselesi, para çağı, görünür olmak ve kapitalist azgınlık nedeniyle hak da veriyorum.

Sonuçta ben de 310'a vardım.

Sonra da titreyip kendime döndüm demek ki...

 Kalan 56 sayfaya ayıp etmemek için;

belki bir ara yeniden elime alırım.


Tüm bunları Ian'a hissettirmedim sanırım. Belki soru işaretleri oluşturmuş olabilirim, kalp kırmanın da gereği yok diyerek aslında 250. sayfada gaz kesiyor, bitime 53 sayfa kala da el frenini tümüyle çekip park ediyorum.

Yine de yanlış anlayıp da alınmsasını istemiyorum ve bir kaç haftadır gitmediğim kitap okuma noktama davet ediyorum.

Olleyy... limonata!

Fakat yanında kırmızı renkli ve dibi kalmış bir şey daha var.

Önce vişne olduğunu düşünüyorum ve "Limonata lütfen," diyorum. Çünkü diğerinin vişne olduğunu sanıyorum hâlâ. Biraz dikkat kesilince, uzaktan akrabalık ilişkisi var gibi gözükse de pek benzetemiyorum.

Soruyorum.

Karadut şerbeti yanıtıyla da eriyorum.

İçim, gümbür gümbür.

"Granül mü?" tereddütü yaşıyorum ama atalar diyarımın göz bebeği olduğunu da anlıyorum.

"Bir karadut şerbeti, lütfen"

"Bir de Trileçe, lütfen."


Bu koca çatal neyin nesi demiyorum, çünkü yeni başlamış ve daha önce görmediğim genç kız çok tatlı ve üzülsün istemiyorum. Oysa eski çalışanlar bilirler ki ben tatlı kaşıkçıyım.

Aldığım her lokmayı tabağa sızmış sütle harmanlamak isterim.

İkinci karadut şerbeti içinse isyan var bünyede!

Söz konusu buz gibi, hakkı verilmiş karadut şerbetiyse, boynumuz kıldan ince.



*Masumiyet ya da Özel İlişki

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP