1 Ocak 2022 Cumartesi

Eh İşte Yılbaşı

Güne erken başlıyorum. Yılbaşı pastası ve çocukların talebi tatlı için erkenden yola çıkıyorum çünkü henüz seçilmeden ve kalabalık oluşmadan aradan çıkarmak istiyorum. Niyeyse bu kez pastayı Türkân'dan almayı değil de geçenlerde yazdığım profiterollü pasta arzum nedeniyle, yine lezzetli pastalar yapan ama asla bir Türkân olamayan pastaneden almak istiyorum. Düşüyorum pırıl pırıl, bahar tadında günün sokaklarına. Tırtıl covid-19 nedeniyle giremediği vizelerinin telafi sınavlarının sonuncusuna girecek ve uçağı da akşam 22:00 civarı havaalanına inecek. Bu yıllar önceki bir yılbaşı anımızı hatırlatıyor bana. O kez kızkardeşim, üniversiteyi okuduğu Ankara'dan gelecekti ki en komik, aynı zamanda en aksiyonlu yılbaşı akşamlarımızdan biriydi; tüm kuzenler birlikte bekliyorduk şehrin girişinde, gelecek otobüsü. Kimbilir bir gün o unutulmaz geceyi daha detaylı yazarım belki.

Önce peynircime uğruyor, eksikleri alıp sırt çantama atıyorum. Şimdi pastanedeyim, o da sakinlik içinde. Reyona yanaşıyor, üzeri profiterollü, etrafı ince çikolata kasalı pasta için tamamdır diye düşünüyor, daha önce yediğim tek kişilik pastadan hareketle içinde de profiterol var mı diye soruyorum. Benimle ilgilenen hanımefendi bunu bir başka kişiye soruyor. O da var deyince onayımı tamamlıyorum. Sonra büyük oğlanın talebi doğrultusunda tatlılara geçiyor, tadımlık olsun diye toplamda yarım kilo olmak üzere "Sarma ve şöbiyet, lütfen," diyorum. Torbalar elimde çantam sırtımda eve dönüyorum. Benim için görev tamamlanmış durumda. Buradan ötesi küçük kardeş şefin görevi.

Gün içi işle meşgulüm, televizyon açık ve Arte'nin peşi sıra konserleri, eşlik ediyorlar bana.

Akşam üzeri telefon uyarıyor ve bana "Enn Sevdiğin Kadın arıyor," diyor. Heyecanlanıyorum. Onu bu pandemi sürecinde kendimden bile esirgiyorum. "İki dakika sonra aşağı iner misin? diyor. Bekliyorum ve mavi kuşu köşeyi dönüyor. O kadar güzel ki. "Çok tatlısın," diyorum. O gülümsüyor. Yıl sonu yorgunu. Ona Can Yayınları'nın iki kitabı yüzünden siparişimdeki diğer kitapların da yetişemeyeceğine dair kitapçımın mesaj attığından söz ediyorum. Bu çocuk benim aslında üzüntüsüne, çocukça bir eksiklik hissine bir mazeretin ardına saklanarak uyguladığı teselli eylemi. Bir torba uzatıyor bana. Bense bu yıl, hayatımın en keyifli heyecanlarından olan hediye paketleme zevkimden yoksun kalışımın hüznünü yaşıyorum ve bunu yine masum bir çocuk tadıyla, dolaylı da olsa seslendiriyorum. Bir ihmal değil bu, ama o keyif yoksunluğunu, hediye şeyler alma telaşlarımı, sonra onları tek tek ve heyecanla seçtiğim parlak kağıtlarla paketlemenin ve O'na ve diğer insanlarıma ulaştırmanın tat eksikliğini tamir edecek bir şey de değil ben için. Çünkü ilk kez bu yıl, yeni yıldan bağımsız olarak özellikle seçimleri onun yapmasını istediğim bir yıldı ben için. Ama o kadar yoğun bir iş temposu içindeydi ki, şu ana kadar çok kere sormama rağmen bir geri dönüş almamıştım. Kitaplar bir nebze de olsa tesellim olacaktı. Tabii ki iki lafın belini kırıyoruz. Amasya konuşuyoruz. Ben onu dinliyor ama daha çok da hayranlıkla onu izliyorum; bir şey anlatırken ki gülüşüne, coşkusuna bayılıyorum. O gidiyor, ben yukarı çıkıyorum. Alıyorum şirin çantanın içinden çok şirin torbayı. Enfes çikolatalar. Türkân yapmış! Muhteşemler. Hem bütün ve fındıklılar var hem minik minik meyvelerin daha doğrusu ince dilimlenmiş portakal kabuklarının üzerine kaplı çikolatalar. Hepsi birbirinden güzel. Sütle açılmış, tadından yenilemeyecek karamel latte lezzetinde ve içi iri fıstıklı olup ilk anda bunlar pestil mi diye düşündürtenler ise muhteşem ötesi. Dayanamıyorum. Oysa akşama hiç şaşmaz gelenekselimiz Hindi var.


Mesaim bitiyor. Televizyona takılıyım. Küçük kardeşi arıyorum, oğlan geç geleceği için hindiyi yarın mı yapsa diye soracağım ama aslında bu bir önerme olacak. O ise fırına attığını ve üç saati kaldığını söylüyor. Babaanne-Anne geleneği devam ediyor, iç pilavlı hindi ağır ağır pişiyor.


Bir süre sonra uçağın yolun yarısını geçtiğini fark ediyorum; biraz daha yaklaşınca kardeş onu almak üzere yola koyuluyor ve bir süre sonra da fırın görevini tamamlıyor. Hindi şimdi demleniyor.

Ondan bir süre sonra da araba bahçe duvarına yanaşıyor. Biraz soluklanma. Şimdi hindi dağıtılmak üzere masanın üzerinde. Görüntü muhteşem. Şef el aldığı şeflerin muhtemelen bu kez de yüzlerini kara çıkartmıyor.


Servisler tamam ki o süreç ne kadar kaliteli pişirildiğini gözler önüne seriyor. Dış yüzeyine ve doldurmadan önce içine başta zeytinyağı ve salça olmak üzere şef tarafından gereken tüm işlemler yapılmış. Sıcakla birlikte gelen koku mesajı sevinçle veriyor. Pilav kararında üzümleri ile birlikte etten gelenleri son derece iyi bir araya getirmiş ki pirinçler kararında bir canlılıkta ve bünyelerine aldıkları ile birlikte müthiş bi senfoninin ortağı durumundalar. Hindinin kendisi baklava gibi; ne parça alınırken sorun çıkarıyor ne de damakla paydaşlık halindeyken. Diri ve parlak görünmesine rağmen beyaz etleri dahil bir sertlik hissettirmediği gibi kıvamında bir dengede duruyor. O halde şefe kocaman bir alkış.


Ne kadar keyifli olursak olalım. Yine de eski, çok daha kalabalık, tombalalı uzun yılbaşı akşamlarının tadı yok. Pandemi etkisi mutlak ama bugün o günlerin kalabalığında değiliz. Oysa eskiden amca ve yenge, dört kuzenle birlikte 6 kişi gelir. Bizim aileye bayılan arkadaşlarımız nerede kutlamış olurlarsa olsunlar mutlaka gecenin bir vaktinde bize katılır. Çoğu zaman büyüklerimizin memleketlisi ve burada görev yapan ahbaplar o akşamda olur. Yenir, içilir, sohbetler edilir, espriler yapılır, anılar peşi sıra dizilirdi. Kocaman bahçenin içinde bir evdik ve zevkten sadece yılbaşı, bayramlar gibi özel günlerde değil, her hafta sonu kalabalıklarımız sayesinde ölürdük. O kadar güzel insanlarla o kadar güzel bir birliktelikti ki anmadan ve hep bir eksiklik hissetmeden yılbaşı kutlamak artık mümkün değil. Ne kadar başarılı bir masa kurup, ne kadar keyifli dakikalar yaşasak da ve an itibariyle eski evin yerinde ama coğrafyası değişmiş bir bölgede yeni bir binanın katlarında oturuyor olsak da, o eski günlerin sıcacık ve çok kalabalık tadı artık mazi. Ama şu pandemi biterse bir gün, ve yaşam normale dönerse; umudum ve dileğim yakın zamandaki çok keyifle yazdığım nişan ve düğündeki gibi bir yılbaşı akşamı organize edip, özellikle o eski günleri yaşamamış kuşağa, kocaman aile olmanın ve birlikte coşmanın tadını hissettirecek ve kalıcı kılacak bir örneği göstermeyi üzerime farz kılıyor ve şimdilik hayal ediyorum.

O halde pastayı kesebiliriz.


Pasta beni hayal kırıklığına uğratıyor. Çünkü ilk dilimi kestiğimde görüyorum ki daha önce yediğim pasta gibi beyaz kremalı değil ve iç kısımda da profiteroller yok. Beklenti gerçek olmayınca kısmi bir çöküntü olsa da bünye toparlıyor kendisini, masadakiler diğerini bilmedikleri için de onlar çok beğeniyorlar ve memnunlar durumdan. O zaman tatlı yiyelim tatlı konuşalım. Yıllar sonra ilk kez bir yılbaşı masamızda benim içtiğim bir bira dışında alkollü hiç bir şey yok. Oysa özel bir içki ve tabii ki kuruyemiş alışverişi yapılır, tombala kesin oynanır, saat 12 olduğunda dışarı çıkılır, av tüfeği ile diğer seslere katkı yapılır, Albay Mustafa Amca, Eflatun Amca hariç, ve Komiser Mehmet Dayı, Amcam ve Baba silahları ile takır takır sayarlarken bundan çocukça bir zevk alınır ve masa her yıl, sadece hindi ve pilav değil diğer mezelerle birlikte tam tekmil hazır olur, hediyeleşilir ve gecedeki herkes herkesin yeni yılını tek tek kutlardı.

Baklavalar, diğer tatlılar ve pastaların hepsi de Annem, Nurhan yengem, Türkân Teyze, Yüksel ve İjlal Ablaların ellerinden çıkmış olurdu.

O zamanlar buralar karşı dağın tepesindeki köyün deniz kenarındaki "verimsiz," dolayısıyla para etmez topraklarıydı!

30 Aralık 2021 Perşembe

Postalımın Gonca Gülü

Yorumumda "Ben bağcıklı ve yandan fermuarlı botta kaldım. Uyanık asker işidir o, kim çözüp bağlayacak o postalın ipini di mi ama, lakin yasaktır. İşte o yasağı aşanlar da vardır. Şimdi yazayım mı şuracığa bir askerlik anısı," dedim ve Şaşkın da "Yandan fermuar var ya candır can. İyi ki asker olmamışım desene. Askerlik anısını da merakla beklemekteyim," dedi. O deyince böyle ben de dönem fotoğraflarıma koştum. Koştum da sorun şu oldu: İçlerinden bir kaç tane seçtim, o fotoğrafların fotoğraflarını çektim ki onlar artık flash bellekte de olsun. Sonra o fotoğrafların en uygun olanını bilgisayarda keserek sadece postalları aldım ama ne yazık ki gelişmiş fotoğraf teknolojisinin uzağından oldukları için iç taraftaki fermuarları belirgin gösterecek fotoğraflar elde edemedim.



Sabah koğuştan çıkıyorum; cipe atlayıp binbaşıyı almak için her sabah gibi ekmek ve gazete alıp orduevine çok uzak olmayan evine varıp, zile basıp, günaydınlaşıp onları teslim ediyor ve cipe geçip oturuyorum. Yaklaşık 15 dakika sonra iniyor. Ben normal sabahlardan biri gibi Tugay'a doğru yöneliyorum, "Orduevine gidelim," diyor. Bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü şafak sayarken etiketli yazıların bundan öncekinde bahsettiğim üzere kendisi artık orduevinin de komutanı.

Ana caddeye çıkınca dönüyorum orduevine. Bir baskındayız anladığım. Normalde bana söylerdi ama asker dayanışması yapacağımı düşündüğü için sanırım, beni bile ekti.

Oysa biz orduevinin askeri değildik, dış görevdeydik, bağlı olduğumuz bölükle de oranın askeri olmak dışında bir ilişkimiz yoktu ve orduevinin koğuşlarında kalıyor, olanaklarının da tadını çıkarıyor, hizmet verdiğimiz insanların mevkilerinden güç alıyor, onlar dışında da kimseyi takmıyorduk. Buranın askerlerinin devrecilik yaparak alt devreleri ezenleriyle de kapışmış, bizim yataklarımızın da olduğu kapıya uzak taraftaki gümbür gümbür sobayı kendi bölümlerine götürüp oradakini alt devrelerin tarafına getirdiklerini anlayınca da yanan sobayı onlara eski yerine taşıtmıştık ve zaten R. ile de hesaplaşma evresindeydik.

Tepeyi çıkıyor ve gazinonun önünde park ediyorum. "R.'yi çağır," diyor bana. Zevkle! "R." diyorum, "lütfen dışarı."

Binbaşıyı ilk kez bu kadar disiplinli, katı ve sert bir asker olarak görüyorum, çünkü karargâhta dört kişilik bir ekibiz; yazıcı, şoför, yardımcısı bir assubay ve levazım şube müdürü olarak kendisi. Şimdi buranın komutanı, varlığını ve yeni disiplin tavrını sergileyecek. Sanırım biraz da askercilik oynayıp eğlenecek.

R. tüm askerleri orduevinin önüne diziyor. An itibariyle karizması ve sosyetenin ve magazin basınının popüler kişilerinden olmasının zarafetiyle zıt bir hal içinde; rahat, hazır ol, esas duruş, dikkat gibi ifadeleri asker disiplini ve gür bir ses ile söylemek, aynı disiplinle de binbaşıya tekmil vermek durumunda. Orduevi ilk kez bu kadar asker! Çıt yok. Binbaşı hazırolda bekleyen askerleri tek tek inceliyor: Sakal traşı olmamış olan var, teskerecilerin bazılarının botlarında ve üst kıyafetlerinde fermuar var, saçlar terhise gidecek asker formunda, dolayısıyla kural dışı. Binbaşım bu durumların düzeltilmesini istiyor ve dili çok eleştirel ve asker sertliğinde. Ben de cipin başından olayı seyrediyorum. O günlerde tugay rutin denetlemede, Genelkurmaydan gelen denetçilerin başında bir albay var; tatlı bir adam. Binbaşım esiyor. Sabah traşı olmamış olanları fırçalıyor ki öyle çok göze batan bir durum da yok; ama asker her sabah traşını olmalı!

Albay ve heyeti bir süre izliyorlar. O ara bana dönüyor ve soruyor, sanırım bir an onları tugaya götürecek olanın ben olduğumu düşünüyor. Diyorum ki "Ben binbaşının şoförüyürüm." Şöyle yukarıdan aşağı bir süzüyor beni. Gülüyor ve sonra ekibine dönüyor ve diyor ki: "Kendi şoförünün sakal ve saçlar maşallah, botlar fermuarlı, hakeza düğmeli olması gereken üniforması da fermuarlı." Gülüşüyoruz ki kendisiyle akşamdan rütbesiz ve sivil tadında bir sohbetimiz de var.

Benim Jean-Paul Belmondo, Louis de Funés kupajı binbaşım da, bizim tayfanın diğerleri de ben gibi fermuarlı bot ve üst giyiyoruz; üstelik gün boyu ana karargâhtayız ve tugay komutanı dahil tüm üst rütbelilerin gözü önündeyiz.

Arabaya dönünce fark ediyorum ki binbaşım bugün tepeden tırnağa tam bir asker.

Ta ki bana "Tugaya gitmeden eve uğrayalım," deyip, arabaya fermuarlı postal ve fermuarlı üniforma ile dönene kadar.

Şaşkın'ın o yazısı.

29 Aralık 2021 Çarşamba

Mavi Gün

Beş önceki gün; yani Cuma öğle üzeri, soğuk ama güneşi pırıl pırıl saatler dışarı istiyor beni. Davete icabet gerek ama içimde bu aralar sıklıkla bahsettiğim bir ben var; şu pandemi sürecinde türeyen, tembelin önde gideni; ateşi sönük bir dünyalı: "Oturalım oturduğumuz yerde Yemek Sepeti'nden isteyelim bir şeyler," diyor. Uyuyorum ona, hatta girip siteye bakınıyorum. İşte tam o sırada gözünü sevdiğim öteki ben olaya dahil olup duruma bir kez daha el koyuyor. "Helâl sana, işte bu!" diyor, çoban kabanı askıdan alıp giyiyorum; çünkü hava sert gözüküyor. Sırt çantasında dün de bizimle olan kitap var. Tam çıkarken ve fikrimde yokken birden fikrim, üstelik emir kipinde bir "Hooopp!" çekiyor. "Heyy fotoğraf makinesi hadi sen de evladım," diye ses ediyor, alınganlık içeren ve istemem yan cebime koy tadında bir naz hissedince de başını okşayıp atıyorum onu da çantaya....

Daha bahçedeyken çok tatlı ama nemsiz bir soğuk sarılıyor boynuma, öpüyor yanaklarımı. Çok sempatik... Hadi gel de "Ne kadar soğuk bu," de ve sevme onu. Çok hoşuma gidiyor, öteki ben zaten evde...

Kıyıboyuna bir geliyorum ki sanki José Saramago romanından yapılmış Körlük filminin platosundayım. İnsanlar yok. İki yana da boylu boyunca bakıyorum. "Bir Allah'ın kulu yok yahu!" Basketbol sahası boş, onun etrafındaki iki sıra tribünler ve benim okuma bankım ve diğerleri bomboş. Hani sabahın en erkeni olsa eyvallah diyecek, sıkıntı da etmeyeceğim. Şaşırtıcı!


İskele enfes görünüyor, çok mavi ve çok berrak bir hava. İskelenin hemen arkasında üç gemi alargada. Aklım her an çelinebilir! Bir hamle yapıyor bedenim, gemileri çekelim diyor fotoğraf heveslim. İki adım gidiyorum ki bayıldığım ben olaya müdahil olup tekrar el koyuyor.

Martılar kıyı boyu!


İskelenin aksi yönüne yürüyorum. Fikrim gibi bedenim de çok memnun. O halde bir teşekkür bana. Henüz bir insanla karşılaşmış değiliz. Köprüye yanaşırken bir insan görüyorum. Elinde çöp tenekesi ve süpürge olan bir temizlik görevlisi. Bir dünyalı görmenin mutluluğu neredeyse boynuna atlayacak. Selam veriyor, kolay gelsin diyor, dünya dili konuştuğu için de pek seviniyorum.

Martılar kumsalda, kafalar tümüyle karada, kuyruk yönleri deniz. Bir orkestranın şefi gözleyen hallerinde bir disiplinle bekliyorlar. Bir kısmı ki bunlar daha gençler; adı bir kaç kez değiştirilse de benim için hep Alanos Deresi'nde banyo yapıp eğleniyorlar. Aslında iki grup da etraf mekânlardan gelecek öğle yemeklerini bekliyorlar.

Bir banka oturuyorum ve adından yola çıkıp kapağından etkilendiğim ve her zaman olduğu gibi içimde oluşan hislerle satın aldığım 100 sayfalık romanımı kaldığım yerden okumaya başlıyorum. Martıların yüzleri bana dönük; çok sevimli ve komikler. Arada bir havalanıp üzerimden geçiyorlar ve nerede kaldı bu yemekler merakıyla çevreyi kolaçan ediyorlar. Fakat size şunu söylim, onlara gelen menü bana gelse öper başıma koyarım. Çok iyi mutfakları olan beş lokantanın mıntıkasındalar. Şık kahve mekânlarını saymıyorum. Kebaplardan başlayın, pide ve pizzalardan devam edip, dünya mutfaklarında fren yapın. İşte bunların hepsinden oluşan ve onlar için biriktirilen yiyecekler bizzat mekân çalışanları tarafından servis ediliyor. Sonrası çok eğlenceli bir cümbüş. Elbette kargalara da nasip ki onlar tam bir beyefendi ve hanımefendi gurme havasındalar ve asla martıların bir kısmı kadar yemeğe saldırgan ve çığırtkan değiller.


Kitabım çok tatlı. Tabii ki onu tatlı kılan yazarı Natsuko İmamura. Genç bir kadın olduğunu düşünmekteyim, şu an. Üç kez aday gösterildiği Akutagawa Ödülü'nü nihayetinde 2019 yılında bu kitabıyla almış. Çok keyifle okuyorum. Tatlı bir mizahı var ve anlatıcısı bir erkek. Üsluba bayılmış durumdayım. Bir yandan japon kültürüne dair tatlar ediniyorum, bir yandan da öyküde yer bulan oyun arkadaşlarım kadar neşeleniyorum. Elbette meraklanıyorum da. Bir yanım da sorulara yanıt almak için bir an öncenin telaşlarında.

Kitabın sonlarına gelirken bir an sanki yoruldu yazar diye düşünüyor, içimdeki çok eleştirmen ukala bu duruma bayram ediyor ve alıyor sazı eline. O konuştukça bende tat gidiyor. Ve bu ruh halinde kalan bir kaç sayfa biraz zorlamayla ve bu ne şimdilerle bitiyor.

Sonra kitabın arka kapağındaki - ki eğer almayı düşünürseniz bakmamanızı öneririm- tanıtım yazılarını okuyorum. İyi ki de öyle yaptın diyerek serinkanlı benin boynuna sarılıyorum; son bir kaç sayfada küçümseme nedenim olan her şey kitap bütünlüğünde sadece yerli yerine oturmakla kalmıyor, koşup yazarı öpesim geliyor.

Bu keyifle bekleşen martılara selam edip, dönüşte görüşürüz diyerek bir süredir sen ne için yola çıkmıştın hatırlatması da yaparak sitemkar bir sesle "Hadi!" diyen bünyenin çağrısına uyuyor ve yola devam ediyorum. İstikamet Adem Usta. Dönüşte de yıllardır var olan, beğendiğim ama kalabalığından dolayı gitmediğim kahve mekânının sevdiğim ve hep kullandığım ara sokakta açtığı çok şirin ve sakin şubesinde, kitap eşliğinde kahve-pasta eşleşmesi planlıyorum.


"Ohhh masam boş!"

Tezgahın önündeyim. An itibariyle hiç düşünmeme gerek yok.

"Tavuk, lütfen"

Geliyor, onların tanımlamasıyla kızartmam. Görüntü muhteşem. Diyorum ki masama koyulurken...

"Bu işte, tam fotoğraflık."


Bu kez müessesenin ikramı salataya hayır demiyorum. Önce yemeğimin suyuna bir lokma ekmeği banıyor, damaktaki çok sesli patlamaların tadını çıkarıyorum. Masaya bıçak gelmiyor; çatal ve kaşık var. Ben de istemiyorum. Çatalla şöyle bir bastırıyor, ekmekle tutuyor, itirazsızca gelen lokmalık tavuğu yolluyorum test merkezine...

"Hımmmmmmm misss...".

Göze hoş geldiği gibi damağa şarkılar söyleten bir öğle keyfi. İki koca parça tavuk ve zengin garnitürler gözümü korkutmuyor da değil. Keşke porsiyon istemeseydim diye geçiriyorum aklımdan. Sonra diyorum ki işte geleneksel esnaf lokantası budur. Varlıklarını sürdürüyor olmalarına seviniyor ama bir dahakine az kızartma deyip tek parça ile sofradan kalkmayı düşünüyorum: Çünkü günümüz standartlarından bakınca gerçekten kocaman bir tabak. Aslında onlar kızartma deseler de bu bir tavuk tandır bence... Kemiğinden tutup kaldırsam löp diye sıyrılacak etler, öyle hissediyorum. Ödememi yapıyorum, günümüzden bakınca fiyata da şaşıyorum; çünkü az porsiyonu biraz fazla ekmekle bir öğünü geçirtecek hissi veren bu tabağın tam porsiyonu 30TL. Ve bu lokanta hem fiyatları, temizliği ve yemek kalitesi ile her gün dolup taşıyor ve yıllardır da dükkânı ve patronu sevdikleri belli personelde bir eksilme olmuyor.


Çıkıyorum, tipbox'ı bugün boş geçmiyor, keyifle yürüyorum sahile; kahve dükkânı konusunda hayalim dürtse de doymuşluk hali diyor ki zorlayıp da keyifsizce içme. Dinliyorum onu ve kahveyi evde yapmaya karar veriyorum.

Ama... evet ama, en kısa zamanda, o kahve dükkânının şirin sokağa bakan köşe masasında, renkleri pek hoş yastıklı bambu koltuklarında elimde kitabımla olacağım sözünü veriyorum kendime.


Bir de butik var sokakta, bir kaç ay evvel zemin kat mini bir dairenin mini bir odasında bir hanımefendi tarafından açılan şirin bir butik. Önünden geçerken dikkatimi çekmişti ve o da anladığım civardaki kitap kafe müşterisi genç kızları çekmişti. Kendisiyle konuşup, bir iki fotoğrafla söz edeceğim bir yazı düşünüyorum.

24 Aralık 2021 Cuma

Rakıya Su Katarım

*'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!


**İçki denip geçilemez... İçki içen ne yaptığını hatırlamaz ama, rakı içen unutulanları bile hatırlar... Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden harddisk'tir.

Kaç gündür rakı sayıklıyorum. Bir yandan da üşeniyorum. Dün burada bulamadığım yeni yıl ajandası için enn sevdiğim kadın önermese hiç haberim olmayacak şehrin kadim kırtasiyecilerinden birinin dört durak ötemde şube açtığını öğrenince atlıyorum trene ki vakiti de öğlene denk getiriyorum. Varıyorum Mimar Sinan durağına. Geçiyorum bulvarı ve bayılıyorum küçük ve şirin parkın hemen dibindeki ve onunla sarmaş dolaş dükkâna... Seçiyorum mavi renkli ve  spiralli ajandayı. Ödememi yapıp çıkıyorum ama aklım da beni çelmeye çalışıyor. Enfes bir kış soğuğu, pırıl pırıl bir güneş... Çok sakin ve binalarla boğulmamış, çok sevdiğim doğu bloğunun herhangi bir ülkesinin herhangi şehiri tadı veren bir zamanın  içindeyim ki  karşı köşedeki iki katlı, yeşillikler içinde, parka, geniş bulvara ve de onun içinden geçen tren yoluna bakan; dış oturma yerleri ve hatta ikinci kat balkonu da çok hoş  mekân göz kırpıyor. Kahve ve atıştırmalıklarla an itibariyle yandaş keyifse tahrik ediyor beni ki sırt çantamda da şahane bir kitap var. Üstelik ajanda için dökülsem de yola, günü yazarım sanki diyerek fotoğraf makinemi de çantama atmıştım.

Bu etki altındayken dahi çeliniyor aklım. Trendeyim. Bizim istasyonda iniyor, kartımı okutup iademi yüklüyor, sevdiğim pastaneyi kalabalık buluyor, Adem Usta'nın önüne gelince de benim masamın boş olduğunu görüyor ve içeri süzülüyorum. Hımmmmmm şahane, çünkü yemek tezgahında pırıl pırıl karnıyarıklar var. Aklımdan cacık da geçiyor ama hâlâ kararsızım.

Yemek, masama bir gelsin hele!

"Bir karnıyarık lütfen."

Geliyor bol kıymalı, bütün biber ve domates dilimleri ile göz okşayan, fırın gördüğü belli pırıl pırıl karnıyarık tabağım. Ekmekten bir lokmalık koparıyor ve suyuna banıyorum. Tam olarak ölmelik! Cacık hâlâ çağırıyor... O ara müessesemizin standart ikramı salata geliyor; teşekkür ediyorum ama masaya koydurmuyorum ve diyorum ki yiyemem, ziyan olur.

"Bu muhteşem tabloya ekmek dışında hiçbir şey katmamalısın," diyor içsesim. Saygı duyuyorum.

Çıkınca oradan, yeni açılan mekân adına üzümlü kek dese de anne kurabiyemden bir tane kahvemin hatırı için alıyorum. Keyif coştu bir kere...

Uzun zamandır ki bir yılı geçtiği kesin rakı bir kaç zamandır aklımda dönüyor; sürekli erteliyorum ama bugün fikrim net. Ancak onu, pandemide esnafımızı koruyalım etkinliğim çerçevesinde büyük marketler yerine mahallemizin mini marketinden almayı istiyorum. Girdim ve reyona gittim, üzgünüm ki kafamda günlerdir olan yok. Bu kez başka bir mahallemiz esnafına yönlendim ama o da kapalı. O zaman büyüğe..

"Bir İzmir rakısı; mavisinden lütfen."

Bir paket de beyaz leblebiyi reyona gelirken raftan almıştım zaten.


**Asildir rakı,

Bakın 1900'lü yıllardan bir davetiye aktarayım size...

"Muhterem efendim, teşrin'i saninin 21'inci gününe müsadif Cuma akşamı, Hristo'nun meyhanesinde taam eylemek ve husisi eğlence tertip ederek vakit geçirmek istiyoruz. Sizi pek seven cümle dostlarımız teşrif edeceklerdir. Binaenaleyh, icabetiniz bizim içün mücib-i şeref olacaktır. Bu lütfu bizden esirgemeyeceğiniz ümidi ile takdim-i ihtiram eyleriz efendim... Pera sahaflarından Şener Efendi"


Bu davetiye Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü'nde yazdığı ve bayıldığım makalesindendir ki beni bu akşama tetikleyen o oldu. Balkondan buz gibi suyumu aldım. En Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı bardaklardan birini tezgâha koydum. Şişeyi açtım ve burnuma gelen kokuyla başım döndü. Rakıyı bardağımın içelim güzelleşelim satırına kadar doldurdum, ve bir parmak üstünde bıraktığım boşluğa kadar soğuk su ilave edip iki de minik buz attım. Beyaz lebebiler mini çanakta... Çilingiri Fransızın önüne kuruyor,  Denize ve Budha'ya bakıyoruz.  En Sevdiğim Kadın'ı arıyorum. İki yıl olduğunu düşünürken ben, o geçen yıl pandemide içtiğimizi söylüyor. Blogu tarıyorum çünkü hatırlıyorum ki bira takıntısı oluşmuştu bünyemde ve hep rakı içtiğimiz ve rakıya çok yakıştırdığımız ve geleneksel mezelerine paha biçilmez Hut'da Ay'ın ve Venüs'ün muhteşem gözüktüğü bir akşamda bira içmişiz. Eğer bu iki yılda hatırlamadığım bir gün varsa günahı benim. Bu durumda ben rakı içmeyeli bir yılı geçmiş diyerek de bunu tarihe not düşüyorum. Deniz, Budha, gece, serpiştiren kar ve rakı olunca... Müzik gerek!

Rakıya ve tekliğe en güzel kim eşlik eder?






*Şehrin Ara Sokağında Alemin Kralı

**Yılmaz Özdil'in Ölmeme Günü başlıklı yazısından...

22 Aralık 2021 Çarşamba

Bu Yakışıklı Benim Amcam

Hiç yüzyüze gelmediğiniz, fiziken yok bir insanı ne kadar sevebilirsiniz? Başkalarıyla, en yakınındakilerle bile sırf onlar üzülmesin diye paylaşmayacağı sıkıntıları içine atmaktan başka bir çare olmayan çaresizlikler içindeyken ne yapabilir insan? Kendiyle konuşur, o sıkıntılar beyinde dönüp dururken kendinin bile inanmadığı çözümlerle teselli bulur. Uykusuz geceler sıraya dizilir, radikal ve çözüm üreten kararlar alınır, alınır, bozulur. Dış faktörler fenadır, bir çıkış yolu vardır. Bu yol bilinse de ötelenir çünkü bedelini ödemesi gerekenden hariç, bedel ödemesi istenmeyenler de vardır ve şu alemin en yorucu işi bu durumda doğruluğu kesin ama zarar görecek masumları yüzünden ertelenmek zorunda kalınan kararlardır.


Yıl 2001

Çok daha beter krizlerden hep yükselerek çıkmış ben bu kez çaresizdim. Oysa sürekli çatışarak ve olması gerekenleri bağırarak, o günlere gelmiştik. Ve göz göre göre geldiğimiz nokta bir eylem gerektiriyordu. Kardeşim rahattı, "Neleri aşmadık ki," diye düşünüyor ve bunun altından da kalkacağımızı umuyordu. Oysa fikir birliği içinde olmadığımız bir düşünce yapısıyla da mücadale gerekiyordu ki bunun sonuçlarından zarar görecek çocuklar vardı bu kez. Süreç akarken öngördüğüm tüm olumsuzluklar bir bir gerçek oluyordu. Bizim işimizdeki pozisyonumuz sağlamdı çünkü yıllardır birlikte çalışıyorduk ve babanın kaybındaki ve sonrasındaki tüm krizler bizi teğet geçmiş, hepsinden de büyüyerek çıkmıştık.

Şimdi anlamayana anlatmak gibi şu dünyanın en beter işine soyunmak gerekiyordu ve alınacak radikal tavrın yan etkileri sürekli aklı çeliyor ve ne yazık ki doğrular üzerinden bir kararı sürekli öteliyordu.

Çözümsüz ve özel hayatı da içeren sorunları diğer insanı gözeterek genelde insanlarla konuşmayı sevmem. Ama konuşmam lazım, kardeşimi de üzmek istemiyorum çünkü abim bunu da aşırtır bizeden çok emin. Ama bu kez ben gidişin ne olduğunu görüyor, ertelemelerin de kaybı büyüteceğini biliyorum. Biriyle kesin konuşmam gerek. Bir yol çizmeyecek, fikir vermeyecek, konuşmayacak ama yanımda olduğunu ve kararlarımı tutarlı bulduğunu sessizce hissetirecek biri ile.

Her bayram mutlaka ziyaret ettiğimiz, hiç görmediğimiz ama yokmuş gibi davranılmayan amcamın mezarının başındayım. 15-20 metre ilerisinde de dedemin mezarı var, ona dularımı okuyup amcaya koştum. İçimde ne varsa döktüm. O beni, ben de O'nu can kulağı ile dinledim. Hiç konuşmasa da bildim ki fikirlerime destek. Netleştim. Ve sonrasında önce küçük çöpleri süpürdüm, sonra Yavaş Hayat'ta yazdığım gibi son derece radikal ve silbaştan kararlarımı bir bir hayata geçirmeye başladım.


Bu yakışıklı, bu sırdaşım, babamdan ve enn amcamdan küçük, çapkınlık derslerimi aldığım amcamdan büyük adamla adaşız da. Doğduktan sonra ölmüş ve benden büyük, aklımız ermeye başladığında mezarını çok aradığımız bir kuzenimiz de var. Ve adını bildiğimiz ama yazmayacağım bir de yengemiz var; hiç görmemiş olsak da benimseyip sevdiğimiz ve merak ettiğimiz...  Yengeyle tanışmayı ve görüşmeyi, ona sahip çıkmayı hep istedik, Halam bir şekilde haber uçurdu ancak o yeni ailesi nedeniyle -büyükler ilk evliliği ve kuzeni bilmedikleri için- bunu istemedi, saygı duyduk.

Geniş ailemi işte bu nedenlerle çok seviyorum. Bizde kimse ölmüyor. Hani şu slogan vardır ya özellikle siyasi cenazelerde çok kullanılır; falanca ölmedi kalbimizde yaşıyor. Bizimkiler hep hayatımızın içinde. Bu fotoğrafın arkasında da daktilo ile ve büyük harflerle  Z. ve Arkadaşı Y. yazıyor. Açık renk takım elbiseli yakışıklı adamla - hep ilk adım kullanılsa da- adaşız ki bu adların bana konulmasının, sonradan keşfettiğim daha farklı ve ilginç de bir hikâyesi var.

Günlerden bir gün, enn amcamın üniversite yıllığına bakıyorum. Tarabalarına bayıldığım, döşemenin tahta süpürgeliklerinde mantar yetişen kira evdeyiz. Henüz ilkokulun başlarındayım. Yıllığın hemen başındaki bir isim dikkatimi çekiyor. Göbek adı denilenle birlikte asıl adla da adaşız. Bir profesör. O an için bunu, bu benzerliği çok adlandıramıyorum ve bir özellik gibi de gelmiyor bana. Sonra bir gün, belki biraz daha büyüyünce dank ediyor ve ilk adımın da nereden geldiğini, göbek adımın ortak olduğunu böylece anlıyorum.. İlk ve kullanılan adım enn amcamın kariyeri pek parlak hocası Ordinaryüs Profesör Dr. B. Z. S.'dan, göbek adı denilense üçümüzde ortak... Sonra bu keşfimi onaylatmak için enn amcama soruyorum. Uzun uzun anlatıyor. O anlattıkça hayallerimin, enn amcamın içimizde en yetenekli dediği  benimle ilgili hayallerine, ne kadar uzak olduğunu anlıyorum.

19 Aralık 2021 Pazar

Şuraya Bir Link Bırakıyorum



En İyiler-4

 
 
+18


Bir Kitap Önerisi


Yanında Kullanma Kılavuzu İle!



**

Tadımlık

... ikinci kişiniz varsa, ki bu tercih edilendir; caz- blues karşımı bir şeyler yakışır diye düşünüyorum ve tercihimi Madeleine Peyroux'dan yana kullanıyorum. (Plase: Ali Farka Toure). Tek kişilik, bonusu da yalnızlık hissiyatı olan seçenek için de benim tercihim, Pink Floyd'dur. ...









16 Aralık 2021 Perşembe

Ne Hayal Kurmuştuk Ama

60'ların sonu ya da 70'lerin başı hatırladığım. Bir pastane açılıyor; şehirin trafiğe kapalı, en şık mağazalarının olduğu Mecidiye Caddesi'nin hemen girişinde. Adı Kilim olduğu gibi dekorasyonda da kilim hakimiyeti var. Gerçekten çok hoş pastane bir eğlence mekânı tadı da veriyor. Ama daha ilginç olan şey ilk kez karşılaştığımız müzik kutusu: Şu para atılıp tuşlarda adı yazılı şarkılardan biri seçildiğinde, kurulu mekanizmanın, ses kalitesi evdeki radyoya entegre pikaplardan çok çok yüksek sistemin içine yerleştirilmiş plaklar arasından seçileni alıp pikaba taşıyarak çaldığı, görüntüsü pek hoş cihaz.

O günün koşullarında muhteşem bir eğlence aracı!

Müşteriler ağırlıkla  genç kızlar ve erkekler. Biz tıfıllara bir an önce büyüsek dedirten, çok sempatik ve hoş yıllar. Erkeklerde uzun saçın, kızlarda mini eteğin, pantolanlarda İspanyol paçanın moda, Anadolu Rock'ın patladığı, Apaşlar'dan Dadaşlar'a, oradan Mavi Işıklar'a ve dahi Silüetler'e kadar uzayan sürüsüne bereket gruba ve kızılderili/ kovboy filmlerine bayıldığımız, yazlık sinemaların bol olduğu, tıfıllar olarak mahalle savaşları ve maçları yaparken bir yandan abilere özenip onlar kadar büyümeyi istediğimiz, gerçek kot pantolanların sadece Amerikan pazarlarından ya da limana yanaşan yabancı gemilerden alınabildiği, adına balıkçı pantolonu denilen yerlilerinin yıkandıkça mor'a döndüğü yıllar. Kilim Pastanesi'nin disko havası ise bize sadece hayaller kurduruyor. Hep genç Halam şahane bir çıtır ve taze bankacı ya da bir kaç yılı daha var, bense okumayı henüz rayına oturtmuş bir tıfıl. Evde radyoya entegre bir pikap var. Babaannem Murat Çobanaoğlu başta olmak üzere aşıkları dinliyor; dinlerken söyleyip söyleyip içleniyor, gözünden yaşlar süzülüyor.

Halamla bizse  dans edilen bir kulüp hayali kuruyoruz. Nasıl bir şey olduğu konusundaki fikrimiz filmlerden ve dergilerden. Mekânın bir Kızılderili çadırı şeklinde olmasını, tüm personelin de Kızılderililer gibi giyinmesini planlıyoruz. Günlerimiz artık bu kulüple dolu ki hayallerimizde bir gerçeği yaşıyoruz.

Sonra bir gün, aradan bir kaç yıl geçtikten sonra belki; artık bizim diyeceğimiz daireye taşınmış mıydık, yoksa taşınmak üzere miydik çok emin olmadığım dönemde yine spontane bir seçim için bir plakçıda Long Play'lere bakarken ben... Plağa kapağından ve tabii ki yazı karakterlerinden kaynaklı olarak vuruluyorum. Çünkü hayalini kurduğumuzun, kostümlerin ve fikirlerimizin somut hali şu an elimde.

Heyecanımın ete kemiğe büründüğü bir anda, kıpır kıpırım.


Çıkarıp kabından çiziği falan var mı diye inceliyorum plağı. O güne kadar bilmediğim grup, 1910 Fruitgum Company'nin bir iki şarkısını dinliyor, "Tamam alıyorum, bunu sarın ben finansman temin edip geliyorum," diyorum. Çok heyecanlıyım, telaşlıyım çünkü tek olan bu plağı kaçırmamalıyım. Sanki ona sahip olursak gerisi kolay. Eve koşa koşa gidiyorum. Hatta uçarak. Çünkü hayallerimde çoktan açtık kulübü ve insan kaynıyor içerisi. Finansör babaannem. Para elimde. Kulübümüzün müzik sorunu çözülmüştür ancak artık bir ortağımız daha var: Babaannem. Bir de şartı var: Kulüpte Manço şarkıları da çalınacak.

İşte Hendek İşte Deve'yi yoldan geçerken sokağa dökülen plakçı pikabından dinleyip, bayılıp koşarak eve gelmiştim. Parayı kapınca da geri koşmuş, alıp eve gelmiş ve sıcağı sıcağına dinlediğimiz andan itibaren de babannem bir Manço hayranı olmuştu.


Plak Amerika'da 1969'da çıkmış. Grup 1965'de kurulmuş. Ve bu albümle büyük çıkışını yapmış. Bir çok kırkbeşlikleri milyon sınırı aşmış ve ödüller almış. Sonra dağılmışlar, sonra yine kurulmuş ve Vikipedi'ye göre 1999 yılında bir kez daha toparlanmış. Plağı geçen gün ne tetiklediyse bir anda aklıma geldiği üzere aldım yerinden. Uzun yıllardır dinlememiştim. Bu yazıya karar verip yazarken de dinlemedim. İki şarkılarını kullanmayı düşündüğüm grubu yıllar sonra bu yazı yayındayken tıpkı ilk kez onunla karşılaşan bir okur gibi dinlerken, Halamın varlığının beni hep çocuk tutuyor olmasının sevinciyle hayali kulübümüzün kaç onuncu yılını kutlarken bir yandan da: O güzel, huzurlu, sıcacık mahallenin aynı evin insanlarıymış gibi olunan, ucuz ekmek kuyruklarında olunulmayan, bayramlarda çikolatanın likörle birlikte neredeyse her evde ikram edildiği, kahvehanelerde ve mahalle bakkalarında has Tekel Birası'nın satıldığı, kuran ve din eğitimini mahallemizin unutulmayacak, izi derin Mümin Hoca'sından aldığımız, bir evin duvarına bir başka evin film makinesinden yansıtılan filmleri tüm mahalleli olarak izlediğimiz yaz akşamlı o güzel yılların keyfini, beceriksizlerin elindeki şu  günlere inat, dibine kadar çıkarmayı düşünüyorum.

Lütfen buyurun.

Damsız girilebilir!



İlk Parça albümün A yüzünün ilk şarkısı ve grubun hitlerinden biri: Indian Giver.



İkinci parça ise albümün B yüzünün son şarkısı: 1910 Cotton Candy Castle.



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP