16 Eylül 2021 Perşembe

Çocuk Sevinçlerim Zıpladı

Sevgili Zeugma dinlediği bir böreği yapmış ve de tarifini yazmıştı.* Ben de büyük bir keyifle yorum eklemiştim. Zevkle okumuş, anılar canlanmış, hayatımın en güzel yılları hanesinde yeri daim, birazdan okuyacağınız yorumda bahsetmediğim ama o sabahlarımda hep olan kız arkadaşımdan da söz edeceğim bir yazı hayal etmiştim.  İşte bu sabahın erkeninde o hayaller içindeyken ve aşağıdaki yorumu genişletip yazıya evirmeyi düşünürken...  Birden... Evet, birden bir ışık yandı ve merak noktamı aydınlattı. Önce yazdığım yorumu, sonra ışık neleri aydınlattı, nasıl bir yolu ışıldattı bir görelim.

 

Blog yazısına dönerse kusuruma bakmayın lütfen:)

Bu böreğin anısı sağlamdır bende Sevgili Zeugma.:) Kendisiyle ilk tanışmamız, babamın mağazası şehir içindeyken ve ben kısa pantolunluyken oldu. Mağazaya yakın adı İstanbul Börekçisi olan bir yer vardı, sahibi roman kahramanıydı benim için. Özel ve kültürlü bir İstanbulludur diye düşünmüştüm ve öyle yer etmişti bende. Oradan milföy tadında kıyır kıyır poğaçalar ve bu börekten alırdık. Sonra mağazalar sanayi sitesine taşındı, bir süre uzak kaldık; ta ki ben liseye başlayana kadar. Sabah okula, komşu kamu kurumunun servisi ile gelir, okul saatinden epeyi önce vardığı için de şehir merkezinde inerdim ve daha gün ışımamışken doğruca buraya. Sonra kapandığını gördüm. Ben büyüdüm, evlendim falan. Şehir merkezinde oturuyorum ve bize yakın bir modern pazar var. Bir gün orada minicik bir dükkân gördüm. Tabela İstanbul Börekçisi. Anılar canlı olsa da umut az. Girdim, ne görim, eski mekânın iki ustası; yaşlanmışlar, oradalar. Sordum. O abi bırakmış işi, kapatmış dükkânı ve gitmiş. Bunlar başka yerlerde çalışmışlar ama bu kalite olmadığından mutsuz olmuş ve bir süre sonra bu yeri açmışlar, ada sadakatle.  Lezzet aynı, hiç fark yok. Dükkânda iki kişi zor oturur. Fakat yufka açmaları beni çok şaşırtmıştı. Oklava kullanmıyorlar, elle hamuru biraz yaydıktan sonra başlarının üzerinde iki el üstünde semazen gibi döndürüyorlardı. Nefis bir şov. Denk gelirsem her seferinde izliyordum. Tabii ki kapıdan. İçeriye girmek ne mümkün, her şey o en fazla 20 metrekare içinde:)


Bu sabahın en erkeninde uyanmış,  daha geniş yazı için yorumumu sayfaya yerleştirmiştim ki o ara biraz blog okuyasım geldi. Gülümseyerek ve keyifle dolaşıyordum blogları, bazı yazıları tekrar okuyor, bu sayede tanıdığım ve sevdiğim insanların varlıklarına bir kez daha seviniyor, pandemisiz günlere dair hayaller kurup o anların önizlemesini yapıyordum. Dışarıda yağmur parlaklığı, çalışma odamda tatlı, huzur veren bir serinlik vardı. Sonra kendi bazı yazılarıma döndüm. Oradaki çok kıymetli izleri sevdim. Tüm bedenim bu hoş sabaha gülümsüyordu ve gün içine dair planlarım vardı. Üstelik hava tam da o planlara uygun, gerçek bir kuzeyliydi ve fazlasıyla heyecan veriyordu.

Derken....

Bir anda börekçi ile ilgili acaba ben yaşlarda birileri bir şey yazmış mıdır? diye düşündüm. O halde Google'a bir danışayım dedim. Mekânın adını yazdım, kimse bir şey yazmamıştı ama Google şıp diye önüme aynı adlı bir mekânı koydu. Haritayı büyüttüm. Kolay bir yerdeydi, üstelik son yerine uzak da değildi. Hatta o pazar yeri Anneler Parkı olunca yıkılan dükkândan sonra buraya mı geldiler acaba? diye de düşündüm.

Heyecanım arttı, çocuk sevinçlerim tavanda ancak şehire inmem gerekiyordu.

Çok heyecanlandım!

Çünkü, eğer hikâye düşündüğüm gibi geliştiyse ve benim çocuk keşfimin epeyi öncesini de düşünürsek, yarım asrı epeyi aştığı kesin bir devamlılıktan bahsediyor olacaktım. Cephesi yine küçük bir dükkân ki umutlu kılıyor beni; ama artık çocuk da değilim.  Ama heyecanlarım çocuk... Ve onlar soruyor: "Acaba... acaba muhtemelen rahmetli olmuş o ustaların çocuklarından biri midir?"


*Sevgili Zeugma'nın enfes börekleri ve tarifi için buradan lütfen.



*Devam yazısı Sıcak Böreğin Dayanılmaz Hafifliği içinse buradan lütfen.

13 Eylül 2021 Pazartesi

Ah Pandemi Dedirten Anlar


25.06.2016 Cumartesi

Mekânı karşı çaprazdan gören, karşısındaki binanın önündeki masalardan birine oturuyoruz. Anında kaynaşıyoruz sokağın tüm paydaşları ile. Hoş geldinize geliyor, sokak sakinlerinin en tatlısı. Tepemizde... Önce biraz sert ve soğuk, kişilik analizi yapıyor, sanırım sonrasında da geçer notu veriyor. Sırnaşma sırası onda, sürekli istemem yan cebime koyun pozlarıyla dolaşıyor civarımızda.

Akşamın ruhları dürtükleyen saatlerinde, bembeyaz örtülü bir masada, sımsıcak bir sokakta ve şairin mekânının tam karşısındayız. Özellikle istediğimiz, şehre onun için geldiğimiz, ilk görüşte kaynaştığımız ve bir çiftin işlettiği mekânın genç garsonu sipariş için geliyor.


"Hoş bulduk."

"35'lik rakı lütfen."

Meze seçimini en güvendiğim kadına bırakıyorum. Sokakta, bir duvarın dibindeyim ve sandalyemin arkasında, gerektiğinde çalıştırmak için oraya koyulmuş şirin bir pervane var. Nerede olduğumuzu hatırlatacak bir de ayna. Oturduğum yerden kalkmaya hiç niyetim yok, keyfim şahane. Onu izliyorum. Zengin meze dolabının başında... İletişim muhteşem.

"Bir Girit ezme lütfen."

"Beyaz peynir lütfen."

"Bir levrek marin lütfen."

"Bir de patlıcan salatası lütfen."



Donanıyor masa. Karşımızdaki kültür merkezinin dış masalarında bir kaç kişi sohbette. Sokaktan, mekânla aramızdan, insanlar geçiyor. Kilisenin çanı çalıyor. Hava henüz anason kokmuyor. Güzeller güzeli bir yaz akşamı. Çalan şarkılar yakışıyor sokağa. Göz alıcı, yeterli porsiyonlarda mezeler ve buzzzz gibi rakı.

"Tek lütfen..."

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen."

'Ben rakıyı içerim abi' hava atmaları, suyu yanında içmeler, sek rakıyı sadece buzla sulandırıp rezil etme çağlarından sonra demlenmeyi öğrenen yaşımdan beri teke düşen içmelerin ölçüsü artık standart. Yalnız dubleden teke düşmemin bir sebebi de masada kalınan süreleri uzatan ve daha da keyifli kılan güzel insanlar.

O halde, yarasın!



Usulca başlıyoruz. Levrek marin nar dokunuşu ve alttan alta hissedilen misket tadıyla şahane bir katılımcı, patlıcan salatası da bir çok yerde masaya gelenlerin aksine henüz baygınlık aşamasında olmadığı gibi az rastlanır bir tazelik ve lezzette... beyaz peynir tabağı Egeli... Girit ezme ise bir assolist varsayılabilir olsa da tevazuyla ve biz birlikte güzeliz havasıyla masada. Kullanılan zeytinyağı ise sanki sarımsak dokunuşlu... ve Egeli sonuçta.


Harbiden meyhaneler devrine ucundan yetişebilmiş bir tıfılım ben. Burası bir meyhane mi yoksa lokanta mı dersek, bizce âlâ bir meyhane. En kralından üstelik. Öyle beş yıldızlı, yapay bir samimiyetle başımızda her daim biten değil de, özellikle yükünü almışken mekân, yanımıza yakın bir yere gelmesini beklediğimiz, gözümüz yakaladığında seslendiğimiz, şıp deyince garsona ulaşamadığımız, gerektiğinde kalkıp da meze dolabına gidebildiğimiz, meyhaneciyle iletişebildiğimiz ve bundan da mutluluk duyduğumuz yerdir meyhane... Buraya kalabalık gelip, mezelerin her bir porsiyonunun masadaki onca kişiye yetmesi gerektiğini düşünüp sonra da küçücüktüler diye eleştirmenin hiç bir manası yok. Keyfine yazık etme kardeşim, ya çok çeşitle tadımlık kur masanızı, ya da iki-üç kişiye bir hesabı yap. Değil mi ama?!

"O halde sıhhatimize!..."



Keyfimiz 90'a takılan gol gibi. Bir çoklarının aksine ne meyhaneciden ne de garsondan bir şikayetimiz yok. Lezzetli mezelerle tadını çıkarıyoruz yaşamın. Üstelik Nazım Hikmet Kültür Merkezinin önündeki gençler gittikçe kalabalıklaşıyorlar... Konu da kaçınılmaz olarak militan günlere geliyor. Bu çocukları o günün gözleri ile bakarak eleştirebilir, hatta küçümseyebilir kendilerini eski tüfek olarak tanımlayan bir kısım statükocu, katı, havalı ve de aslında sadece lafazan kendini beğenmişler... Ama ben onların cinsiyetsiz, sorgusuz, henüz derinlik kazanıp da zenginleşmemiş, inanmışlık yüklü klişelerle bezenmiş, 'aşığınım ama çekingenim' soslu sohbetlerindeki sıcacık samimiyete... bayılıyorum. Cıvıl cıvıl bir gençlik katıyorlar akşamımıza. Masaları birleştiriyorlar şimdi... Uzun masalarına 70'lik rakılar ve mezeler geliyor. Gülüşleri ve müziklerimiz karışıyor birbirine. İstim alıyor gece... Ve sokak.

"Gençliğinize o halde!.."

Sıcak için gidiyor meyhaneci kadına en sevdiğim kadın, ahtapot bacağı ızgarayı öneriyor meyhaneci ki onun âlâsını daha sonraki bir zamanda, kadim bir şehrin kadim bir semtinde ve harbi bir Rum meyhanesinde yiyeceğimizden henüz haberimiz yok. Karar veriliyor...

"Bir karides güveç lütfen."


Hımmmmm âlâ bir güveç, karidesi geride bırakmayan bir sadelikle pişirilmiş, tadı tuzu yerinde, lezzetli suyu tam da ekmek banmalık, üstelik karidesler bu sabah çıkmış denizden...

Ve 35'lik rakının son yudumları...


Saatler saatleri, neşe neşeyi, huzur huzuru kovalarken, ara çaylar da falan derken, katmerleniyor rakının masası. Topyekûn, pek tatlı, "Yaşamak güzel şey be!" kardeşim dedirten bir serkeşlik kokusunun tadı bulaşıyor sokağa... Hülyalanmaya başlayan kafalar, sarhoşluğa doğru usulca giden kelimeler, gülüşler, arafta kalma halleri bir karara varıyor gönüllüce.

"Bir 20'lik rakı lütfen."

"Bir beyaz peynir ve kavun lütfen."

"Bir de bir miktar çörek otu lütfen."

"Hımmmm peynirin üzerine biraz çörek otu ve biraz zeytinyağı?!"


Kahvelerimizi de içince, ödememizi de yapınca, vuruyoruz kendimizi küçük parkın arkasındaki sokağa... duvar yazıları pek manalı ve hatta gece flörtleşmesindeki köpeklerin arkasındaki duvara denk gelen pek manidar: Çare cinsel devrim! Polislerden uyarı alana kadar kilisenin duvar dibine serdikleri tezgahlarında el işi "entelektüel" ürünler satan iki kişi terk ediyorlar bulundukları alanı. Yeni güne devrolan gecenin kokusu muhteşem. Cinliklerine bittiğim kadın bir büfeye giriyor, sözde sigara alacak... ve iki tane küçük, yüksek alkollü bira ile çıkıyor. Bak başıma gelene! Öyle kolay kolay devrilen bir adam değilim ama bazen, mutluluk doz aşımı yapınca, bir mizansen yaratır bünye ki bir votka limonla bile kafa bulmuşluğumuz vardır, en iyi iki arkadaşımdan biriyle şimdi yerinde yeller esen bir otel barında. Hımmmm bir de fıçı bira mekânları ilk açıldığında, okul çıkışı daldığımız bir ilk mekânda hızlıca içtiğimiz ilk fıçı biralarımızın sallantısıyla evlere nasıl gireceğiz korkusu yaşadığımız günü unutmamak lazım.

Bir yandan yürüyor, çokça gülüyor, biraz da usulca, tabii ki kazayla, tatlı tatlı sırnaşıyor, yalandan biraz biraz sallanıyor, yine kazayla dokunuyor, güzel güzel sözler fısıldıyor, kuytulara bayılıyor ve sonuçta pek de sevdiğimiz otelimiz İbis'e varıyoruz. Tatlı resepsiyonistimizle selamlaşıyor, asansöre ulaşıyor, küçük koridoru peltek fısıltılarla geçiyor ve gördüğümüz en güzel otel yataklarından birine atıyoruz kendimizi.

Alsancak Garı ışıklı bir sakinlik içinde...



*Alıntının da içinde olduğu iki zamanlı yazının orjinal hali.

11 Eylül 2021 Cumartesi

Üç Öğün Manzara

Geçen cumartesi sabahı attım kitabımı çantama düştüm yola. Vardım Lozan Caddesi girişindeki pastaneme. Dedim iki dilim su böreği ve bir de çay lütfen.

Açtım son sayfalarında olduğum Doppler'i.

Ona başlayınca tam... böreklerim geldi. Hımmmmmm, dedim mis gibi. Bol ve iyi peynirli. Adeta hamarat bir ev yapımı!

Börek, kitap, bir yudum demi kıvamında çay, iki mini kahkaha eşliğinde bitti kitap.

Çıkardım sırt çantamdan üçlemenin ikincisini.

Volvo Kamyonlar.



İlk anda adapte olamadım Erlend'in cinliğine, sonrasında, kavrayınca kurgudaki şenliği güle güle bir hâl oldum. Şahane abla Majj Britt'le tanıştım.

Keyfim cumartesi tadında.

Bitirdim böreğimi. İçerken keyf çayımı aklım yine dürtü beni. Neredeyse 15 yılı aşmış belki de 20 yılın dibinde bir zaman önceydi. Henüz inşaata boğulmamıştı buralar ve hâlâ köy tadı vardı. Üç yanı bahçe bir pideciye takılır, köy fırınından pidelerinin tadına bayılırdık. Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, Musssano, belki de bebek arabasındaki Tırtıl'la, ya da o henüz hayalde bile yokken belki de; sahilden ayrılır, ekili yeşillikler içinden yürüyerek gelirdik mekâna.

Şu anda, bir yanıyla hissederken gideceğimi bir yandan da yiyebilir miyim börek üstüne pideyi acaba? diye düşünüyorum.

Lakin gözümün önünden de incecik çıtır çıtır bir hamur, bol kıyma üzerinde az pişmiş yumurta geçmekte.

Bir anda orada görüyorum kendimi ve bu önizlemenin tadı kışkırtıyor beni.

Düşüyorum yola. Bir ara vazgeçer gibi olsam da devam ediyorum. Sonunda vardım önüne. Bir tur attım etrafında; gördüm ki bahçe yerli yerinde. Ama dış cephesi ahşaptan ve köy tadındaki mekân, dönüşmüş çağın malzemesine. Olsun, dedim önce. Sonra vazzz... geçtimm!

Yürüdüm... yürüdüm... yürüdüm.


Bande Aceh Park'da mola verdim. Bir ağaç altındaki banka oturdum, uzattım bacaklarımı boylu boyunca. Sabahın sakinliğine açtım kitabımı. Sonra... varınca bizim mıntıkaya, daldım Kahve Dünyası'na. Yerken kahveli, vanilyalı, bal bademli dondurmamı; karar verdim ki tatlı saati geldiyse eğer; bünye için en ideal ileri üçlü bunlar.

Keyifliydi ne diyeyim!

Eve yürürken bir baktım bir banka boylu boyunca bir kadın uzanmış; başında temizlik görevlileri ve bir kaç kişi daha. Su falan vurmuşlar yüzüne. Sonra ambülans çağırsak falan diye konuşurlarken geldi kadın kendine. Bir an, yoksa geçen akşam İskele Meydanı'nın kenarında boylu boyunca bayılmış, polislerin ilgilendiği, sonra sağlık görevlilerinin başında olduğu kadın da bu muydu? diye aklımdan geçirdim.

Coool Chicken'ın önünden geçerken de, akşamüstü, şu terasa bira içmeye geleyim diye düşündüm ama ondan az önce yolun karşısından gelen bir müzik bas bas çağırdı beni. Canlı üstelik. Üç de nefesli var kadroda ve Roman çalıyorlar... Ama nasıl güzel bir tempo, nasıl keyifli, hepsi de siyah pantolon siyah gömlekli.

Geçtim karşılarına oturdum banka. Yüzüm onlara dönük. Sağ yanım koca ağaçlar altındaki tahta masaları ile keyifli mi keyifli piknik alanı, hemen dibi ocakbaşı, örtüler serilmiş sepetler açılmış; istersen de kebapçıdan sipariş ver. Gözlerim müziğe hayran, sanki Gogol Bordello dinliyorum ve Emir Kusturica fiminde bir sahnenin içindeyim. Nasıl muhteşem bir neşeyle çalıyorlar ama.

Sırtımda deniz, çam ağaçlarının kıyısısında, aramızda küçük bir meydan mesafesi, şık hanımlar şık beyler, şık çocuklar ellerde balonlar, nefesliler falan...


Rüya gibi desem yeridir. Kaldım. Çıkamadım. Sonra bitti. Nefeslilerden biri ve bir iki kişi ayrılıp yürümeye başladılar. Önümden geçerlerken bir çıkarım yaptım ve anladığım şu: Bir düğün olmuş şu küçük meydana ve denize bakan şirin butik otelde, belki de sabahlanmış. Eğer şu bir kaç şık hanımefendi ve beyefendi ve küçükler sabah yeniden giyinip gelmedilerse...

Muhtemel ki şu an bir uğurlama. Belki de balayına...

O ara müzik tekrarda.. Su gibi. Çağıl çağıl. Ve kesildi. Ben de yola revan.

Akşam üzeri için kafamda bira, çantamda Volvo Kamyonlar... çantada, yok fotoğraf makinesi düştüm yola. Pazar sabahına yakışır, dedim pide; yaptım planımı vardım eve.


Bu kez yürümeyi göze almadım ve atladım trene. İndim yakın durakta, kiosktan geçirdim kartımı aldım iademi... Geçtim karşıya. Bankamatiğe hal hatır sordum. Yürüdüm, İlçe kadınlarını belediyenin bir hizmeti çerçevesinde Vezirköprü Kanyonu'na götürecek midibüsün yanından geçtim, sola döndüm ve ulaştım Sofram Pide'ye. Bir sarıldı bana... Onca yıl olmuş sonuçta. Sormadı "Çocuklar, abla?" diye. Bir kıymalı tek yumurtalı lütfen, dedim. Oturdum, şirin tarabalı bahçenin ağaç altından yola bakan bir masasına, açtım kitabımı. Fırın aktif, mahalleli evden getirdikleri içlerle pide telaşında, bir ritüeldir aslında ve ne keyiftir tıfılken fırında eve pide yaptırmak.* Önce mini salatam geldi, sonra da pidem. Yumurtaya bana bana, sürenin tadını uzata uzata, keyifle yedim; yıllar ne güzel ki eskitememiş diye sevindim. Çıkınca oradan bir an şu AVM'ye geçsem mi diye düşünsem de doğal hayattan vazgeçme dedim ve bu kez yürümeye karar verdim


Akşam üzeri, hava kararmaya yakın yeniden çıktım evden, düştüm yeniden yola. Sonbahara göz kırpar bir esinti. Üzerimde kapüşonlu ince bir hırka. Gözüm mekânın terasında. Ukrayna manzaralı bira; yanına da sigara börekli, kızarmış patatesli, sosisli bir tabak. Elimde kitabım. Gördüm kendimi orada. İkna olmuştum tam kendimin iknasına ki, "Orası düze göre daha esintili... Sakın !" dedi içimdeki ben; "hatta en fazla 15 dakika sonra inersin alt kata,"yı ekledi.

Dinledim sözünü, teras yoksa ben de yokum dedim ve vardım İskele Meydanı'na. Biraz kulak kesildim, Atakum Belediyesi Türk Sanat Müziği Korosu'na. Sonra İskele Kafe'ye doğru yürüdüm. Sonra iyisi mi ben pastaneme gideyim derken ve devam ederken bir anda bir ışık yandı zihnimde ve dedi ki: "Sen kapanan kitap okuma noktan eski pastaneden hep parka bakardın ama pastanenin keyfi yüzünden hiç uğramayı düşünmezdin. Hadi yürü şimdi Down Park'a."


Vardım önüne, önce dışarıda oturmayı düşündüm ancak uyarıldım, çünkü tatlı bir rüzgâr ve bir serinlik vardı. Oturdum şirin ve minik salonun bahçe tarafına. Cam açıktı ve bir yanıyla bahçedeydim. Şirin menü kitapçığından bir karışık tost ve çay seçtim. Servisimi Erdoğan yaptı. Tanıştığımıza sevindiğimi beyan ettim ve pandemi tokalaşması yaptık.


Mekânı çok sevdim, önceden de şirin buluyordum ama kalabalık olunca kitap için bulaşmıyordum. Havalar Eylül'e varınca ve iskelede her akşam coşku olunca, ortaya çıkan sakinlik kitabın da aklına yatınca... Her şey yolunda. İki garsonumuz var, biri Erdoğan. İkisi de Down, ve işin en hoş tarafı buranın tüm geliri Down sendromlular için harcanıyor. Hımmmm çayım enfes... Ama şu tostun  sunumuna bir bakar mısınız? Nasıl bir hoş akşam ve sanki ben kapatamışım gibi bir mekân ve enfes üçlemenin ikinci kitabı.


Karışık tosttan bir ısırık, bir yudum çay, tebessüm ettiren ilginç kurgulu satırlar, açılmış ve bahçeyle bütünleşmiş sürgülü camdan sızan çiçek kokuları ve akşam serini... Ve enfes bir müzik setinden yayılan enfes bir müzik... İkinci çayı istiyorum. Getiriyor Down kardeşim. Teşekkür ediyorum. Bardağın ağzında küçük bir kırık ve devamında bir çatlak var. Keyfime bakıyorum.  Ne güzel bir zaman dilimi... Nasıl bir keyif. Dünya bir yana dünyanın dışından dünyaya bakan ben bir yana. Bitirince çayımı toparlanıp kalkıyorum. Yönetici ve ahçı konumundaki kişiye teşekkür ediyor, bardaktaki durumu anlatıyor, çocuklar incinmesin diye onlara söylemediğimi ama kendisinin bardakla ve konuyla ilgilenmesini istiyorum.

Tip box'ı görmezden gelmiyor, çocuklara ayrı ayrı teşekkür ediyor, pandemi tokalaşması eşliğinde görüşmek üzere diyerek İskele'den gelen müziğin çekim alanında, yaz akşamının tadını çıkara çıkara yürüyorken... bir anda konseri ilerleyen saatlere erteliyor ve pastaneme doğru dönüyorum.

Şerbeti sarkmayan, fıstığı esirgenmemiş enfes bir şöbiyet; yanına şekersiz bir çay, gülümseten kitap.  Sonrasında ara sokakların geceleri alemdir, tadıyla beni çağıran müzik için İskele Meydanı'na doğru yürüyorum. İskele Kafe orada, çağırıyor ama  uzaktan bir selam çakmakla yetiniyorum. Şarkılar çok güzel.

Sonyaz akşamlarını çokkk seviyorum.


*Ritüel


9 Eylül 2021 Perşembe

Çine'de Çöp Şiş Pahalıya Patlamıştı

Sevgili Okul Arkadaşım bundan bir hafta önce, 2 Eylül'deki yazısının bir bölümünde "Çine'de köfte ve çöp şiş yemek projesi kafaya konulunca, yolumuzu bir dirsek boyu uzatmış olduk ama yediğimiz yemeğe değdi." diye yazmıştı.* Ben de yazının altına "Bir Çine ve çöp şiş hikâyesi yazacağım sanırım, fakat siz döndükten sonra." cümlesini de içeren bir yorum yazmıştım. Neredeyse emeklemeye başlamışken bir yandan da araba kullanmayı öğrenen ben için- şanlı kariyerim açısından- bir leke bırakmış olmasıydı. Tabii ki bu işin esprisi ama içindekiler açısından bakınca insanda bir iz bıraktığı kesin.

Tırtıl henüz planlarda bile yok. Mussano 7-8 yaşında tatlı bir çocuk. Muzip. Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızla 12 yılı bulmuşuz ki bunun beş yılında çocuksuz gençlik şeker gibidir demişiz. Flörtöz ama nikahlı bir yaşam, ilik gibi bir genç kadın, yüreği güzel. Swissotel'deki bir Infinity defilesinde onca mankenin arasında ortalığı yakıp yıkmışlığı vardır. Durudur. E sonuçta Çerkez geni bulaşmıştır.


İşte bu kadın, ben ve Mussano hadi tatile gidelim dedik. İlk hedef Kemer. O yıllar Naturland henüz taze. Daha çok Mussano'yu gözeterek, o etkinliklere bulaşmışken, biz de flörtöz takılmaya devam ederiz diyerek, iyi seçim Naturland demişiz. Sonrasında Kaş. Orada da bir akrabamız Ziraat Bankası müdürü. Akşamları Mussano'yu geç saatte emanet eder, biz de müzik eşliğinde bar ziyaretleri yapabiliriz. Sonra Marmaris. Ondan sonraki durak Bodrum. Tepede güzel bir tatil köyü. Bodrum tüm güzelliği ile ayak altında. Enfes bir manzara. Otel müdürü ve sahipleri tanıdık. Mussano da kendiyle yaşıt, pek anlaştığı bir kızla şıp diye arkadaş oluverdi. Hem şafak sayarken yazılarındaki Aziz de artık bir otel sahibi ancak onun mevkisini tercih etmedik. Sonrası Kuşadası ama önce Aydın'a Apo'lara uğrayacağız.

Çıkıyoruz yola, güle oynaya gidiyor Çine'ye varıyoruz. Çöp şişçilerin önünden geçerken kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, çöp şiş yiyelim diyor. Oysa en fazla yirmi dakika sonra Apo'lardayız ve ben uzun yolda yanlış bir yola sapmadıkça herhangi bir şey için dönmeyi sevmem. Israr olunca Çine İlköğretim miydi Lise miydi hatırlamıyorum, oradan geri dönüyorum. Trafik kontrolü sonlanmış ve polisler orayı terk ediyorlar.

Gözümüzü kestirdiğimiz bir çöp şişçide duruyoruz. Üç çöp şiş lütfen diyorum. İki kola, bir de bira diyecekken, biradan vazgeçiyorum. Bitiyor yemek. Çıkıyoruz yola. Yeniden okulun önündeki ışıklardayız ve kırmızı yanıyor. Sağda bir kamyon duruyor. Aynadan baktığımda ilk araba, kapalı kasa bir 50 NC Fiat kamyon ve aramızda epeyi mesafe var. Dümdüz yol, onun arkasında da başka bir araba yok. Özellikle sağda durur, solu boş bırakırım ki son dakikadaki kırmızı ile duramayacağını hissedene manevra alanı olsun ve oradan geçip gitsin. Biraz zaman geçti küt diye bir ses, koltuğum geri yattı, ayağım zaten frende. Öndeki kamyonun altında arabanın neredeyse ön cama kadar olan kısmı. İndik. Az önceki polis ekibi geri çağrıldı. Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız bir anne, adama daldı. Okul'un öğretmenleri bizi içeri alıyorlar. Su falan içiriyorlar oğlana. Abi gözü yaşlı, özür diliyor sürekli; ne bizi görmüş ne bizim önümüzdeki kamyonu ne de ışıkları. Olduğu gibi giderken anca bize vurunca araba durmuş abi de gürültüye uyanmış. Emniyet kemerleri takılı ve bizde bir şey yok. Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızın boynunda bir ağrı. Bir boyunluk takıyorlar ona. Raporlar tutuluyor. Alkol muayenesi, sorunsuz.

Apo'yu arıyorum okulun telefonundan; servisten bir ustayla geliyorlar, biraz ezik yerleri çekiyoruz, motoru açıp bakıyorum, çamurluğun tekerle temasını kesiyorum, araba çalıştı ve gidebilecek durumda. Apolar önde biz arkada varıyoruz Aydın'a. Araba serviste kalsın diyorlar. E diyorum benim işim otomobil, sektöre doğdum ben. Motor kaputunu, farları ve stopları değişin, lastiklere temas edecek yerleri halledin, iki üç gün sonra giderim diyorum ben. Poliçelerin fotokopilerini bırakıyorum.

O akşam bir mekâna yemeğe gidiyoruz Apo, Eşi, küçük oğlu ve biz. Müzikli hoş bir yer, açık hava. Ne rakının tadı tat ne de müziğin. Unutim desen, görmezden gelmeye çalışsan da dürtüyor akıl... Ya, diyor. Ya ayağın frende olmasaydı? Kahvaltıyı Apoların bahçede yapıyoruz. Sıcak poğaçalar alıyor fırından ve al kominist gazeteni getirdim diyerek Cumhuriyet'i bırakıyor önüme. Hiç bir şey çare olmuyor. O "Ya?" hali dönüp duruyor zihnimde. Oysa söz konusu kendim olduğunda sırat köprüsünden ıslık çalarak geçen bir adamım. Lekesiz bir sürücü. Upuzun sürücülük kariyerimin tek kazası şu çöp şiş yüzünden bir Çine hatırası olarak işleniyor yaşamıma. Mussano bir süre her fren yaptığımda dönüp arkaya bakıyor. İğne deliğinden geçecek kadar iyi bir sürücüydüm ben. Suçumun sıfır olması bir şey değiştirmiyor. Sonrasında araba ile ilişkimi azaltıyorum. Yavaş hayat güzel be, diyorum; bir de çocuksuz olmak. Dibe yapışırdı pedal; keyiften uçardı araba. Üç yıl sonra da Tırtıl dünyaya geliyor.

Son üç yıldırsa direksiyona oturmuşluğum yok. Tek olunca uçup gidebilirim, diye düşünmekle birlikte arabalarla ilişkim, ayrı yaşayan insan tadında.



*Sevgili Okul Arkadaşımın yazısısı.

6 Eylül 2021 Pazartesi

Şuraya Bir Link Bırakıyorum

En İyiler-2


Görülen lüzum üzerine,

 13 yıl önceden...
 
 
 
Kadın Ne İster?










Görsel, 1959 Rusya doğumlu, Prag'da yaşayan Marina Zobova'nın Jessica adlı tablosudur.

4 Eylül 2021 Cumartesi

Bahşiş

Bizimle aynı dönemin askeri olmasına rağmen yaşça bizden epeyi büyük Muzaffer anlattı bir gün; öğle yemeği sonrası karargâhın çaprazındaki garajın çardağında güneş rehaveti tadında çaylarımızı yudumlarken.

Aslında o gün Samsun'dan Merkez Komutanı, lakabını Gestapo taktığımız Z. Binbaşı gelmişti ve Komutan'a rapor verecekti.

Biraz önce komutanın odasına girmeden ve hazırlık yaparken parkasını çıkarmış, Muzaffer'e asması için uzatmış, emir kipiyle "Şunu as!" demiş.

Muzaffer de alıp asmamış, manalı bakmış. O da "Sen kimsin ki!" demiş. "Ben Komutanın Postasıyım ve ondan başkası bana emir kipiyle konuşamaz ki o da asla konuşmaz," demiş Muzaffer de.

Oysa kibarlık her kilidi açar, rütbe gücü ile küçümseme edaları da bizim ekibi fena bozar.

Muzaffer bunu anlatınca biz güldük. Karakterle bir çatışmamız olmasa da sıklıkla Samsun'da karşılaşıyoruz. Kendisi Samsun Merkez Komutanı olmanın yanı sıra aynı zamanda da Samsun'daki Askeri Kampın Komutanı. Bu bilgi şimdilik kenarda durabilir, an itibariyle üzerinde durulacak bir durum da değil zaten...

O gün Muzaffer'in bize anlattığı bir başka şey çok ilginçti. Gençlik havasıyla kulağımıza küpe yapmıştık.

Bizim Muzaffer askere gelmeden önce İstanbul'da, o dönemin en özel, İstanbul'un  sosyetesi ve havalı kitlesine hizmet veren, üyelerinin kendilerine verilmiş gümüş anahtarla özel localarına girdikleri, dönemin en önemli assolistlerinin sahne aldığı, menüleri dillere destan, gazinolu yıllara farklı bir konseptle dalan gazino-gece kulübü Gümüşkapı'da çalışıyor. En önemli gazetecilerden gazete patronlarına, fabrikatörlerden müteahhitlere,  sanatçılardan bankacılara kadar ülkenin en bilinen, hangi meslekten cebi dolu insanları varsa buraya üyeler.

Bir T.S.M. şarkıcısının rüzgârının kasırga tadında olduğu yıllar.

Magazin sayfaları Gümüşkapı ile dolu, çocuk merakıyla ve ülkece okuyoruz.

Mekân Maslak'ta ve yine gazetelerden bildiğimiz üzere sahibi on parmağında on marifetli insan örneklerinden biri olan Hasan Kazankaya.

Günlerden bir gün bir grup insan geliyor, Gümüşkapı'ya. Muzafferler de diğer ülke insanları gibi grubu bir masaya alıyorlar. Ancak o dönem namı arş-ı âlâda olsa da şahıs mekânla, Muzaffer ve tayfasıyla ve müşteri seviyesi ile uyumlu değil.

"Donatın," diyor.

Masa donatılıyor ama hizmet kalitesi diğer müşterilere olan gibi değil, fark göze çarpıyor.

Gecenin sonu gelirken masa hesap istiyor, hesap geliyor. Ödeniyor ve bir tomar da bahşiş bırakılıyor.

Muzafferlerin gözleri ışıl ışıl. Mehter marşıyla karşılamaya İzmir marşıyla uğurlama...

Ertesi gün aynı grup, yine geliyor. Sahnede dönemin en popüler assolistlerinden biri var. Muzafferler bu kez kapılarda karşılıyorlar ve gece boyunca masaya pervaneler.

Masaya hoşluklar da yapıyorlar...

Gece bitmek üzere, assolist son şarkılarda. Sahne çiçek bahçesi.

Hesap isteniyor ve ödeniyor.

Bahşiş bırakılıyor... ama yüzler bu kez resmen düşüyor.

Diyor ki masadaki en Heybetli kişi: "Dünkü bahşiş bu akşamki ilgi ve hizmet içindi. Bu da dün akşamki için."

Bu yaşanmışlığın kıssadan hissesi: Aynı yere sıklıkla gelmeyi düşünüyor ve iyi hizmet istiyorsanız, siz bilirsiniz.

Yazı yine bir kıssadan hisse ile ama başlıkla alakasızca ve bir tavrın, akla gelmeyecek bir biçimde başa nasıl bela olabileceği ve kısmen de "etme bulma dünyası" ile ilgili olaylar dizisi ile sonlanacak.

Bir gün kargâhta, namluya mermiyi sürüyor Muzaffer, silah patlıyor ve yerine hazırladığı çömez postanın ayağına geliyor kurşun; hafta sonu ve biz orduevindeyiz. Karargâh karışıyor tabii ki. Sonuçta komutan adamlarını ne kadar seviyor ve kolluyor olsa da hem de karagâhta ve herkesin önünde olan bu durum için yapılacak tek şey, ceza.

Nöbetçi subayı doğal olarak rapor tutuyor.

Çömez'in ifadesi alınıyor; kazaydı diyor ve şikayetçi değil.

Ama bu çare de değil.

Hafta içi ve biz tugaydayken olsaydı kapatabilirdik.

Komutana rapor ediliyor durum. Biz de haberdar oluyoruz.

Mesai günü bir ceza veriliyor mecburen, ama suça göre çok hafif: Muzaffer Amasya'dan Samsun'a sürgüne gönderiliyor.

Z.Binbaşı'nın eline düştü Muzaffer.

Şehre geldiğimde ziyaretine gidiyorum; saçlar kesik ve sivil cezaevinde görevlendirilmiş, sürekli nöbet ve yorgun. Karizma yerlerde.

Oysa Komutan eminiz ki subay gazinosunda görevlendirilsin ve ezilmesin niyetiyle Merkez Komutanlığı emrine göndermişti. Ona yapılan muammeleyse rahatsız edici: "Sen ha, bak elime nasıl düştün," intikamı.

Bu olmaz, olamaz!

Arkadaşımızı asla ezdirmeyiz.

Döner dönmez durumu Apo ile Cemal'e anlatıyorum. Hemen o gün Komutanı alıp eve götürürken konuyu açıyorlar, ilk Samsun'a gidişte de Z.Binbaşı'ya soruyor Komutan: "Muzaffer?"

Tabii ki kem küm.

Komutan ince adam, ayarı inceden veriyor.

Diyor ki: "Muzaffer kampta görevlendirilecek ve benim postam olacak!"

Yani...

"O kaddar!"

1 Eylül 2021 Çarşamba

İster İstemez İmreniyor İnsan

Küçük bir sahil kasabasında yaşamak imrendirici bir özlemdir. Bilirim ki bir çok insanın hayalidir.  Hele o bir de tatil beldesi ve saklı bir yerse ve sosyal olanakları, mekânları hoşa giden biçimdeyse; tadından yenmez bir coşkudur, orada olmak. Kısa bir tatil  için orada bulunanlar ne yazık ki hızla geçen günlerin tadı  damaktayken dönmek zorunda kalırlar ve damakta kalan bu buruk tat nedeniyle de zamanın hızına isyan ederler.

1.315.000'lik bir büyükşehirin 215.000 nüfuslu bir ilçesinin kenar şeridinde yaşayan biri olarak imrenirim ben ama!

Uzun yıllar sonra, şu tür bir yere gitsem ve uzun bir tatil yapsam diye bir düşünce oluştu mu bende. İmrendim mi? Açıkçası onu da bilmiyorum. Çünkü hiç üzerine düşünmemişim, yıllardır. Demek ki istememişim. Genellikle kısa ve hayal ettiğimiz konsepte uygun birkaç günlük seyahatlerim var: Bunlar, ya bir kentin akıl çelen bir mekânı için olur ve civar odaklı bir kaç günü içerir ya da seçilmiş şehrin bir semtine yöneliktir ve onun altı üstüne getirilirken, ulaşımı kolay yerlerine de mesafe gözetmeksizin keyifle uzanılır.

Geçtiğimiz perşembe günü birden benim neyim eksik diye düşünürken yatağımın serininde, uyuyuvermişim. Öyle bir sızma ki anlatamam. İçime öyle işleyip, bilincime öyle bir oturmuş ki bu imrenme; derin uyku-rüya işbirliği içinde uçmuş ve konmuşum ben; bir bilmediğim yere. Hayırlara vesile olsun diyerekten, dilim döndüğünce, anlatayım Sizlere de...

***


Sırt çantama attım bir kitap, okuma gözlüğü, yedek maske. Düştüm yola. Hiç ulaşım aracı kullanmadım. Akşamdı ve canım uzun zamandır yemediğim için Kumpir çekmişti. Bir mekân görmüştüm, rüyamda mıydı, yoksa bilinçaltım mı üretti hatırlamıyorum. Çok beğenmiştim. Bir anda önünde buldum kendimi. Süzüldüm içeriye.

Çok kibar bir beyefendi, bilgisayarın başından kalktı ve karşıladı; elinde bir ince karttan form vardı. Doğrudan dolaba yöneldim: Rus salatası, kızarmış soslu sosis dilimleri, çok az dilimlenmiş yeşil zeytin, biraz kırmızı lahana ve çok az da mısır lütfen, dedim. Ben söyledikçe o işaretliyordu.  Caddeden alçakta kalan mekânın çok hoş dış masalarından birine oturdum. Aramızı yeşilliklerle ayıran kuaför salonundan ve bahçesinden kuru gürültü gelmiyor olmasına sevindim. Hatta oradaki yaz sıcağı sohbete kulak kesildim, dinlemedim, yaz serini kadın konuşmalarının varlığı hoşuma gitti. O ara kumpirim geldi. Çok beğendim görüntüyü. İçecek istemedim. Üzerine mayonez ve ketçap eklemedim. Usulca aldım kaşığıma. Gurmecilik oynayarak gönderdim damağıma. Çok hoşlandım.

Kumpirin hayatımıza ilk katıldığı zamanlar geldi gözüme. Ortaköy'deydik. Enteresan bir durum, şu an da Ortaköy'deyim. Halimden de çok memnunum. Usulca, yaz akşamı tadıyla ve keyifle götürüyorum bu zarif patates, tereyağı, kaşar peyniri ve diğerleri işbirliğini. Hımmm... Tarihi Ortaköy Kumpircisi? Bu ânı Enn Sevdiğim Kadın'a anlattıyorum, sanırım rüyamdaki telefondan. Biz de bizim buradakinde yemiştik, dedi O. Anladım ki mekân franchising'di. Ödememi yaptım, çay ikramına teşekkür etmiş, istememiştim. Ellerinize sağlık, çok güzeldi dedim ve basamakları çıkarak kaldırıma ulaştım.

Sonra... bir kaç adım sonra, ışıklarda bekledim; yan yolu ve bulvarı dikkatlice geçtim. Dikkatimi çeken dar bir sokaktan sahiline indim. Çok sevdim fakat sokağı; denize bir kaç adımda ulaşıyordu ve önünden geçtiğim ve sokağın ucundaki mekânlar çok güzel şeyler vadediyordu. Hah, dedim, şu mekân güzel, orada bir dondurma yesem. Gerçi sürpriz olmayacaktı çünkü dondurmasını biliyor ve seviyordum. Bu kez şöyle dedim genç kadına: "Kaymaklı, çilekli ve bitter çikolatalı lütfen." Sanırım çocukluk halim nüksetti ve çilek, bitter çikolata eşleşmesini merak ettim. Çok eğlendim yerken. Ancak bir daha denememeye karar verdim.

Yürüyordum bilmediğim diyarın kıskandıran sahil bandında ki bir müzik sesi geldi. Anlar benim kulaklarım iyi müziği. Hani kusur bulsalar da severler; çünkü, o gayretkeş sıcaklığı sempatik bulurlar.   Bir iskelenin girişindeydi meydan. Önce uca kadar bir yürüsem mi dedim, ama müzik ve meydandaki coşku ısrarla çağırıyordu. Girdim alana. İnsanlar coşmuştu. İki genç kadın hemen önümde pek de güzel, oynayarak eşlik ediyorlardı sahneye. Küçük iki kız çocuğu, anne anne diyerek sarılıyordu arada bir eteklerine. Genç solistin kitleyle iletişimi çok güzeldi. Ellerimi arkada bağladım, yüzümde bir keyif gülümsemesi, sırtımda sırt çantam... Ancak yoktu o akşam fotoğraf makinesi. Uzun süre dinledim. Bir süre sonra son şarkı dedi solist; ön gruptan anında bir itiraz yükseldi. Gençleri çok iyi anladım. Ben ki yüzümde aptal bir gülümsemeyle kapılmıştım; enerjisi yüksek gençler bu noktada bırakamazlardı. Sonra anlaşıldı ki genç solist espri yapmıştı. Bir sevindim. Bir alkış... Sonra, Güneye Giderken adlı bir şarkı söylemeye başladılar. Fakat solistin ağzı oynamıyordu ve tını biraz farklıydı ve bence duruydu. Gözlerim aradı ve buldu; gitar çalan gençlerden biri söylüyordu. Bayıldım. Sonra ona davulcu katıldı ki o da doğal ve sıcaktı. O ara yüzüme döndüm. Baktım. Benden kopmuştu ve çok eğleniyordu.


Sonra bir baktım sabah olmuş. Bir anda bir yol üstünde buldum kendimi. Bisiklet ve şu Binbin'ler gelip geçiyor ama saat erken olduğu için trafik az.  Yabancısı olduğum için beldenin çektim bol bol fotoğrafını. Sonra bir tık daha yürüdüm ve bir yaya geçidine vardım. O ara ağaçların arasından görünen bir mekâna takıldı gözüm. Hiç yabancı gelmedi. "Allah Allah," dedim, ne iş? En sevdiğimiz, orada rakı içmeye bayıldığımız, mezeleri âlâ mekâna ne kadar da benziyor! İnsanlar gibi, mekânlar da ikiz yaratılmış demek, dedim. Belki de demedim, pek hatırlamıyorum.


Aynı yoldan devam ettim, merakla etrafa bakıyorum. Devam eden rüyamın dün gecesiydi  ama dondurma yediğim yeri, hemen hatırladım. Sonra onun komşularının sıra sıra şu marka kahveciler olduğunu gördüm bu kez. Gördüklerimi sevdim, çünkü hem yeşil ve şirin bir tatil beldesiydi, hem de yapılaşma göz yormuyordu. Ne güzel ki yaşamak istediğim tatili sunuyordu rüyam bana ve bilmediğim bir yerdeydim. Çok enteresan.


Biraz daha yürüdüm, yürüdükçe şaşkınlığım artıyordu. Düşünüyordum... düşünüyordum... ama bulamıyordum. Çünkü birden bir balık lokantası çıktı önüme. Sevdiğim iki insana bir vaadde bulunduğumu hatırlattı bu bana. Taaa Kiev görünüyor gibi bir laf da etmiş olabilirim diye de düşündüm ki bu tür yerler için sıklıkla kullanırım. Tabii ki görünmez. Ancak ufuk çizgisinin ardını hayal etmek keyiftir. Mesela ben askerde ve acemi birliğimdeyken, bir akşamüstü Ankara Etimesgut'tan ufka doğru bakarken, deniz görmüştüm.

Çekerken balıkçının fotoğrafını şöyle şeyler geçti ruhumdan:  Denizden yeni çıkmış balıkları beklerken mesela; illaki beyaz peynir, bir kaç deniz ürünü meze ve buzz gibi rakı eşlik ederken şırıl şırıl bir sohbete... İşte tam o zaman fena kıskandım bu tatil beldesinde yaşayanları. Oraya yürürken bir başka balık mekânı da ilişmedi değil gözüme. Eski yeri ve küçük hali olsaydı ki ne güzeldi gibi bir söz geçti aklımdan ancak ne alaka şimdi dedim, sen nereden bileceksin ki. Bir  yanılsamaydı sanırım, zihnim karıştırmıştı, nereden rüyaya attı, bilemedim. Not aldım ama, uyanınca nasıl bir ilişkilendirme olduğunu düşüneceğim.


Sonra bir an yoksa ben Rio'da falan mıyım dedim. Gözüm alabildiğince plaj çünkü. Şemsiyeli ve şezlonglu olanlar küçük bir ücret karşılığı ama diğer tüm alanlar ücretsiz. Tüm sahil boyunca cankurtaran kuleleri var. Plajlar ve İskele'deki kafeler belediye işletmesi. Ve ucuz. Sahil boyu yol kenarlarında tertemiz duşlar ve tuvaletler, estetik tasarımları ile şıklık sunuyorlar. Yalnız iyi ve özenle yönetilen buranın bazı vatandaşlarının bizim bazı vatandaşlar gibi olduğunu görünce inanın temizlik görevlilerine acıdım.


Biraz daha yürüdüm. İskelenin öte tarafına. Bir kafeterya, plaj daha... yalnız ihmal etmişim ki bu iki plaj arasında ağaçlar altında, halka açık çok hoş masaları ve oturakları olan bir bölüm var. Tıpkı benim bazı yazılarımda sözünü ettiğim; Türkân'dan poğaçalar ve marketten kola alarak kitap okumak için geldiğim yere benziyor. Hatta tıpatıp aynısı. Bu biraz içime su serpti, bu kez kıskanmadım.



Biraz daha ilerlemiştim ki bir şirin bina dikkatimi çekti bu kez. Ne olduğunu anlamaya çalıştım. Çok hoş bir restoranı vardı yan tarafında, akşamları canlı müzik oluyordu. İmrendim. Şu üst odalarda kalmak ne güzel olur, diye düşünmeden edemedim; çünkü anladım ki bu bir butik otel.  Orada karşıya geçmeye karar verdim, basamakları indim ki fark etmemişim, bir binbin ve bir kaç bisiklet gelmekteymiş. Şortlu kadınlar ve iki beyefendi. Durdum ben. Onlar da durdu. Şaşırdım. Bir beyefendi yol sizin, dedi. O zaman fark ettim ki önümdeki, üç metre genişliği var yok bisiklet yolunda bir yaya geçidi. Eyvallah, dedim. Sonra niye kibarca teşekkür etmediğime pişman oldum. O kadarlık İngilizcem var sonuçta. Geçtim karşıya, sonra da tek şeritli ve parke taşlı şirin araç yolunu... Henüz yoğun bir trafik yok şükür ki.


Önüme bu kez iki dondurma mekânı çıktı. Özellikle bir tanesi çok şıktı. Anladım ki bu yöreye özgü bir dondurma üretiyorlar. Balkaymak. Çok erken dedim ama önüne vardığım kahve dükkânına bayıldım. Bir an beynim bir şeyler demeye başladı bana. Önce pek anlamadım. Sonra dur bakalım ne diyor diye dinlemeye başladım: Bana buraya hep bayıldığımı, ama konsept mekânlar açıldığından beri farklı şehirlerde farklı markaların mekânlarına gitmiş olmama rağmen bir kez bile bir Gloria Jean's Coffees dükkânına girmemiş dolayısıyla kahvelerini içmemiş olduğumu söylüyordu. Hımmmm, dedim. İstedim. Düşünmekteyim.


İskeleye tekrar vardığımda aklım bana dedi ki şuradan sola dön ve biraz da mahalle içlerine gir. Işıklarda bekledim. Sonra geçtim bulvarı. Güzel kafeler vardı burada da. O ara kumpir yediğim yerin önünden geçmekte olduğumu fark ettim. "Allah Allah?!" dedim tabii ki. Hava biraz daha ısınmışdı, yürümenin etkisiyle de terliyordum. Bir market gördüm ve girdim. Dili bilmediğim için anlamadım ama anladım ki bunlardan çok var. BİM yazıyordu. Adı şundan yazdım: Bu ülke neresi bilmiyorum ama hani bu ülkeden okuyan genç insanlar olur, ya da böyle şeylere meraklı memleketlim büyükler; bilsinler istedim. Islak mendili alıp kasaya döndüğümde karşı rafta ki burası çikolata rafıymış, bir gofret paketi dikkatimi çekti. Şam fıstıklı ve ezmeli imiş. Aldım. Sonra yerim, dedim ancak bu marka hiç yabancı gelmedi bana. Ampülüm benden atak, bir anda yandı ve enfes dondurmasından hatırladım markayı: Kahve Dünyası.


Çıkınca oradan biraz daha yürüdüm; içlere doğru, içgüdülerimle. O ara tek yönlü bir dar cadde sessizce çağırdı beni. Bayıldım. Bir baktım hemen girişte verandalı, sıcak bir pastane. Hiç yabancı gibi durmuyor. Dedim seviyorsun ya sen mahalleye aitmiş hissi veren abartısız dekorlu mekânları, ondandır. Oysa gurbette, vatan özleminden kaynaklı bir aidiyet duygusundandır diye düşünmüştüm. Karnım acıkmış, fark ettim. Niyetimde su böreği var ama... Memleket hasreti işte. Buram buram. Bunlar bilirler mi ki acaba? O ara şekli bizim gül ve kol böreklerine benzeyen şeylerden birer tane istedim. Bir de fincanda çay. Bir genç kız getirdi; caddeye boylu boyunca bakan masama. Dedim ki kusura bakmayın, takdir edersiniz ki bir rüyadayım ve nerede olduğumun farkında değilim ama öyle hissetsem de yanılıyor da olabilirim: "Ben daha önceleri de buraya akşamları gelmiş olabilirim; fakat siz dahil olmak üzere içerideki herkes bu sabah farklı." O, ben öğrenciyim ve gündüz çalışıyorum dedi. Bölümünü sordum. Yanıtı Hukuk 3 oldu. Takdirlerimi esirgemedim. Bu aralar ince, hemen bitecek, yormayacak, üzmeyecek ve eğlendirecek kitaplar okumayı tercih ettiğimden sırt çantamda Wilhelm Genaziano'nun, O Gün İçin Bir Şemsiye'si var. Seviyorum bu adamı.


Epeyice kalmışım bu sevimli pastanede. O ara içime doğmuş olmalı. Şansımı denedim ve bir Triliçe ile bir limonata istedim. Muhtemelen kitap burada bitecek diye düşündüm. Mekâna olan sevgimin, ve caddenin bir geçmişi olmalı bende diye zorladım kendimi ama rüya gaddar, ser verip sır vermiyor. Sonra bir ilk bu diyor. Bir yanılsama seninki, uyanınca geçer, diyor. Ona inanmıyorum. Lozan Caddesi? diyorum. Sizin tekelinizde mi diyor rüya.



İki saatten fazla zaman geçmiş. Ödeme için kasaya gidiyor, sonra ne kadar ucuz bu ülke diyorum. Sonra üç top dondurma için ödediğim para aklıma geliyor ve keşke bizde de hep mahallenin hava atmayan, lezzetli pastaneleri olsa diyorum. O arada da fırından yeni çıkmış su böreklerini görüyorum ama kader diyorum. Bir an tereddüt yaşıyor sonra geri yürüyorum çünkü korkuyorum kapılıp gidersem caddeye, kaybolurum diye. Belli ki ince ve çok uzun bir cadde. Kimbilir ne sürprizleri vardır. Bu kez direk İskele'ye dalıyorum. Çok sakin. Şu sahilin batı yakasının bir fotoğrafını alsam diyorum. Merak da ediyorum aslında ama ipler benim elimde değil. Bir bakıyorum uyanmışım ve evdeyim. Gün de pazar olmuş. Nasıl bir boşluk duygusu ama. Ve içimde nasıl bir rüyaya dönme isteği. Bugün diyorum, kahve içmeliyim ve gittiğim mekân da ilk olmalı. O ara bloglara göz atıyor, yorumlar yazıyorum. Bunlardan biri şu oluyor: "Sevgili Momentos, az sonra kahve içmek için dışarı çıkacak Buraneros'un henüz içilmemiş, hayaldeki kahvesine çoookkk keyif kattı. Peşin teşekkürlerimle."*

Sonra yine zaman çekip alıyor beni. Dizlerinde sallıyor.

Yeniden rüyadayım.



Çekiyorum kotumu, atıyorum çantama kitabımı, gözlüğümü, maskelerimi ve fotoğraf makinemi. Bu kez diğer kaldırımı tercih ediyorum nedense... Bir kaç adım sonra bunun nedeni belli oluyor. Dün karşıdan fark ettiğim ve çatısından Ukrayna'nın göründüğünü düşünebileceğim, yiyecekleri, müzikleri güzel mekânın önünden geçmeyi, ona yakından bakmayı, hem de güneşte kalmayarak bir taşla çok kuş vurmayı düşünüyorum. Sonra bu kararıma pek anlamı olmayan bir şekilde seviniyorum; çünkü artık iradenin bende olduğunu sanıyorum. Burası bir bira mekânı anladığım. İçeri girmedim ancak bakınca anlıyorum. Ama mesela bir rakı balık akşamının ardından, hani gönüller isterse mesela, orada bira içmek nasıl olabilir? Çüşşş diyorum kendime. Rakı balık üstüne bira ha! Bir kere daha çüşşş!

Sonra rüya içinde hayal kuruyorum. En üst kat. Ön masa rezerve. Bir bira tabağı. Tatlı bir esinti. Kelimelerin dans ettiği bir sohbet. Alabildiğine deniz. Gelsin biralar, gitsin boşlar. Atılsın kahkahalar.



İşte rüya bu ya ben tam kendimin farkında bunları düşünürken bir masada, enfes bir verendada, deniz karşımda, önünden insanların geçtiği; üzerinde Amerikano, bir kitap, gözlük ve frambuazlı cheesecake olan bir masada buluyorum kendimi. Müzik enfes. Ortam çok sakin, çok beğeniyorum dekoru ve yerleştirmeleri. Başlangıçta sesi biraz yüksek bulsam da sonrasında itirazsızca dinlediğim şahane bir müzik eşliğinde keyifle kitabımı okuyorum. Siparişimi alan ve bana servis yapan genç kıza ise bayılıyorum. Siyah bir pantolon bluz, uzun ve at kuyruğu ve sıkı sıkıya tutturulmuş siyah saçlar... Sanki bir Hint-Avrupa ten rengi. Ve müthiş bir zarafet. Hint vurgusunu güçlendiren küpeler...



Elimdeki kitap yine bir günde bitirileceklerden. Ernerd Loe'nun üçlemesinin ilk kitabı Doppler. Bu kadar mı olur? Bir rüyanın böylesi ânına bir kitap bu kadar mı yakışır? Mekânın sakin bir vakti. Bir çift var ki görmüyorum. Konuşmaları yüksek de olsa umursamıyorum. Bir hanımefendi geliyor o ara. Kumral, zarif, ben yaşlarda, kot şortlu ve şık bir bluzla tamamlanmış görünümü ve saçlarında bekleyen gözlüğü ile âna katkısı şahane. Ben kitabım, kahvem ve pastamın tadındayım. Ne mutlu bir rüyanın, huzur veren bir sabahın öğleye yakın saatleri... Hiç uyanmasam. İki saati geçiyorum. Çok nadir kararlarımdan birini veriyorum. Şu güzel Hint-Avrupalı'ya kibarca sesleniyorum.

"Yarım kupa Amerikano lütfen."

Sonra usul usul bitirince kahvemi; kitabımı, gözlüğümü atıyorum sırt çantama. Ödeme için kasaya geliyorum. Ödememi yaparken, her şey çok güzeldi, ancak şu camları bölen kayıt hiç olmasaydı ya da biraz aşağıda olsaydı... denizi kesiyor çünkü, diyorum. Tatlıca gülümsüyor ve herkes aynı şeyi söylüyor diyor. Tip-Box'ı boş geçmiyorum. O sıra Muzaffer'in anlattığı bir an geliyor aklıma. O'nu bir gün -mutlaka- yazmalıyım diyorum. Laf aramızda ben o yaşlarda olsaydım mesela, kesinlikle asılırdım bu kıza. Pimi çekilmiş bir el bombası bırakırdım iki satırlık; bir cümle ederdim; bir hafta düşünmezse de kafamı keserdim. Sonra bir yanıt gelmezse, kesik kafam elimde gider, gülümser, bir Amerikano, bir de frambuazlı cheesecake lütfen, derdim. Masaya geldiğinde gülümsemezse kafamı bir kez daha keserdim.

Bunları düşündüm tamam, inanın onu anlatabilmek için ne söylesem, başka türlü nasıl ifade etsem, azdı. Kendimi feda ettim!

Teşekkür ediyorum bu iki tatlı genç kıza ve çıkıyorum, keyifli keyifli yürüyorum. Enn sevdiğim kadını özlüyorum. Onu düşünürken eve dönülecek noktaya geldiğimi fark ediyorum; bir fotoğraf çekip, bir gün de rüyama buradan ötesi, bulunduğum noktanın batısı nasip olur inşallah diyorum. Sonra bir uyanıyorum ki evden denize bakıyorum. Hiç yabancı gelmiyor. Akşam da Enn Sevdiğim Kadın'a anlatıyorum, olan biten her şeyi.



*Momentos

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP