22 Ocak 2024 Pazartesi

Yokoluşun Daniskası 2.Bölüm

1.Bölüm
Amasya Kazan Ben Kepçe


An itibariyle güneş olmasa da hava muhteşem; montum hâlâ sırt çantamın askısında. Şehrin merkezine doğru yürüyorum. Dokuda ilk izlenimlerime göre göze gelir bir bozulma yok. İstasyondan çıktıktan sonraki ilk köprüye varıyorum. Yalı boyu evleri sol yanımda. Elbette o sokağa giriyorum. Solumda yalçın kayalar, göz ucumda ve an itibariyle uzağımda, kayalara oyulmuş kral mezarları. Şehrin popülaritesi artıkça eski konakların pek çoğu otele dönmüş, bunun yanı sıra bir efsane olan Turban'ların özelleştirilmesi ile birlikte buradaki bir sivile verilmiş, Turban'ların o güzel havası gitmiş ve yeniden bir Turban olabilme ihtimali ortadan kalkmıştı. Ve şu anki hali, bulunduğu enfes noktaya rağmen heyecan yaratmıyordu. Kral mezarlarına çıkış noktasında olan ve şehre özgü hediyelik eşya tezgâhlarının bulunduğu mini meydan şimdi daha düzenli, ve hoş. Hazeranlar Konağı ise müze işlevini hâlâ başarıyla sürdürüyor.


Saat kulesinden sağa kıvrılıyor köprünün üzerinden geliş yönüme doğru dönüp bir süre, artık çoğu işletme olan evlere bu kez ırmağın karşı kıyısından bakıyorum ve bu duruma üzülmüyorum çünkü asıllarına sadık kalınmış.


Selfi çeken şehzadenin karşısına oturuyorum. Karşıda restore edilmeyi bekleyen bir kaç ev var. Bir yanım endişeli çünkü bize ait bir uyanıklık vardır, bazı yapıların kendi kendine çökmesi beklenir ki arkasından istenen yapı elbette eskiyi taklit ederek -betondan- yeniden yeşersin! Ben içinse an itibariyle öyle olmamasını ummaktan öte yapılabilecek bir şey yok. Ve uzaktan, mevcut iktidar partisinin merkezinden, yerel seçime dönük olarak müzikle birlikte propaganda sözcükleri geliyor.


An itibariyle şehri kim yönetiyor, hangi partiden bilmiyorum ama her kimse onu takdir ediyorum; çünkü ırmağın çevresini güzelleştirerek, şehir mobilyaları ile süsleyerek önemli katkılar yapmış. Şu an şehzadeler yolunun başlangıcındayım. Banklarda gençler... Ve bir tür agora çağrışımı yapan, yola kadar uzayan basamaklar ve üzerlerine yerleştirilmiş bank türevi tahtalar, dinlenme ve sohbet olanağı sağlamanın yanı sıra tüm bu eylemleri ırmak, kaya mezarları ve özünü yitirmemiş muhteşem evlerle birlikte daha keyifli hale getiriyorlar.


Şehrin ara caddelerine de dalıyorum. Sakarya Islama Köftecisi'ni yerinde göremiyorum. Zihnimde bir acaba var, şehrine dönmüş olabilir mi? Sormuyorum diğer esnaflara. Bir sonraki gelişte kurcalarım diyorum çünkü bugün dikkatimi çeken bir başka yer var. Bedestanın önünden geçiyorum, sonra üst ve ana caddeye çıkıyor, dönüş biletimi tren seferleri eskisi gibi aynı gün içinde karşılıklı olmadığı için otobüs firmasından alıyorum. Ve bedestanın sadece minik bir kısmının fotoğrafını bu kez ana cadde tarafından çekiyorum.


Karnım acıkmadı değil, biraz daha acık sen diyorum ona ve orduevinin yokuşuna sarıyorum. Ah ne anılar ne anılar! Taksi durağının önünden geçerken bir göz atıyorum. Acaba abilerden kimse kalmış mıdır, diye düşünüyorum. Ben yıkılan orduevinin başka yere yeniden yapıldığını sanırken aynı yerinde inşa edildiğini öğreniyorum ve şu an ona gidiyorum. Pirler Parkı sağ yanımda, az önce sol yanımdaki Cemevi'nin önünden geçtim. Şehire tepeden bakmak hâlâ güzel.


Bu kardeşle yokuşu çıkarken karşılaşıyor biraz hasbihal ediyoruz. O'na bu yolu senden çok aşındırmış olabilirim diyorum, nezaket gereği. İşin gerçeği ise her gün bu yokuşu jiple inip binbaşımı evden alıyor, her akşam mesai bitiminde ise evine bırakıyordum; sonra direk orduevi. Elbette gecelere aktığımızda da bu kez jip bizim hizmet aracımız oluyordu, diyorum ona. Buna pek inanmıyor ama gerçek o ki onun tavrı üzerine bunun daha daha risklilerinden söz etmiyorum.


Şimdi, ilk turda dikkatimi çeken ve aklıma kaydettiğim Anadolu Mantı Evi'nin önündeyim. Ve içeri süzülüyorum. Dış cephenin yarattığı etki içeriyle birlikte çoğalıyor. Seçtiğim bir masaya oturuyorum. Evin içine girmek, orada yemeğimi yerken ırmağı seyretmek fikri ayartmaya çalışsa da beni, ben küçük ve çok şirin bahçeyi tercih ediyorum. O sırada dış cephenin önünde fotoğraf çektirmek isteyen bir hanımefendiye izin vermiyorlar. Ben çekiyorum ama diyorum. Müşterilere serbestmiş. Sonra laf lafı açıyor. İşletme sahibi genç bir adam, cümlelerinde efendim sözcüğü mutlaka geçiyor ki garsonların hitap şekli de bu. Menü geliyor. Hoş. Sanırım menüde sekiz tür mantı var, seçim zor! Farklı bir tanesi, sitelerindeki ada göre Amasya Mantısı dikkatimi çekiyor ve ondan istiyorum. Bu arada ödül aldıklarının altını çiziyor genç adam ki sonradan sitelerine baktığımda bunun orada da vurgulandığını görüyorum.


Bunlara, içinde mascarpone, parmesan, mozarella olan puf böreği muamelesi yapabilir miyiz? Ben yapıyorum açıkcası. Yanındaki soslara batırarak yiyorum ve onlar çayla birlikte güzel olduğunun altını çiziyorlar ama ben denemeyi düşünmüyorum. İçindeki peynirlerden en azından biri biraz daha yağlı olmalıydı diye düşünüyor ve son tahlilde de sarımsaksız ve yoğurtsuz mantı bizden değildir kararını veriyorum. Kendisini bir kez de -eğer merak ederse- Enn Sevdiğim Kadın'la deneyip son kararımı vermek üzere, çok kibar çocuklara teşekkür ediyor, ödememi yaparken geçtiğim minik, şirin ve ırmak manzaralı bölüme hayran kalıyor, 220 TL. yi de bayıldıktan sonra yeniden düşüyorum yollara.


Şu an valiliğin komşusu sultan kayıklarının önündeyim. Uygulamayı sevimli buluyorum. Coğrafya bizim aksiyon alanlarımıza çok yakın. Bir dile gelseler neler anlatırlar. Irmak boyu yürümeye devam ediyorum. Bimarhaneye girmiyor ama selâm çakmayı da ihmal etmiyorum ki merak edenler yazının altındaki Amasya etiketini tıklayıp, onunla ve daha farklı yerlerle ilgili tüm detayları görebilirler.


İktidar partisinin önünden geçiyorum. Müzik gümbür gümbür fakat katılımcı sayısı az. Bir kaç firmanın otobüsleri şehirde tur atıyorlar, korna çalıyorlar ama sanki tüm bunlar geniş kitlelerin umurunda değil. Bense Amasya'nın köprüler geçtiğim, ırmağa uzanmış balkonlarındaki banklarında oturduğum alanlarını bir bir geride bırakarak, bizim zamanlarımızda olmayan, yakın çağ ürünü AVM'sine doğru yürüyorum. Bir kaç dakikadır güneş bana jestler yapıyor ve bugün çektiğin tüm ırmak fotoğraflarını çöpe at diyor. O'na inancım ve sadakatim sonsuz, gereğini yapıyorum.


Ferhat ile Şirin'in karşılarında oturuyorum. Ferhat kan ter içinde, sürekli kayaları kazmalıyor ve su kanalı açıyor. Şirin de güğümle su taşıyor. Şehzadeler Gezi Yolu üzerinde bir banktayım. Poz poz üstüne fotoğraf çeken, çektiren gençleri izliyorum. Her biri eskinin deyimiyle büyümüş de küçülmüşler. Profesyonellere taş çıkartıyorlar desem yeridir. Elbette sadece gençler değil, milletçe manken olunmuş da sanki bir benim haberim yokmuş. Eleştirdiğim falan da düşünülmesin, aksine hoşuma gidiyor.


Tüm bu süreçte otellere bakıyorum. İnternet üzerinden yer ayırtma fikrimden vazgeçiyorum. Şehire gelmeye karar verirsek bizzat burada görüp, şu otel tamam demeden bir seçimi düşünmüyorum ki güzelleri çok. Ama bir aralıktan gördüğüm, son turda o aralığa girdiğimde kapının arka tarafta olduğunu okuduğum, oraya geçtiğimde iç ışıklarına bayıldığım ve canlı müzik olduğunun altını çizen enstrümanları  görünce de tamamdır dediğim pub'a mutlak gidilecek. Bu rastlaşmanın öncesinde AVM'ye kadar uzamıştım. Tugayımın kokusunu alıyordum ama yine de yaya gidilemeyecek bir mesafedeydim. Ağır adımlarla yine ırmak boyunu kullanma düşüncesiyle "sahile" inmiştim ki bu kurtarma çalışmasına tanık oldum. Bu abi henüz inmemişken ve uzaktan baktığımda bir intihar olduğunu düşünmüştüm. Sonrasında bir kedinin nasıl becerdiyse o dehlizde olduğunu öğrendim ve kendisini gördüm. Lakin bu kurtarma ekibi cılız çıktı ve kediyi oradan alamadan geri döndüler.

Büyük şok ise yürünebilir mesafede olan otogarın, şehrin epey uzağına taşınmış olmasıydı; ben yürüyerek gitmeyi düşünmüş sonra bundan vazgeçmiş, servisin saatini sormuştum. Otogara varıp da güncel durumla karşılaşınca tercihim için şükrettim, çünkü bir geceyi şehirde geçirmem mutlaktı!

20 Ocak 2024 Cumartesi

Yokoluşun Daniskası 1.Bölüm


Ama ben demiştim!



"... Sonra yüzümde enfes bir gülümseme, ruhum havalanmış, ayaklarım yerden kesik, kafamda -onunla paylaştığım- çoklu kaçış planları ile tren saatlerine ve bir kaç otele bakıyor, sonrasında uykuya doğru yol alıyorum."


*
19.01

Cuma


Güne erken uyanıyorum. Yok oluş için her şey hazır. Fakat bu kez kimseye haber vermeden değil! Bütün günlerimi Cuma'ya çeviren Enn Sevdiğim Kadın biliyor. Bu bir kaçış, aynı zamanda da bir ön izleme eylemi; çünkü 10 yıl olmuş; en anı biriktirdiğim, çok aksiyon yaşadığım askerlik şehrime gelmeyeli.

Şaşırıyorum. Sonra içimdeki benlerden biri diyor ki hep istim üzerindeydiniz ve memleketin dört köşesinde fink atıyordunuz, hatta araya bir de Tiflis sokmuştunuz ve elbette pandemi sadece frene bastırmakla kalmamış zaman kavramınızı da bir güzel benzetmişti. Ve algılar şöyle işlemeye başlamıştı, pandeminin öncesine ve sonrası da sonrasına göre. İkincisi asosyal olmak üzere, birbiri ile taban tabana zıt, biri tüm ezberlerden uzak iki farklı dönem.

Bu kaçışsa bir anlamda da büyük planın ve yeni bir başlangıcın ön izlemesiydi. Erkek kardeşim de biliyordu çünkü ona bir gün önce sabah beni istasyona bırakmasını söylemiştim lakin sonraki işsel gelişmeler üzerine istasyona onunla gitmeyip trene atladım; enfes bir sabah karartısının ve bahar tadında, miss gibi tazelik kokan bir havanın eşliğinde.

Ve iki durak sonra ne tesadüf ki bir lise arkadaşım biniyor trene; o bir demiryolcu, sabah mesaisi için istasyona gidiyor. İndiğimizde ofisine davet ediyor lakin, diyorum ki benim yolculuk öncesi ritüellerim var, çok sağol.

X ray'den mini sırt çantam geçerken günaydın diyorum görevli genç adama ve kolay gelsini ekliyorum. Sonra istasyonun minik büfesinden bir su, kadim bir diğer abinin camekan tezgâhından da iki poğaça kapıyorum. Poğaçalarımı götürürken bir yandan da trenin dış fotoğraflarını çekiyor, yeniden istasyonda olmanın muhteşem kokusunu doya doya hisseddiyorum ve o sırada bir abi de karizması ve de günün önemli oyuncularından biri olacağı öngörümle birlikte bu filmin çok şeye gebe olduğunu hissettiriyor bana. En büyük sürpriz ise tren, çünkü internet sayfası iki vagonlu trenbüs gibi gösteriyordu gidecek olanı.

Elbette bayram ediyorum!


İkinci vagondayım ve seçtiğim koltuk iki kişiliğin cam kenarı. Fakat günün sürprizleri bitecek gibi değil. Çünkü seçtiğim koltuk nasıl olmuşsa dört kişilik ve ortada bir masa olanlardan olmuş. Ve tam karşı koltuğumda çok hoş, taze üniversiteli bir genç kız var. Şaşkınlığımı ona da ifade ediyorum ve sol tarafı seçmiş olmama rağmen sağdaki dörtlü ve masalının  sol koltuğuna yerleşiyorum. Tren düdüğünü öttürüyor ve yavaş tıngırtılarla yola çıkıyoruz.


Aramızda çok keyifli bir iletişim başlıyor; zarif, mankenleri çatlacak kadar güzel, sol tandanslı, adı kendine çok yakışan genç kızla. Öncesinde ise bilet kontrolü yapan karizmatik abi, yanlış yere oturduğum düşüncesi ile benim yerimi işaret ediyor. Biliyorum, hanımefendiyi rahatsız etmemek için buraya geçtim diyerek yanıtlıyorum onu. Yerin sahipleri varsa ve binerlerse zaten bomboş vagonda başka bir yere otururum diyorum. Sonra konu Erasmusa geliyor, o yapmayı düşünüyor ama henüz hazırlık sınıfında ve seçtiği bölüm bence ona yakışıyor. Ona Enn Sevdiğim Kadın'ının pozisyonundan bahsediyorum ve senden ona bahsedeceğim diyorum. Yurt dışı ilişkilerle ilgili her şey için ona ulaşabilirsini de konuşmanın içine yerleştiriyorum. Sonra konudan konuya geçiyoruz, derken sohbete biri daha katılıyor.


En sevdiğim anlar, tren yüksek dağlardayken altımızda kalan yolları ve araçları izlemek; sürekli fotoğraf çekiyorum. Zaten trenlerin yol aldığı hangi güzergâh kötü ki?! Her biri özel ve her biri kaçış için muhteşem. O sırada demiryolcu abi bu kez ön kapıdan giriyor. Diyorum ki bir fotoğrafını çekebilir miyim? Çünkü bugüne kadar gördüğüm en karizmatik demiryolcu sensin. Kabul ediyor ve muhteşem bir poz veriyor. İki kare üst üste çekiyorum ve teşekkür ediyor, kanımda trenler dolaşır benim de diyor, dedemin de bir demiryolcu olduğunun altını çiziyorum.


Abi işlerini tamamlayınca bizim vagona dönüyor ve masamın karşı tarafına oturuyor, öncesinde ise biz A. ile Muş'u konuşuyoruz çünkü annesi orada öğretmenlik yapmış; A. henüz yokken dünyada. Diyorum ki Orası Muş'tur, yolu yokuştur diye bir türkü var ya, o doğru. Sonra anlatıyorum: Ben de küçükken gitmiştim çünkü dayım genç bir mühendis olarak orada görevlendirilmişti. Gerçekten de trenle ya da araçla gittiğinde şehrin merkezine ulaşmak için dimdik bir yokuş çıkılırdı ve işte orası Muş'tu. Biz bir kez çıkmıştık, babam saçlarını kestirecek ve sakal traşı olacaktı. Gülümseyerek ve şaşkınlıkla soruyor, gerçekten mi?

Evet, ama şimdi muhtemelen o dağın etekleri aşağıya doğru ev, apartman ve dükkân dolmuştur, ve artık o yokuş olağan bir yokuş olmuştur, diyorum.

Ve aklı çok başında, özgüveni yüksek bu tatlı kıza gülmek o kadar yakışıyor ki.

O sırada işlerini tamamlamış demiryolcu karizmatik abi, otomatik açılan cam kapının ardından gözüküyor ve bize doğru gelip benim oturduğum dörtlü masanın benim tam karşıma gelen koltuğuna oturuyor. Sonrası muhteşem bir sohbet, memleketin gelmişini geçmişini masaya yatırıyoruz. A. gülümseyerek dinliyor, yer yer de sohbete katılıyor. Elbette vagonun tüm boş koltukları da can kulağı dinliyorlar ve sanırım onlar da olan bitenden hoşnut. Artık Amasya İstasyonu'na varmak üzereyiz ki anaons yapılıyor. Ben iniş hazırlıklarına başlıyorum. Kars'a mutlaka kışın gitmelisin demiştim A'ya, konu ülkemize ve trenlere geldiğinde; anlatmıştım yaşadığımız keyfi ve kışın altını çizmiştim. O da telefonundan bloguma girmişti.

Kalkıyor, minik çantamı sırtıma asıyor, montumu da çantamın askısından geçiriyorum. Sonra tokalaşıyorum, seni tanıdığıma çok memnun oldum diyor, Enn Sevdiğim Kadın'a her koşulda ulaşabileceğinin altını bir kez daha çiziyorum. Ve blogdaki mail adresimden de bana ulaşabileceğini, her konuda kendisine yardımcı olabileceğimi söylüyor iyi yolculuklar diliyorum.


Elbette sohbet bunlarla sınırlı değil 80'darbesini ve onun sonuçlarının bizi bugünlere getirdiğini, %10 barajının tüm bu rezaletin müssebibi olduğunu falan konuşurken o dönemde iki savcıya mihmandarlık yaptığımı tüm mahkemelere ve sorgulara girdiğimi falan anlatınca da demiryolcu abi çok kişi gibi, bir kitap olmalı bunlar diyor ve ben de kendimi bir kez daha tekrar ederek diyorum ki: Kitap yazmak benim haddime değil, çünkü tamamlanması yüzyılı bile aşar bu tembelde.

Hep birlikte gülüyoruz... Onlara iyi yolculuklar diliyorum ve 10 yıl sonra ayak bastığım toprağı öpp-müyorum tabii ki.

 2.bölüm için buradan lütfen...

18 Ocak 2024 Perşembe

Vay Anasını- Beterin De Beteri Varmış!

Vay anasını çünkü bunu ancak "Nereeedeeen nereye," diyebilen bir ekonomist başarabilirdi!


21-Eylül-2022


"D-3 lütfen."

Bilet fiyatı ufakça bir sıçratıyor.

Ve sonra...

Ülke bu günleri de gördü diyerek de bilet fiyatını şuraya not düşüyorum: 44 TL.


15-Ocak-2024


"D-3 lütfen."

O ara büyük ışıklı panoda afiş görünüyor ve filmin 16:05'de başlayacağını sanan ben gerçekte 16:20 rakamlarını görünce bir ohh çekiyorum. İşlemlerim yapılırken kısa bir sohbet, puanlarımı kullanmak istermiymişim, kullanıyorum çünkü bilet fiyatları Başka Sinema filmlerinde de 135.00 Türk Lirası olmuş!

16 Ocak 2024 Salı

Narsistle Aşk

Kafamda satırlar, kelimeler fikrimde dönen sahnelere dair. Her biri sağlam bir filmin parçaları gibi; net, berrak ve sanki daha dün yaşanmışçasına...

İstasyondayım. Ruhum ve ayaklarım sinema dedi çoktan. İstasyona girdiğim anda kalkmak üzere olan tren sevdiklerimden olmadığı için salıyorum onu, ama öte yanda filme yetişemezsem endişesi; zihnimde ennn sevdiğim kadın...

Ruhumdan akan satırlarsa son yazım Tutkulu Bir Aşkın Kıyısında'ya dair. Kararım yazıya devam etmemek. Ve yazmamalısın fikri son derece baskın. Bir ân zamanın girdabına kapılıp dehlizlerinde ilerlerken kendimi geçmişte bulmuştum ve o yaşların coşkusuyla her bir ânı yeniden yaşayarak... ve şimdiki zamandan soyutlanmış bir ruh halindeyken -belki de hava atma modu beni dürterken- ben, zihnimde oluşan bu enfes görsel akışı yazıya çevirmiştim. Sonra, sanırım ayaklarım yere bastı ve ben o genç adamla vedalaşıp olgun kimliğime geri döndüm...

Ve o genç adama dedim ki:

"Burada durmalısın!"

Ve ekledim:

"Kabul bu çok renkli ve enfes bir yaşanmışlık. Ama ulaştığın fotoğraftaki kadın tüm gençlik dönemini bir kenara bırakmış, artık sen gibi çoluk çocuklu, belki de anıların kıymetinin farkında, ama artık hayatın bir başka noktasında! Tıpkı senin gibi, sanki çok uzak ve farklı bir boyutta, gençliğin o enfes hızıyla olağanüstü sahneler içeren, unutulmayı asla hak etmeyen ama tek taraflı bir kararla da yazılmaması gereken; elbette renkleri, aksiyonları olağanüstü, o oranda coşkulu lakin son noktayı da senin koyduğun, üstelik kör bir âşık olmadığın ama her bir ânı çok özel, tüm pişmişliklere rağmen hayatın yine de toy bir evresine ait ve yine kabul ki benzeri ancak film senaryolarında olabilecek kadar enfes bir ilişkiydi. Bırak olduğu yerde kalsın, lütfen, daha çok da yaşanmışlığın diğer ortağı açısından bir daha açılmamak üzere kapansın bu konu."

Sevdiğim tren görünüyor. O bir İspanyol. Meleklerim iş başında. İki çok tatlı ilkokul öğrencisi çocuk var. Abi siz oturun diye çok genç bir adama sesleniyorlar. Genç adam farkında değil, onlar sürekli tekrar ediyorlar. Diğer yolcular gülümsüyoruz ve kendilerine takdirlerimizi beyan ediyoruz. Az sonra bir başka, bu kez genç bir kadın ayakta, çocuklar yine yer vermeye niyetliler ancak genç kadının yaşı itibariyle yer vermeleri gerekli mi değil mi'nin muhakemesini yapıyorlar ve o sırada abla boşalan bir koltuğa oturuyor. Çocuklar cep telefonlarını çıkardılar ve anneleri ile konuşuyorlar. Elbette az önceki eylemlerinden de gururla söz ediyorlar. Benimse biraz geç kaldım ve seansa yetişemeyeceğim endişem var fakat sürücümüz kıvamında ve hızlı; ışıklara takılmazsak yetişebilirim diye düşünüyorum ki yetişemezsem son seans işime gelmez çünkü dönüşteki son treni kaçırmış olacağım. Ve o nedenle de filmi izlemeyeceğim.

Bunu bile umursamayacak bir hafiflik içindeyim. Bu gazla bu hafta içinde yeni bir kaçışım -sanki- muhtemel.

İstasyonlar bir bir geçildi ve ben trenden inip hızla asansörlere yürüdüm; güvenliği geçtim, sinema katına doğru hızlı adımlarla gidiyorum.

Sanıyorum 5 dakikam var lakin endişem diğer filmler için, ya kuyruk varsa!

Yürüyen merdivenler yürürken ben yine de hepsini yürüyerek çıkıyorum.

Enn sevdiğim gişeci, Batmanlı tatlı kız beni gördü, el salladı ve uzaktan uzağa gülüşüyoruz.

Küçük bir kuyruk var ve bankoya yanaşıp diyorum ki: "Filme yetişemeyeceğim galiba, rica etsem kuyruktan, benim biletimi ayarlayabilir misin?"

O diyor ki "Filme daha süre var."

O ara büyük ışıklı panoda afiş görünüyor ve filmin 16:05'de başlayacağını sanan ben gerçekte 16:20 rakamlarını görünce bir ohh çekiyorum. İşlemlerim yapılırken kısa bir sohbet, para puanlarımı kullanmak istermiymişim, kullanıyorum çünkü Başka Sinema filmleri de 85.00 iken 135.00 Türk Lirası olmuş!


Salon gözlerimi yaşartıyor. Başka Sinema filmlerinde nadir görülen bir kalabalık. Fakat kadın ağırlıklı bir kitle, sadece ben dahil iki erkek izleyici var. D.3'ümdeyim, üç koltuk sağımda Başka Sinema takipçisi, sık karşılaştığımız bir hanımefendi var; antrakta çıkarken ben ayaklarımı çekeceğim, o rahatsızlık verdiği için özür dileyip teşekkür edecek, ben gülümseyeceğim.

Nedense daha karar verme aşamasındayken bile filmin süresinin 3 saat olduğunu sanıyorum. Hatta başlangıçta bir süre olumsuzlayıp, bu filmde işim neydi diye düşünürken de bu üç saat inancımı hâlâ koruyorum.

Sevgili okurlar siz bana bakmayın, bazen benzer pişmanlık duygusunu çok filmin başlangıcında yaşarım ben.

Sonrasında film hüüp diye çekip alıyor beni ve artık filmin içinde bir karakterim ben. Bayılıyorum ve soluksuz izliyorum filmi ki Virginie Efira, Başkalarının Çocukları'ndan sonra yine güçlü bir performansla, Fransızca öğretmeni olarak ve oyun gücüyle alıp götürüyor filmi. Eş karakterindeki Melvil Poupaud ise izleyicileri, arızalı bir adam rolünü üstün bir performansla oynayarak ayar etmeyi başarıyor. Bir de psikiyatris olduğunu sandığım ki eminim o sahneler her izleyiciye aynı hissi verecektir, bir abla var. Onunla esas kadının diyaloglarının olduğu sahneler, her kadın için kanımca ufuk açıcı. Ve filmin ormanda geçen çok hoş bir bölümü var, ufak bir kaçamak, hayata bir meydan okuyuş belki... ama çok hoş ve sıcak.

Ve muhteşem bir final.

İzleyici ve izleyiciler çok mutlu. Işıklar yanınca bile koltuklarından kalkmadılar ve perdede son jenerik akarken, tüm film boyunca olduğu gibi, yine kendilerini Gabriel Yared'in enfes müziğine teslim ettiler.

Hatta bununla yetinmeyip, muhteşem bir iş çıkartan ve yine kadını önceleyen enfes senaryonun yazarlarından biri olmanın yanı sıra filmin yönetmeni Valérie Donzelli ve senaryonun ortağı Audrey Diwan'ı içlerinden, ama büyük bir coşkuyla, "ayakta" alkışladılar.

Çok keyifli bir tren yolculuğu ile mıntıkama varıyorum; sırt çantamda Migros'tan kapılmış ve fiyatı düşük kalmış Kurukahveci Mehmet Efendi'den bir paket Colombia filtre kahve var. Yemek işini çarpıttım ve ne yapsam diye düşünürken mahallemizin sevdiğim bir mekânında Adana Dürüm yiyip, bir de şekersiz çay içiyorum. Deniz muhteşem hava bahar tadında. Eve doğru yürürken zihnimden çoklu kaçış planları akıyor. Tren seferlerinin artık düzenli oluşu gülümsetiyor beni. Çalışma masama oturduğumda sabit telefonda bir cevapsız kalmış aranma görüyorum. Enn Sevdiğim Kadın olduğu kesin. Hemen dönüyorum ancak gelen yanıt mekanik, bana not bırakmamı söylüyor. O ara iki şat çaça ve eşlikçi olarak iki tık portakal suyu götürüyorum. Online bir toplantıda olduğunu düşünmekteyken ben, telefon çalıyor. Filmden ve günün akışından, süre şaşkınlığımdan falan söz ediyorum.

Sonra yüzümde enfes bir gülümseme, ruhum havalanmış, ayaklarım yerden kesik, kafamda çoklu kaçış planları ile tren saatlerine ve bir kaç otele bakıyor, sonrasında uykuya doğru yol alıyorum.

13 Ocak 2024 Cumartesi

Ne Güzeldi Oysa O - 3: Tutkulu Bir Aşkın Kıyısında

Kısa Bir Süre Önce Yaşanan ve Yazılan

Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim; derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim.

"İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 23 yaşlarına doğru yol alan iki genç, kadın olanı Egeli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

Gözüm üst kata çıkan merdivenlerde kalıyor. Ayaklarımsa hevesli. Geçmişten sahneler üşüşüyor, ayaklarım arzulu ama ruhum çıkmıyor basamakları...

*

Farklı bir yazıda söz etmiştim, O'ndan sadece. Oysa heyecanı satırlara sığmayacak kadar hoş, aksiyonlarına doyum olmayacak kadar coşkulu, tutkusu -çatışmaları bile sevimli kılacak kadar- sert, vazgeçebilirim senden tavırları her seferinde mağlup olacak kadar sevimli, ve sezarın hakkı sezara teslimiyetçiliği ile zaferler kazandıracak kadar ateşli bir ilişkiydi yaşanan. Yıllarca bir rüyaydı sanki hissiyatıyla bir kenara itelemiş ve o kenarda öylece bırakmıştım olan biteni. Ta ki yakın bir yılda merak edip adını soyadını arama motoruna yazıp,  O'nun kocaman şehrinde yılın öğretmeni seçildiğini görene kadar.


**

Yıl 1982, aylardan yaz sonu, geleneksel asker arkadaşları Bodrum buluşmasının ilki için Ege'nin büyük bir şehrindeyim. Cemal'le abisinin yedek parça dükkânın önünde oturuyoruz. Akşam kalacağım, ertesi gün ise birlikte Aydın'a gidecek, orada Apo ile buluşup bu kez Aziz'in bir otel işlettiği Bodrum'a geçeceğiz. O sırada Cemal karşıdaki mağazanın önündeki bizden küçük, 18 yaş ya da biraz üzeri ve beni tanıştırdığı çocuğun geçenlerde evlerinden gelirken durakta bekleyenleri aldığını, içlerinden biz yaşlardaki kızın şehrimde öğretmen olduğunu, adını soyadını ve okulunu da söyleyerek onu bulmamı öneriyor. Bunun manasının "kız tam senin kalibrende birisi" olduğunu anlıyorum elbette. "Ama bu çocuk?" diyorum, "O hayal kuruyor, hepsi bu," diyor.

Bodrum dönüşü bir öğle üzeri mağazadan çıkıyor ve söz konusu okula gidiyor, doğrudan öğretmenler odasının kapısını çalıyorum ki bana söylenen Sanat Enstitüsü. İsmi söylüyorum, öyle bir öğretmenlerinin olmadığı aldığım yanıt. O sırada bir hanımefendi, muhtemelen arkadaş, hangi okulda öğretmen olduğunu söylüyor. Şimdi o okulun öğretmenler odasının kapısındayım. Kaderin bize nasıl bir yol çizdiğini bilmiyorum henüz. Kapıyı tıklatıyor ve giriyorum; içerisi kalabalık, ismi söylüyorum ve bir fıstık ayağa kalkıyor ve odanın dışına çıkıyoruz birlikte. Yerden bitmediğimi, nasıl ulaştığımı kısaca anlatıyorum. Telefonumu istiyor, işyeri numaramı veriyorum.

Ertesi gün telefonum çalıyor. O arada bizde çalışan ve yaşıtım Hasan'ın kardeşi Zeki'nin öğretmeni olduğunu da öğreniyorum. Konuşmaya başlıyoruz. Kendimi ağırdan satıyorum. Ve bir başka gün için randevulaşıyoruz. Aslında çıktığım bir kız var ama şu an dondurucuda. Onun hedefinin evlilik olduğunu biliyorum ancak benim kafamda böyle bir düşünce sıfır. Ve bir vaadim de yok. Ve o kız üstelik dönem itibariyle şehrin en popüler kızı: Özel bir yazıyı fazlasıyla hakedenlerden... daha önce bazı ânların satır aralarında bahsetmiş olsam da!

Ertesi gün okul çıkışında ilk buluşma gerçekleşiyor. Arabayla turluyoruz, sohbet çok renkli, ilişkinin gelişip serpileceği kesin, birlikteliğin algoritması heyecan verici. Güzel bir ilk buluşma ve an itibariyle evinin olduğu apartmanın önünde bırakıyorum. Henüz  bu ilişkinin nelere gebe olduğunu bilmediğim gibi bir öngörüm de yok!

Devamı!

5 Ocak 2024 Cuma

YOKOLUŞ*

*TDK'ya göre kelime ayrı yazılır, lakin yazar yaşadığı günün hissini vermediğini düşünerek ve bu şekil yazarak, bildiğini okudu.


Tavuklar bile uykudayken çıkıyorum evden. Sırt çantam hazır fakat sonradan yaşayacağım bir pişmanlık var ki o ân için bu durumu gözüm görmüyor. Gün ağardı, ilkokul öğrencileri okul bahçesinde, ben ağır adımlarla sahilden Migros'a doğru yürüyorum; kahvaltı etmedim dolayısı ile onların iri ve kısmen sigara böreği sayılacak -ama bence puro- böreklerinden iki tane almaya karar veriyorum ve sabahın ıssız sokaklarında ağır adımlarla yürürken onları götürüyorum. Cep telefonum kapalı, onunla yetinmiyor, evden çıkarken sabit telefonun ahizesini de yuvasından çıkarıyorum.

Komik di mi!

Geride bana dolaylı yollarla olabilecek olsa da ulaşılabilecek hiçbir açık bırakmak istemiyorum.

Bu eylemimden enn sevdiğim kadına ve erkek kardeşime bahsetseydim mi diye düşünüyorum sonra vazgeçiyorum; çünkü meraklanma saatleri geldiğinde bana ulaşamayanlar onlara ulaşırlar! Evden çıkarkenki planımda Amasya'ya gitmek ve orada en az iki gece kalmak da var.  İşte bu nedenle sabit telefonda kayıtlı ad ve numaralardan başka arkadaşlarımın aranma ihtimalini hesap ederek olayı o boyutta alevlendirmemek için o telefonu da sırt çantama atıyorum.

Ortalığı gereksizce germenin ve kalabalıklaştırmanın bir mânâsı da yok!

Ve keyifli bir tren yolculuğu sonucunda ve günün hareketlenmeye başladığı saatlerde Tekkeköy İstasyonu'na varıyorum. Atıştırma için hedef noktam hep ertelediğim ve zorunlu olarak hep önünden geçtiğim ve bu durumdan bir yazımın içinde bahsettiğim, adına bayıldığım Şehrin Kırıntısı...

Ancak şimdi değil.

Ama bu bir fotoğrafını şimdi çekmeme de engel değil.


O ara fikrim diyor ki "Şu karşı bölgeye hiç geçmedin, sonradan gelme, dedin benimseyemedin, hadi gel bugün onun da gönlünü al." Uyuyorum öneriye ve ne kadar da çok oto galerisi varmış diyorum ama ben yine de yeniliğin değil de aynı noktadan görülebilen uzak köy tadının fotoğrafını çekiyorum.


Kasabanın derinlerine doğru yürürken Bi Meyhane enfes ışıklı tabelasıyla yine beni benden alıyor ve o kaldırıma geçiyorum. Gözlerim tabeladan hareketle mekânı hep üst katlarda hayal etmişti; bu kez kaldırımdan içeri doğru uzayan daracık bir koridorun bir kaç metre ilerisinde olduğunu görüyorum kapısının. Gizemli bir mekân hissi içi nasıl acaba dedirtiyor ki an itibariyle ıpıssız. Geniş bir kasaba merkezi turu atıyor, ana arterler dışındaki köy tadına yine bayılıyor, ıssız sokak aralarında yürürken cıvıl cıvıl çocuk kaynayan ilkokulun önünde çocuk kahkahalarına gülümsüyorum. Oradan çarşı içine bağlanıyor, daha önce fotoğraflarını çektiğim- iyi ki çekmişim- ve şu cümleyi kurduğum "Sokak adımları ile yürürken kendimi İrlandalı emekçilerin mahallesinde buluyorum," diye tariflediğim evlerin önüne vardığımda bu kez muhteşem bir hüzün tepeden tırnağa giydiriyor beni: Çünkü yoklar, hayallerim yıkılıyor ve yerlerinde bir inşaat başlayacağı kesin. Ama bir yanıyla da bir tesellim var çünkü elimde eski hâlin fotoğrafları var. Öte yandan sevgili blog yazarlarımızdan Nazlı Toaç hanımefendi adına seviniyorum ki kendisi yazımı okurken "metruk" evlerle çok ilgilenmişti ve ben ona iyi ki fotoğraflarını yollamıştım.


Sürekli ağır aksak adımlarla bağ bahçeleri ve yolları uzatarak önce eski gara varıyor, muhteşem parkındaki banklardan birine oturuyorum. Uzun uzun saat kulesini izliyor, daha önce çekmediğim açılardan fotoğraflarını çekiyor, bir ara elimi sırt çantamdaki kitaba atıyor biraz okuyor, çokca zaman geçiriyor ve beslenme planımda olan mekâna doğru yürümeye başlıyorum; elbette yolları uzatarak. Ve bu kez sıra sıra yeme içme noktalarının olduğu, gençlerin takıldığı, bayıldığım geniş bulvarı kullanıyorum. Bazı hamburgerciler fikrimi dürtse de kararımın gereği olarak Şehrin Kırıntısı'nda içeri süzülüyor, verandadaki kalabalığı geçiyor ve ân itibariyle iki hanımefendiden başkasının olmadığı, görüş açısı hoş, dolayısı ile sakin ve hemen geniş camların önündeki bir masaya oturuyorum.


Seçtiğim poğaçalarım ve çayım önümde, görüş alanım iki bulvarın kesiştiği göbek dahil coğrafyaya çok hakim. İnceden bir müzik ânı çoğaltıyor. Bu arada gözaltında olduğumun da farkındayım. Kim bu adam merakı var. Kitabımı çıkarıyorum. Valla yalan yok kendimi ben de beğeniyorum; içten giyilmiş Fenerbahçe yeşili, armalı, kapüşonlu sweetshirt'ümün kapüşonunu lacivert ve pek sevdiğim montumun boyun kısmından çıkarmışım, kotum en sevdiklerimden... ve içerisi okşayıcı bir sıcaklığa sahip. O halde montu çıkaralım ve Fenerbahçeliliğimizi ortalığa serelim. Masa artık buralı olmadığımdan emin. Engellenemez bir merak var ve bu çok hoş. Kitabımda, zaman zaman da dışarının manzarasındayım ama üç uzağımdaki masadan bana ulaşan göz değmelerini de hissediyorum. Ve ayağa kalkıyor, izleyen gözleri görmezden geliyor, içeri geçip trileçe siparişi veriyor, bir de çay istiyor ve masama dönüyorum. Öncesinde kitabımı, sırt çantamı ve montumu özellikle masada bırakıyorum. Masama geçerken ardımdan bakıldığını biliyorum. Siparişlerimi getiren gence teşekkür ediyor, bu çok hoş saklambaça devamla kitabımı açıyor, arada dışarıya uzak bakışlar atıyorum.

O sırada kısa bir müzakerinin ardından iki hanımefendi ayağa kalkıyorlar.

Bir göz atalım bakalım, masalarına döndüklerinde gelen seçimleri neler imiş?



Dolabın başındalar, seçimi birlikte yapıyorlar; lakin kararı tetikleyen beni çaprazımdan gören hanımefendi, ve iki hanım da çok hoş. Şu an trileçelerimiz sayesinde iyice ortaklaşmış durumdayız. Havadaki flörtöz tat muhteşem. Bir yetişkin oyunu bu, ruhlar çok genç ve taze. İki tarafta kesinlikle nitelikli insanlar ve bir sarkma asla yok. Biraz meraklı, biraz afacan ve çok hoş bir oyun bu. Ağırca ve biraz da havalı toparlanıyorum, sırt çantam artık yerinde ama tek omuz askılı, yanlarından geçerken gülümsüyoruz karşılıklı.


Dönüş trenindeyim. Günün ruhları dürtükleyen saatleri. Sanayi sitelerinin sonuncusunun istasyonundan bir hanımefendi biniyor. Yanımda iki güvenlik görevlisi oturuyor; birinin inekleri var ve sütlerini satıyor. Muhtemelen ineği doğum yapacak, çünkü telefonda bir müşterisi var, ona durumu anlatıyor ve yeniden süt evresine geldiğinde piyasanın altında bir fiyatla ona yine süt verebileceğini söylüyor. O ara kafamı çevirdiğimde az önce trene binen hanımefendinin beni izlediğini kısa bir gözgözelik ânında fark ediyorum. Ve gözlerimi hemen geri çağırıyorum. O sırada planım üzerine düşünmeye başlıyorum. Yok oluşa devam yani. Sabahaysa uzun saatler var. Trenler sabaha kadar devam etse işim kolay, sürekli turlarım. Çünkü eylemi en azından ertesi güne sarkıtamadan dönersem bu eylem eylem olmaktan çıkar. Önce Palmiye Kafe'ye geçiyor bir çay söylüyorum. Sonra kağıt helva alıp iskelede yürüyorum. Sonra Afiyet'e geçip kuru pasta çay, kitap yapıyorum. Tekrar sahile dönüp uzun yürüyor. Ağaçların altındaki banka oturup zaman geçiriyor. Tekrar iskeleye doğru yürüyüp kestane alıyor, onları çok hoş masalarda dalgaların sesi eşliğinde yavaşça tüketiyorum.

Gece yarısını geçtim. Artık yeni bir gün ama vakit hâlâ merak ettirici değil.


Üstelik saat itibariyle ben de kimsenin umurunda değilim. Oyuna bir son verme zamanı ve ân itibariyle evin hizasındaki ağaçların altında bacaklarımı denize doğru uzatmış durumdayım. Genç çocuklar gecenin bu saati demeden basketbol oynuyorlar. Eylemi sonlandırmaya karar veriyorum. Çalışma odamdayım, o halde müzik, ve Mariana Montalvo açıyorum. Gürcü birendisi çaçanın şişesi yanımda, bir şatla başlıyorum ki bu kez eşlikçi schwepss mandalina... uyumu sevdim. Gökyüzü muhteşem, deniz dalgalı. Bir şat zaman aralıklı olsa da bir kaç şata ulaşıyor ve saat sabaha iyice yanaşıyor.


Yatağımdayım...

Telefonumda bir mesaj var...

Amasya otellerine bakıyorum,

tren saatlerine göre gün belirliyorum

ve otellerden birinde karar kılıyorum.





28 Aralık 2023 Perşembe

Biralama

Geçen hafta sonu Enn Sevdiğim Kadın'la bir öğle rakısı yapalım mı sorusunun üzerine balıklama atlıyoruz. Uzak diyarlar değil fikrimiz, bizim coğrafyada takılalım diyoruz. O halde Buselik. Farklı şehirlerde şubeleri olan bir mekân. Daha önce gitmişliğim yok, bilmişliğim de Enn Sevdiğim Kadın'dan. Bilindiği üzere öğle rakısı candır, diyenlerdeniz. Orada buluşuruz mutabakatıyla karara bağlıyoruz.

Saat 15'e göre ayarlıyım.

Duş yapıp, biraz oyalanıp istasyona doğru yürüyorum. Sonuçta -ben için- yeni bir mekân, kadim noktaları küstürmeden ona da bir selam çakmak iyi olur. Seversem ne âlâ, sevmezsem de elveda.

Fikrim dışarıda oturmak; elbette havanın ve mekânın koruma kalkanları nispetinde.

Tren keyifli, zihnimden mekâna yönelik tahminler akıyor, hissiyatım sıcak, kalbim O'nunla bir öğle rakısının heyecanını taşıyor.

5 istasyon sonra iniyorum ve sahile doğru yürüyorum. Aslında minibüse binsem, istasyonlara yürümelerin hiçbirini yapmayacağım. Ama içimdeki tren aşkı bambaşka ve hatta onun için sensiz saadet neymiş tatmadım bilemem ki diye bir şarkı bile tutturabilirim.

Sonuçta Buselik'e yönlendiğimde ve tam Enn Sevdiğim Kadın'ı arayıp, bulunduğum noktadan ki fikrim bana sola doğru yürümemi söylüyor olsa da, yine de elim telefona gidiyor ve ondan bir mesaj gülümsüyor bana; yine kotumun cebindeki telefon, sesini ulaştıramamış bana. Arıyorum ve bana Migros'da olduğunu söylemekle kalmıyor, temizlikle meşgul mekânın açılış saatinin de dördü bulacağını söylüyor, çünkü O uğramış. Ben o sırada Migros'a varmış durumdayım ve kapıdan içeri adımımı atacakken tam, içeriden deri pantolunlu bir fıstık çıkıyor.

Dilim tutuluyor kısa süreli de olsa, kendimi bulduğum anda da gülümsüyorum. Ahh benim asla taca çıkmayan gülümsemem işte.

Ve dayanılmaz cazibem...

Sonra kısa bir değerlendirme yapıyor, alternatifleri gözden geçiriyor, coğrafyamızın aksine şehirde bir mekâna takılmaya karar verip otobüse biniyoruz. Ve bir sohbet bir sohbet ki tadına doyamadan şehir merkezine varıp Cumhuriyet Meydanı durağında iniyoruz. İstikâmet bu yaz enn çok takıldığımız, kısa süre önce çok sevgili dostlarımızla enfes bir tanışma ve gece yaşadığımız mekânda karar kılıyoruz. Lakin bir maç akşamı, hava soğuk, korunaklı alandaki masalar maç için rezerve edilmiş ve her zaman oturduğumuz masamız da artık yaz olmadığı için bu korunaklı alanın dışında...

O halde BOHEM.


Bohem kadim bir mekân, şehrin enn popüler ve kurtarılmış bölgesinin en özel caddesine en fazla 15-20 metre uzakta ve o caddeyi dikey kesen yine popüler olan ve daha dar bir cadde üzerinde. Elbette ruhsatı eski olduğu için de şehir içinden uzaklaştırılamayan sayılı mekânlardan biri. Lakin o bölgenin çocuğu olmama, ortaokul ve lise yıllarımın orada geçmiş olmasına, evlendiğimde ana caddede ve mekâna yürüme adımı ile en fazla üç beş dakikada ulaşabilmeme ve solculuğun mabetlerinden biri olmasına, önünden defalarca geçmiş olmama rağmen bir kez bile gitmediğim bir yer.

Taa ki Enn Sevdiğim Kadın yakın zamanda kapısından içeri adımını atıp, içerdekileri de elbette şaşırtıp soğuk birasını keyifle içene kadar.

Bir maç günü ve bizim rezervasyonumuz yok. An itibariyle birkaç masada birkaç insan var. Enn Sevdiğim Kadın'ın dördüncü benim de üçüncü gelişimiz ve bu durumdan -kanımca- mekân sahibi ve çalışanlar hoşnut. 50 metrakare ya var ya yok mekân. Fakat dekorasyon muhteşem. Benim diyen İngiliz pub'ı ile aşık atar. Bu kez cam dibinde yüksek sandalyeli yüksek bir masaya oturuyoruz; içerinin dıştan gözükmediği camın ve kalorifer peteğinin dibine... Bir anlamda kendi bağımsız alanımızı yaratmış gibiyiz. Müşteriler zaten kadim ve en azından aşinalıkla da olsa birbirimizi tanıyor gibiyiz. O halde gelsin fıçı biralar...

Ve elbette patatesler ki ne zamandır hayalini kuruyordum. Sorduk ama sosis yokmuş, olsun patatesi tazeleriz. Fakat nasıl bir keyif, sıcacık bir ortamda sımsıcak, üstelik minik gettomuzda doyumsuz bir sohbet eşliğinde dillere destan bir yaşama ânı... Rüya gibi, karşımdaki kadın da rüya gibi, ortam, mekân, mekânın sahibi, çalışanları sanki bu rüya ân için özel seçilmişler... Ve ninni tadında söyleyen Ahmet Kaya.

O ara Enn Sevdiğim Kadın sigara molası için dışarı çıkmak amacıyla masadan kalkıyor ve ben o sıra onun dışarıda kapı önünde sigarasını içtiğini sanıyorum. Masaya döndüğünde anlıyorum ki ona mutfakta içebileceğini söylemişler. Ve içeride enfes bir sokak köpeği var; olağanüstü, güngörmüş bir şahsiyet kendisi, az önce deri koltuklardan birinin üzerinde kestiriyordu, şimdi başka bir koltukta. Bizse sohbetin ve biranın dibine vurmuş durumdayız. Artık maç saati yaklaşıyor, masayı rezerve edenler için kalkma vaktimiz. Kasadayız ve ödemeyi yapıyoruz. Bu kez yürekten bir bahşişi bırakıyoruz ve keyifle kendimizi dışarı atıp kadim ve anılarla dolu caddeden istasyona doğru yürüyoruz. Elbette milyonlarca anım olan caddeyi adımlarken, izlerimi onunla paylaşırken ve gökte durup durup baktığımız enfes bir ay varken, yaşam tadımın çoğalmasında çok payı olan Enn Sevdiğim Kadın'a da hayran hayran bakan gözlerimi kıskanmadan edemiyorum.

Ve trende tıngır mıngır giderken bir karar alıyoruz: Bohem'de enn bohem bir gündüzde, kar yağarsa canımıza minnet bir akşama varacak rakı masası donatmak...

Çünkü Enn Sevdiğim Kadın mutfakta sigarasını içerken aşçıyla sohbet etti ve menüde o akşam için  neler olduğunu gördü!

26 Aralık 2023 Salı

Hayat Tesadüfleri Sever


Bir önceki, Gri Saçlarında Kahkahalar Saklı Güzel Kadın başlıklı yazıda, "Son cümlenizle ilgili tesadüf, sanırım bir yazıya bile konu olabilir, umarım yazabilirim," demiştim; hayatımın en izi kalmış, en kıymetli insanlarından birinin çok çok değerli yorumundaki övgülerine verdiğim yanıtın içinde...

Umarım yazabilirim demiştim ama kadim bir hayalin gerçekleşmesi için yoğun, yazmak için fazlasıyla kurak mevsimlerim başlayınca da ummakla kalmıştım, diye devam etmiştim.

Oysa süreç devam etmiş ve Sevgili Evren'le Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine* başlıklı yazımdaki kesişmeyi konuşurken ve ona, bu yazıda bahsedeceğim günü anlattığımda, "yazmalısın bunu," demişti, ben de bir taslak yazmış ve her zamanki gibi taslak olarak bırakmış, başka yazılarla devam etmiştim. Sonra, sosyal hayat durduğuna ve mevsimlerden karantinada olduğumuza göre anılarla yazmaya devam ettiğim şu günler tam zamanı, diyerek, taslağı taslak olmaktan çıkarmaya karar vermiş ve o günü 10 yıl sonra, 2020 yılında Rastlantı başlıklı yazımın içinde anlatmıştım!

Şimdi bir bütünlük sağlamak için ilgili bölümü yazının bütününden alarak bir kez daha olması gereken yere taşıyıp, paylaşıyorum.



24 Ekim 2010

Pazar sakinliği, alt katta, ofisimside bilgisayarın başında, yanımda kahve, atıştırmalık bir şeyler eşliğinde gazetelerde ne var ne yoklara bakınırken telefon çalıyor. Şu alemdeki enn sevdiğim adamlardan biri: Göksenin Abi. Fatoş'un bir blog açmak istediğini söylüyor, yardıma ihtiyacı var. Evleri bana yakın. Gidiyorum. Fatoş bebek sepetleri süslüyor, onları tanıtıp satışını yapabileceği sektöre uygun bir tasarım gerekli. Bir tane beğeniyor. Fotoğraf yüklemekten başlayarak kullanımı ile ilgili bilgileri veriyorum, bir iki tane de yüklüyoruz. O ara telefonu çalıyor. Güleryüzlü, sıcak ve neşeli bir konuşma.

Ben içinse enteresan bir rastlaşma!

Fatoş açıklıyor, telefondaki kişi onun teyzesi, enteresan ki onun teyzesi girişte belirttiğim duygularımın sebebi olan kadın. O âna kadar aramızda hiç bir iletişim olmayan, varlığımdan habersiz olduğunu bildiğim, öyle olduğunu düşündüğüm bir blog yazarı aynı zamanda; basılı kitapları olan, piyano çalan, gri saçlarında kahkahalar saklı güzel bir kadın. O sıralar sessizce gidip yazılarını okuyor, bayılıyor, yine sessizce çekiliyorum... Öğretmenden saklanan ödevini yapmamış çocuk çekingenliğim var, onun kocamanlığı karşısında ürküyorum, yorum yazmıyorum. Şahane bir ürküntü ama bu; bir imlâ, bir üslup hatası yapmaktan çekiniyorum ki yazılarım bu anlamda sefil ve ben henüz bunun farkında değilim, ayrıca yorumlarımın onun kalem gücüne yetemeyeceğini düşünüyorum.

Çay kahve, sohbet faslını da tamamlayınca ayrılıyorum Göksenin Abilerin evinden... Pazar sakinliğinde, ofisimside yeniden açıyorum bilgisayarımı, giriyorum bloguma ve bakınırken ne var yoka bir yoruma zıplıyorum, şaşırıyorum, çünkü bir prensibi olduğunu biliyorum, çocuk sevinçlerimse alkış kıyamet... Defalarca okuyorum. İnanılmaz bir sevinç ânı... Son yazımın altındaki yorum Ondan. Okuduklarımın içtenliği, övgüsü, karnesi hep pekiyi bir çocuk kadar sevindiriyor beni; bununla kalmıyor, tüm çekingenliklerimi bir pelerin gibi alıyor sırtımdan. Özene bezene bir yanıtı boyundan uzun bir sürede yazıyor ve o yanıtımı kaç kez kontrol ediyor, iyice emin olunca da göndere basıyorum. Sonrası muhteşem bir iletişim. Hayatımın en kıymetli ânları hanesine kıymetli bir sürü çentik daha...

Öğretmen öğrenci tadındaki bu iletişimin ete kemiğe bürünememesini bir kayıp olarak görüyorum. Onunla yüzyüze bir sohbetin tadının ne olabileceğiniyse tahmin edebiliyorum. Burası bir dünya ise ki bence öyle... bir yerin boş kaldığını, tadının damakta kaldığını, çoklukla hissediyorum. Blog yazmanın bana kazandırdığı, gelişimime katkıları olan ve eksikliklerini hissettirerek bu dünyadan giden iki insandan biri Gülsen Varol. Kars yazılarımı yazdığım süreçte, özellikle Kars Şehir Sineması yazılarımı yazarken onun yorumları motivasyonuma tavan yaptırmış, sonuçta ortaya 13 uzun yazı çıkmıştı. Serinin son bölümüne, hayatıma dokunarak beni yükselten iki güzel insanı da katmış; blog hayatımın en zevkle yazdığım, kişisel olarak en beğendiğim, kurgu kısımlarını bile yaşamışçasına hissettiğim satırlar düşürmüştüm akıp giden zamana...


Kitabın Sadece Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine

Kars Şehir Sineması bölüm 4


20 Aralık 2023 Çarşamba

Gri Saçlarında Kahkahalar Saklı Güzel Kadın*

"Son cümlenizle ilgili tesadüf, sanırım bir yazıya bile konu olabilir. Umarım yazabilirim," demiştim; hayatımın en izi kalmış, en kıymetli insanlarından birinin çok çok değerli yorumundaki övgülerine verdiğim yanıtın içinde... Umarım yazabilirim demiştim ama kadim bir hayalin gerçekleşmesi için yoğun, yazmak için fazlasıyla kurak mevsimlerim başlayınca da ummakla kalmıştım.

O yazıyı yazamadım; bunun sebebi o günden sonraki iletişimin, yazdığım yorumların ve aldığım yanıtların her birinin defalarca okunup, gülümsenip, bir sandıkta biriktirilip, sıklıkla açılıp bakılıp, sonra yine o sandıkta saklanılası nitelikte olmasıydı. O bir yazardı, öğretmendi, blogunun ve kelimelerinin bir müziği vardı. Sayfasına ön iliklenerek gidiliyordu ve bundan da çok büyük zevk alınıyordu. Bir o kadar da besleyiciydi satırları. Aynı lisede okumuş olmaksa başka bir lezzetti bu çocuk için.


Hayatımın en keyifli iletişimiydi. Özellikle şu cümleleri içeren ilk yorumu çocuk sevinçlerimi zıplatmıştı: "MERHABA SEVGİLİ BURANEROS... HİÇ ADETİM OLMAYAN BİR ŞEYİ YAPIYORUM ŞU AN.. YANİ BENİM SAYFAMI ZİYARET ETMEYEN...ve YORUM BIRAKMAYAN BİR KİŞİNİN SAYFASINA YORUM YAPIYORUM.. ÜSTELİK AĞZI BİR KARIŞ AÇIK, UMDUĞUNUN FEVKİNDE BİR ANLATIMLA VE DONANIMLA BAYILA BAYILA OKUDUĞU BİR YAZIYA!!! ŞU ANLIK BU KADAR YETER HOŞBULDUK YANİ!!! ŞİMDİ BLOĞUNU BİR HALLAÇ PAMUĞU GİBİ ATMAYA GİDİYORUM.. MÜSEBBİBİ EVRENDİR! FAZLA ZORLARSAK AKRABA ÇIKMA İHTİMALİ BİLE VARDIR!!!! :)))... **

Sonrası hayatımın en güzel iletişimiydi, enfes yorumlar yazıyorduk. O sinyali vermişti ama o kadar tez zamanda olabileceğini düşünmemiştim. Oysa bir hayalim vardı; çok sevdiğinin altını çizdiği Evren, ben ve O, onun piyanosunun başında, elimizde şarap kadehleriyle kaç ciltlik kitap olur bir sohbetin koyuluğunda,

ve dünyadan kopuk bir fanus içinde,

enfes cümlelerden müteşekkil üç kişilik bir yok oluştu bu.

Oysa ne diyordu Pinhani'nin enfes şarkısı: Zaman beklemez. Hayatımın en kıymetli kayıplarından biriydi an. Üç kadeh boş kalmış, akıp giden cümlelelerin devamı tamamlanamamıştı. Buna rağmen şu satırları toparlarken bile sanki; O'nun piyanosunun başında şen şarkılar söylüyoruz... üstelik dolu kadehlerle...

Cehennem Deresi'ni uzun zaman elime alamamıştım. Şarap gibi her kitap da beklermiş demek ki bi ânı. Bir solukta okudum. Bir eleştirmen gözüyle bakmadım...

Bakamadım.

Çokkk sevdim.


​*Başlıktaki tanımlama Sevgili Evren'e aittir. 

** Sayın Gülsen Varol'un bu yazıdaki yorumu ise şu yazının yorum kısmında...


Yazının 2.bölümü içinse buradan lütfen


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP