16 Mart 2023 Perşembe

İki Kitap, 40 Yıl Sonra Milano, Ve O

Ortaya karışık bir yazı...


Kısa Süre Önce Yaşanan

Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim, derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim.

"İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 22-23 yaşlarında iki genç, kadın olanı İzmirli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Kesmelerle kitabım sırt çantamda, birlikte giriyoruz müzenin kadim ağaçlarla dolu bahçesine... Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

"Bir kapuçino lütfen."

Kasım 2022



*

Bir iki işi halletmek için şehirdeyim. Önce Kılıçdede İstasyonu'ndan trene binmeyi düşünüyorum. Sonra bir çocukluk arkadaşıma uğramak üzere bundan vazgeçip yürümeye devam ediyorum. Varıyorum ki kendisi yok. Fikrim buraya yürürken hoş bir teklifte bulunuyor bana. Müze Kafe'de kapuçino içelim! İşe geç kalma endişem var, ancak arkadaşla geçirilecek olan ama geçirilemeyen süre de cepte, hava güneşli ve davetkâr.

O halde kapuçinoya, onun vasıtasıyla da kendimizi şımartmaya...

Süzülüyoruz Milano Pastanesi'nden içeri. Bir müşteri var ve bir süre bekliyoruz. Gözüm üst kata çıkan merdivenlerde kalıyor. Ayaklarımsa hevesli. Geçmişten sahneler üşüşüyor, ayaklarım arzulu ama ruhum çıkmıyor basamakları. İki pasta alıp Müze Kafe'ye doğru yürüyor, bu kez farklı bir masaya oturuyor ve kitabımı açıyorum.

Sivrisinek Şehirde...


Aslında bir şeyi daha fark ediyorum. Aynı cadde üzerinde ve aralarında toplam 300-400 metre mesafe olan üç önemli nokta var, hayatımda önemli figürler olan. Biri çok atraksiyonlu günlerde çok anılar biriktirdiğim lisem. Onun hemen komşusu, o an gelecekte bir gün kapısından süzülüp öğretmenler odasına girerek hiç karşılaşmadığım bir ismi soracağımı henüz bilmediğim Atatürk Ortaokulu, ve elbette okulun 200 metre aşağısındaki Milano Pastanesi.

Gürcü Edebiyatı'na ilgim Kalem Kültür Yayınları'nın, Avrupa Birliği Yaratıcı Avrupa Programı desteğiyle yayımladığı, farklı ülkelerden yedi kitaplık, Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü başlıklı serisinin yanı sıra ilave olarak, Bulgar yazarların Dört Yol Ağzından Öyküler'iyle Leh yazarların Kehribar Ülkesinden Yeni Öyküler'i ve de Gürcü yazarların Sessiz Harfler Antolojisini de ekleyerek yaptığım alımlar sayesinde  oluştu. Ancak Sessiz Harfler Antolojisi bambaşka hayallere yol açtı ve onları gerçekleştirmeyi mutlak kıldı ve kendimizi bir anda Tiflis'de bulduk. Onun ardından da ülkemizde Gürcü Edebiyatı'na  ait ne kadar kitap varsa toplama faslı...


Beyaz Yaka çok keyifli bir okumaydı; ama masal tadında yaşadığım da bir roman. Gürcistan'da bir köy. Var ama yok. Beyaz yaka ile kastedilen karakter bir şehirli, bildiğimiz beyaz yakalılardan ve şehir hayatından kaçıp bir köye geliyor ve sonrasında ince bir mizah ve şaşırtıcı gelenekler... Miheil Cavahişvili 1880 doğumlu, kitabı 1926'da yazmış. Epeyi hırpalanmış bir aydın. Fakat çevirmen Parna-Beka Çilaşvili'nin hayranı olarak tescil ediyorum kendimi. Göç etmiş bir ailenin Ünye'de doğmuş çocuğu Parna-Beka, çevirilerin yanı sıra şiir ve öyküleri de olduğunu öğreniyorum ve tabii ki hedefim onun kitapları...

Sivrisinek Şehirde ilginç bir kurgu, başrolde sivrisinek ve elbette insanlar... İlginç karakterleri var, ve ilginç de bir akışı... Pek alışkın olduğum bir tür olmasa da keyifle okuduğumu söyleyebilirim. Erlom Ahvlediani üslubuyla farklı bir yazar tadı veriyor, sanki kısa ve bağımsız öykülerden oluşan ama bütüncül bir roman ve eğlenceli bir okuma oluyor şahsım adına... Henüz bitirmedim, son düzlükteyim ancak güzel ve tat veren bir deneyim olduğunun altını da keyifle çizmeliyim istedim peşinen... Ve sanırım sıradaki kitap, 2021'de aldığım, fotoğraflarını çekip blogda yayınladığım ve bir yazıma ufak bir değişiklikle başlık yaptığım, Otar Çiladze'nin Yolda Bir Adam Gidiyordu, adlı romanı olacak!

13 Mart 2023 Pazartesi

15. Yıl Özel Sayı-4

Hayatımın enn güzel yıllarına ve yeni ama muhteşem bir başlangıca adım attığım ama sonunun nereye varacağını henüz bilmediğim ancak derinden hissettiğim günlerden...


Bir Mektupta Sait Faik'ten Bahsetseydim...




17 Ekim 2012

Yazar beni öylesine kışkırttı ki direk aklıma gelen kitabı alıp sahile inmek oldu. İlk fikrim yürüyerek gidip bir kokoreç almak, o hazırlanana kadar iki üç midye götürmek, sonra da banklara konuşlanmaktı. Çünkü yazar bunlar için insanı kışkırtıyordu, dolayısıyla kendimi tutmam mümkün değildi.

Sahile indiğimde kokoreçe gitmekten vazgeçtim, mesafeye bakınca...

Ama bu akşamlık!

Hemen banka konuşlandım, sokak lambası aynen kitap okuma ışığı gibiydi. Hava olması gerektiği kadar serin, ay ışığı arkada kalmasına rağmen muhteşem, deniz de sakindi. Açıktaki balıkçı teknelerinin ışığı, gökteki yıldızlar, oyun parkındaki çocuklar, siyaset tartışarak yürüyen amcalar, banktaki iki sevgili, bisikletle gezen çiftler, farı ağaçları dolanarak insanların yüzünü sıyırdıktan sonra tekrar yola dönen zabıtanın motosikleti, küçük kızı arkasında ve elinde sigarasıyla yürüyen anne, eldeki kitapla doğru orantılı bir atmosfer yaratıyor, üstelik "Ah kahve!" dedirtiyordu.

Aslında bira için de ciddi bir tahrik vardı!

Sayfaları çevirdikçe kendimi kitaptan kopartamıyordum. Bu arada kitap bazı şeyler için insanı öylesine tahrik ediyordu ki hemen bir senaryo yazdım.

Anlatsam mı?

Aslında kurduğum şu idi: Misal bir akşam saat 19'dan sonra... Anlatırsam, uygulaması o kadar tatlı olmaz diye düşündüm şimdi. Aklıma düşme hali spontandı. Gerçeği de öyle olmalı.

Biraz ipucu versem mi acaba?

İpucu veriyorum: Kesinlikle muhteşem bir şey.

 Akşam üzeri kanepeye uzanmış ve elime kitabını tutturmuştum: Mahalle Kahvesi. Zaten yazarı geç okuduğum için üzülmüştüm, her siparişe bir kitabını yerleştirmeyi kafama koymuş ve ilkini de getirtmiştim. Bayağı serinlemiş ve Londra modunda hava eşliğinde kanepede kitap okumak güzeldi. Üstelik üç beyaz çikolatalı, içinde yoğun rom, süt köpüğünde bir damla badem aroması olan kahve keyfi bile yaptım.

Şu bizim sahil kesinlikle pastırma yazında çok daha can. Sait Faik kesinlikle akşamları orada oturmalı, bir cıgara tüttürmeli, başta tekneler olmak üzere, topal kedi, topal kediye hiç üşenmeden arabasına binip yemek getiren, onu arayıp bulan, başka kediler yemesin diye başında durup yemesini bekleyen, geç gelen ve bu nedenle bir tanesinin adı Esile olan ikizlerin babası yan komşuma ve bilcümle aleme dair ne yazılar yazardı, kim bilir?

Hatta gün boyu şehirde işlerimi hallederken, yürürken, trende kitabı okurken, uzun zamandır göz diktiğim ve Bedestanda, ev yemekleri yapan küçük dükkânda çöp kebabı yerken, hep yazacağım yazıyı kurdum. Sait Faik üzerine bir yazı yazmayı kesinlikle kafama koymuştum. Sait Faik'i geç okumamın bir kayıp değil aksine kazanç olduğunu düşündüm ve asla keşke demedim.

Çünkü şu anda onu okurken, biriktirdiğim İstanbul'a daha farklı bir gözle bakabiliyor ve yazarın anlattıklarını daha derinden hissedip, canlandırıp, tadına daha çok varıyorum.

Küçükken, onun yetişkin gözünden baktığım İstanbul'u bu kadar güzel fark edemeyebilirdim, geç kalmış olmama çok memnunum. Hatta yaklaşık 10-15 yıl önce okuduğum ilk ve tek kitabından daha çok tat aldım şu an diyebilirim. Eğer üzerine bir yazı yazabilirsem bir gün; ben de yazımda kıskandığıma vurgu yapacağım muhtemelen.

Röportajı okudum, teşekkürler.

Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekânda, dışarıdaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun...

ama illaki Süheyla!

Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek bir teklifte bulundum.

*


Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri. Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı...

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki siyah-beyaz bir Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi.

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen."




Fotoğraf babamın ağaçlarının altında ve Nikon L23 ile çekilmiştir.

10 Mart 2023 Cuma

Birilerinin Külliyesi Varsa Benim de Külliyatım Var

Bir gün bana dank ediyor ve sürekli kaybolur yazılarım ya da başına bir şey gelir endişesiyle; aralıklı olarak ve biraz da geç kalarak blogu yedeklesem de, bunun dokunulabilir bir şey olmadığını biliyor ve -benden sonra- yok olacağı kaygısını yaşıyorum. Yazdıklarımın kalıcı ve dokunulabilir olmasını istiyorum; çünkü yok olup gitmesini hiç arzulamıyorum. O anki duygularımı ve gerekçelerimi de bloga şu şekilde not düşüyorum.

Yıllar geçtikçe de geride bıraktığım yazıların bir anlamı olduğunu, geleceğe bırakıldığını ve bu anlamda da bir değer oluşturduğunu düşünmeye başladım. Bir de korktum, bunca emek bir gün silinip giderse, diye... Her yazıdan sonra dışa aktar ile blogu -her ne kadar bilgisayar kodları ile olsa da- belgelerime aktarmaya başladım, bununla yetinmedim, daha sonra bir kopya da flash belleğe attım. Sonra birden sayfaların fotokopisini almak geldi aklıma. Hakan'a gittim, çocuklar her sayfanın PDF'ini aldılar önce, sonra da, sondan başa doğru önlü arkalı olmak koşuluyla bastılar fotokopi makinasında. Tam üç cilt A4 boyutunda spiralli kitap oluştu. Dokunmak hoştu!



Yıl 2020 

Aradan bir zaman geçince, eylem kaldığı yerden devam ediyor, şu cümleler de sürece ilave oluyor.

Bu kez daha az olduğu için yazılar; üstelik işler bitmiş vaktim bollaşmış, çalışma alanı denize paralel masa olmuşken,  PDF'lerini ben aldım. Flash belleğime yükledim, Hakan'a gittim ve yeni bir ciltte 196 A4 kağıdını önlü arkalı dolduracak kadar, tam 392 sayfalık dördüncü spiralli ciltle eve döndüm. Yaklaşık 1500 A4 sayfalık bir geçmiş var artık. En fazla dört kopya, ciltli kitap hâline getirtmeyi düşünüyorum şimdilerde. Belki gelecek nesillerden de yazanlar çıkar, diyerek mesela, 200 yıl sonra onları okumanın nasıl bir şey olabileceğini hayal ediyorum...

Ve bir de ara sıcak tadında, diğerlerine göre ince bir cilt daha ilave oluyor külliyata pandemi öncesinde. Bu süreçte yoğun bir iş dönemi nedeniyle bir yılı sıfır, önündeki iki yılı da az sayıda yazı ile geçmenin ardından...



Ve Yıl 2023

Aylardan Mart



Yoğun iş sürecinin ve yavaş hayat planlamalarının ardından ve kısa son ciltten sonra yazılara hız veriyorum; biriken yazı sayısı epeyi gelişiyor; ve bundan iki hafta önceye varıyorum. İstikamet yeniden Hakan, çocuklar kaldığı yerden itibaren PDF'leri sayfa sayfa kopyalarak almaya başlıyorlar. Ve dün mutlu son. İki kocaman, öncekilerin üçüne bedel sayfa sayısı olan yeni ciltlerimi de kapı teslimi alıyorum.


Mutluyum, iyi ki geç de olsa bulaştım "sanal" aleme diye seviniyorum. Daha çok da bu sayede tanıdığım her yaştan nitelikli dostların varlığına... Sonra, 15 yılda yazdıklarımdan, bir anlamda da yaşadıklarımdan kaç cilt kitap çıkacağını hesaplıyorum ve bir tahmin yapıyorum. A4'leri kitap boyutuna indirip görselleri çıkardığımda en az 15 kitap yazmışım diye düşünüyorum.

Üstelik tümüyle gerçek hayat!

Eğer "sanal" aleme bulaşmasaydım, -acı gerçek şu ki- tek sayfalık bir "külliyatım" bile olmayacaktı!

Oysa şimdi...


Elbette durmak yok!

Yola devam...

8 Mart 2023 Çarşamba

Enfes Bir 'Yaşamak' Akşamı

4.Mart.2023

Yazıya sondan başlamalıyım diye düşünüyorum çünkü çok ilginç bir kadınla tanıştığım, şaşırtıcı, bir o kadar da gülümseten bir akşamdı yaşadığım.

Öncelikle Yaşamak'ın hayatımda izlediğim en etkileyici filmlerden biri olduğunun altını kesinlikle çizmeliyim. Bir denklik hali miydi film sonrası istasyona giden üst geçitte yürürken ve sondaki asansöre yaklaşırken yaşadıklarım bilmiyorum; kaderime dahil bir planlamadıysa da enfes bir sinema akşamının ardından gelen bu rastlaşma şaşırtıcı, çok ama çok enteresan, üst geçitte başlayıp bizim istasyonda inmemle biten ve özellikle bitmesini istediğim, kelimelerin bir türlü sonlanamadığı ve girdabından kurtulamadığım, uyanmak isteyip de uyanamadığım bir rüyaydı sanki: Çünkü trene bindiğimde uzaklaşmak istediğim ama beni oturmam için boş olan yan koltuğuna çağıran çok ama çok enteresan, kariyerli bir hanımefendiydi...



*
Evden çıkıyorum ve trene doğru keyifle yürüyorum. Enfes bir bahar akşamı sanki. Kışa dair hiç bir iz yok. Montum sırt çantamın askısında, etrafın tadını çıkarır vaziyette yürürken ve biraz geç kaldığım için klasik sinema alışverişini bizim mahallede yapsam diye düşünürken kendimi istasyonda buluyorum. Tren sakin. Maskemi takıp oturuyorum. Kitap okuma arzum tereddüt içinde... O halde manzaranın tadını çıkaralım. Sevdiğim bir ülke edebiyatından, çok severek okuduğum roman bu güzel, o an için  enteresanlaşacağını düşünemediğim akşama dahil. Keyfi çıkarılan bir yolculuk ama biraz da geç kalma, 19:35 seansına yetişememe endişesi...


Neredeyse ucu ucuna varıyorum AVM'ye. Önce sinema katına çıkıyorum, çünkü klasik sinema alışverişi için zaman sınırlı. Benim tatlı gişecim bu akşam yok. Başka tatlı bir gişeci gülümsedi. İnsan gişe önündeki kuyrukları arıyor sanki... Ama bu akşam olsalardı işime gelmeyeceği de kesin, çünkü yirmi dakikam var. Bilet cepte, o halde Migros'a, klasik sinema alışverişine... Hızlı hareket ediyorum ve Migros'tayım lakin kuyruk-zaman ilişkisini kurunca filme geç kalacağım kesin. Suyum bile yok! Yeniden sinema katı ve koltuğumla selamlaşma. Özlemişiz birbirimizi; geçen hafta film olmadığı için 15 gün uzun gelmiş ve hasret biriktirmişiz anlaşılan.

An itibari ile beş kişiyiz, bu da bir gelişme!

Enfes bir müzik ve enfes bir açılış sahnesi ve akabinde bir kısa tren yolculuğu, kompartımanda takım elbiseli ilginç karakterler, filmin geçtiği dönemle uyumlu bir renk filme yönelik önemli mesajlar veriyor. Biz bir genç adamla tanışıyoruz, o an için bir fikrimiz yok, belki sonra gönlümüzü çok hoş tutacak bir âna tanıklık edebiliriz. Süreç içinde bir de genç kadınla tanışacağız, sonra başka bir genç adamla... Şu an bunlara dair nasıl duygular oluşacak bünyemizde bilmiyoruz.

Ama ben şaşkınım. Çünkü bir izleyici olmaktan çıktım. Filmin o kadar içindeyim ki zihnimde filmin içinde kalarak yaşadıklarımın dışında hiçbir şey yok. Hani bazen gözünüz filmde olur da o sırada zihninizden film dışında başka şeyler de geçer ya... inanın filmin son harfi geçene kadar belki de, ilk kez ya da nadiren olur biçimde konsantreyim perdeye... Oradayım ve çıkmaya da hiç niyetim olmadığı gibi bunu düşünecek fırsatım da yok. Tüm oyunculara sahicilikleri konusunda bayılmış durumdayım. Zevkten ölüyorum çünkü film, film olmaktan çıkalı çok oldu ve ben o zaman diliminde, orada ve yaşananlara dahil olmuş, tüm tanıklıkların gerçek olduğu enfes bir deneyim yaşamaktayım. Ve tüm bu anları şahlandıran bir müzik akıyor kulaklarımdan sızarak, içime.

Bill Nighy performansı için söyleyecek tek kelimem yok. Çünkü bir kelime edersem nerede duracağım şüpheli ve endişe verici bir durum okurlar için. Muhteşem diyeyim de siz anlayın.

Margaret Harris, yani genç oyuncu Aimee Lou Wood, abla sen iki karakterli ikiz bir insan mısın dedirtecek kadar şaşırtıcı. İnsan bir rolü bu derece mi sahici kılar demek istemiyorum, çünkü öyle.

Sanmış olmalıyım ki şu dünyada aynı genç kadından iki tane var ön kabulüyle  bunlardan biri perdedeki Margaret, diğeri de perdede Margaret ama gerçek hayatında Aimme olan iki farklı insan ama aynı bedende yaşayan çift karakterli ikizler diye düşünüyorum...

Gerçi altını çizdiğim bu özellik finalde göreceğimiz polis memuru dahil bu filmdeki tüm karakterler ve oyuncularda da var. Mesela Alex Sharp, genç bir oyuncu, filmde işe yeni başlayan memur Peter Wakeling. O da Aimme gibi. Sevimli ve çok sahici.

Lakin yazasım çok ama frene basmam da gerek. Elbette Billy Nighy yani Williams, oyunculuk performansı muhteşem; ama o karakter! Williams işte! Nasıl hiç çaktırmadan ters köşeye yatırdın bizi abi demeden edemiyor ve buna bir de "İyi ki!" eklemeden duramıyorum. Mıh gibi çakıyor kendini ama ters köşeye bizleri yatırması da yönetmen Oliver Hermanus'un başarısı. Ve filmin Emilie Levienaise-Farrouch elinden çıkmış, müzikleri, şarkıları... Onlar da mıh gibi çakıldılar zihnime ve hâlâ bırakmış değiller beni. Lakin filmin bir noktasına geliyoruz ki orada hayallerim yıkılıyor, böyle mi bitmeliydi bu film diye yönetmene çakıyorum. Öylesine filmin içindeydim ki süre tahmini bile yapamıyorum. Çünkü genel akışa ve biriktirdiklerimize bakılırsa film bitti.

Kızgınım ve toparlanma için kapanış jeneriğini bekliyorum ancak sanki film o sırada yeniden başlıyor. Peter kış bir havada yürüyor, biz de onla birlikte yürüyoruz. Atmosfer etkileyici, bir yere varıyoruz, gözlerimiz nemleniyor. Tüylerimiz ayaklanmaya başladı. İçimden bir ses "Tapılacak adamsın Oliver Hermanus," diyor ama ben çoktan perdeye sıçramış ve filme gömülmüş durumdayım. O sıra daha önce hiç görmediğimiz bir polis memuru yanaşıyor, insanın içine işleyen mekân seçimi, hava ve flashback'ler, veee...?!

Yüzümde enfes bir tebessüm, tüylerim diken diken... sahne, an, müzik, salıncak her şey ama her şey ayakta. Duygular bir kez daha şelale ve içimde alkış kıyamet.

Aslında filmin ikinci çevrim olduğunu biliyorum giderken, bu sinyali afişten almıştım zira. Ancak izlediğim Yaşamak önceki imzalara rağmen bana bir de o filmi izlesen duygusu vermediği gibi, buna en ufak bir niyetim bile yok. Bu filmden aldığım tat bana ömür boyu yeter çünkü. Bir kıyas için izlersem eski çevrimini şu anki, yukarı satırlardaki duygularımın erozyona uğrayacağını ve filmin kattığı unutulmaz tadı zedeleyeceliğini ve onun bu özel halini bende yok edeceğini biliyorum.



Ahh Benim Kör Olasıca Cazibem İşte!

Asansöre binmek üzereyim, biraz önce mendil sattırmak perdelemesiyle dilendirilen çocukların önünden geçtim ve an itibariyle pahalı giysileri olan çok şık bir hanımefendi söylenerek asansöre, dolayısıyla bana yaklaşıyor. Çocuğun annesine hasta olacağının altını çizerek ayar verirken kendisinin doktor olduğunu da söylemiş. Allahtan asansörün yol alacağı mesafesi kısa diye düşünüyorum, bir iki kelam bu mevzuda, sonra kurtuluş. Umudum bu! Çünkü filmin üzerine hiç bir şey bulaştırma niyetim yok. Tren akıp giderken de ben filmi yaşamaya devam edeceğim. Çıkınca asansörden hanımefendinin aksine karşıya geçiyorum. Kartımı okutup son vagona denk gelecek banka oturuyorum; elimde çıkarken Migros'tan aldığım lokmalık havuçlu kek paketim var ve atıştırıyorum. O sırada hanımefendi istasyona giriş yapıyor, elinde bir soğuk çay kutusu var. Yürüyor, yürüyor ve dank diye benim banka konuşlanıyor. Konuşkan bir abla, ona paketi uzatıp kek ikram ediyorum; teşekkür ediyor ve istemiyor. Beyinci olduğunu öğrenmiş durumdayım. Benden üç dört istasyon sonra ve sahilde oturuyor olduğunu da biliyorum artık. Kızlarından biri de doktor, damadından şikayetçi, karşı tepelerde bir ev yaptırıp orada yaşamayı düşünüyor. Çünkü şimdi trendeyiz ve ben başka bir koltuğa yönelmişken hanımefendi seslendi ve yanındaki boş koltuğu işaret ederek beni davet etti. Yol boyu sohbet koyu, her konu açılıyor rahatlıkla, damadın uyuşturucu kullanıyor olmasının yanı sıra, yedi sülalesini ve servetin boyutunu da anlamış durumdayım, lakin gözüm de ekrandan akan istasyon adlarında. Hanımefendi, elbette gençliğinde, yani 18-20'lerdeyken adını söylediği ama benim aklımda tutamadığım bir güzellik yarışmasında birinci olduğunu söylemeyi de, elbette hakkı olarak, ama tatlı bir üslupla ve bir genç kız edasıyla söylemeyi de ihmal etmiyor.

Üç, iki, bir derken kalkıyorum, tanıştığımıza memnun olduğumuzu karşılıklı olarak beyan ediyor, iyi akşamlar diliyoruz.

Eve doğru yürürken ve bu rastlaşmaya gülümserken markete uğruyorum ve bir adet Schweppes mandalina alıyorum; yatağıma uzanıp günü zihnimde akıtırken, telefona uzanacağım ve Enn Sevdiğim Kadın'ı arayıp ona filmi ve tanışıklığımı ballandıracak, tanıyıp tanımadığını soracak, O'nu da bir masalı dinler gibi keyifle dinleyecek ve hayaller kurarak uykuya doğru yol alacağım.



7 Mart 2023 Salı

Ben Biliyordum

11 Haziran 2011'de demiş ve yazmıştım!



Bundan 2,5 yıl önceki yerel seçimlerde mutsuzluğumu ifade eden, "Oyumu mu kullandım, yoksa birileri beni mi kullandı?" başlıklı, kendimle hasbihal eden bir yazı yazmıştım. Oysa yarın sandığa giderken, daha ziyade oyumu atarken, fena halde mutlu olacağım. Evet, uzun yıllar sonra bir seçime, tıpkı eski günlerdeki heyecanla katılıyorum.

Seçim gecesi planlarımı günler öncesinden ve bir an öncenin telaşlarıyla, kıpır kıpır bir keyifle yapmaktayım.

Uğruna Fenerbahçe maçlarından bile vazgeçebilen ben yarın gece, Behzat'ımı ve arkadaşlarını yalnız bırakacağım. Bu kez biralarımı alıp, üstelik de çeşit yaparak, uzun bir aradan sonra, seçim gecesi yayınlarının keyfini çıkaracağım.

Mussano'nun Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan olduğunda yazdığı "Salakça Bir Mutluluk" başlıklı muhteşem yazısının altına yorum yazan sevgili Ateş Böceği'nin bana yönelik olarak kurduğu; "Bu konuyla ilgili fikirlerinizi şahsen çok merak etmekteyim" cümlesindeki isteğini yerine getirmemiştim ve bunu özellikle yapmış, bekleyip görmeyi tercih etmiştim.

Sıkı bir Baykal ve onun yönetim zihniyeti karşıtı olan, bu konuda da pek çok yazı yazan, onun gittiği gün ülkede ve partide çok şeyin değişeceğine sürekli vurgu yapan benim bu değişimle ilgili olarak, özellikle Kılıçdaroğlu ile ilgili, başlangıçta çekincelerim vardı. Hakkında benden daha derin ve olumlu kanaatler oluşturan Mussano'nun aksine; sınıfın orta sıralarında oturan, harıl harıl ders çalışan, iyi notlar alan, bunların dışında özellikle iletişim kurmak konusunda sorunları olan, sessiz ve asosyal öğrenci gibi görmüştüm kendisini; iyi niyetinden ve çalışkanlığından asla şüphem yoktu. Televizyon ekranlarında belgelerle dövüp siyaset dışını atmayı başardığı siyasetçilere karşı gösterdiği başarılarını da, işini iyi yapan bir devlet müfettişi çerçevesinde değerlendirmiştim. Bizim şehirde referandum sürecindeki ilk mitingini izlediğimde açıkcası yetersiz bulmuştum kendisini. Yani o partinin liderinde olmasını istediğim "karizmayı" ve savaşçılığı kendisinde görememiştim.

Fakat süreç içinde, hiç gürültü patırdı çıkarmadan usul usul tasviye ettiği kişilerin ve siyaset tarzının yerine koyduklarına bakınca, koyduklarından kendi popülaritesini öne çıkarmaya heveslileri de fark ettikçe sessizleştirmeyi başarınca, ve muhteşem ekipler oluşturup şahane bir kampanyanın vitrininde çok başarılı bir meydan konuşmacısı haline gelince, CHP siyaset kavgasını ortaya koyduğu projelerle yapmaya başlayınca, yavaş yavaş kitlelerle kurduğu diyaloğun sıcaklığını gözledikçe, gösterdiği adayların bazılarıyla ilgili itirazlarım ve çekincelerim olmasını rağmen tamam dedim.

Ve şimdi görüyorum ki; malum kişi döneminde hiç olamadığı kadar coşkulu ve inançlı CHP seçmeni... Ve ben gibi; "o adama " onun siyaset uslubuna kızgın insanlar müthiş keyiflenmişler... Ve çok uzun zaman sonra gençler, kadınlar kocaman bir heyecan ve coşkuyla her yerde, her platformda parti için çalışıyorlar... O malum kişi için yazdığım "Asıl Suçlu" başlıkla yazıda olması gerekenler şeklinde sıraladığım bir çok şeyin yapıldığını görüyorum artık. Partinin internet sitesine giren mavi renk ve sitenin modern hali, aslında çok güzel anlatıyor her şeyi; geçmişine saygılı ama çağı yakalamış ve gözünü ileriye dikmiş, önü açılmış çok sayıda potansiyel lider adayına sahip, şikâyet etmektense neyi eksik yaptık diyebilen ve gerçek anlamda sosyal demokrat olma yolunda ilerleyen bir parti artık CHP...

Hep savunduğum, "Türkiye seçmeni her zaman cezayı keser ve bir seçenek arar, onu bulamazsa kötüler içinden iyiye yönelir," tezimle doğru orantılı olarak bugüne kadar, ne yazık ki CHP kendi sempatizanları noktasında bile kendini bir seçenek yapmayı başaramamıştı. Şimdi, özellikle Kılıçdaroğlu'nun şahsına gösterilen ilgiyle birlikte, artık seçmen gözünde önemli bir seçenek CHP. Seçim sonundaki oy oranının benim için hiç bir önemi yok! Çünkü artık Türkiye'nin geleceğinde güçlü ve doğru siyaset üreten, iktidarı telaşlandırıp küfürbaz yapan bir CHP var. Bütün fraksiyoner farklılıklarımıza rağmen bir araya gelerek peşinden koştuğumuz, destek verdiğimiz partinin geri döndüğünün fazlasıyla farkındayım. Ve ben seçim sandığına; kısa pantolonlu militan çocukların, kendi solculuklarından daha geri görseler bile katkı vermekten zevk duydukları, seçim gecelerini bayram yerine çevirdikleri partiyle yeniden kucaklaşmaya başladıklarını hissederek gidiyorum.

Müthiş sevinçli ve heyecanlıyım. Uzun bir aradan sonra sonra ilk kez yarın, oyumu büyük bir zevkle, seve seve kullanacağım.

Ve uzun zaman sonra yarın akşam, şahane bir "TV'de seçim gecesi" keyfi yapacağım.

Nihayet.

4 Mart 2023 Cumartesi

Bir Masalmış Geçen Yıllar

Eski Bir Yazıdan

Güncele ve siyasete dokunuş etiketli yazılar yazardım, tırsmazdım.

Bir darbe yaşamış demokrasimiz anlamsız yasaklarla birlikte ucubeye dönmüş olmasına rağmen, korkmadan yazabilirdik!

Sonra usul usul bir şeyler değişmeye başladı. O güne kadar hiç görmediğimiz şeyler oluyordu ülkede. Birileri zaten barajla kısmen ucubeleşmiş parlementer sistemin altını iyice oyuyordu. Gazetecilerden başladı yıldırmalar... bazı blog yazarı arkadaşlarımız mahkemelerle uğraşmak zorunda kaldılar!

Gençler ellerine verilen oyuncaklarla usul usul depolitize ediliyor, gazeteler el değiştiriyordu.

Televizyonlar başka bir şeye evrildi...

Oysa biz alışkındık her hafta tüm siyasi liderleri açık oturumlarda hem de devletin tek kanallı ekranında tartışırken izlemeye...

Çocuktuk.

Sokaklar boşalırdı o akşamlarda...

Kimse kaçmazdı rakibiyle tartışmaktan. Eğitimli ve kültürlü insanlardı. Her birimiz dünya görüşlerimiz özelinde bir başkasını severdik elbette... Onlar ne kadar ağır laflar etseler de birbirlerine, belli bir kültüre erişmiş, eğitimli, dil bilen, yurt dışı görmüş, mesleki kariyerleri tepelerde insanlardı.

Tartışmaktan kaçmaz, bunu kendilerini topluma ifade edebilmenin aracı olarak kullanırlardı.

İzleyici sevmediğine, tarafı olmadıklarına kızsa da keyif alırdı bu tartışmalardan...

Demokrasimizin kırık dökük kabul edildiği yıllarda bile en muktedirlerin dansöz şeklinde karikatürleri yapılabilir, bu ülkede, tirajları tepelerde mizah dergileri yaşayabilir, evlere gazeteler girerdi. O siyasiler, haklarındaki her türlü eleştiriye açık oldukları gibi, saraylarda oturmayı düşünmezlerdi.

Özel uçakları yoktu, seyahatlerinde Türk Hava Yolları uçaklarını kullanır, maiyet gazeteciliği diye bir kavram oluşmadığı için de bütün gazeteciler ücretleri patronları tarafından ödenmiş biletlerle binerlerdi o uçaklara.

Ellerindeki gücü kullanarak, karikatürlerini yapanları ve haklarında yazanları  mahkeme kapılarına sürüklemeyi de düşünmezlerdi, o günün siyasetçileri... Ancak ahlaki sınırlar aşıldığında ve mesnetsiz suçlar yakıştırıldığında haklarını bağımsız mahkemelerde arar, gazeteler de mahkeme sonuçlarına göre karar aleyhlerinde ise tekzip yayınlarlardı.

Bugünküyle kıyaslanamayacak bir kuvvetler ayrılığı ve uygulanmasında kişiye göre sapmaları olsa da demokratik bir anayasımız, ve kişilik haklarımız vardı.

Barajsız seçim sistemi her oyu anlamlı kılar, belli bir kontenjan dışında milletvekili adaylarını partiler ön seçimle ve üyelerinin oyları ile belirlerdi.

Seçmen, asıl patronun kendisi olduğunu hissettiği gibi siyasiler de bilirdi bunu.

Bakmayın yüksek barajı övenlerin koalisyon dönemlerini yermesine... İstatiksel olarak, çok partili demokrasiye geçtiğimiz süreçteki en yüksek kalkınma hızları hep halkın oylarının koalisyon ürettiği dönemlere aittir.  İşte, 1980 öncesinin Türkiyesi'nden bugünlere bakınca, o gün karşı durduğumuz insanların bugün gidip ellerini öpesim geliyor,

hatta, her türlü eksiğine ve eylemselliğimize rağmen nasıl da kıymetlerini bilememişiz, diye de düşünüyorum!

2 Mart 2023 Perşembe

Blog Dünyasının Ayağa Kalktığı İki Gün

Vakit öğle olmak üzere, dışarının soğuğunun aksi bir sıcağın şefkatinde, elimde kahve kokusu  bloglara göz atarken, bir yandan da  bir raporla meşgulüm. O ara e-postalarıma bakıyorum, -bildiğim yüreği- bir küçük çocuk için atan, en çok da ona ulaşmak maksatlı atıldığı her halinden belli olan, "Falan kişiyi   tanıyan birine ulaşma şansın olabilir mi?" cümlesinin yer aldığı İstanbul çıkışlı, Düş'den gelen e-postada duruyorum. Ona yüklenmiş duyarlılıktan ve endişeden dolayı ricayı görev addediyorum.


Gerçeğin Peşinde




Yayın Tarihi 2011


Saat 10:49:56

Bana ilk fark ettirildiğinde gerçekliğine inanmadığım, en önemli ipucumun blog yazısındaki -özellikle seçildiği duygusunu bende hakim kılan- tarih ve vakit olduğu olayla ilgili  bu talep üzerine; "Şu an işlerim var ama öğleden sonra hallederim, olmadı önemli bir kaynağımı kullanıp kesin sonucu en geç yarın bildiririm," mesajını atıyorum. Verilen ipuçlarının yetersizliği üzerine ek bilgi istiyorum. Daha fazlasına ulaşılamayan ve tahmine dayalı bilgiler üzerine kaynağımı kullanmaya karar veriyorum.

Saat 13:15.21

Numaralarını tuşladığım telefon iki çalmanın ardından açılıyor. "İnanmayacaksın ama şu an arkadaşıma senden söz ediyordum," diye başlayıp "Abi nasılsın?" diye devam eden hasbihalin ardından, bir başka kentte görevli bir istihbarat görevlisine "Bir ad var ama o ad soyaddan da çok insan vardır, eminim! Yani bir de çocuk adı verebilirim sana, yaşadığı yer dahil başkaca da bir şey yok, sadece bir dönem bizim şehirin bir ilçesindeki resmi bir kurumda çalıştığı ancak şu an başka bir şehirde ailesinin yanında yaşadığı konusunda tahmini bir bilgi var. Ailesine ulaşılabilecek bir sabit telefon yeter!" diyerek, neden lazım olduğunu, insanların telaş ve üzüntülerinin altını da çizerek kısaca özetliyorum.  Sevgili ve önemli kişinin "Şu an dışarıdayım. Ofise döner dönmez arıyorum seni..." cevabı üzerine, işlerime dönüyorum.  

Saat 17:22:26

Blog dünyasında yazan insanların duygusallığını, duyarlılıklarını, yazılan mesajlardaki içtenliği, üzüntülerdeki samimiyeti, hiç tanımadıkları bir küçük çocuğa karşı besledikleri şefkati ve sahiplenme duygusunun sahiciliğini düşünürken ve bu insanların yüreklerine bir kez daha saygı duyarken telefonum çalıyor. "Abi meraba," nın ardından bütün bilgileri detaylıca alıyorum.

Tarih 16.11.2011

Saat 09:17:16

Arabayı uygun bir yere park edip, müşterimiz olmuş  kurumlardan birinin kapısından içeri giriyorum. İki yöneticinin adlarını söyleyerek orada olup olmadıklarını soruyorum. Olmadıklarını belirttikten sonra "Yardımcı olabilir miyim?" diye soran genç adama doğrulanan bilgiden yola çıkarak "Falan kişi sizin kurumda mı çalışıyor?" cümlesini kuruyorum." Evet," cevabını alınca olayı kısaca özetliyorum. Başlangıçta arama niyetimin başka olabileceğini düşünerek, bu şüphesini de "Başka bir amaçla aramıyorsunuz değil mi?" sorusuyla açık eden gence olayı anlatıyorum. Yaşadığı yanıtını alıyorum ve buna hiç şaşırmıyorum. Sonra doğru kişi olduğunu teyit için; yazıp çizme işlerinden bahsediyorum. Bir çok iyi niyetli, saf ve temiz duyguların sahibi her yaştan insanın endişe içinde olduğu vurgusunu yapıyorum, aileye ulaşıp taziye bildirme arzularının altını çiziyorum. Bir de telefon numarası alarak ve karşılıklı gülüşerek ayrılıyorum oradan

Saat 10:25:00

İyi yürekli kişiye diğer iyi yürekli insanları haberdar etmesi için olayın gerçek olmadığını belirten mesajı atıyorum.

Saat 10:27:13

"İş yerinden bilmiyor olabilirler mi?" diye gelen ve bir yalana inanmak istemeyen, kişiye de bunu konduramayan  mesajı okuyunca;  insan,  özellikle küçükler için atan kocaman bir kalbe sahip insan olmak böyle bir şey diye düşünüyorum; olaya dahil olup, duygularını, insana duydukları saygıyı içten ve güzel cümlelerle ifade etmiş, aileye ulaşıp destek vermekten öte bir amacı olmayan iyi niyetli tüm blogger mesajlarına da bakarak...

Saat 11:55:00

"Sanmıyorum. Çünkü  merkezdeki çocukla uzun uzun konuştum. Dediğim gibi önce başka maksatlı olabileceğini düşünerek çekingen davrandı, sonra ben de anlattım durumu ve gülüştük Sonra onun çalıştığı ilçedeki şubenin telefonunu aldım ve kendisiyle görüşmek, insanların samimi üzüntüsünü vurgulamak ve buna bir son verilmesi gerektiğini düşündüğümü belirtmek  için  aradım. Ulaştığım kurum çalışanı hanımefendi "Bugün henüz gelmedi," dedi. Yani dün buradaydı anlamını çıkardım ben bundan, yazısında bahsettiği şehirde değil yani... ayrıca ayın 10'unda intihar eden bir personelin bugüne kadar duyulmaması mümkün değil... Şubesini öğrenince, ki yazılarından da yola çıkarak evinin nerede olacağını tahmin ediyorum.  Bunlar da intihar yoluyla ölümün duyulmama ihtimalini sıfırlıyor. Artı eylemin 10 Kasım tarihinde ve sabahında olması zaten beni şüpheye düşürmüştü. Bi de kişinin yazılarından ve genel tavırından yola çıkarak "insanı" kestirebildiğim için, olağan bir durum diye düşünüyorum yaşanmakta olanları.  Kurumun sitesinde bir bölüm var, orada ölüm haberleri gün gün çıkıyor, orada da yok! Yani 6 gün önce gömülmüş birinin, görev yaptığı kurum ve şubesinin olduğu ilçe, evinin olduğu yer göz önüne alınınca duyulmama ihtimali sıfır," mesajını, çalıştığı yerin de telefon numarasını ekleyerek gönderiyorum.

Saat 12:13:15

New York Üçlemesi adlı kitaptaki kahramanlardan birine atıfla  "Olası istihbarat durumlarında rahatsız edebilirim, benim Paul Auster'im olur musun?" mesajına gülümseyerek bir yanıt yazıyorum.


26 Şubat 2023 Pazar

Galiba Bir Masaldı!

Malesef öyle... ancak bu yorumun daha önce üzerine hiç düşünmediğim bir hikâye verdi bana; bu yazıdaki son fotoğrafla ilgili olarak... Bir ara o fotoğrafı kullanarak yazacağım bunu.

Diyerek yanıtlıyorum Sevgili Kitapkeşfi'nin Bir Masaldı Galiba! başlıklı yazıya yaptığı yorumunu; ve öylesine çekilmiş bir fotoğraf bir ânda başka bir boyut kazanıyor. Zihnimde olasılıklar cirit atıyor. Hayal dünyasının ucu bucağı yok sonuçta. Fotoğraftaki Peri Kız'ın ve o ânda onunla birlikte orada olan diğer kişilerin hepsiyle o gün, o saatte, o ânın içindeyken, onların hiçbirinin bizden haberleri yok. Bunun yanı sıra o kişilerin de bizim için özel bir anlamı yok ancak biz, onların varlıklarını, boylarını boslarını, kılık kıyafetlerini, o ânki sevinç ve heyecanlarını görüyoruz. Bir fikrimiz var mutluluklarına ve heyecanlarını dair, çünkü bunu hissettiriyorlar. Tüm bunlara rağmen 2017 yılındaki o ân için, çok anlamlandırılacak bir durum da yok bizim açımızdan. Bir mezarlığın önündeki bankta; mandalina ağaçlarının altında; dalından kopardığımız mandalinaları tüketirken, bir yandan da bulunduğumuz coğrafyanın tadını çıkarıyor, coğrafyaya bir kez daha gelmenin ve bu kez en azından çok güzel dostlar edindiğimiz Vakıflı'da bir gece geçirmenin hayallerini kuruyoruz.


Dün Sevgili Kitapkeşfi'nin yorumu tetiklemese herhangi bir fotoğraftan öte bir anlam da içermeyecekti bu kare.

Ama şimdi; acaba yaşıyorlar mı diye düşünüyorum. Sonra o ândaki hepimiz açısından bakıyorum olaya. Onlar çok mutlu. Biz de mutluyuz ama çektiğim fotoğrafın o ân için hiç bir değeri, önemi olmadığı gibi o insanlarla duygusal bir bağımız ve tanışıklığımız da yok. Geldikleri arabanın kapıları açık ve yüksek sesle müzik çalıyor. Fotoğrafçı son hazırlıklarında. Birazdan çekimlere başlayacak. Günün özellikle seçildiği anlaşılan saatindeki ışık fotoğraf çekimi için muhteşem.

O mutluluk ânını uzaktan gözlemiş ve havada uçuşan tüm duyguları hissetmiş biri olarak düşünüyorum da; aynı zaman diliminde orada olan ve gelecekten habersiz iki taraftan -onlarla- bir şekilde bağ kurmuş biz tarafında yaşam -sağlıklı- devam ediyorken, bizden habersiz onların hayatlarında muhtemelen yıkımlar var. Bizim tüm geçmişimiz, fotoğraflarımız ve hayatlarımız hâlâ ellerimizdeyken üstelik.

Tüm bu cümleleri kurarken de şimdiki zaman canlanıyor gözlerimde: Varsayalım ve dilerim ki yaşıyordur bu çift; ama deprem nedeniyle fotoğraflar dahil her şey yok olmuş. Ya da fotoğraflarla birlikte kendileri de yok olmuş. Ve tesadüfen, onları tanıyan birileri; Hatay, deprem, Vakıflı falan diye nette arama yaparken fotoğrafı görüyorlar ve eğer yaşıyorlarsa Peri Kız'a ya da bir yakınına diyorlar ki: "Peri Kız'ın bizde olmayan, depremde göçük altlarında yok olan tüm fotoğraflarına rağmen, internette rastladığımız ve bilmediğimiz bir fotoğrafı var."

Ve  o fotoğraf en huzurlu, en coşkulu, en mutlu güne ait. Üstelik  bir eşinin olmayacağı bir açıdan ve epeyi uzaktan çekilmiş... ve üstelik profesyonel fotoğrafçının henüz hazırlık aşamasında olduğu, sevinçle iki basamağını tırmandığın şirin evin çiçeklerine uzanıp kokladığın, o mutlu ânda -meçhul bir kişi tarafından- o âna dair çekilmiş ilk kare.

Nasıl bir duyguyu tetikler ve çok şeyin yitirilmiş olduğu o ânda neler hissettirir, yıkım yaşamış bir insana ya da yakınlarına diye düşünüp duruyorum?


Çekenin notu: Elimdeki makine minik bir Nikon L23'dü, bulunduğumuz nokta ile Peri Kız'ın bulunduğu yer makinenin zum kapasitesine göre uzaktı ki kapasiteyi sonuna kadar kullanmıştım, onun avantajı da fotoğrafı masal tadında bir görselliğe ulaştırması olmuştu. Ama o ânın böyle bir anı olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti...

24 Şubat 2023 Cuma

15. Yıl Özel Sayı-3

Yemekteydik!


Yazının Promosyonu Kievski ve Eggs Florentine Tarifleri






29 Kasım 2008

Yani bu ara kısmetim açık mı desem ne desem, bilmiyorum. Dünün öğleden sonrasının akşama dönmeye başladığı saatlerinde, son günlerde susmak bilmeyen telefonum ''Gözün aydın misafirin var!'' tonunda çalmaya başladı. Sesin sahibiyle telefon üstü hoşbeşten sonra akşam buluşup biraz kaynatalım tonuna bürünen konuşma hiçbir yere kımıldamaya gönlü olmayan ben tarafından ''Akşama gelin,'' şekline bürününce, zaten hazır kıta bekleyen karşının ''Tamam falancayla geliyoruz,'' yanıtıyla son buldu.

Başka bir şehirde mesleğini icra etmekte olan bu arkadaşla, mesleğinin gereği yaz tatillerini burada geçirdiğinden sıklıkla görüşürüz aslında. Bu sefer bayramı raporla birleştirip uzattığı için süreyi, mevsim normallerinin dışına çıkıp da gelivermiş.*

Tek başına muhabbet pek çekilmeyeceğinden, böyle anların can kurtaranı bir başka arkadaşımızı ''Durum bu, hemen geliyorsun,'' diyerek aradım. Kısa bir ayak sürümeden sonra ''Lan keşke o gün öldürselerdi de ömür boyu sana hayır diyemeyecek adam halinde kalmasaydım,'' lafını da sokarak, ''Kulüp toplantım da vardı,'' serzenişini araya sıkıştırırken, aslında, gitmemek için bahaneye baktığı toplantıya gerekçeyi bulmuş olmanın keyfiyle ''Tamam gelirim bir şey lazım mı?'' diyerek telefonu kapattı.

Sonra düşünmeye başladım; ''Ne yemek yapsam?'' diye. Cephanelikteki mühimmata göz atarken menü de şekillenmeye başladı kafamda. Her ne kadar şikayetçi gibi gözüksem de aslında hoşuma gitmişti bu ziyaret. Mutfakta uğraşırken düşünmeyi seven bir yapım olduğu için oyuncağıyla buluşmuş çocuk kıvamına geliverdim hemen.

Hava soğuk olduğundan ofis olarak kullanılan bölümdeki klimayı açıp, odayı dört kişilik bir restoran kıvamına getirdim öncelikle. Sonra, akşam yemeğinin mühimmatını cephanelikten usul usul çıkarmaya başladım. Bir koşu gidip manavdan eksik listemde olan ıspanağı aldım.

Mutfak tezgâhının üzerine kullanacağım tüm malzemeleri ayrı ayrı tabaklara koyup dizdim.

Düşündüğüm menüdeki yemekler bana göre yapımları kolay ve bir akşam yemeği, özelikle sohbetlerle uzayacak davetler için çok uygun.

Sohbetin derin olacağı belli akşam için içecek olarak kimsenin fazla da itiraz etmeyeceği votka ve birayı tercih ettim. Votkayı derin dondurucuya atıp, yeterli miktarda bira olmadığını fark edince, zor anların kurtarıcısını arayıp ''Gelirken bira al, ama sakın abartıp da adamın dükkânını alıp gelme,'' diye ekledim.

Kısa bir süre sonra gelen biraları da dolaba atıp mutfağa daldım. Ön hazırlıkları zaten yaptığım mutfağa girmemle birlikte, beşli çetenin erken uyarı sistemi çalışmaya başladı. Genelde diğerleri olur olmaz her şeye havladıkları için bizim Bitsy havlayana kadar ben popomu kaldırmam. O havladımı kesin yabancı bir madde sınır ihlali yapmıştır derim. Kapının önünde stop eden motor sesine çıkan kurtarıcım konukları içeri alırken, ben de mutfaktan seslenip karşılama törenine ön girişi yaptıktan sonra, mutfak kapısında da sarılıp öpüştüm.

Bu ana gelene kadarki süre içinde, genelde göğüs eti kullanılmasına rağmen daha yağlı ve yumuşak olduğu için tercih ettiğim tavuk butlarının kemiklerinden sıyrılmış ve hiç dağıtılmamış etlerini iyice döverek incelttim. İçe gelecek yüzeylerine kendi tercihim olarak toz karabiber yerine tane karabiberleri ve tuzu döktüm. Çekilmemiş karabiberleri içki tercihim votka ve bira olduğu için kullandım. Eğer roze şarap olsaydı daha az miktarda ve toz karabiber kullanırdım. Sonra, içlerine tereyağı parçacıkları ve dilim kaşar koyup uçları kapalı bohça şeklinde beklemeye bıraktım.

Eggs Florentine için önceden hafifçe haşlayıp sularını sıktığım ıspanakları, tereyağında ölümün eşiğine getirdiğim soğanlar ve yağı daha ısıtmaya başlamadan içine attığım bir iki dış sarımsakla buluşturdum. Karabiber, tuz ekleyip kavurmaya başladım. Bu esnada, bir kızartma kabında ısınmakta olan sıvı yağ kıvama geldiği için, iki uçlarını kapatarak bohça yaptığım etleri önce una, sonra yumurta sarısına, sonra etimekleri döverek elde ettiğim ''galeta'' ununa bulayıp kızgın yağın içinde sıklıkla çevirerek, klasik cümleyi hemen kurayım "altın sarısı bir renk" alana kadar kızartım.

Dışarıda, erik ağacının dibindeki masanın kenarında, soğuğa meydan okuyan bir başkaldırının fuşya çiçeği gecenin yakışıklı lacivertine uyurken usul usul; '' bir ışık vardı / ben ona bakıyordum./ O ışık sallanıyor sanıyordum./ Oysa hemen anladım, Ki ben kımıldanıyordum./'' halindeyken, kavrulmakta olan ama suyunu kaybetmeyen ıspanaklar son aşamaya yaklaştığı için Hindistan cevizi ilave ettim. Az miktarda!

Onun henüz altını kapatma aşamasına gelmeden hollandez sosun yapımına başladım. Sıcak su dolu olan bir kabın içine bir başka kase oturtup -ocağı en kısık haline alıp- suya oturttuğum kabın içine yumurta sarılarını kırdım. Yumuşamış tereyağını usul usul ve sürekli çırparak ilave etmeye başladım. Tuzunu karabiberini atıp, yumurtalar iyice ısındıktan sonra - dikkat edilecek nokta, pişmemesi gerekiyor- çırpmaya devam ederek limonun suyunu ilave ettim. Tüm bunları yaparken de, içine çılbırdaki gibi yumurtalar elde etmek için sirke damlatılmış kaynayan bir başka kaptaki suya yumurtaları dağıtmadan kırdım. Ve ayrıca, dört beş santim boyunda küçük parmak kalınlığında kesilmiş, tabak başına iki tane düşecek şekilde havuç haşladım.

Tüm bu işlemleri hiçbiri diğerinden geri kalmayacak bir ritimle yaparken, aklım da sokak arası meyhanelerden birinde Halka Küpeli'yi hayal ederken; dilimde, ''Uzun bir gün varsa, ve de kısa bir gece../ Başladıktan sonra, bitme'den öncedir./ Kısa bir gün varsa, ve de uzun bir gece../ Bittikten sonra, başlama'dan öncedir./'' dizeleri; büyükçe tabaklara ikişer adet kievski koyup, yanlarına kavurduğum ıspanaklardan yerleştirdim. Ispanağın üzerine, suda içi rafadan kalacak şekilde pişmiş yumurtalardan birer tane, kenarına tavşan kulağı gibi duracak ikişer de havuç koyup üzerine bir iki kaşık hollandez sos döktükten sonra, zaman sorunu yüzünden kızartamadığım parmak patatesler yerine, mikrodalgada ısıtılmış tırtıklı cipsleri ayrı bir tabakta olmak üzere servis ettim.

Müzik çalara Vladamir Vysotsky'nin CD'sini koyup, shot bardaklarla donmak üzere kıvamda votkaları tek yudumda içip, ufacık lokmalar halinde ağıza atılan kievskileri çiğnerken; patlayan karabiberlerin acılığını birayla dindirip, bir sürü güzel şey konuştuğumuz, lise yıllarında gezdiğimiz sohbetin de dibine vurduk. Bet seslerimizin artık hayallerimizde kalmış marşlarını üzerine dondurma koyulmuş çıtır kadayıflarla tükettikten sonra, o küçük hallerimizden çıkıp koca adamlar olarak vedalaşıp; her birimiz, bugünümüze döndük damağımızdaki lezzetlerle.

Masayı olduğu gibi bırakıp bir şişe birayı kaparak odama çıktım. Karşı dağların uykuda ışıklarına bakarak; ''Önce büyük düşündüm./ Sonra büyük büyük yaşadım/ dizeleri dilimin ucunda, Sana söyleyince söyledim sanıyorum./ Söyleyince sana sanıyorum söyledim./ Söyledim sanıyorum söyleyince sana./ Sanıyorum söyledim sana söyleyince/'' şiiriyle uykuya daldım.

Dizeler, Özdemir Asaf'ın Kımıltı, Aşka Gerekli Üç Anlatım, Bir Şeyin Adı ve Dum adlı şiirlerindendir.

*Uzun yıllardır Antakya'da İngilizce öğretmeni, bisiklet federasyonu temsilcisi ve okul müdürü olan, uzun süredir haberleşmediğim, çok faal ve sosyal ve henüz bir haber almadığım lise arkadaşım.

Halka Küpeli ise şu kişidir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP