7 Aralık 2022 Çarşamba

Eylül'de Gel

1.Bölüm


2.ve 3.Gün

Ortaya Karışık


Abant çıkışında, enfes çam ormanlarını yol kenarında durup uzun uzun seyrediyor, bol bol da fotoğraf çekiyoruz. Sonra otelde yapılmış enfes kahvaltının keyfiyle yola devam ediyor, teypten gelen bu yolculuk için özel kaydedilmiş müzikler eşliğinde Düzce'den itibaren düzlüklerin tadını çıkararak, neredeyse yolun tamamında emniyet şeridini sıklıkla kullanarak ilerliyoruz.

Elbette bu çocukça bir tavır, ama gençlik de böyle bir şey işte.

Kilometreler hızla eksiliyor ve İzmit'e varınca İstanbul'a selam çakıyor ama biz sola kıvrılarak ve rotayı bugünkü hedefimize çevirerek varış noktamıza doğru gaz kesmeden devam ediyoruz. Sıklıkla İstanbul yönüne devam ederken hayranlıkla izlediğimiz Gölcük bu kez enfes ve yakın plan görüntülerini sunuyor bize. Termal'de kaplıcalar coğrafyasında park ediyoruz. Atamızın izlerinde dolaşıyor, fotoğraflar çekiyor, ona hayranlığımızı katmerliyor, sevgi ve saygılarımızı sunarak coğrafya ile vedalaşıp rotayı Uludağ'a doğru çeviriyoruz. Co pilotum çok mahir, önden haritayı açıyor ve her seferinde yeni güzergâhı belirliyor. Sonra da yolu bana kusursuz tarifliyor ve her noktaya elimizle koymuş gibi ulaşabiliyoruz ve şimdi Uludağ'ın zirvesindeyiz.


Hava keskin lakin bizim montlar ince, sonbaharlık. Biraz turluyoruz ki pek çok mekân kapalı. Ama İbo açık. O halde İbo! Pirzola söylüyor bir de salata ekliyoruz. Son yazda kış yaşamak keyifli. Şömineden gelen odun kokusu, dışarıdaki az sonra kar yağacak hissi veren puslu hava hoş. Biz bir günde iki mevsim diye düşünürken o an, günün sürprizlerinden tabii ki habersiziz, çünkü serpiştirme başlıyor. Ânın keyfini elbette sıyırana kadar çıkarıyoruz; küçük şişe şarap söylüyoruz ama ben sürücü hassasiyetini gösteriyorum bu kez. Karnımızı doyurmanın ardından da yola revan oluyoruz. Usuldan ve az sonra yok olacak bir kar altında ilerlemek pek hoş. Güzel müzik seçkimiz doğayla pek uyumlu, kaloriferden gelen ısı anne şefkati gibi. Oysa an itibari ile hayat bize gelecek günler için başka başka şefkatler hazırlıyormuş da henüz bizim haberimiz yokmuş.

Tabii ki hayallerimiz var!


Dağdan Bursa'nın varoşlarından birine iniyoruz. Sokaklar sakin fakat Cengiz sazı eline alıyor, çünkü duvarlarda yazılı sloganlar bizden değil. Beni bildiği halde korkutma parodileri yapıyor. Diyorum ki "Oğlum plaka beni kurtarır," sonra referans adlar var aklımda derken ve şakalaşırken bu kez bizden sloganların duvarları süslediği sokakları geçmeye başlıyoruz. Kaset hemen değiştiriliyor ve gün gelir zorbalar kalmaz gider, sözlerini de içeren marş başlıyor ve biz pek çok yer geçtikten sonra Erdek tabelasını görünce de direksiyon ona doğru kıvrılıyor. Erdek benim için önemli, hiç görmediğim bir yer ama çok duyduğum. Çünkü orada Ziraat Bankası kampı var ve her yaz enn amcam halamı ve babannemi o kampa götürüyor, dolayısı ile evde çok lafı geçiyor ve bir tasavvurum var; şimdi o merakı giderme zamanı. Hava sert, rüzgarlı, denizse dalgalı, araba neredeyse yerden kesilecek. Hiç inmeden bir tur atıyor ve dönüyoruz. Sevdim, romanı burada bir evde oturup ve tam da bu mevsimde yazabilirim.

Mudanya'dan geçerken uzun yıllar sonra orada enfes bir akşam yaşayacağımı, kayaların üzerinden denizi dinleyeceğimi, şahane bir kadını tavlada fena yeneceğimi hayal bile edemiyorum.

Sonuçta pek çok yere uğraya uğraya Çınarcık'a varıyor, siteyi elimizle koymuş gibi buluyoruz. Eski bir site, belki de Çınarcık'ın en eskisi, nedense Atatürk'lü yılları çağrıştırıyor bana. Ve ilk anda siyah beyaz filmlerde denize giren Atatürk geliyor aklıma. Kalacağımız mini daire Cengiz'in dedesinin. Dede önemli bir şahsiyet, Atatürk'ün koruma polislerinden biri. Sonrasında antikacı. Cengiz'in tam adında Han da var ve üstelik soyadı bir şehrimiz. Dede'nin bağışladığı kılıçlardan biri ki Cengiz Han'a ait, Topkapı Sarayı'nda. Cengiz'lerin evinde olan bir tanesini ise benim de sallamışlığım var. Fakat babaanne bir tane, bizi doyurmadan salası yok. Arabayı park ediyor ve çıkıyoruz onların katına. Atatürk'ü ve geçmişi buram buram yaşadığım bir zaman dilimindeyim sanki. Eller öpülüyor, biraz sohbet ediliyor, sonra sitenin sosyal alanlarına doğru hareketleniyoruz. Hava kapalı ve deniz coşkulu. Giriyoruz site lokalinin kapısından içeri. Bir masaya çöküyor iki kola söylüyoruz. Masalardan birinde kadınlar kağıt oynuyorlar. Bize yakın bir masada ise biz yaşlarda iki genç kız ve bir küçük erkek çocuğu var. Bu masayı özellikle seçmiş olabiliriz! Çünkü kızlar ilk kez gördükleri ve buraya ait olmayan uzun boylu bu iki genç adamı fark ettiler.

Deniz coşkulu, hava kapalı.

Bir anda dalgalar duvarları aşıyor.


Ve o kaçınılmaz göz teması kuruluyor.


Çünkü Eylül O...

2 Aralık 2022 Cuma

Nerede Kalmıştık?

İki artı bir filmli hafta sonunun ardından yeni hafta da pek keyifli başlıyor. Öğleden sonraları işi kapatıyor, hoplaya zıplaya yemeğe çıkıyorum. Mesafeleri hiç uzatmadan da yemek sonrası dönüp, bir filtre kahve yapıp, şöyle de bir uzanıp laptop'da iki ayrı sayfa açarak biraz iş, biraz gündem, biraz bloglar şeklindeki günlük mesaime devam ediyorum. 11 gün önceki ve üç ay sonra kontrole gelmeli sol bacak sorunumda M.R'ım çiçekler gibi; bütün bağlar yerli yerinde ancak doktorum bir kez daha benim rahat duracağım konusunda endişeli, hissediyorum. Aslında ben de endişeliyim çünkü yürümelerim esnasında bazen eski zamanlara gidiyor, bazen geleceğe hayaller kuruyor, yeni bir proje, ya da seyahat planları üzerine düşünüyor ve ben onların tadına kendimi öyle kaptırmış oluyorum ki zamandan kopuyor ve de sanırım o esnalarda hızımın da farkında olamıyorum. Bunu nereden biliyorum, çünkü farkındalığım ayaklarımı yere bastırdığında, ben de "Bu ne hız ahbap?" deyip frene basıyorum. Ancak uyarıları görmezden geliyor ve süre konusunda sanırım kantarın topuzunu yine kaçırmış oluyorum.

Ve benim bu keyif anlarımın faturasını ödemek de bacaklarımdan birine düşüyor!


Bugüne kadar yükümün bedelini ödemek hep sol bacağa nasip olurdu. Sanırım bu kez sağa eziyet vermişim: Bacak ya greve çıktı ya bana ikaz veriyor; acıya dayanabilirsem diz bükme aralığım fena! 20 santim var mı acaba? Deniyorum, o beton dökülmüş gibi feryat ediyor. Diğer kısımlarda bir şey yok. Ayağı yere bastığımda ise diz bölgesi feryat figan. Palyatif tedbirler, buz, yataktan çalışma falan dersem, keyifler keka! Lakin ev hapsindeyim ve üç gün geçti; tüm tedbirler de  boş çıktı. Ayak yüzeyindeki nehirler, ovalar yok oldu bu arada; ayak şişti parmak hareketleri çok şükür,  ancak kısıtlı. Yeme içme yatakta... Havam iyi yalnız; iş güç, sosyal hayat tümüyle  bilgisayarda ve eksikliklerini hiç hissetirmiyorlar. Sinemayı mecburen boş geçtim. Doktorsuz çözülemeyeceği ise kesin, ikna oldum. Giriyor nete ve randevu alıyorum ancak ben o güne kadar dayanabilir miyim? Çünkü bir hafta sonraya.

Kardeşi arıyorum, akşam uğra erkene aldırabiliyor muyuz bir bak, diyorum.

Önceki akşam hastanedeyim, arabaya nasıl soktum bacağı kısmı tam bir mühendislik hikâyesi. Film istense de ben MR diyorum, çünkü destekli yürüme esnasında bile ayağı bastığımda Babıda (babannem) mezarında acı çekiyor. Uzun zamandır görmediğim, Prof. olduğundan bi haberken çok sonra haberdar olduğum, karşımda annesi ile oturmakta olan ve sıklıkla göz göze geldiğim, Liseden mi diye düşündüğüm kadının Aysun olduğunu bile annesinin muayenesinden sonra arkalarından bakarken hatırlayabiliyorum. Aslında süreç içinde göz göze geliyoruz ama bende maske var ve benden bir hamle gelmeyince  sanırım o da bir tereddüt yaşıyor. 

M.R işim tamam. Benden önceki, tekerlekli sandalye ile gelen tatlı çocuk anne ve babası ile. O bir takım söküm eylemleri esnasında ağlarken ve hatta bağırırken ve ben de yanaşırken bandaj yapılan odaya, bizim Tırtıl'ın yıllar önceki operasyonunu hatırlıyorum. Bu tatlı çocuğun ve ailenin Yılmaz Bey'i bulmuş olmalarına çok seviniyorum. Çünkü doktorumuz, bundan 14-15 yıl önce henüz 7-8 yaşındaki Tırtıl'ın ameliyatında olmazı olur yaparak bizim ebedi kahramanımız oldu!*

Onlar çıkıyorlar. Durduruyorum, gözleri yaşlı, cesaretinden dolayı kutluyorum, senin sayende korkumu yendim diyorum, biraz da tuttuğumuz takımların muhabbetini yapıyoruz, ağlama bitiyor ve  annesi mutlu mutlu gülümsüyor. Baba eşyaları toparlıyor. .

Sonuç itibariyle bandajım yapılıyor. Bu hayatımda bir ilk. Bir fotoğrafım benim de olmalı! Sol bacakta da bir sorun yok, suçlu yine benim! Kemikler, bağlar bahçeler yerli yerinde. Doktorum  Başöğretmen edasında. Bense dersini çalışmamış çocuk kıvırtmalarında anlatıyorum: "Çok da yürümüyorum,  müzede kitap okuyor, eskiden sinemaya yürüyerek gittiğim halde bir duraklık mesafeyi bile trenle gidiyorum," diyorum. AVM'de yürüyen merdivenleri kullandığımı, üst geçide asansörle çıktığımı söylememe rağmen o sadece gülüyor. Sonuçta yine sıvı biriktirmişim ki M.R.'da gördüğüm şekliyle kendisi sevimli bir göl. Küçük bir kulübe yakışır. Minik bir iskele, bir de sandal. Hatta küçük bir balık üretme çiftliği haline getirebilirim.  O reçeteyi yazarken ben hayallerime devam ediyorum. Bandajımı sevdim, şu an mesela gayet rahatım. Günde üç tane olmak üzere bir minik hap içiyorum, ödem için. Yataktan çalışmaya ve yeme içmeye devam ki Dünya Kupası maçlarını da laptop'dan izliyorum. Doktorum bir sınırlama yok dedi ama bir de gülümseme ekledi ki ona çok anlam veremedim. Kardeşim araba kullanmayı bırakmış olmama biraz kızdı ama, hayatımda sıkıntı istemiyorum, dedim. Maçları izlerken de ilk bandajlı bacak fotoğrafımı tarihime kayıt düşmek üzere çektim. Bir de güldüm tabii ki! Onca yıl atla, koş, zıpla, kora kor maçlar oyna bir şey olmasın ama yıllar sonra düz yolda arıza ışığın yansın.




*Tırtıl'ın hikâyesi ve doktorun muhteşem başarısı.


27 Kasım 2022 Pazar

25 Kasım 2022 Cuma

Antoine İle Bir Kez Daha Uçtum

Ben bir çocuktum ve bir kitabın değil de bir maceranın içindeydim.

Görünüşte elimdeki bir kitaptı ama ben sayfaların içinde cümle olmuş, sonra biraz daha evrilmiş, sıcağı soğuğu, suyu susuzluğu, bulutları rüzgarı, geceyi yıldızları, korkuyu sevinci, uçağın bilumum cihazlarını, üç kişilik sessizliğe karışan gökyüzünde ve yıldızların altında olmanın muhteşem yalnızlığını, motordan gelen biteviye sesi, çölün sıcağında serap görmeyi bir kez daha bizzat hisseder olmuştum.

Ciceneros bizim için artık karanlıkta gömülü değildi. Bir ara Neri, ben ve Antoine şunu düşündük. İş işten geçmişti, üçümüz de aynı fikirdeydik. Ciceneros'a yönelirsek, kıyıyı gözden kaçırma tehlikesine düşebilirdik. Neri "Kala kala bir saatlik benzinimiz kaldı. Doksan üçle yolumuza devam edelim," dedi.

Hem de tüm bunları Saint-Exupéry'nin belki de baydın bizi denilebilecek betimlemelerine yapışarak, ve Gece Uçuşu'ndan sonra bir kez daha Antoine de Saint-Exupéry ile yaşıyordum. Ve ancak kitabı elimden bıraktığım anlarda normal yaşama dönebiliyordum.



Gece Uçuşu

22 Kasım 2022 Salı

Çifte Kavruluyorum

Öncesi


2.Bölüm


Çıkıyorum evden, pazar günü sakinliği güneşle taçlanmış. Havada bahar tadı, gün elinden gelen her şeyi yapmış. Keyif adımları ile yürüyorum. Montum sırt çantamın askısından geçirilmiş, ayaklarım yerden kesik... Havalıyım!

O halde kahvaltımızı Sembol'de yapalım.

"Bir karışık su böreği lütfen."

"Bir de çay, küçük lütfen."

Kalitesini aşağı düşürmeyen keyifli bir mekân. Su böreği enfes, müşteri kalitesi her telden.

Güneşe çıkıyorum. Ağır adımlarla bu muhteşem günün tadını yudumluyorum. Kartıma yükleme yapıp turnikeden geçiyorum.

Tren gözüküyor. Vaktim var. İstasyona vardığında bana kalabalık geliyor. Aslında bu sorun değil lakin bu trenleri sevmiyorum ve koyveriyorum.

Banktayım, raylarla bir arada.

Ahh benim bu tren aşkım!

İşte günün kıyağı ben buna derim; çekik gözlüm, biricik Çinlim uzak virajdan görünüyor. Gelip de tam önümde duruyor. Üstelik sakin. Biniyor, önü geniş, iki vagonun ek yerine sınır, gidiş yönüne ters son koltuğa oturuyorum ve trendeki sakinlik maske takmasan da olur diyor bana.

Diğer vagonda cephesi bana dönük hoş bir kadın var. Aramızda mesafe olsa da gözlerimizi kaçırmak zorunda kalacağımız bir yüz yüzelik hali. Camdan dışarı bakıyor arada bir vagonun içine dönüyor, bu dönmeler esnasında niyeyse gözlerimiz buluşuyor. Sonra bir meşgale bularak ona yönleniyoruz. Hımmmm cep telefonu! Hanımefendi onunla meşgul. Güzel seçim. Ben de sırt çantamdan kitabımı mı alsam acaba? Yol boyunca camdan kafamı alıp içeri döndüğümde hep göz göze geliyoruz; parmakları boş, benim gönlüm dolu. Sonra gözler kaçıyor tabii ki. Epeyi durak sonra iki genç biniyor ve gelip de aramıza dikiliyorlar. Film orada kopuyor... sanırsak da çocuklar bir kaç durak sonra iniyorlar. Muhtemelen aynı durakta ineceğiz diye düşünüyorken ben, bir durak önce iniyor. Bu beklentisiz, bir hesabı olmayan, yola renk katan an da son buluyor.

Migros'dan klasik sinema alışverişimi yapıyorum ve dün akşam ne olur ne olmaz diye Sabırsızlık Zamanı için biletimi aldığım gişenin önündeyim.

"Tamirhane için bir bilet lütfen,"

Genç kadın gülümseyerek, sonuna bey eklemesi yaparak adımla hitap ediyor bana. Oysa ilk kez dün karşılaştık onunla.

"D-3 Lütfen."


Film başlıyor ve kafadan ele geçiriyor beni; bu filme yakışır diye düşündüğüm promosyon mısırlarım yanımda, Max'im de koltuk dirseğinin ona ayrılmış çukurunda.

Babamın tamirhanesine ilk gittiğimde Babıda'ylaydım ve 5 yaşındaydım. Bir ustası vardı, bir efsane. Rus Tevfik. O gün sıcak olduğu için çay tabağına dökülerek soğutulan oralet içmiştim. Sonrasında babam ustalığı bıraktı ve yedek parça mağazası açtı. Benim hayallerim başkaydı elbette... ama erken ölüm aslında çok kere yazdığım gibi benim de kaderimi çizmiş oldu. Önce okul tatillerinde, sonra başka hayallerimi yanımdan ayırmayarak gittiğim mağazalar, askerliğimin henüz başlangıç ayından itibaren benim dünyam oldu. Bir avantajım vardı, ben bir bukalemundum, bulunduğum ortamın şeklini alabiliyordum. Amerika'da okuyup televizyon yönetmeni olmayı hayal ederken ve bu yüzden askerliği aradan çıkarim diye düşünürken hayat irade koyarak yolumu çizmişti.

Yani tamirhane nedir, kitlesi nasıl insanlardan oluşur iyi bilirim.

Ağzından küfür çıkmayan, kırk yılda bir çıktığında arkadaşlarını şaşırtan ben, başlangıçta bu kadar küfür de ne dedim. Sonra bir kendine gel efendi diye de ayarı verdim kendime. Çok uzatmayacağım; ben bu filme bayıldım. Nejat İşler muhteşemdi, kısa görsek de Erkan Can muhteşemdi.

Yönetmen Erkan Kolçak Köstendil'e bayıldım. Açılış sahnesinde tepeden doksan derece inen sonra yola paralel kıvrılan açılış görüntüsüne bayıldım. Aynı zamanda senaryoyu da yazan Bülent Şakrak'a bayıldım. Boyanan Chevrolet'e bayıldım.

Çok güldüm. Finalde fena ters köşeye yattım ve devamı gelecek sinyali veren açıklama sahnelerini koymasalar mıydı acaba diye düşündüm.

Bir oyuncu keşfettim ki bence muhteşemdi: Engin Hepileri! Filmin umulmadık bir yerinde ortaya çıktı, kısa bir kaç sahnede göründü, ama beni benden aldı. Aynı şekilde kadın oyuncu Merve Dizdar da!

Bir çok izleyici tarafından absürt ve abartılı bir film olarak nitelenmesi mümkün.

Küfürlerden kaynaklı olarak da tırmalayıcı...

Lakin yine de film bendeki tüm bu halleri sıfırlamayı becerdi, duygu dünyama bir çentik atarak girdi, aklımı ayağa dikti, keyfimi zıplattı ve finalin ters köşesi ile de içimde alkış kıyamet kopmasına sebep oldu.

Tüm bunlara rağmen yine de şiddetle öneririm diyemiyorum; zevkler, okumalar ve renkler meselesi yüzünden!


Çok keyfile çıkıyorum sinemadan, iki Türk filmli nostaljik sinema eylemim mutlu ediyor beni. Film arası ise torpilli; bir saati biraz aşkın: İster gez dolaş, ister teras keyfi yap, istersen bir türlü ona has tatlısının adı aklına gelmediği için girmediğin Cookshop'da Mangolia ye, keyfine bak, diyor.

Fakat benim cebimde de iki adet Baydöner'de geçerli %20'lik indirim kuponu var.

Aslında Penguen'in terasında kahve içmeyi düşünmüyor değilim, lakin karnım aç gibi olsa da nasılsa acıkacak.

Bir saatim var ve bu kitabımı açıp, kahvemi alıp, manzaranın tadı eşliğinde yayılmam için yeterli bir zaman değil ki dönüşü sinema ve ikinci film olacak!

O halde Baydöner.

"Bir İskender lütfen."


Bu kez en çok gittiğim salonda, 6'dayım. Her zamanki koltuğum; onunla her hafta buluşsak da elbette özlüyoruz birbirimizi. Dün filme neden bilet kalmadığını ise anlamış durumdayım. Bugün toplamda 5 kişiyiz ki bu da fena bir sayı değil!

Diyarbakır'dayız. Film bana yazlık sinemada olsaydı keşke tadı yaşatıyor. İlk andan itibaren hissiyatım bu yönde. İki kardeş başrolü Pelin Batu ile paylaşıyorlar. Tatlı çocuklar. Bir sorun yok, güzel oynuyorlar ama daha tasarruflu kullanılsalar, bu kadar lafazanlıkla gözümüze sokulmasalar daha iyi olurdu gibime geliyor.

Yönetmen ve senarist Aydın Orak bu filmi hevesle ve iddia ile çekmiş eyvallah, samimiyetinden zerre şüphem yok. Lakin abi biz de literatürü yutmuş bir nesiliz. Hamdolsun elimizden geleni ardımızda bırakmamış, zor yıllarda sol geleneğin neyi var neyi yoksa üzerinden geçmişiz; o arada polisler joplarla, emir kulu mehmetçikler de dipçiklerle bizim üzerimizden geçmiş. Fakat sen abim bu filmde ondan olsun, bundan da biraz olsun demiş, havuz bekçisinin eline jop tadında sopa vermiş, çok daha iyisi olabilecekken, biraz izleyiciyi hafife alarak mı, desem, yoksa biraz da kör gözüne mantığıyla ama derin ve içselleştirilmiş bir sol kültüre sahip olmadan, geniş düşünce kalıpları ile değil de özele indirgeyerek, bir etnik kimliğe yaslıyarak, popülizm batağına ayak basmadan geçemeyerek ve klişelere sırtını dayayarak mı yapışmışsın bilemedim. Ve ayrıca farklı "etnik" kimliklere sahip biri zenginler tarafında olmak kaydıyla çocuklar üzerinden vurgulamaya çalıştıklarını da çok yadırgadım.

Lakin kötü film demeye dilim varmıyor ama hiç değilse öğretmen öğrenci ilişkilerini doğru kursaydın, idealist öğretmeni de bize başka cümlelerle ve daha nitelikli argümanlarla sunsaydın, ve müdür bey olarak da içi biraz daha dolu, üçüncü sınıf parodi düzeyinde bir oyuncu yerine iz bırakacak bir karakter koyarak bu iki eğitmenin öykünün önemli bir parçası olduğunu hissettirseydin, dedim.

Ve ekledim:

Bu kadar sebze katarsan bir çorbaya ve bunlar bir soruna parmak basmaktan ziyade slogan düzeyinde klişeler hissi verirse izleyiciye... İşte o film, yapmak istediğin mizah, tam anlamıyla çorba olur!



Ey Sevgili Okur!

İyi niyetle yapılmış, bir iddiası olan yönetmenin kendisinin çok beğendiğinden emin olduğum bu filmle ilgili olarak, aldatmaya yönelik hareketlerden hep kaçınan bu blogger kişisinin sözlerini senet kabul etme lütfen! Merak ettiysen bu filmi izle. Bu blogger kişisiyle aynı hisleri alsan bile, yine de iyi niyetli bu emeği anla, kusur bulma ve saygı duy, ellerin kızarıncaya kadar alkışla
.


20 Kasım 2022 Pazar

Tam Da Çifte Kavrulamıyor Mutsuzluğu Demişken...



Gözlerim Yaşarıyor


İki film kafamda net, eski usul bir takılma olacak, tıpkı iki film birdenli yıllardaki gibi. Elbette bu çakması; antrak kurmaca ve iki film arasında salon değişecek. Oysa o yıllar ne güzeldi. Televizyon yayınları henüz şehrimize gelmemiş, insanların ekonomik güçleri ailece sinemaya gitmeye yetiyor! Kabuklu kuruyemiş yemeyin lütfenli yıllar ve mısırlarla, alınan içeceklerle vur patlasın günler yaşanabiliyor. Yazlık sinemalarda masaların üzerine çekirdek ve Şam fıstığı kabuklarını yığmak, buz doldurulmuş metal kovalardaki yerel gazozlar bolluğunun tadını çıkarmak da cabası...

Senaryo hazır ve elimde. Sırt çantam tam tekmil. Önce Adem Usta'ya selam çakıyor, dilimlenmiş lavaşları yağlı bir porsiyon tavuk döner söylüyorum, bir de cacık. Aslında planım başkaydı ama oyalanıp da öğleni bulunca sürecin hızlanması gerekiyor. Tren, AVM, ve Migros. Hımmmm havuçlu ve tarçınlı mini kekler gözümün içine bakıyorlar, kıramıyorum. Tam buğdaylı mini bisküvilersiz olmaz, bir ince uzun boylu çikolata, Max olmadan asla ve su.

Gişede ve en sevdiğim gişecinin önünde ikinci sıradayım. Selamlaşıp hal hatır soruyoruz. Tamirhane'nin saatini kaçırmış durumdayım. O halde Sabırsızlık Üzerine için bir bilet lütfen. Genç kızın gözleri ekranda lakin gülümseyerek salonun dolmuş olduğunu söylüyor. "Ne diyorsun!" diyerek gülümsüyorum ve "gözlerim yaşardı," diye de sevincimin, tarihsel bir ânı yaşıyor olmanın tadını çıkarıyorum. Bu sevinçle kendime bir teselli ikramiyesi veriyor ve "Tim... Tim... Timsah için bir bilet lütfen," diyorum. Ekran açılıyor, ilk kez gireceğim bir salon ama koltuk sıraları alışkın olduğum gibi. O halde "D-3 Lütfen."


Klasik biçimde akan bir çocuk filmi. İki koltuk ilerimde çok tatlı iki minik kız var. Bilet sırasındayken anneleri ile birlikte önümdeydiler. İki arkadaş başbaşalar, anneleri film başlamadan kapıdan süzülüp son kontrollerini yaptılar ve onları kendi halleriyle bıraktılar. Bu tavırları çok hoşuma gidiyor. Kızlar bıcır bıcır, filmdeki anlara verdikleri tepkiler ve yorumları muhteşem, gülümsetiyorlar. Tam anlamıyla yeni nesil çocuklar ve harikalar, ve sanki evlerinde bir koltukta kadar da rahatlar. Antrakta salon keşfine çıkıyor, acil çıkış kapısının önünde incelemelerde bulunuyor yere uzanıp altından dışarıyı görebilme umudunu test ediyorlar. Film benlik değil, hatta arada çıkmayı düşünüyorum, sonra çıkıp da ne yapacaksın deyip bu terbiyesizliğe kısaca ayar verip, klasik çocuk filmi klişeleri ile takılıyorum. İkinci yarıda ritm biraz daha artıyor ancak beni şaşırtan bir şey yok, fakat final şahane; nereye varacağını biliyor olmama rağmen sürekli gülümseyen bir mutlulukla filme kapılıyorum, sevinç gittikçe yükseliyor, hiçbir şey beni şaşırtmıyor ama yine de çok eğleniyorum.


Aslında hayal ettiğim filmleri izlemiş olsaydım keyfi uzun zamandır girmediğim bir mekânda onun popüler ürünü ile parlatacaktım. Bir an Müze Kafe'de kapuçino desem de çabuk vazgeçiyorum. "Penguen'in terasında kahve?" diyor iç sesim; "hem hatırlatırım sırt çantanda kitabın var," diye de ekliyor. Bir an tavlanıyor gibi gözüksem de trendeyim. İçim Gar İstasyonu'nda inmek konusunda ısrarcı ama dinlemiyorum çünkü bugünün yarını da var hatırlatması baskın çıkıyor. O sırada bir de ışık yanıyor. Artık günü taçlandırmak mutlak. Bizim istasyondan çıkıyor, enfes akşamı keyifle yürüyorum. İstikamet net. Dış masada bir hoş hanımefendi mantısını bekliyor. Onu rahatsız etmemek için her zamanki cam önü masama oturmuyorum.

Şamlı muhteşem şefim masamı donatıyor!



Devam yazısı Çifte Kavruluyorum için buradan lütfen!

18 Kasım 2022 Cuma

Leyla

Onunla tanışmamız Sevgili Şule sayesinde oldu. Punto'dan bahsettiğim yazıma yorumunda şöyle bir cümlesi vardı: "Biz son zamanlarda 'Leyla'ya' dadandık. Denemediyseniz, bir tadın derim,"

Bir yaz akşamıydı ve penceremden içeri deniz giriyordu.

Tetiklenmiştim ve serin bir şarap çekmişti canım.

Hissiyatımı da şu cümlelerle dile getirmiştim: "Saat 21'e yaklaşırken bir kadeh Leyla'yı üzerini kapatarak buzdolabına koyuyorum. Midyeler dolapta zaten. İdeal serinliğe ulaştığında ikisini birden çalışma odasına taşıyor, müziğimi de açıyorum. Bloglarda vakit geçirmeyi istiyorum. Leyla'yı bir süre seyrediyorum. Renk ve saydamlık beni benden alıyor. Çalkarası roze için kalifiye bir üzüm. Kendisiyle anlaşacağımızı düşünüyorum. Bir one night stand olmayacak bu... kesin."*

Bu arada tarih 2021'in Haziran'ı!

Şarabın fiyatı 30TL bandında!


Bundan yaklaşık iki hafta önce enfes bir film sonrasında şöyle bir an yaşıyorum: Filmdeki şarap mı tetikledi bilmiyorum, dolaba atıp soğutacağım bir beyaz şarap hayal ediyorum. Sanırım bunun nedeni filmdeki şişe değil çünkü onu hayal bile edemem. Doğrudan şarap reyonuna yürüyorum. Genç bir çift kırmızı şaraplara bakıyorlar, bir karar veremiyorlar, çok tatlı bir acemilikleri var. Gülümseyerek katılıyorum onlara ve çok tatlı bir sohbet gelişiyor aramızda.

Biraz da filmin gazıyla o akşam için niyetlendiğim markamsa net, onu bizim mahalleden almak kararıyla atlıyorum trene. İstasyondan direk Migros'a yürüyor, Leyla ile el ele tutuşuyor, eve gelir gelmezse dolaba, buzluğun hemen altındaki rafa yatırıyorum onu... ve bir de kadehi.

Vakit geç oluyor. Üç gün sonra, alıyorum dolaptan ve açıyorum şişeyi. İdeal serinlikteki şarabı kadehe koyuyor onu odama götürmek üzere ayırıyor, mantarla yeniden kendi dünyasına hapsettiğim Leyla'yı da görüşmek üzere, diyerek dolabın orta raflarından birine bu kez dikey yerleştiriyorum.

Blogları dolaşıyorum. Yatağa uzanmış, sırtımı iki yastığa dayamış, bir yandan da müzik dinliyorum. Ay ışığı odamda tur atıyor ve ben yazılara kapılmış giderken zaman akıyor. Bir an dikiliyor ve Leyla'yı ihmal ettiğimi fark ediyorum ve uzanıp parkelerin üzerinden alıyorum kadehi. Önce bir kokluyorum ki miss. İki yerli ve milli üzüm, Sultaniye-Emir birlikteliği muhteşem, renk âlâ ve berrak. İlk yudumu aldığımda yazılara kapılmış gitmiş ben yüzünden, sanırım en az 15 dakika geçmiş durumda, bu şahane bir keşif oluyor ama! Şarap ilik gibi akıyor, yeterince nefes almış ve keyfi yerine gelmiş olmalı ki damaktan başlayıp genizden geçerek aldığı yol şaşırtıyor beni...

Müthiş bir lezzet.

Şişelerin ilk açılışları sonrasındaki sabırsızca içilişler anında genizde hissedilen yakıcılık kayıp, sanki çok çok özel bir şarap bedenimi dolaşan.

Bayılıyorum. Balığa çok yakışacağını düşünüyorum.

Ve bravo bana ki şişenin dibini bulmayıp, bir kadehi zamana yayıp, keyifli okumaların ardından enfes bir uykuya gidiyorum. Ve üç dört gün sonra hep tek kadehle ve eşliksiz bir keyifle dibini bulunca şişenin, söz etmeliyim Leyla'dan diyerek fotoğrafını çekiyorum.



Bu arada memleketin hal-i pürmelali için tarihe not düşmeden geçemeyeceğim üzere şarap 99 TL'lik bir fiyata ulaşmış durumda, bir yıl önceki ile kıyaslayınca inanılır gibi değil.

*Roze Leyla içinse buradan lütfen .

Sevgili KuyruksuzKedi'nin Leyla öyküsü için de buradan lütfen

17 Kasım 2022 Perşembe

Yaşatanlara Selam Olsun-1



adam,

sessiz bir tebessümle "galiba," dedi...



kalktı yürüdü...



elleri tebessümde, camın önünden dışarı baktı...



dün akşam gün batarken birer bacaklarını odun çıtırtılarının yanındaki kanapeye çekmiş yüz yüze otururken; sağ elinin dört parmağının usul bir temasla kavradığı boynun kalp atışlarını duydu;

avucundaki yanağın nefesini hissetti...



baş parmağı yanaktan kulağa doğru hareket ederken,



gideceği yeri bilen öpücüğü düşündü....



alev alev güldü.



2008

14 Kasım 2022 Pazartesi

Ey Erkekler, Kadınlar Gümbür Gümbür

geliyor, diyorum ya hep,

o bakımdan yani!

Ayaklarınızı denk alın!!!



Tıpkı eski zaman sinemalarındaki gelenek gibi İki film birdenli gün planım var. Filmgündemi'nde Klondike'ı gördüğümde çok gaza gelmiş ve şöyle bir yorum yazmıştım: "Klondike kesin izlenecek bir terslik olmazsa... Tamirhane de afiş asıldığından beri ilgimi çekiyor, duruma göre çifte kavrulmuş yapabilirim."

Evden bu fikirle çıkıyorum, öncesinde Şehir Müzesi'nde geçen hafta ertelediğim kapuçino hayalim var. Tren sakin, bir an maçın burada olduğunu düşünüyor, dönüş kalabalığı için endişe ediyorum. Ancak evden nispeten geç çıktım ve iki film birden yaparsam Müze Kafe'yi iptal etmem gerek.

Bu ikilem yol boyu kafamda dönüyor.

Hava yine muhteşem.

Yapraklarda ise sonbahar renkleri...


Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim, derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim. "İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 23 yaşında iki genç, kadın olanı İzmirli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Kesmelerle kitabım sırt çantamda, birlikte giriyoruz müzenin kadim ağaçlarla dolu bahçesine... Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

"Bir kapuçino lütfen."


İlk öykü beni benden almış durumda. Gümüşsuyu, Rus Lokantası, gazete bayi, otobüs yazıhaneleri, sık İstanbul gidişleri ve Samsun dönüşleri için beklenen Ulusoy'un terminali ve tabii ki çift katlı Neoplan'larla birlikte bir başka keyif yılları... Ben kapuçino ve kesme ile bir anda kitabın dünyasında kaybolmuşken, önce çıktığı sandalyenin üzerinden kafasını uzatan, sonra bu adamla anlaşılabilir, diye düşünüp masanın üzerine çıkan, sonra kokladığı küllükte sigara emaresi bulamayınca beni güvenilir bulup masanın üzerine konuşlanan kankama ikramlarda bulunuyorum lakin o kesme ile pek ilgilenmiyor. Boynundaki kırmızı kurdeleye geçirilmiş kolyesi de pek şık.


Kitabı istediğim ikinci kapuçino ile birlikte bitiriyorum. Ödememi yapıp teşekkür ediyor, bu kez diğer kapıdan çıkıyor, Gar İstasyonu'na doğru yürüyorum ki filme üç saatten fazla süre var ve ben yanıma ikinci bir kitap almamış olmanın pişmanlığındayım.

Gar İstasyonu'nun sırtını dayadığı parkta biraz oturuyorum. Perona geçip treni bekliyorum. Bir durak geçip iniyor ve AVM'nin döner kapısının ardından güvenlikten de geçip Migros'a klasik sinema alışverişi için dalıyorum.

Kasadayım ve önümde bir hanımefendi var. Ürünlerinden biri indirimde lakin onun da Migros kartı yok. Kasadaki genç kadına "Benim kartımı kullanabilirsiniz," diyorum, hanımefendi teşekkür ediyor...

Paris Saint - Germain Academy etkinlik bölgesine bir mini futbol sahası kurmuş,  kızlı erkekli minikler, genç antrönerler nezdinde antreman yapıyorlar. Çok hoşlar ve bir süre izlememde sakınca yok, ayrıca vakti bozuk para gibi eksiltmem gerekiyor.

Şimdi sinema katı, gişenin önü ve genç kız. "Klondike," diyor, çok tatlı gülüşü ile; "Nasılsın?" diye soruyorum. D-3 biletim elimde. Kullanmadığım bir sürü kazanılmış promosyonum var ve onlardan birini kullanıyor, mısırları kapıyorum.

Ve teras; hava pırıl pırıl. Manzara zaten hep enfes.


Zamanı terasta güzel harcıyoruz, biraz da içeri geçip fuayede oturuyor, bizim filme girecek karakterleri anlamaya çalışıyoruz. İçeri alınma başladığında da bunda bayağı isabet kaydetmiş olmanın sevincini yaşıyoruz ki sayıca da fena değiliz. 20'yi bulmuş gibiyiz.


Reklamlar, o bu şu derken film başlıyor. Görüntüler beni benden almış durumda çünkü her biri özenle çekilmiş fotoğraf tadında. Yönetmen Maryna Er Gorbach izlediğim ilk filmiyle ve ilk kareleriyle bir mesaj veriyor; beni izlemeye devam edin! Bir köydeyiz ve iki kahramanımız var: Karı ve Koca. Uzun bir süreyi onlarla geçiriyoruz. İnceden bir mizah var; gergin filmi yumuşatıp sevimli kılıyor. Derken televizyon ekranında bir facia. Donbas'dayız, Ukraynalıyız lakin Ruslar'la işbirliği içinde ayrılıkçılar da var, arkadaşlarımız. Şimdilik bunlar bir kenarda durabilirler, biz Irka (Oksana Cherkashyna) ve Talik (Sergiy Shadrin) ile minik köyümüzde ineğimiz ve tavuklarımızla günlük rutin hayatımızı yaşayabiliriz derken, Irka, kanımız canımız Donbas'ımız ve Ukrayna'mız, diyor ve endişeli... Kanıyor.

Bizim 6 numaralı salon ise an itibari ile sessiz, filmden hoşnut olunmadığını hissediyorum. İzleyicide bir hayal kırıklığı var ve bu salona hızlı bir bulaşıcılıkla yayılıyor. O zaman çoğunluk psikolojinden yola çıkarak bende bir sakatlık var diye düşünmeye başlıyorum. Oysa ben çoktan  kadın oyuncuyu görür görmez filme bayılmış, bitmiş durumdayım. Hakeza Talik de tatlı adam, radikal bir tutum içinde değil daha pragmatist. Irka tepki verse de Talik'e onu anlıyor, varlığından mutsuz değil, izleyici de eminim ki sempatik buluyor.

Önümdeki çok tatlı, çok genç sevgililer telefonları ile oynamaya çoktan başladılar, sol arka çapramızdaki, fuayede biraz sohbet ettiğimiz anne oğul büyük olasılıkla çıkacaklar. Sayının onlarla sınırlı kalmayacağını da hissediyorum. O sırada ilk yarı pat diye bitiyor, bir an zaman ne çabuk geçti, diye düşünüyor, sonra iki saatlikti film diyor, reklamları düşüyor kalan süreye bakıyorum ve hesap ettiğimde filmin ilk yarısının bir saati bulmadığı sonucuna varıyorum.

Kestiler filmi sanıyor, sinemayı yazımda yerden yere vurmayı planlıyorum. Müthiş bir kızgınlık var içimde. Oysa nasıl bir keyifle seyrediyordum.


O kızgınlıkla çıkıp yemeğe gitmiyorum tabii ki. Cebimde sinemadan verilmiş, Baydöner'de kullanacağım bir indirim kuponu var, üstelik %20 oranı hiç fena değil. Bayıldığım filmin ikinci yarıda  tırmanacağından neredeyse eminim; o halde sinema sonrası bir keyif mutlak.  İçimden yönetmene ne övgüler diziyorum. Simgesel vurgularına hayranım. Alt yazılardaki hangi dilden olduğunu belirten, aslında ayrımcılığa ve asimilasyona vurgu yapan eklemelere bayılmış durumdayım.

Kadın eli değdiği nasıl da belli!

Filme katılan çok özel yurttaşlık bilinci, kadın duyarlılığı, olan bitene isyan, bilinçli bakış ve vatanseverlik sosları o kadar lezzetli ki çoktaaan beni ele geçirmiş durumdalar. Kalbim Donbas olayları sürecinde de şimdi de onlar için atıyor. Rus, Çeçen işbirliği ve yerli işbirlikçilerin çevirdikleri dolaplar üzerinden oluşmuş birikimim üzerine ise aynı zamanda senaryoyu yazan Maryna Er Gorbach, bu filmle bir kat daha çıkıyor.


Derken daha aksiyonlu muhteşem bir ikinci yarı başlıyor.  İlk yarıda verilenler biraz daha olgunlaşıyor.  Fikir sahibi yapıyor. Altını çizdiği bir önemli nokta da var aslında: Ortaya koyduğu sorunların dünyanın farklı coğrafyalarında yaşandığının altını da çizmiş oluyor.

Ve bence düşünen izleyiciyi bir adım daha ileri taşıyor ve evrensel bir mesajı, süper güç olarak adlandırılan ülkelerin birbirinden farkı olmadığını, küçükleri baskılayarak ciddi bir asimilasyon makinesinde kıyma yaptığını çok güzel bir sinema diliyle ve karakterlerle dünyanın gözüne sokuyor.

Bense olağanüstü bir tatla koltuğuma yaslanmışken Edebiyat Hocam'a bir kez daha şükranlarımı yolluyorum. Giriş, gelişme, sonuç üçlüsü ne kadar işe yarar bir bilgi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.  Erken çıkanlar için çok üzülüyorum. Bütün soruları yanıtlayan müthiş bir ikinci yarı ve filmin simgesel vurgusu olağanüstü, geniş planları muhteşem, sinema dili dinamik ve güzel oyunculuklarla tatlanan muhteşem finalinde koltuğumda çakılıp kalıyorum.

Biz salonu terk edenlerden arta kalan dört kişi toparlanırken, benimle aynı sırada oturan genç adama soruyorum: Filmi beğendin mi? "Beğendim," diyor. Ön sıramdaki daha genç ve çok tatlı çifte soruyorum ki tahminim var aslında, telefonla oynadıklarını fark ettiğimden beri... Beğenmediklerini söyleyerek, gülümsüyorlar.

Olağanüstü bir finalle taçlandırıyor filmini Maryna Er Gorbach. Oksana Cherkashyana'nın oyunculuk performansı son sahnede doruk yapıyor. Irka'nın verdiği mesaj muhteşem... ve göz yaşartıcı!

 

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP