İyi ki onunlayız der başka bir şey demeyiz. Çok keyifli, her seferinde dibi sıyrılan, bu dünyadan ancak bu kadar bal alınabilirdi dediğimiz, pırıl pırıl bir hayat bizimki: Güzel insanlar tanıyıp, çok şahane coğrafyalarda ve mekânlarda olağanüstü keyifler, heyecanlar içinde onunla birlikte büyüdüğümüz, bazen korktuğumuz ama çoğunlukla mutlu olup eğlendiğimiz, bol macera içeren aksiyonlu bir hayat.
Ahhh kadınlar ama!
O'nun kadınları...
Hiçbirini diğerinden daha önde tutmadık, çok sevdik. Elbette merak edip kalbe de çok kere sorduk, sonuçta yıllardır aynı bedendeyiz ve iyi arkadaşız. Ancak ne ser verdi ne de sır. O duyguları anlamında bir sır vermedi ama biz hep gördük. Bir andan, içinde bizim olduğumuz, bizi kasteden ve fazlasıyla mutlu eden bir andan söz etmek isteriz ki çok içten bir dışa vurumdu. Bir Kelebeğim Olmuşmuştu gelmişti. Çok tatlı ve çok güzeldi. Ondan alamıyorduk kendimizi ki gözleri ile hemen ama hemen arkadaş olmuştuk... O da bizden alamamış olmalı ki şöyle bir ifade kullanmıştı sözlerinin en başında: "Merhaba güzel bakan adam."
Ama şu cümlelere tanık olduğumuz an ve Üzerine Dondurma Koyulmuş Vişneli Ekmek Tatlısı Kadın işte! Kısa süreye sığmış, heyecanı yüksek ama bir romana sığacak kadar uzun, farklı iki şehirde geçen kısa ve dopdolu bir zamandı. Henüz buluşmadan, sadece kelimeler üzerinden kurulmuş iletişimle gelişen ve bu kadar aşk kokan o cümleler kaç göze nasip olabilir ki şu ölümlü dünyada: "... yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden. Ama sen uyurken, ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca. Masumane ve erotizmden eser yok şimdi. Cinsiyetlerimiz yok. Beyninle sevişiyorum. Kalbi temiz, hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hâlâ aşkla donanan güzel erkek... Seni bir lütuf olarak hissediyorum bana."
Tabii ki bu yazı fikri oluştuğunda birlikte görüp, hissedip yaşadığımız bu anların duygusunu tartıp biçtik. Elbette bu iki örnekle sınırlı değildi onca yıl. Aslında konumuz da bunlar değildi ki bunlardan girersek güncel konuya, asla çıkamayız. Ondan, son günlerdeki dışarıdan bakınca son derece aktif, kıskanılası ama bize göre duygusal anlamda durgun, biraz da şaşkın hallerden söz etmekti fikrimiz. Farkındayız ki O da bu hallerden söz etmek istiyor. Klavyeye gidiyor çoğu zaman parmakları ama iki lafı bir araya getiremiyor beyin ve geri çekiliyor hemen parmaklar. Aslında biz de tereddütler içindeyiz. Belki bir süre sonra ne gerek vardı bunlara diye düşüneceğiz ki çoğunlukla bu kadar içerden yazdığı yazıların ardından bu hissi O da alır ve bu kısa süreçleri hep birlikte yaşarız. Bazen vazgeçer ama çoğu zaman kalsın, alışırım der. İşte biz de şu an tam olarak bu ikilemler içindeyiz. Oysa sadece bir gün, daha çok da O'nun gözleri olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros'un son günlerdeki hissiyatıydı yazıya dökmek istediğimiz. Evet geçirdiğimiz günlerin diğer günlerden bir farkı yok, hepsi çok güzel görünüşte ve dışarıdan bakan gözler için dolu dolu. Ama! Evet ama... içeriden bakınca sanki bazı baharatlar eksik ve görüntüde muhteşem anlar bir boşluk içeriyorlar ve sanki koflar.
Yukarıdaki satırlar konusunda aramızda bir ihtilaf yaşamadık değil. Bizim için sorun değildi de O'nun için sorun olabilirdi. Sonra kısa bir değerlendirme yaptık; özellikle alıntıladığımız iki karakterin cümleleri üzerine ve dedik ki zaten bunları daha önce yazdı. İnanın o girişi yapmasak bu yazı dondurucuda kalacaktı çünkü yazıya başladığımızdan bugüne çok gün geçti. Bu aralar onunla aynı bedende olmaktan çok mutlu olduğumuz Buraneros şaşkın. Çok aktif ama bir şey eksik. Tam pandemi ile birlikte yaşamaya alışmış ve onunla bir düzen oluşturmuşken kendini şıp diye içinde bulduğu bu yeni normale adapte olmakta güçlük çekiyor sanırız. Geçtiğimiz pazar günü mesela bir sokak arasında keşfettiği, enfes pideler yapan, tahminimizce üzerine yazacağı mekânın verandasında oturup bayıldığı, yukarıdaki enfes, peynirli yumurtalı Sürmene pidesini götürdü. Çok da keyif aldı; hem atmosferden hem de pideden. O hazırlanana kadar elindeki kitabın keyfini çıkardı. Oradan Lozan Caddesi'ne yürüdü. Fikrinde Lozan Park'da oturup çay içmek, kitabın satırlarında yok olmak vardı. Parka girdi çaydan vazgeçti ve bir tur atıp Atatürk ile İsmet İnönü'nün fotoğraflarını çekti. Gölge banklar kapılmamış olsa oturup kitap okuyacağı kesindi. Sonra en çok kitap okuduğu pastaneye doğru yürümeye başladı. Caddeyle lafladı, sabahın sessiz fotoğraflarını çekti. Ve en çok kitap okuduğu pastaneye vardı.
Mekân cıvıl cıvıldı. Yaz bahçesini de kullanıma açmışlardı ki orayı ilk kez fark etti ve sevdi. Kalabalığına bulaşmak istemedi ve her zamanki masalarından birine oturdu. Kısa süre içinde de trileçesi ve çayı, bir süre önce bu pastanede çalışmaya başlayan çok da konuşkan genç kadın tarafından masasına getirildi. Onun başından beri devam eden hocam hitabına gülümseyerek sordu: "Siz benim hoca olduğumu mu düşünüyorsunuz?" Biraz evetti yanıt. Biraz da dil alışkanlığı ama daha çok ikircikli soruyu algılayan parlak bir zekânın açığa düşmeme çabası ile verilen yanıtındaki bir uyanıklıktı... Karşılıklı gülümsediler. Kitaba yumuldu çünkü yazarın dilini çok sevdi. İrlandaları zaten seviyor ve İrlanda Kurtuluş Ordusu ile de gençlikte hep ilgiliydi. Tüm bunların üstüne çıkansa yazarın esprili ve son derece akıcı üslubu! Ve çevirmene bayılmış durumda. Bunun, enn sevdiği kadına kitaptan söz ederken altını kalın kalın çizecekti bir kaç gün sonra.
Kitaba konsantre olunca kendi normaline döndü, bunu trileçe ve çaya gömülmemesinden de anladık, çünkü tadını çıkardı. Eğer kafa başka bir yere takılı olsaydı O yediğinin farkında olmayacağı gibi trileçe çoktan bitmiş çay da tükenmiş olacaktı. Ayrıca ikinci çayı da istedi. Uzunca bir zamanın ardından ödemesini yaptı, herkese teşekkür etti ve yürümeye başladı. Bu esnada fırsat kollayan o kötücül boşluk duygusu gelip yerini aldı. Anladık ama engel olamadık...
Sahile doğru yürüyoruz. Bu arada beyinle istişare halindeyiz. O da çaresiz "Farkındayım ve elimden geleni yapıyorum," diyor. Bir de tüyo veriyor ama aramızda kalsın kilidini takarak. Tıp. Ser verir sır veremeyiz. Biz anladık o boşluğu. O an duruma egemen olan boşluğu def etme uğraşı içine giriyoruz. Kalp devrede, beyin çok uyanık, sessiz ve derinden gidiyor, ince ince işliyor, negatifleri silmeye çabalıyor ve önceye dair görseller sunuyor. Kalp bununla yetinmeyip söze giriyor, yanılıyor olabilirsin diyor, O karşı çıkıyor, kalp bazı soruları geçiştirmeden yanıtlıyor ve bize dönüp "İkna olmak üzere," diyor. Sonuçta el birliği ile çok emin olmamakla birlikte başarıyoruz, ya da başardığımızı sanıyoruz... Ama beyinden tüm bu değerlendirmelerin ve çabaların sonuçlarını alan ayaklar ve bacaklar rotayı yine de çiziyorlar. Şu an iskelenin üzerindeyiz. Bir ferahlama hepimizde çünkü fotoğraf makinesini çıkardı sırt çantasından. Çok şükür korosu iş başında... Sevinçliyiz.
Fakat denizin rengi! Enfes bir turkuaz. Ölüyü ayağa kaldırır. İskele Kafe sakin. Kenar masalardan birine oturuyoruz. Tatlı bir esinti, ruhlar diri, her şey yolunda (gibi). Kitap masanın üzerinde.
"Bir limonata lütfen."
İlk yudum. Gözleri parlıyor. Çünkü gerçek ve mükemmel bir limonata. Serinlik kıvamında. Her şey yolunda...
Ama!
Bir boşluk var mı?
Bunu istişare ediyoruz. Kısmen yokuş aşağı giden bir şey var. Bunda hemfikiriz. Bu sessizlik?! Etrafın gürültü patırtısı, hayat, çalan müzik, denizin sesi, kitabın satırları, limonatanın çocuklaştıran tadı ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar o engeli aşamıyorlar ve ruhun burnunu gökyüzüne doğru kaldırıp, uçuramıyorlar O'nu. Bir şey eksik, işin kötüsü onun ne olduğunun hepimiz farkındayız. Bu bir üzüntü kaynağı değil üstelik. Her koşulda yeni yepyeni bir yol çizecek donamıma ve tecrübeye sahibiz. Biribirimizi çok iyi tanıyoruz ve doğumdan ölüme kadar birlikteyiz. O halde limonatamızın, manzaranın ve kitabın tadını çıkaralım...
Akacak kanı da kendi haline bırakalım...
Çünkü biz yeniden doğarız ölümlerde...